ŞiDDET
Yapı Kredi Yayınları: 643 Cogito
Üç aylık düşünce dergisi Sayı: 6-7 Kış-Bahar, 1996 S. Baskı: Şubat 200S ISSN 1300-2880
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. adına sahihi:
ALİ İliSAN KApRACAN
Sonımlu Yazı İşleri Müdürü:
ASLIHAN DiNÇ
Dergi Editörü:
ÖZLEM SOLOK
Kapak Tasarım:
FARUK ULAY-PINAR KAZMA
Yayın Sekreteri:
GüLAY KANDEMİR
Cogito'nun bu sayısında yayımlanan fotoğraflar için Merih Akoğul'a teşekkür ederiz.
Renk Ayrımı 1 Baskı:
ÜÇ-ER OFSET .
Yüzyıl Mah. Massit S. Cad. No: lS Bağcılar 1 Istanbul Tel.: (0212) 629 03 ıs Halkla İlişkiler: ARZUHAKSUN Reklam: SERKAN KALKANDELEN Yazışma Adresi: COGİTO
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş ..
İstiklal Caddesi, No: 28S Beyoğlu 34433/Istanbul Tel.: (0212) 2S2 47 00 (pbx)
Faks: (0212) 293 07 23
E-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr E-posta: ecakmak@ykykultur.com.tr
İnternet adresi: http://www.cogitoyky.com www.teleweb.com.tr
Yayın Türü: Yerel süreli
Cogito'da yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarına aittir.
Dergide yer alan yazılar kaynak gösterilmek
kaydıyla yayımlanabilir.
Yayın Kurulu, dergiye gönderilen yazıları yayımiayıp yayımlamamakta serbesttir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Fiyatı: IS.- YTL- lS.OOO.OOO.- TL
Bu
SAYIDA:5 •
ÖZLEM So LOK • Önsöz Yerine7 •
HANNAR ARENDT • Şiddet Üzerine 23 • RAFAEL MosEs • Şiddet Nerede Başlıyor?29 • ARTUN ÜNSAL • Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi 37 • Şiddet Üzerine Bildiri
41 • SEMRA SoMERSAN • Şiddetin İki Yüzü
51 • MARK HOBART • Şiddet ve Susku: Bir Eylem Si yasasına Doğru
65 •
KoNRAD LoRENZ • Ecce Homo (İşte İnsan)79 •
ROGER CAILLOIS • Karizmatik İktidar91 • RuşEN KELEŞ - ARTUN ÜNSAL • Kent ve Siyasal Şiddet 105 • MAHMUT TEZCAN • Bir Şiddet Ortamı Olarak Okul
109 •
IşıK ERGÜDEN • Örnek Bir Şiddet Mekanı: Hapishane117 •
FERDA KEsKiN • Foucault' da Şiddet ve İktidar123 • ULus S. BAKER • Bilimsel Kuşkudan Bilimden Kuşkuya Doğru
133 • NERMİ UYGUR • Spinoza'yla Amor İntellectualis
143 • YAvuz ERTEN-CAHİT ARDALI • Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapılan
165 •
KONRAD LORENZ • Saldırganlığın Spontanlığı169 •
FRIEDRICH ENGELS • Tarihte Şiddetin Rolü185 •
ÜNSAL OsKAY • "Efendi/Köle" İlişkisi Açısından Şiddet ve Görünümleri Üzerine197.
HALİL BERKTAY-ZAFER TOPRAK; YÖNETEN: AHMET KUYAŞTarihçi Gözüyle "Şiddetin Tarihi" Üzerine Bir Söyleşi 207 • MuRAT ÇuLcu • Mafia ve Şiddet
215 • SULHİ DöNMEZER • Çağdaş Toplumda Şiddet ve Mafia Suçları
221 • ALEXANDER MITSCHERLICH ··zulüm Üstüne Savlar
237 • DANE ARCHER- RosEMARY GARTNER • Barış Dönemi Kayıpları: Savaşa Katılmayanların Şiddet İçeren Davranışlarında Savaşın Etkisi
253 •
TANER AY • Punk Görsel Üslubundaki Gamalı Haç257 • ÖMER LAÇiNER • Bir Modern Çağ Pratiği Olarak Terör
261 •
C.A.]. COADY • Terörün Ahlakı279 •
E. V. W ALTER • Montesquieu' den Teröristlere Şiddet Politikaları297 •
KÜÇÜK İsKENDER • Beş Dakika Delikanlı Olmanın Dayanılmaz Sıkıcılığı299 •
HüLYA TUFAN • Tek Frekanstan İki Yayın: Aşk ve Şiddet305 •
CANAN ARIN • Kadına Yönelik Şiddet313 • M. MuKADDER YAKUPOGLU • Erotizmde Şiddet ve Ahlak İlişkisi
319 •
YILDIRIM TüRKER •. Şiddetle Seviyorum!323 •
NüKET EsEN • Türk Romanında Aile İçi Şiddet Teması327 •
ENGiN KILIÇ • Golding ve Dostoyevski' de Şiddetin İçeriksel ve Yöntemsel İşievi341 •
IŞIL BAŞ • Sanat, Psikanaliz ve Şiddet: Beyaz Otel347 •
AYDIN GüN • Opera'da Şiddet353 • KuTLUKHAN KuTLU " Quentin Harikalar Diyarında: Tarantino
Sinemasında Şiddet
357 •
GiOVANNi ScoGNAMiLLO • Şiddet, Toplum, Birey ve Kan 363 o ADNAN TÖNEL • Sanatçı Refleksi "Happening" ve Şiddet367"
EROL MuTLU • Avrupa'yı Salladık, İngiltere'yi Sarsacağız: Futbol, Milliyetçilik ve Şiddet379 •
CEM ŞEN • Goncanın Üzerindekt Çiy Damlası: Taocu Yaklaşımla Şiddet385 • CAN DüNDAR • Televizyon ve Şiddet
391 •
EMiR TuRAM o TV' deki Şiddetin Çocuklara Etkileri ÜzerineFarklı Bir Bakış
407 •
AHMET EKEN • Bir Olgu Olarak Türkiye' de Şiddet411 •
ÜMiT KivANÇ.• Türkiye'de Şiddet Kaynağı Olarak Devlet-Toplum İlişkisi 421 • Padişah Huzurunda İşkence429
o ALi AKAY • Şiddetin Bağlarnından Çıkmak Üzere ...441 •
ÖMER NAci SoYKAN • Hangi Akla Veda?448.
FATMAGÜL BERKTAY. Felsefe ve Kadın: Zor .Bir İlişki457 •
RAGIP EGE • Gilles Deleuze461 •
MısHA GLENNY • Yugoslavya: Büyük Çöküş476 •
MEDARAncı • Leibniz ve Levinas'ta Sonsuzluk Kavramı,486 •
MICHAEL RosEN • Düşüncelerimi İletmenizi Rica Ediyorum491 •
SiNAN ÖzBEK • Kant'ın Din FelsefesindeOrtak Ahl~k Sistemi ve Kilise Kavramı..
ÜNSÖZ
YERİNE
"Şiddet
nedir, ne
değildir","hangi
koşullar altında şiddettir,hangi
koşullardade-ğildir"
i
tanımlamaya çalışmak, şiddetinbin bir yüzünden (ekonomik, toplumsal,
antro-polojik, sosyal psikolojik, biyolojik, vesaire) söz açmak yerine, size bir
olayı hatırlatmakistiyorum:
Sinekierin
Tanrısı(Lord of The Flies)
gibi bir
romanın yazarıolarak William
Golding'in 1983
yılındaNobel Edebiyat Ödülüne
değergörülmesi
İngiltere'depek
çok
İngilizi rahatsız etmişti.Romanda
anlatılan şiddetdolu
olayların yaşları altıila on
üç
arasında değişençocuklar
tarafından gerçekleştiriZmiş oluşunutam bir
"saçmalık"olarak
değerlendirmişlerdi.Çocukluk,
saflığın, iyiliğinsimgesi,
insanın insanlaşmadan,şiddetle tanışmadan
önceki durumu
olduğuiçin çocuklara yönelik böylesi bir
yaklaşımı'feci"
bulmuşlardı. Yaklaşıkdört
yılönce
İngilteregerçek bir "Sineklerin
Tanrısı"ola-yıyla karşılaşınca
yine
aynı İngilizlerdonup
kaldı. Altıve sekiz
yaşlarındaiki erkek
ço-cuğu
Liverpool'daki en
işlekalışverişmerkezinde kaybolan
beş yaşındabir
başkaerkek
çocuğunu,
annesine götüreceklerini söyleyerek elinden tuttular, hiç acele etmeden
dışarı çıkardılar. Sıkça kullanılmayan, şehir
merkezinden biraz uzakta bir tren yoluna
gö-türdüler.
İşkenceyaparak öldürdüler.
İşkencenintürü ve
çocuğun nasıl öldürüldüğügibi
ayrıntılar/bilgilerbasma hiçbir
şekildeverilmedi. Ama yüzünde
şaşkınlıkdolu
"garip" bir ifade olan üst düzey polis yetkililerinden biri ceset le ilgili olarak
ağzından şu sözcüğü kaçırdı:"rnutilated"
(parçalanmış)...
Bütün
İngilteresustu.
İnsanlar nasıltepki vereceklerini
bilemiyorlardı,Liverpool
halkı dışında.
Çünkü onlar
karşılarındaiki küçük çocuk
olduğunuunutup gözleri
dön-müş
bir biçimde
savaş çığlıkları atıyor, çocuklarınailelerine lanetler
yağdırıyorlardı.Küçük
çocuğuncesedi
bulunduğundapolis, gözü
dönmüş, saçı sakalıbirbirine
karışmış sapıkbir çocuk katili yakalamaya kendini öylesine
programiarnıştıki,
mağazadakigizli
Özlem Solak
kameralardan elde edilen görüntülerin incelenmesi sonucunda gerçek ortaya
çıktığındabile buna
inanamadı.Görüntüler yüzlerce kez izlendi, defalarca incelendi. Her iki çocuk
da çocuk
psikologlarıtarafindan haftalarca
sorgulandıktansonra cinayeti kabul ettiler.
