• Tidak ada hasil yang ditemukan

Turk Basininda Mulkiyet Ve Sahiplik Yapisi a Ozellestirme Uygulamalari Ciner Medya Grubu the Privatization Implementations in Turkish Press in the Context of Ownership and Possession Structure Ciner Media Group

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Turk Basininda Mulkiyet Ve Sahiplik Yapisi a Ozellestirme Uygulamalari Ciner Medya Grubu the Privatization Implementations in Turkish Press in the Context of Ownership and Possession Structure Ciner Media Group"

Copied!
131
0
0

Teks penuh

(1)

T.C.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

TÜRK BASININDA MÜLKİYET VE SAHİPLİK YAPISI

BAĞLAMINDA ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI:

CİNER MEDYA GRUBU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan:

Özlem ARAS

Tez Danışmanı:

Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR

(2)

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Özlem ARAS’a ait ‘Türk Basın Sektöründe Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu’ adlı çalışma, jürimiz tarafından Gazetecilik Anabilim dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.

Başkan Prof. Dr. Özlen ÖZGEN

Üye Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Danışman)

(3)

ÖNSÖZ

Kapitalizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren girmiş olduğu yeniden yapılanma süreci ile ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda önemli dönüşümlere yol açmıştır. Devletin ekonomik yaşam içindeki rolünün yeniden sorgulanması, kuralların kaldırılması ve özelleştirme gibi politikalar, bu yeniden yapılanma sürecinin temel araçları olmuştur. Gerek dünyada gerekse ülkemizde kitle iletişim araçları, kapitalizmin gelişim süreci ile birlikte şekillenmiş bunun yanı sıra kapitalizmin güçlenmesinde ve örgütlü bir şekilde yayılmasında önemli rol oynamıştır.

Küresel düzeyde de yansımasını bulan bu yeniden yapılandırma süreci, Türkiye’yi de etkilemiş, 1980’li yıllarla birlikte hayata geçirilen neoliberal politikalara koşut olarak medya sektörü, özellikle özelleştirme uygulamaları ile önü açılan sermayenin, en gözde yatırım alanlarından biri olmuştur. Sektör, kısa bir süre içinde medya sektörü dışında faaliyet gösteren büyük sermaye grupları ile bütünleşen bir karakter kazanmıştır.

“Türk Basınında Mülkiyet ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, yukarıdaki gelişmeler ışığında basın sektörünün durumu ele alınmış özellikle Ciner Medya Grubu, günümüz medya sektörünün önemli bir temsilcisi olarak ayrıntılı olarak incelenmiştir.

Çalışmanın gerçekleşmesinde emeği geçen değerli hocam Prof. Dr. Nazife Güngör’e destek ve yardımlarından ötürü teşekkür ederim.

(4)

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ...i İÇİNDEKİLER...ii KISALTMALAR DİZİNİ...iv TABLOLAR DİZİNİ...v GİRİŞ...1 BİRİNCİ BÖLÜM MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ 1.1. Ekonomi Politik Yaklaşım... 7

1.2. Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar... 9

1.3. İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar... 11

1.3.1. Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