Olayın
kendisinden çok daha korkunç olan, çocuklar mahkemeye
zırhlıbir arabayla
getirilirken Liverpool
halkınınarabaya
saldırışıve
çocuklarıparçalamak istediklerini
bağırmalarıydı.
Mahkeme boyunca içeriye
basın mensupları alınmadı.Ama temsili
re-simlerde her iki
çocuğunda
kollarının altındaoyuncak
ayılarının olduğuve sürekli
ağladıkları
görülüyordu. Karara
varılınadanönce
olayı açıklayabilmek,bu iki
çocuğunbir
başka çocuğuniye öldürdüklerini anlayabilmek için bilim
adamlarıçok ter
döktü-ler.
Çocuklarınaileleri üç
kuşaköncesine kadar
araştırıldı.Hatta beyin tomografileri
bi-le çekildi.
Bazıpsikologlar,
çocuklarıncinayet gününden bir gece önce
Child's Play
("Çocuk Oyunu")
adlıkorku filmini
seyretmişolup
olmadıkları olasılığıüzerinde bile
durdular. Sonuç: Bu benzersiz olay
anlaşılamadığı,bir
açıklama getirilemediğiiçin
ço-cukların
"toplum için tehlikeli"
olduklarınakarar verildi. Çocuklar öylesine küçüklerdi
ki_ kanun böyle bir durum
karşısındaçaresiz
kaldı.Ama demokrasilerde çare tükenmez;
her ikisi de ömür boyu hiç
çıkmamaküzere
ayrı ayrıözel hapishaneZere
kapatıldılar.ÖZene kadar da bütün insanlardan tecrit edilecekler.
Günlerce televizyonlarda, radyolarda ve
basın organlarında şiddet'in tanımı yapılmaya
çalışıldı, şiddetüzerine
tartışıldıve
insanı şiddeteyöneiten etkenler birer birer
in-celendi. Uzmanlar saatler süren gürültülü
tartışmalar yaptılar."Çocuklarda ölüm
kav-ramı
yoktur, bu nedenle zarar vermeyi bilmezler ve
şiddet tanımlarıyoktur. Kedinin
kuyruğuna
teneke
bağlamak,sinekierin
kanatlarınıkopartmak gibi alttan alta
şiddetiçeren
davranışlaronlar için
doğal davranışlardır" açıklamaları olayı"bilimsel olarak"
bile
açıklamayayetmedi.
Sürekli
gelişmeyi,sofistike bir
uygarlığınen uç
noktasına ulaşmayıgözüne
kestir-miş
olan insan,
ardına bakıp şöylediyor: "Ben ilkel bir hayvanken
şimdiuygar bir
insa-nım. Kadınları cadı
diye diri diri
ateşte yakmıyorum,engizisyon mahkemelerini
orta-dan
kaldırdım, artık zamanıınınyüzde
yetmişini savaşarakgeçirmiyorum, idam
tek-niklerim çok daha uygar, atom
bombasını keşfederek anındaölüm vaadediyorum,
saldırganlık
içgüdülerimle
başa çıkabiliyorumve
şiddet'ibirkavram olarak
tanımlayabiliyorum ...
insan, yoketme ve
saldırganlıkgüdüsünü
ehlileştirebilecekmi? Yoksa neyi, niye
yaptığını
anlamaya
çalışırkenkendini sürekli
değiştirdiğiiçin hiçbir zaman kim
oldu-ğunu
anlayamayacak
mı?Özlem Solak
..
ŞiDDET
UzERiNE*
Hannah Arendt
Burada aktaracağım düşünceler, 20. yüzyıl geri planından görüldüğü biçimiyle,
son birkaç yılın olay ve tartışmalarından kaynaklanıyor. 20. yüzyıl, Lenin'in öngördüğü
gibi savaş ve devrimlerin, dolayısıyla şimdilerde bu iki olgunun ortak paydası olduğu
na inanılan şiddetin yüzyılı oldu. Ama bugünkü durumda başka bir etken daha var;
kimse öngörmediyse de bu etken, hiç değilse eşit önem taşıyageldi: Şiddet araçlarının
teknik gelişimi artık öyle bir noktaya geldi ki, hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları
içinde, bu araçların yıkıcı potansiyeline denk değildir, ne de silahlı çatışmada bu
araçla-rın fiilen kullanımını haklı kılabilir. Bu yüzden en eski dönemlerden beri uluslararası
anlaşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak karşımıza çıkan savaş, artık tüm
etkili-liğini ve ihtişamını yitirmiş bulunuyor. Süper güçler, başka bir deyişle uygarlığımızın en
yüksek düzleminde hareket eden güçler arasındaki kıyametsi (apokaliptik) satranç, tek
bir kurala göre oynanıyor: "İçlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu olacaktır" .ı Bu,
daha önceki hiçbir savaş oyununa benzemeyen bir oyundur. "Rasyonel" amacı zafer
de-ğil, caydırıcılıktır. Dahası silah yarışı, artık savaşa hazırlık değildir ve ancak barışın en
iyi güvencesinin, daha çok caydırıcılık olduğu gerekçesiyle haklı kılınabilir. Bu
duru-mun içerdiği gözle görülür çılgınlıktan kendimizi nasıl kurtaracağımız sorusuna
verile-cek bir yanıt yok.
Kudret, güç ve dayanıklılıktan farklı olarak şiddet, Engels'in çok önceleri belirttiği
gibi daima araçlara muhtaçtır.z Dolayısıyla teknolojide, alet yapımında yaşanan devrim,
savaş alanında özellikle dikkat çekici boyutlardadır. Şiddete dayalı eylemin bizatihi
* Bu makale Hannah Arendt'in lletişim Yayınlan tarafından yayınlanacak olan aynı adlı kitabının 1. Bölümüdür.
ı Harvey Wheeler, "The Strategic Calculators", Ni gel Calder, Unless Peace Comes içinde, New York, 1968, (s.109.) 2 Herrn Eııgen Diihring's Umwiilzımg der Wissenschaft (1878, Aııti-Diihriııg), Kısım Il, Bölüm 3.
Hannah Arendt
tözüne hakim olan, araç-amaç kategorisidir. Bu kategorinin en temel ayıncı niteliği,
in-sani olaylara uygulanırsa şöyle ifade edilebilir: Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve
ger-çekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında kalma tehlikesi içindedir. Fabrika
üretimindeki nihai amaçtan farklı olarak insan eyleminin nihai amacı asla güvenilir
bi-çimde öngörülemez. Bu yüzden siyasal amaçlara ulaşmak için kullamlan araçlar, sık sık
geleceğin dünyası açısından niyeHenilen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.
Dahası, insan eylemlerinin sonuçları eylemcinin denetimini aşar. Öte yandan şid
det, içinde fazladan bir keyfilik öğesi taşır. Fortuna (talih), iyi ya da kötü şans, insani
me-selelerde hiçbir yerde savaş alanında olduğu denli yazgı belirleyici bir rol oynamaz.
Üs-telik en beklenmeyenin bu ihlali, bu şekilde karşımıza çıkıvermesi, ona "rastgele olay"
ya da bilimsel açıdan kuşkulu olay dediğimizde ortadan kalkmış olmuyor. Ne de
simu-lasyon, senaryo, oyun kuramı ve benzerleri onu yok edebiliyor. Bu meselelerde kesinlik
yoktur. İnceden ineeye hesaplanmış belli koşullar altında karşılıklı yıkımın bile kesinliği
yoktur. Yıkım araçlarının mükemmelleştirilmesine girişenler nihayet öyle bir teknik
ge-lişme düzeyine ulaşmışlardır ki, amaçları, yani bizatihi savaş, elinin altında hazır duran
araçlar nedeniyle tümüyle ortadan kalkma noktasına gelmiş bulunuyor.3 Bizatihi bu
du-rum, şiddet alaruna yaklaştığımız anda karşımıza çıkan bu ezip geçici öngörülemezliği
ironik biçimde hatırlatan bir gerçektir. Savaşın hala bizimle olmasımn başlıca nedeni ne
insan türünün gizli ölüm istenci, ne bastırmaya gelmeyen bir saldırganlık dürtüsü ne de
daha inandırıcı olsa da silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi
tehlikeler-dir.4 Bunun nedenini uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir
ni-hai hakemin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir. Hobbes, "kılıç olmaksızın
söz-leşmeler sözcükten başka bir anlam taşımaz" derken haksız mıydı?
Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı egemenliğinden azade olma hali,
ve devlet egemenliği, yani uluslararası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiası
özdeşleştirildiği sürece savaşı ikame edecek başka bir yolun ortaya çıkması da olanaklı değildir. (Amerika Birleşik Devletleri, özgürlük ve egemenliğin tam anlamıyla
birbirin-den ayrılmasının -elbette Amerikan cumhuriyetinin temelleri bu ayrım nedeniyle
tehli-keye girmedikçe-hiç değilse kuramsal olarak mümkün olduğu nadir ülkelerden biridir.
Anayasaya göre yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar ülke hukukunun bir parçasıdır.
1793'te Yargıç James Wilson'un işaret ettiği gibi, "Birleşik Devletler Anayasası açısından
egemenlik sözcüğü tümüyle bir bilinmezden ibarettir." Ama Avrupa ulus-devletlerinin
geleneksel dilinden ve kavramsal siyasal çerçevesinden böylesine net ve gururlu bir
ay-rılık uzun bir geçmişe özgüdür. Amerikan devriminin mirası unutuldu. Amerikan
hü-kümeti, iyi ya da kötü, Avrupa mirasını kendi geçmişinin mirasıyrmşçasına kabul etti.
Ne yazık ki bunu yaparken, Avrupa'nın gerileyen gücünün ardında ve yedeğinde
siya-sal iflasın, ulus-devletin ve onun egemenlik kavrarmnın iflasının yattığının ayırdında
değildi.) Azgelişmiş ülkelerin dış işlerinde savaşın hala ultima ratio, şu eski "siyasetin
şiddet aracılığıyla devamı" olarak kendini gösteriyor olması, savaşın köhneliğine karşı anlamlı bir sav değildir. Öte yandan yalmzca nükleer ve biyolojik silahiara sahip küçük
3 General Andre Beaufre'nin "1980'lerin Savaş Meydanları~~ nda belirttiği gibi: Savaş, ancak "dünyanın nükleer caydıncılık kapsamı na girmeyen bölümlerinde hala mümkündür". Bu "kon vansiyonel savaş hali" bile tüm dehşetine karşın daima var olan nükleer
savaşa hrmanma tehdidi nedeniyle sınırlıdır (Calder, A.g.y içinde, s3).
4 Report from Iron Mountain (New York, 1967), Rand Corporation ve başka düşünce havuzlarının (think tank) düşünme biçimi üzerine
bir taşlama olan bu yapıt, belki de ''barışın eşiğinden ürkek bakışıyla" çoğu "ciddi" çalışmadan daha yakındır gerçekliğe. Başlıca savı şudur: Savaş toplumumuzun işleyişi açısından öylesine temel, öylesine vazgeçilmezdir ki* sorunlarımızı çözmek için daha
ölümcül , daha caniyane yollar bulroadıkça onu ortadan kaldıramayız. Bu sav ancak Büyük Depresyondaki işsizlik bunalımının İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle çözillebildiğini unutanlar açısından sarsıcı olacakhr. Ya da bugün yumuşak yatakta
sırtüstü yatmanın çeşitli biçimlerinin ardında sessizce bekleyen işsizliği, işlerine öyle geldiği için görmezden gelen veya böyle bir
şeyin olmadığını idda edenler açısından.
Şiddet Üzerine
ülkelerin savaşa kalkışacak durumda olması da kimseyi avutmasın. Şu ünlü rastgele
olayın ortaya çıkmasının en muhtemel olduğu bölgelerin eski "ya zafer ya ölüm"
sloga-nının hayli ikna edici olduğu bölgeler olduğu gerçeği artık kimse için bir sır değil.
Bu koşullar altında gerçekten de son on beş-yirmi yıldır bilimsel kafalı danışmanla
rın hükümet konseylerinde artan saygınlığından daha korkutucu pek az şey vardır.
So-run, bunların "düşünülemeyecek olanı düşünebilecek" denli soğukkanlı olmasında
de-ğil, düşünmüyor olmalarındadır. Onlar böylesine modası geçmiş, bilgisayar yardımı
ol-maksızın bile yapılabilecek bir etkinlikle zaman harcayamaz. Bunun yerine belli bazı
hi-potetik olarak varsayılmış kutuplaşmaların sonuçlarına iman ederler. Ne varki
hipotez-lerini gerçek olaylar karşısında sınama yetisinden yoksundurlar. Gelecek olaylara ilişkin
bu hipotetik kurgulardaki mantıki çatlak her zaman aynıdır: Başlangıçta bir hipotez
ola-rak (ustalık düzeyine göre, içkin bazı seçenekleriyle ya da hiçbir seçenek ima
etmeksi-zin) karşımıza çıkan bu savlar, genellikle birkaç paragraf sonra derhal "olgu" haline
ge-lir. Ardından bir dizi benzeri sözde olguyu doğurur. Sonuçta tüm girişimin katıksız
spe-külatif karakteri unutuluverir. Bunun bilim değil sözde bilim olduğunu söylemeye
ge-rek bile yok. Sözde bilim: Noam Chomsky'nin sözleriyle, "toplumsal ve davranışsal
bi-limlerin, gerçekten de anlamlı entelektüel içeriği olan bilimlerin yüzeysel niteliklerini
taklit etme yolundaki uroarsız çabaları". Richard N. Goodwin'in yakınlarında sözde
bi-limsel kurumların "bilinçdışı mizahını" işlediği bir makalesinde belirttiği gibi, bu tür
stratejik kurama yönelik en açık ve "en derin öneme sahip itiraz, sınırlı kullanışlığı
de-ğil, tehlikesidir. Çünkü bu tür kuram, olayları anladığımız ve akışları üzerinde denetime
sahip olduğumuz yanılgısına yol açar." 5
Olaylar, tanım gereği, tekdüze süreç ve işleyişieri kesintiye uğratan ortaya çıkışlar
dır. Gelecekbilimcinin düşleri ancak önemli hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı bir dünyada
gerçek olabilir. Geleceğe yönelik tahminler, bugünkü otomatik süreç ve işleyişlerin, yani
insanın eylemde bulunmaması ve beklenmedik bir şeyin ortaya çıkmaması halinde olup
bitecek olayların geleceğe tasadanmasından (projeksiyon) başka bir şey olamaz. İyi ya
da kötü her eylem ve her kaza, tahminin, içinde hareket ettiği ve kanıtını bulduğu
çerçe-veyi parçalamak durumundadır. (Proudhon'un geçerken söylediği şu söz,
"Beklenme-dik olayın yaratıcılığı, devlet adamının sağgörüsünü fazlasıyla aşar," çok şükür hala
ge-çerli bir sözdür: Beklenmedik olayın yaratıcılığı, uzmanın hesaplamalarını haydi haydi
ezip geçer.) Bu tür beklenmedik, öngörülmedik, öngörülemez oluşlara "rastgele olaylar"
ya da "geçmişin son iççekişleri" adını vermek onları konu dışı saymak ya da "tarihin
çöplüğü"ne mahkum etmek, bu ticaretin en eski hilelerindendir. Kuşkusuz bu hile
kura-mı açıklığa kavuşturur, ama kuramı gerçeklikten hep biraz daha uzaklaştırmak pahası
na. Tehlike, kanıtlarını gerçekten de güncel fark edilebilir olaylardan almaları nedeniyle
bu kurarnların ikna edici olmasında değil, iç tutarlılıkları nedeniyle hipnotik bir etkiye
sahip olmalarında. Bu kurarnlar sağduyumuzu, gerçeklik ve olgusallığı algılama,
anla-ma ve kafa yoranla-ma organımızı uykuya yatırma gücüne sahiptir.
Tarih ve siyaset üzerine düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde
daima oynayageldiği muazzam rolün ayırdına varmaktan kendini alıkoyamaz. Durum
böyleyken şiddetin nadiren özellikle konu edilmiş olması ilk bakışta şaşırtıcıdır.6 (Sosyal
Bilimler Ansiklopedisi'nin son baskısında şiddet konusuna ayırılmış bir başlık bile
yok-tur.) Bu, şiddet ve keyfiliğin ne ölçüde verili olarak alındığını ve bu yüzden ihmal
edil-5 Noam Chomsky, American Power and New Mandarins., New York, 1969; Richard N. Goodwin, Thomas C. Schelling'in Arms and Injluence (Yale, 1969) başlıklı kitabı üzerine incelemesi, The New Yorker (17.2.1968).
6 Kuşkusuz savaş ve savaş hali üzerine geniş bir literatür vardır, ancak bu literatür şiddetin kendisiyle değil, şiddet araçlarıyla ilgi-lidir.
Hannah Arendt
diğini gösterir. Herkesin açıklıkla gördüğü bir şeyi hiç kimse sorgulamaz, incelemez. İn san işlerinde şiddetten başka bir şey görmeyenler, insan işlerinin "daima gelişigüzel,
ciddiyetten ve kesinlikten uzak olduğu" (Renan) ya da Tanrının sonsuza değin daha
bü-yük askeri birliklerin yanında olduğu kanısına varmıştır. Böylelerinin şiddet ya da tarih
konusunda söyleyecek başka bir şeyi yoktur. Geçmişe ilişkin kayıtlara anlamlı bir şeyler
bulmak için bakan herkes, şiddeti marjinal bir fenomen olarak görmek durumundadır.
Clausewitz savaşı "siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi" diye tanımlar ya da Engels
şiddeti "iktisadi gelişmenin hızlandırıcısı" olarak görürken7 vurgulanan hep siyasal ya
da iktisadi sürekliliktir; ya da şiddete dayalı eylemi öneeleyen bir şeyce belirlenen ve
be-lirlenmekte olan bir sürecin sürekliliği vurgulanmaktadır. Aynı şekilde uluslararası iliş
kiler alanında çalışanlar yakın döneme değin şunları söylüyordu: "Ulusal gücün daha
derindeki kültürel kaynaklarıyla uyuşmayan bir askeri çözüm hali istikrarlı olamaz", ya
da Engels'in sözleriyle, "nerede bir ülkenin iktidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle
çeli-şirse, şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar yenilgiye mahkumdur.8
Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar arasındaki ilişkilere dair tüm
bu eski doğrular geçerliklerini yitirmiştir. İkinci Dünya Savaşının ardından gelişen barış
değil, soğuk savaşve askeri-sinai-emek (military-industrial-labour) kompleksi oldu.
"Toplumdaki asli yapısal gücün savaş yapma potansiyelinin önceliği olduğundan" söz
etmek, "iktisadi sistemlerin, siyasal felsefelerin, corpora juris'in (yargı bünyesinin) savaş
sistemine hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını"
ileri sürmek, ''bizatihi savaşın temel toplumsal sistem olduğunu, başka ikincil toplumsal
örgütlenme tarzlarının bu sistem içinde mücadele ettiğini ya da ayakta kalmaya çalıştı
ğını" savunmak -tüm bunlar Engels ya da Clausewitz'in 19. yüzyıl formüllerinden daha
ikna edici geliyor kulağa. Report form Iron Mountain'ın adı belirtilmeyen yazarının bu
ba-sit tersine döndürme işleminden -savaş "diplomasinin (ya da siyasetin, iktisadi amaçlar
gütmenin) bir uzantısı olmak bir yana", barış savaşın başka araçlarla
sürdürülmesidir-daha anlamlı olan, savaş tekniklerindeki gelişmedir. Rus fizikçi Sakharov'un deyişiyle,
"Termonükleer bir savaş, (Clausewitz'in formülünde olduğu gibi) siyasetin başka
araç-larla sürdürülmesi gibi görülemez. Ancak evrensel intiharın bir yolu olarak
görülebi-lir."9
Dahası biliyoruz ki ''birkaç silah ulusal gücün tüm öteki kaynaklarını birkaç dakika
içinde silip süpürebilir" ;ıo "küçük birey gruplarinın ... stratejik dengeyi bozmasını"
ola-naklı kılacak ve "nükleer vuruş gücü geliştirmeye gücü yetmeyen ulusların" bile
ürete-bileceği denli ucuz biyolojik silahlar geliştirilmiştir;ll ''birkaç yıl içinde" robot askerler
''beşer askerlerimodası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir";12 ve nihayet konvasiyonel
savaş halinde yoksul ülkeler tam da "azgelişmiş" oldukları için ve teknik üstünlük geril-la savaşlarında "varlıktan çok yükümlülük" haline gelebileceğinden büyük güçlerden
daha güvenli konumdadırlar.13 Tüm bu rahatsız edici yenilikler şu duruma ekleniyor:
İktidar ve şiddet arasındaki ilişki bütünüyle tersine dönmüştür ve bu gelişme küçük ve
büyük güçler arasındaki geleceğe yönelik ilişkide bir tersine dönmenin de habercisi
ola-bilir. Herhangi bir ülkenin elinin altındaki şiddet kapasitesi, kısa süre içinde ülkenin
gü-7 Bkz. Engels, A.g.e. Kısım II, Bölüm 4.
8 Wheeler, A.g.e., s.1 07; Engels, aynı yerde.
9 Andrei D. Sakharov, Progress, Coexistence, and lntellectual Freedom. New York, 1968, s.36.
10 Wheeler, A.g.e.
ll Nigel Calder, "The New Weapons," A.g.e. içinde, (s.239.)
12 M.W.Thring, "Robots on the March," Calder, A.g.e. içinde, (s.169)
13 Vladimir Dedijer, 'The Poor Man' s Power," Calder, A.g.e. içinde, (s.29.)
Şiddet Üzerine
cünün güvenilir bir göstergesi ya da ciddi ölçekte daha küçük ya da daha büyük başka
bir ülke tarafından yıkıma uğrahlmasına karşı ciddi bir güvence olmaktan çıkabilir. Bu,
siyasal bilimin en eski açılımlarından birine meşum bir benzerlik gqsterir: Güç
zengin-likle ölçülmez, fazla zenginlik gücü aşındırabilir ve zenginlikler cumhuriyetierin güç ve
refahı açısından özellikle tehlikedir. Bu bilgece buluşlar unutulmuş olmakla geçerliliğini
yitirmez; hele doğruluklarının şiddet kapasitesine de uygulanabilir hale gelmesiyle yeni
boyutlar kazandıkları bir zamanda.
Uluslararası ilişkilerde şiddet ne kadar müphem ve kesinlikten uzak bir aygıt
hali-ne geldiyse de iç siyasette saygınlığı ve cazibesi arth; özellikle devrim konusunda bu
böyle. Yeni Solun güçlü Marksist retoriği, Marksizmden tümüyle uzak bir kanının
ya-vaş yaya-vaş güçlenme eğilimi göstermesiyle çakışıyor. Bu kanı Mao Zedung tarafından
ilan edilmişti: "İktidar, namlunun ucunda büyür." Kuşkusuz Marks, tarihte şiddetin
oy-nadığı rolün ayırdındaydı. Ama bu rol ona göre ikincil bir roldü. Eski toplumun sonunu
getiren şiddet değil, kendi iç çelişkileriydi. Yeni bir toplumun ortaya çıkışını öneeleyen
şiddetli patlamalardı; ama bunlar yeni toplumun ortaya çıkışı açısından neden oluştur
muyordu. Marks bunları doğumu öneeleyen doğum sancılarına benzetir, ama bunlar
doğumun nedeni olarak görülemez. Aynı damarda ilerleyerek, devleti egemen sınıfın
denetiminde bir şiddet aygıtı olarak değerlendirir. Ama egemen sınıfın fiili iktidarını
ta-nımlayan toplumda oynadığı roldür; ya da daha açık bir deyişle üretim sürecindeki ro-lü. Sıklıkla farkına vanldığı ve bazen de hayıflanarak ifade edildiği gibi, Marks'ın öğre
tisinden etkilenen devrimci sol, şiddet araçlarının kullanımını reddeder. Marks'ın yazı
larında açıkça baskıcı bir rejim olarak tanımlanan "proletarya diktatörlüğü" devrimin
ardından kurulacaktır ve Roma diktatörlüğü gibi kesinlikle kısa bir dönemle sınırlı
ola-caktır. Küçük anarşist grupların gerçekleştirdiği birkaç bireysel terör eylemi dışında
si-yasal suikast, daha çok sağın tekelinde olmuştur. Örgütlü silahlı ayaklanmalarsa
askeri-yenin özel mönüsüdür. Sol, şu konuda ikna olmuş ve bundan vazgeçememiştir: "Tüm
komplolar salt yararsız olmanın ötesinde, zararlıdır. Onlar çok iyi bilirler ki devrimler
ne niyeHenerek ne de keyfi olarak yapılmışhr; özgül parti ve sınıfların irade ve kılavuz
I uğundan tümüyle bağımsız koşulların zaruri sonucu olarak gerçekleşmiştir."14
Kurarn düzeyinde birkaç istisnadan söz etmek gerekir. Yüzyıl başında Marksizmle
Bergson'un yaşam felsefesini birleştirmeyi deneyen Georges Sorel, daha düşük bir
usta-lıkla da olsa tuhaf biçimde Sartre'ın bugün gerçekleştirdiği Marksizm-varoluşsalcılık karmasına benzer sonuçlara vardı. Sorel, sınıf mücadelesini askeri terimlerle düşünü
yordu. Buna karşılık ünlü genel grev mitinden.daha şiddetli bir yol değildi ÖnEJI"diği.
Bu-gün "genel grevi" daha ziyade şiddete dayalı olmayan siyasetin bataryası içinde düşün
mek daha doğru olacaktır. Elli yıl önce bu ılımlı öneri bile, Lenin'i ve Rus Devrimini
destekiemiş olmasına karşın, ona faşist damgası vurulmasına yetti. Fanon'un
Yeryüzünün Lanetlileri başlıklı yapıtma yazdığı önsözde şiddeti yüceltmek açısından
So-rel'in Şiddet Üzerine Düşünümler'de söylediklerinden, hatta Fanon'un kendisinden çok
daha ileri giden Sartre, hala "Sorel'in faşistçe sözlerinden" söz edebiliyor. Bu, Sartre'nin
şiddet konusunda Marks'tan ne kadar uzakta olduğunun ayırdında bile olmadığını
gös-terir. Özellikle şu cümlelerinde: "bastırılması olanaksız şiddet. ... kendini yeniden
yara-tan insandan başka bir şey değildir"; "yeryüzünün lanetlileri" ancak "çılgın dehşetle"
"insan haline gelebilir". Bu nosyonlar, "kendini yaratan insan" tasarımı katı bir şekilde
Hegelci ve Marksist düşünce biçimine özgü olduğundan çok daha çarpıcıdır. Kendini
14 Engeli>' çe 1847'de yazılmış bir elyazmasında ileri sürülen bu ilk ifadeyi şu yapıla borçluyum: jacob Barion, Hegel ıınd die marksis-tische Staatslehre, Bonn,1963.
Puerto Cabello, Venezüella. Asker, bu
fotoğraf
çekildiktenbeş
dakika sonra öldü.(Fotoğraf:Hector
Rondon, Peder ve Asker, 1962.)Şiddet Üzerine
yaratan insan tasarımı, sol hümanizmin bizatihi temelidir: Fakat Hegel' e göre insan, kendini düşünce yoluyla "üretir".İs Buna karşılık Hegel'in "idealizmini" baş aşağı çevi-ren Marks' a göreyse insamn kendini yeniden yaratmasının aracı emektir; emek, yani
do-ğayla metabolizmamn insanca biçimi. Kuşkusuz insanın, kendini yeniden yaratmasına
ilişkin tüm nosyonların, bizatihi insanlık durumunun olgusallığına karşı bir isyanda or-tak olduklarım (türün bir üyesi ya da birey olarak insamn, varoluşunu kendi kendine borç-lu olamayacağından daha gözle görünür bir gerçek olamaz); dolayısıyla Sartre, Hegel ve
Marks'ın birleştikleri ortak paydanın, bir olgu olmayan bu beklentinin gerçekleşmesine aracılık edeceğini ileri sürdükleri etkinle türünün farklı olmasından daha önemli
oldu-ğunu iddia etmek mümkündür. Yine de, özde barışçıl olan emek ve düşünme
etkinlikle-riyle tüm şiddet eylemleri arasında derin bir uçurumun yathğı da yadsınamaz. "Bir
Av-rupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmakhr ... geriye kalan ölü bir adamla özgür bir
adamdır." Bu, Sartre'ın önsözde söyledikleri. Marks'ın asla yazmış olamayacağı bir cümle.
Sartre'den alınh yaparken devrimci düşüncede şiddete doğru bu yeni kaymanın,
en temsil edici ve düşünsel açıdan en gelişmiş sözcülerinin bile ayırdına varmadığı bir durum olduğunu göstermek istiyorum. Açıkhr ki düşünce tarihiyle sınırlı soyut bir nos-yon değil. Bu yüzden de-özellikle değinmek gerekiyordu. (''İdealist" düşünce kavramını
baş aşağı çevirirseniz "materyalist" emek kavramına varırsınız, asla şiddet nosyonuna
varamazsınız.) Kuşkusuz tüm bunlar kendine özgü bir manhk içeriyor ve bu deneyim
daha önceki tüm kuşaklara tümüyle yabancıdır. ··
Yeni Solun patos (yakınlık uyandırma gücü) ve şevki, saygınlığı, çağdaş silahların
tuhaf, intihara götüren gelişimiyle yakından bağlanhlıdır. Bu, atom bombasının gölge-sinde büyüyen ilk kuşakhr. Anne ve babalarırun kuşağından, şiddetin siyasetin sırurları
m kitlesel ve canice bir şekilde ihlal etmesi deneyimini miras almışlardır: Yüksek okul-larda toplama ve imha kamplarım, soykırımı ve işkenceyi öğrendiler; sonra savaşta si-villerin toptan katledilmesini,16 ki toplu katliamlar olmaksızın çağdaş askeri operasyon-lar "konvansiyonel" silahoperasyon-larla sımrlı olsa bile mümkün olamazdı. İlk tepkileri şiddetin her türüne karşı çıkmak ve şiddete dayalı olmayan siyaseti sorgulamaksızın destekle-mek oldu. Tam da bu hareketin, özellikle sivil haklar alanındaki başarısı, Vietnam
sava-şına karşı direniş hareketiyle sürdü; ki bu ülkede kamu oyunu belirlemekte hala önemli
bir etkendir. Ama durumun o günden bu yana değiştiğini arhk herkes biliyor. Şiddete dayalı olmayan siyaset yandaşları artık savunmaya çekildi. Dahası artık yalnızca "aşırı lıkçıların" şiddetin yüceltilmesine kapıldıklarını ve yalnızca onların-Fanon'un Cezayirli köylüleri gibi- "şiddettenbaşka hiçbir şey sonuç vermez" demeye başladıklarını söyle-mek anlamsızdır.J7
Yeni militanlar anarşist, nihilist, kızıl faşist, Nazi olarak nitelenip kınandı. Haklılık payı daha yüksek bir suçlamaysa "makine düşmanları, makine parçalayıcılar" nitele-mesiydi. Öğrencilerse aynı ölçüde anlamsız sloganlada yanıt verdi: "polis devleti", 15 Hegel'in bu bağlamda, yani "Sichselbstproduzieren" bağlamında konuşuyor olması hayli anlamlıdır. Bkz. Vorlesungen über die
Geschichte der Phi/Dsophie, ed. Hoffmeister, (s.114.) Leipzig, 1938.
16 Noam Chomsky haklı olarak açık isyanın ardında yatan ilkiler arasında "hepimizin hor görmeyi öğrendiğimiz 'iyi t\Jırianlar'
arasında yer almayı" reddetme ilkisinin de bulunduğunu belirtiyor. A.g.e., (s368.)
17 Frantz Fanon, The Wretched of the Earlh (1961); Grove Press yayını, 1968, s.61. Bu yapı b, bugünkü öğrenci kuŞağı üzerind~ yapbğı
büyük etkiden dolayı kullanıyorum. Buna karşılık Fanon'un kendisi şiddet konusunda hayranlanndan daha çok ku§kuludur.
Öyle görünüyor ki kitabın yalnızca birinci bölümü yaygın olarak okunmuştur. Fanon çok iyi biliyor ki, "kahksız ve tam
acımasızlık, derhal mücadele edilmemesi halinde değişmez biçimde hareketin birkaç hafta içinde yenilgisiyle sonuçlanır" (s.147).
Şiddetin öğrenci hareketi içinde brmanması konusunda Alman haber dergisi Der Spiegel' de (10 Şubat 1969 ve izleyen sayılar) yayımlanan "Gewalt" başlıklı diziye ve "Mit dem Latein am Ende" başlıklı diziye (1969, 26 ve·27. sayılar) bakınız.
Hannah Arendt
"geç kapitalizmin gizli faşizmi" ve daha haklı bir deyişle "tüketim toplumu".18
Davra-nışlarının sorumlusu her türden toplumsal ve psikolojik etkende arandı: Amerika' da
fazla hoşgörülü yetiştirme, Almanya ve Japonya'da aşırı otoriteye tepki, Doğu
Avru-pa' da özgürlükten yoksunluk, Batıda fazla özgürlük, Fransa' da sosyoloji öğrencilerinin
işsizliği ve bunun felakete yol açıcı sonuçları, Birleşik Devletler' de her alanda iş
bollu-ğu. Tüm bu açıklamalar yerel açıdan inandırıcı olabilir, ama öğrenci ayaklanmalarının
küresel bir olgu olmasıyla çelişir. Hareketin toplumsal açıdan bir ortak paydasını
bul-mak anlamsız görünebilir. Ama psikolojik açıdan bu kuşağın her yerde ortak bir
özelli-ği var: ödün vermez bir cesaret, şaşırtıcı bir eylem istenci ve değişimin olanaklılığı
ko-nusunda aynı ölçüde şaşırtıa bir güven.19 Ancak bu nitelikler sebep gibi görülmemeli.
Dünyanın her yerinde üniversitelerde tümüyle beklenmedik biçimde ortaya çıkan bu
durumun fiili nedeni sorulacak olursa, hiçbir öncülü ve benzeri bulunmayan ama en
gözle görünür ve belki de en güçlü bir etkeni gözardı etmek saçma olacaktır. Basit bir
gerçektir bu: "Teknolojik ilerleme" pek çok düzeyde doğrudan felakete götürmektedir.
Dahası bu kuşağın öğrendiği ve öğrettiği bilimler, öyle görünüyor ki kendi yarattıkları
teknolojinin felakete götürücü sonuçlarını görmeye kabil olmak bir yana, gelişme
süre-cinde geldikleri noktada "yapabileceğiniz lanet olası tek bir şey yoktur ki savaşa
yönel-tilmesin" dedirtecek hale gelmiştir.2o (Kuşkusuz, -Senatör Fulbright'ın deyişiyle
hükü-metçe finanse edilen araştırma projelerine bağımlı hale gelerek kamu güvenine ihanet
eden - üniversitelerin özsaygısı açısından hiçbir şey, savaşa yönelik araştırma ve buna
bağlı tüm girişimlerden kopma yönünde bastırmaktan daha önemli olamaz. Ancak
bu-nun çağdaş bilimin doğasını değiştirmesini ya da savaş çabalarını önlemesini beklemek
fazlasıyla saflık olur.ıı Böylece varılabilecek bir kısıtlamanın pekala üniversite
stan-dartlarının düşmesine neden olacağını inkar etmek de saflık olur. Bu kopuşun yol
aç-mayacağı bir şey varsa o da federal hükümet fonlarının bir dalga halinde geri çekilmesi
olacaktır. Çünkü Massachussetts Institute of Technology'de Jerome Lettwin'in yakın
larda işaret ettiği gibi, "Hükümet bizi desteklememeyi göze alamaz."22 Tıpkı
üniversi-telerin federal fonları kabul etmemeyi göze alamayacağı gibi. Ama bunun anlamı en
fazla şudur: Üniversiteler, "mali desteği nasıl sterilize edeceklerini öğrenmekle
yüküm-lüdür" [Henry Steele Commager]. Üniversitelerin çağdaş toplumlardaki muazzam
gü-cü düşünülürse bu olanaksız bir görev değildir, ama zorlu bir iştir.) Kısacası, teknik ve
makinelerin görünüşte direnilmesi olanaksız artış ve yayılışı belli sınıfları işsizlikle
teh-18 Bu etiketierin sonuncusu eğer tanımlayıcı bir tarzda kullanılsaydı anlamlı olacaktı. Ancak bu nitelemeitin ardında Marks'ın özgür üreticiler toplumuna dair yanılsaması yatar. Bu hayal, toplumun üretici güçlerinin özgürleşmesiyle gerç-ekleşecekti. Ama bu özgürleşme gerçekte devrimin, değil bilim ve teknolojinin başarısı oldu. Üstelik üretici güçlerin özgürleşmesi, devrim sürecinden geçen tüm ülkelerde hızlanmak bir yana, ciddi ölçüde gecikmeye uğradı. Başka bir deyişle öğrencilerin tüketimi red-detmelerinin ardında, yatan üretimin idealleştirilmesi ve bununla birlikte gelen üretim ve yaratıcılığın putlaştırılması vardır. "Yıkıcılığın neşesi yaraha bir neşedir'' -gerçekten de öyle, eğer "emeğin neşesinin'' üretken olduğuna inanıyorsanız. Makinelerin
'yardımı olmaksızın basit aletlerle yapılabilecek tek emek biçimi yıkımdır. Ama kuşkusuz makineler bunu çok daha verimli bir
şekilde yapar.
19 ·Bu eylem isteği özellikle küçük ve görece zararsız girişimlerde daha dikkat çekicidir. Öğrenciler, kafeteryalarda, bina ve sahalar-da çalışanlara asgari ücretin altında ödeme yapan kampus otoritelerine karşı eylemlerinde başarılı oldu. Berkeley öğrencilerinin
üniversite mülkiyelindeki boş bir araziyi "Halk Parkı"na çevirme mücadelesine katılma kararı da, otoriteterin şimdiye kadarki en kötü tepkisine yol açtıysa da, bu girişimler arasında sayılmalı. Berkeley hadisesine bakarak bir yargıya varıhrsa, tam da bu tür "siyasal olmayan" eylemlerin öğrenci kitlesini radikal öncüterin arkasında topladığı anlaşılır. ''Öğrenci oylamaları tarihinde en
yüksek kahlıma tanık olan referandumda kullanılan 15000 oyun yüzde SS' i arazinin (bir halk parkı olarak) kullanımı yönündey-di." Sheldon Wolin ve john Schaar'ın parlak raporuna bakınız: "Berkeley: Halkın Parkı Meydan Savaşı," New York Review of
Books, 9 Haziran 1969.
20 M.l.T.' den jerome Lettvin, New York Times Mııgazine, 18.5.1969.
21 Yavaş yavaş temel araştırmaların üniversitelerden sanayi laboratuvariann kayması oldukça anlamlıdır ve bu duruma bir örnek
teşkil eder.
22 M.l.T.'den jerome Lettvin, New York Times Magazine, 18.5.1969.
Şiddet Üzerine
dit etmekten ziyade tüm bir ulusun, dahası tüm insanlığın bizatihi varoluşunu tehdit etmektedir.
"Otuz yaşın üstündekilerle" karşılaştırıldığında yeni kuşağın, kıyamet olasılığının
daha ayırdında olarak yaşaması doğaldır; genç olduklarından değil, bu, yeryüzündeki ilk yaşamsal deneyimleri olduğundan. (Bizim açımızdan "sorun" olan şeyler, "gençlerin etine ve kanına işlemiştir.")23 Bu genç kuşağın herhangi bir üyesine şu iki soruyu sorun:
"Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?" "Kendi yaşamınızın elli yıl içinde
na-sıl olmasını istersiniz?" Yanıtlar genellikle şöyle başlayacaktır: "Eğer hiHa dünya diye bir yerin var olacağını kabul edersek. .. ve "hala yaşıyor olursam .. " George W ald'ın söz-leriyle, ''karşımızdaki, bir geleceğin olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir
ku-şaktır."24 Çünkü gelecek, Spender'in çok güzel ifade ettiği gibi, "gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tiktaklarını duyuyoruz." Sıklıkla sorulan ''bu yeni kuşak kim-lerdir?" sorusuna verilecek en iyi yanıt: "Saatin tiktaklarını işitenler." Onları tümüyle in-kar edenler kimlerdir sorusunun yanıtıysa şu olmalı: "Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler."
Öğrenci ayaklanmalan küresel bir durum. Ama ortaya çıkış biçimleri kuşkusuz ül-keden ülkeye, hatta üniversiteden üniversiteye değişiyor. Şiddet pratiği açısından bu özellikle doğru. Kuşaklar arası çatışmanın somut grup çıkadarıyla çakışmadığı yerlerde
şiddet, çoğunlukla kurarn ve retorikle sınırlı kaldı. Kadrolu ve maaşlı fakültenin
kalaba-lık ders ve seminerlerde derin bir çıkannın olduğu Almanya' da bu, kayda değer biçimde böyleydi. Amerika' da ysa polisin ve polis barbarlığının özde şiddete dayalı olmayan gös-terilere müdahale ettiği her yerde öğrenci hareketi radikalleşti: yönetim binalarının işgal
edilmesi, oturma eylemleri vs. Ciddi ölçekli şiddet, ancak Siyah Gücü (Black Power)
hare-ketinin kampüslere girmesiyle sahneye çıktı. Büyük çoğunluğu akademik ölçüHere bakıl maksızın üniversiteye kabul edilen siyah öğrenciler, kendilerini bir çıkar grubu olarak gördü ve siyahi cemaatlerin temsilcisi olarak örgütlendi. Çıkarları, akademik standartları
düşürmekten yanaydı. Beyaz asilerden daha dikkatHydil er. Ama daha başından itibaren
siyah öğrenciler söz konusu olunca (Comell Üniversitesi ve New York City College hadi-selerinden önce bile) şiddetin bir kurarn ve hitabet meselesi olmadığı açıktı. Öte yandan
Batı ülkelerinde öğrenci hareketi üniversite dışında halk desteği bulamaz ve şiddete baş vurduğu anda halkın açık düşmanlığıyla karşılaşırken siyah öğrencilerin sözlü ya da fiili
şiddetini destekleyen geniş bir siyah azınlık vardır. Nitekim siyah şiddet, bir kuşak önce-ki işçi hareketinin şiddetine benzetilebilir. Bildiğim kadarıyla öğrenci hareketindeki şid
detle işçi hareketinin şiddete başvurması arasında açıkça bir benzerlik kuran tek yazar Staughton Lynd oldu. Buna rağmen akademik kurum, tuhaf bir şekilde siyah hareketin
açıklıkla aptalca, taşkın taleplerine beyaz asilerin çıkar temelinde tanımlanma ve genel-likle yüksek ahlaki temellere dayanan taleplerinden daha fazla karşılık verme eğiliminde
görünüyor. Ancak akademik kurum da öğrenci hareketini işçi hareketine benzeterek
de-ğerlendiriyor ve şiddete dayalı olmayan "katılımcı demokrasi" dense çıkar ve şiddete da~ yalı hareketlerle karşı karşıya kalınca kendini daha rahat hissediyor. Üniversite otoritele-rinin siyah taleplerine boyun eğmesi, sık sık beyaz topluluğun "suçluluk duygusu"yla
açıklanıyor. Bana kalırsa yönetimler ve mütevelli heyetlerinin yanı sıra fakülteler de,
res-m! Amerika'da Şiddet Raporu'nun vardığı sonucun gözle görülür doğruluğunun yarı
bi-linçli bir şekilde ayırdında: "Geniş halk desteği sağladıklarında kaba güç ve şiddet, top-lumsal denetim ve ikna açısından daha başarılı teknikler gibi görünüyor."25
23 Stephen Spender, The Year afYowıg Rebcls, New York, 1969, (s.l79.)
24 George W ald, Tlıe New Yorker, 22 Mart 1969.
25 Bkz. "National Commission on the Causes an9 Prevention of Violence" (Şiddetin Nedenleri ve Önlenmesi Konulu Ulusal Komisyon) raporu (Haziran 1969), aktaran Neıl' York Tinws,6 Haziran 1969~
Hanna/ı Areııdt
Öğrenci hareketinin yeni ve inkar edilemez bir gelişme olarak şiddeti yüceltmesi, tuhaf bir özgünlük gösteriyor. Yeni militanların retoriği açıklıkla Fanon' dan esinleniyor. Buna karşılık kuramsal sav ları, Marksist kalıntılardan oluşan bir-aşureyi andırıyor. Bu, gerçekten de Marks ya da Engels okumuş herhangi bir insan için oldukça kafa karıştırıcı
bir durum. "Sınıfsız boşgezenlere" iman eden, "isyanın kentsel öncü gücünü lumpenp-roletaryada bulacağına." güvenen bir ideolojiye kim Marksist diyebilir ki?26 Sözcüklerde mutluluk bulart Sartre bu yeni imana ifade gücü veriyor. Şimdi Fanon'un kitabının
ver-diği güçle inanıyor ki "şiddet,"" Aşil'in mızrağı gibidir, açtığı yaraları sağaltır." Eğer bu
doğru olsaydı, intikam tüm dertlerimizin her derde deva ilacı olurdu. Bu mit, Sorel'in genel grev mitinden çokdaha soyuttur ve gerçeklikten çok daha uzaktır. Sartre'nin savı,
Fanon'un "insanın kendine saygısını yitirmeden aç kalması, kölelikte yediği ekmekten daha yeğdir" derken yaptığı türden en kötü belagat aşırılıklarıyla boy ölçüşür. Bu son
savı çürütmek için hiçbir kurarn ya da tarih bilgisine gerek yok İnsan bedenindeki sü-reçleri en yüzeysel biçimde gözleyen bir gözlemci bile bunun doğru olmadığını bilir.
Ama özsaygıyı yitirmeksizin yenen ekmeğin köle kalarak yenen pastadan daha yeğ
ol-duğunu söyleseydi, retorik açıdan bir şey söylememiş olacaktı.
Bu sorumsuz ve büyük lafları okurken (alıntı yaptıklarım, Fanon'un gerçekliğe pek
çoğundan daha yakın kalmayı becermesinin dışında adil biçimde temsil edici nitelikte-dir) ve ayaklanmalar, devrimler tarihinden bildiklerimiz ışığında değerlendirdiğimizde, bunların önemini inkar etmek, gelip geçici bir ruh haline bağlamak çekici gelebilir. Ya da daha önce benzeri yaşanmamış olay ve gelişmelerle karşılaşan ve bunlarla baş etmek için zihni açıdan hiçbir donanıını olmayan, bu yüzden Marks'ın devrimi bir çırpıda
onlardan kurtarmak istediği düşünce ve duygulanımlara sarılıp onları yeniden
canlan-dırmaya kalkışan duygu insanlarının cehalet ve soyluluğuna bağlamak isteyebilir insan. Tecavüze uğrayanın şiddeti düşlediğinden, mazlumun "hiç olmazsa güneşin doğduğu
bir gün" zalirnin yerini almayı düşlediğinden, yoksulun zenginin mülkünü düşlediğin
den, baskı altındakilerin "av rolünü avcı rolüyle değiştirmeyi" ve son krallığı, "sonucu-nun birinci ve birincinin so"sonucu-nuncu" olacağı o mutlu ülkeyi düşlediğinden kim kuşku du-yabilir? Sorun şu ki, Marks'ın da işaret ettiği gibi rüyalar gerçek olmazPYoksul bırakı
lan ve ayaklar altında çiğnenenler arasında köle ayaklanmaları ve isyanlarının seyrekliği
pek anlaşılır bir durum değildir. Az sayıda birkaç örneği vardır ve bunlar da rüyaları
herkes için karabasana çeviren "çılgın dehşet" tir tam da. En azından benim bildiğim
ka-darıyla Sartre'ın deyimiyle bu "volkan patlamaları" hiçbir durumda "onlara neden olan
haskılara denk olmamıştır." Ulusal kurtuluş hareketlerini bu tür patlamalarla özdeşleş
tirmek, bunların sonuna dair kehanette bulunmaktır. Öte yandan, böylesi hareketlerin pek de muhtemel görünmeyen zaferi, dünyayı (ya da sistemi) değil, yalnızca kişileri
de-ğiştirmekten başka bir sonuç vermez. Nihayet "Üçüncü Dünyanın Birliği" diye bir şeyin var olduğunu düşünmek ve Üçüncü Dünyalllara "Tüm azgelişmiş ülkelerin yerlileri,
birleşin!" (Sartre) diye slogan atmak, Marks'ın en kötü yanılsamasını daha büyük bir öl-çekte yinelemektir; üstelik bu kez çok daha az haklılık payı vardır. Üçüncü Dünya ger-çeklik değil, ideolojidir.28 Mao, Kastro, Che Guevera ve Ho Chi Minh'in adını haykırma ları, başka bir dünyadan bir kurtarıcının çağrılması amaoyla yapılan sözde dinsel ilahi-lere benzer. Eğer Yugoslavya daha uZa.k olsaydı, Yugoslavya'ya ulaşmak daha zor
ol-saydı, Tito'nun adını da haykırabilirlerdi. Ama Black Power hareketi için durum
farklı-26 Fanon, Ag.e. sırasıyla s.!30, 129,69. 27 Fanon, Ag.e. (s-37 vd), (s53.)
28 İki süpergüç arasında sıkışan, Doğu ve Batıya karşı aynı ölçüde düş kırıklığına uğrayan öğrenciler, "kaçınılmaz olarak Mao
Çin'inden Kastro Küba'sına bir üçüncü dünya ideolojisinin peşine takılacaktı" (Spender, A.g.e. s.92).
Şiddet Üzerine
dır. Onların var olmayan "Üçüncü Dünyamn Birliği" ne adanmışlıkları katı bir romantik
saçmalıktan ibaret değildir. Siyah-Beyaz ikileminde açıkça bir çıkarları vardır. Bu da
kuşkusuz gerçekten kaçınayı yeğlemektedir; siyahların dünya nüfusunun ezici çoğunlu
ğunu oluştııra cakları bir düş ülkesine kaçış.
Bir soru hala -ortada: Neden şiddetin yeni vaizlerinin çoğu, Marks'ın öğretisiyle
aralarındaki ciddi anlaşmazlıkların ayırdında değiller? Başka bir deyişle, olgusal geliş
melerce çürütülmüş olmamn yam sıra, kendi siyasetleriyle de böylesine açıkça tııtarsız
lık içindeki kavram ve doktrinlere böylesine inatla yapışmalarının ardında yatan nedir?
Yeni hareketin ortaya attığı bir tek olumlu slogan var: "Katılımcı demokrasi." Bu slogan
dünyamn her yerinde yankı buldu. Doğu ve Batıdaki tüm ayaklanmaların ortak
payda-sını oluşturur hale geldi. Katılımcı demokrasi slogam, devrimci geleneğin en önemli
kat-kısına dayalıdır: Konsey sistemi; 18. yüzyıldan beri her defasında yenilgiye uğratılan,
ama her devrimin doğal büyüme sürecinin tek otantik sonucu olan konseyler. Ama ne
Marks'ın ne de Lenin'in öğretilerinde bu amaca yapılan, ne sözde kalan ne de öze ilişkin
bir göndermeye rastlıyoruz. Tam tersine her ikisi de devletle birlikte kamu eyleminin ve
kamusal işlere katılımın "sönüp yok olacağı"* bir toplumu amaçladı.29 Bunlara gerek
kalmayacaktı. Pratikteki yürekliliğiyle karşılaştırıldığında tııhaf bir ürkekliği
yüzünden-dir ki Yeni Solun sloganı hitabet aşamasında takılıp kaldı. Yalnızca Batı temsili
demok-rasilerine karşı (ki bunlar temsil işlevini bile parti üyelerini bile değil, salt yöneticilerini
"temsil" eden devasa parti mekanizmalarına kaptırmak üzeredir.) ve Doğu Avrupa'nın
katılımı ilke olarak reddeden tek parti bürokrasilerine karşı, yeterince iyi ifade etmeksi-zin haykırmakla yetinilen bir slogan olmanın ötesine geçemiyor.
Geçmişe bir garip sadakatten daha şaşırtıcı olan, Yeni Solun, isyanın ahlaki
karak-terinin -ki bu artık kabul edilen bir olgudur3o_ Marksist retoriğiyle ne ölçüde çelişkili
ol-duğunun ayırdına varamamış olmasıdır. Gerçekten de harekete ilişkin hiçbir şey
taraf-sızlığından ve çıkar kaygılarından uzaklığından daha çarpıcı olamaz. Commonweal' deki
(26.7.1968) "1968 Fransız Devrimi" başlıklı dikkat çekici makalesinde Peter Steinfels çok
haklıdır: "Peguy, kültürel devrim açısından çok yerinde bir önder olabilirdi. Çünkü
son-radan Sorbonne mandarinlerini yerden yere vurmuş ve 'toplumsal devrim ya ahlaki
olacak ya da olmayacaktır' demişti." Kuşkusuz her devrimci hareket adalet duygusu ve
başkalarına şefkat duygusuyla dolu, çıkar kaygıları gütmeyen insanların önderliğinde
gerçekleşmiştir. Marks ve Lenin için de geçerlidir bu. Ama bildiğimiz gibi Marks,
alabil-diğine etkili bir biçimde "duygu" ve "coşku"ları tabu haline getirdi. (Bugün ahlaki
sav-ları "duygusallık" diye bir yana atan düzen, marksistideolojiye asilerden daha yakın
ol-sa gerektir.) Marks, çıkar kaygısı olmayan önderlik sorununu da insanlık tarihinin nihai
çıkarlarının taşıyıcısı ve tüm in<;anlığın öncü gücü nosyonuyla çözümledi. Yine de bu
"' İngilizceye "whithering away" olarak çevrilen terim~ aujhebımg, 11
SÖnÜp yokolma" değil, evrensel bir gerçekliğe kavuşarak aşılma anlamı taşır. Örneğin özgürlüğün evrensel bir gerçeklik haline gelmesi, ayrı bir kategori olarak özgürlüğün aşılması anlamına
gelir (Ç.N.)
29 Öyle görünüyor ki Marks ve Lenin de benzeri bir tutarsızlıkla suçlanabilir. Paris Komün'ünü yücelten Marks değil miydi? "Tüm iktidar soyvetlere" diyen Lenin değil miydi? Ama Marks açısından Komün, devrimci eylemin geçici bir organından başka bir şey değildi: "sınıf egemenliğinin ... iktisadi temellerini kökünden söküp atmak için kullanılan bir manivela." Engels haklı olarak bunu
aynı şekilde geçici olan "proletarya diktatörlüğüne benzetiyordu. (Bkz. Fransa'da Içsavaş, Karl Marks ve F. Engels, Selec/ed Works, Londra, 1950, Cilt I, s. 474 ve 440). Lenin'in bu durumu daha karmaşıktır. Ama Sovyetleri devreden çıkaran ve tüm iktidarı par-tiye veren de Lenin' dir.
30 Spender'in belirttiği gibi "Onların devrimci tasarımı ahlaki coşkudur" (A.g.e. s.114) Noam Chomsky bazı olgulan anımsahyor:
"Gerçek şu ki 20 Ekim 1967'de Adalet Bakanlığına geri gönderilen binlerce askere çağırma belgesinin çoğu askerden kaçabilecek ama daha az ayrıcalıklı olaniann yazgısını paylaşmakta ısrarlı insanlardan geldi." Üniversite ve kolejlerdeki askere çağrılmaya karşı direniş gösterilerinin ve oturma eylemlerinin tümü için de bu geçerlidir. Başka ülkelerde de durum aynıdır. Örneğin Der Spiegel Almanya'da araştırma görevlilerinin rahatsız edici, çoğunlukla aşağılayıcı koşullarını anlatıyor: "Angesichts dieser Verhalt-nisse nimmt es gradezu wunder, class die Assisterrten nic!ı.t in der vordersten Front der Radikalen stehen." (23 Haziran 1969, s.58). Her zaman aynı öykü: Çıkar grupları asilere katılmaz.
Hannah Arendt
tür önderler bile ilkin işçi sınıfırun spekülatif olmayan, ayağı yere basan çıkarlarını
des-teklemek zorundaydılar ve böylece bu bile onlara toplum dışında sağlam bir taban sağ
lamaya yetti. İşte bu çağdaş asilerin başından beri yoksun oldukları ve üniversite dışın
da umarsızca müttefik arayışlarına karşın bulamadıkları şeydir. Tüm ülkelerde işçilerin
çağdaş asilere düşmanlığı artık kayıtlara geçmiş bulunuyor.31 Birleşik Devletler'de
ken-di cemaatlerinde sıkı kökleri olan öğrencilerden oluşan ve dolayısıyla üniversitelerde
daha güçlü bir pazarlık konumuna sahip olan Siyah Gücü hareketiyle herhangi bir işbir
liği olasılığının bütünüyle çöküşü, beyaz asiler açısından en acı düş kırıklığı oldu. (Siyah
Gücü yandaşlarının "çıkar gütmeyen" önderlerin peşinde proletarya rolünü oynamayı
reddetmelerinin doğru bir tutum olup olmadığı başka bir sorundur.) Şaşırtıcı olmayan
bir gelişme olarak Almanya' da, Gençlik hareketinin eski beşiğinde bir öğrenci grubu
bu-gün "tüm örgütlü gençlik gruplarını" kendi saflarında toplamayı öneriyor.32 Bu
öneri-nin saçmalığı açıktır.
Bu tutarsızlıkların açıklaması sonuçta nasıl olacak; bundan emin değilim. Ama bu
tipik 19. yüzyıl öğretisine duyulan sadakatİn derinlerdeki nedeninin ilerleme
kavra-mında yattığından kuşkulanırım. Bu kavram liberalizm, sosyalizm ve komünizmi bir
"sol" cephede toplamayı başardı ama hiçbir yerde Karl Marks'ın yazılarında gördüğü
müz inandırıcılık ve ustalık düzeyine ulaşamadı. (Tutarsızlık liberal düşünce açısından
daima Aşil'in ökçesi gibi bir rol oynadı; liberalizm, ilerlemeye sımsıkı bağlılıkla
Marks-çı ya da Hegelci artlarnda Tarihin yüceltilmesini aynı ölçüde katılıkla reddetme
tutu-munu birleştirdi. Oysa ilerlemeye bağlılığı haklı kılacak ve güvence altına alabilecek
tek yol böyle bir tarih anlayışıdır.) Şimdi gençlik hareketinin böylesi bir kavramdan
kopma konusundaki isteksizliğinin bu tutarsızlıkların altında yatan neden olabileceği
kanısındayım.
Bütün olarak insanlığın ilerlemesi gibi bir şeyin olası olduğu nosyonu, 17. yüzyıla
değin kimsenin aklına gelmemişti. Bu görüş, 18. yüzyılda aydınlar arasında yaygınlık kazandı. 19. yüzyıldaysa neredeyse evrensel kabul gören bir dogma halini aldı. Ama
kavramın ilk biçimleriyle nihai aşama arasındaki farklar belirleyici niteliktedir. Bu açı
dan 17. yüzyıl kavrayışının en iyi temsilcileri Pascal ve Fontenelle'dir. Onlara göre
iler-leme düşüncesi, bilginin yüzyıllarca süren bir süreçte birikimini ifade ediyordu. 18.
yüz-yıldaysa ilerleme, "insanlığın eğitimi" (Lessing'in Erziehung des Menschengeschlechts
kav-rayışı) anlamını taşıyordu; bunun sonucu insanın kemiile ermesiyle çakışıyordu. İlerle me sınırsız değildi. Marks'ın tarihin sonu (sıklıkla Hıristiyan eskatolojisinin ya da
Yahu-di mesyanizminin laikleşmesi olarak yorumlanır.) olabileceğini düşündüğü ve özgürlük
alanı olarak gördüğü sınıfsız toplum, gerçekte hala Aydınlanma Çağının işaretini taşır.
Ancak 19. yüzyılın başlangısından itibaren tüm bu tür sınırlamalar kayboldu. Artık
Pro-udhon'un deyişiyle hareket, "ilkel iman" dı (le Jait primitij) ve "yalnızca hareket yasaları
ezeli ve ebedi"ydi. Bu hareketin ne başı ne de sonu vardı. "Le mouvement est; voila tout!"
(hareket vardır; hepsi bu!) insana gelince tüm söyleyebileceğirniz şuydu:
"Mükemmelle-şebilir canlılar olarak doğduk ve asla mükemmel olamayacağız."33 Marks'ın Hegel'e
borçlu olduğu ilerleme tasarımı (her canlı organizma nasıl kendi yavrusunun tohumunu
içinde taşırsa, her toplum da kendi ardılının tohumunu içinde barındırır) yalnızca en
açık yüreklisi değil, aynı zamanda tarihte ilerlemenin daimi sürekliliğinin mümkün olan
3l Çekoslavakya bir istisna teşkil ediyor olabilir. Buna karşılık en ön cephelerinde öğrencilerin savaşhğı reform hareketi, sınıf farkı
olmaksızın tüm ulusun desteğini kazandı. Marksist dille konuşursak, öğrenciler burada ve belki de tüm Doğu Avrupa
ülkelerinde az değil, Marksist kalıba sığmayacak kadar çok toplumsal desteğe sahipti.
32 Bkz. Christoph Ehmann'la röportaj, Der Spiegel, 10 Şubat 1969.
33 P.J. Proııdhon, Philosophie dıı Progres (1853), 1946, (s.27-30, 49); De La Jııslice (1858), I. s.238. Ayrıca bkz. William Harbold "Progressive Humanity in the philosophy of P.J. Proud hon", Review of Politics, Ocak 1969.
Şiddet Üzerine
tek kavramsal güvencesidir. Aynı zamanda ilerlemenin karşıt ve düşman güçlerin çatış
ması sonucu gerçekleşeceği varsayıldığmdan, her "geri gidişi" gerekli ama geçici bir
dö-nüş olarak yorumlamak olanaklıdır.
Kuşkusuz nihai analizde bir eğretilemeden pek öteye geçmeyen bir şeye dayanan
bir güvence, bir öğreti açısından pek sıkı bir zemin oluşturmaz. Ama ne yazık ki bu,
Marksizmin, felsefe tarihindeki daha pek çok başka öğretiyle de paylaştığı bir
durum-dur. Buna karşılık bu öğretinin büyük avantajları, "ezeli yinelenme", imparatorlukların
yükselişi ve düşüşü özde bağlantısız olaylarm verimli sonuçları gibi başka tarih
kavra-yışlarıyla karşılaştırdığmızda hemen ortaya çıkar. Bu türden başka tarih kavrayışlarının
hepsi de eşit ölçüde belgelenebilir ve doğruluğu gösterilebilir öğretilerdir. Ama hiçbiri
Marksist kavrayıştaki gibi doğrusal bir zaman süreğine ve tarihte ilerlemenin devamlılı
ğına garanti veremez. Bu alanda Marksizmin tek bir rakibi vardır: Kadim Altın Çağ
nos-yonu. Buna göre başlangıçta bir Altın Çağ yaşanmıştır; sonraki her şey bu çağdan
türe-medir. Ama bu öğreti, sürekli bir gerHeyişi ima eder ve bu hoş değildir. Kuşkusuz
insa-na güven veren daha iyi bir dünyaya kavuşmak için yapmamız gereken tek şeyin ileriye
doğru sağlam adımlarla yürümek olduğu, aslında bunu yapmaktan başka çaremizin de
olmadığı tasarımının hüzünlü yan etkileri de vardır. Her şeyden önce basit bir gerçeği anımsamak gerekir: İnsanlığın genel geleceğinin, bireysel yaşam açısından vaat
edebile-ceği bir şey yok; bireyin kesin olan tek geleceği ölümdür. Bu dikkate alınmadığı ve
yal-nızca genellikler üzerinden düşünüldüğü sürece, ilerleme kavramına yöneltilebilecek
gayet açık bir itiraz söz konusudur: Alexander Herzen'in deyişiyle, "insan gelişimi
kro-nolojik adaletsizliğin bir tarzından ibarettir; çünkü sonradan gelenler, aynı bedelleri
ödemeksizin kendilerinden önce yaşayanların emeklerinin meyvesini yer."34 Ya da
Kant'ın sözleriyle, "önceki kuşakların yalnızca sonrakiler adına ağır yük altına girmesi...
ve ancak son gelenin (tamamlanan) binaya yerleşme şansına sahip olacak olması. ..
daima şaşırtıcı bir durum olarak kalacaktır."3S
Yine de nadiren fark edilen bu dezavantajlar muazzam bir avantajın gölgesinde
kalır: İlerleme, geçmişi zaman süreğini kesintiye uğratmaksızın açıklamakla kalmaz,
ay-nı zamanda gelecekte nasıl eylemde bulanacağımıza dair bir kılavuz da sağlar. Marks'ın
Hegel'i baş aşağı çevirirken keşfettiği de buydu. Böylece tarihçinin bakacağı yönü de
değiştirmiş oldu. Tarihçi geçmişe bakmaktansa artık güvenle geleceğe bakabilir. İler
leme kavramı, baş belası bir soruya, "peki şimdi ne yapacağız?" sorusuna bir yanıt
verir. En alt düzeyde yanıt şunu söyler: Elimizdekini daha iyisine, daha büyüğüne vs.
dönüştürelim. (Liberallerin büyümeye yönelik-artık tüm siyasal ve iktisadi
kuram-larımızın paylaştığı - ilk bakışta akıldışı gelen imanı bu kavrayışa dayalıdır.) Solda,
daha sofistike düzeyde bu yanıt, mevcut çelişkileri içkin sentez doğrultusunda geliştir
me öğüdünü içerir. Her iki durumda da tümüyle yeni ve beklenmedik bir şeyin
olamay-acağı konusunda güvence almış oluruz. Yalnızca hali hazırda bildiklerimizin "gerekli"
sonuçlarıyla karşılaşacağız.36 Bu öylesine güven vericidir ki, Hegel'in deyişiyle, "hali
hazırda orada olanın dışında hiçbir şey gelmeyecek."37
Oysa bu yüzyıldaki tüm deneyimlerimiz, tümüyle beklenmedik olanla yüzleş
memizi defalarca örnekledi. 20.yüzyıldaki deneyimlerin bu öğreti ve kavrayışlada bariz
bir çelişki içinde durduğunu eklerneme gerek var mı? Ama bu öğreti ve kavrayışların yaygın kabul görmesi, salt gerçeklikten huzurlu, spekülatif ya da sözde bilimsel bir
34 Alexander Herzen' den aktaran Isaiah Berlin, "Introduction", Franco Venturi, Roots of Revolutions, New York, 1966.
35 "Idea for a Universal History with a Cosmopolitan Intent." Üçüncü ilke, The Philosophy ofKımt, Modern Library basımı.
36 Bu konumun açık yanılgıları konusundaki bir tartışma için bkz. Robert A. Nibsbet, uThe Year 2000 and All That", Commentary, Haziran 1968 ve Eylül sayısındaki öfkeli açıklamalar.
37 Hegel, A.g.e. (s.lOO vd)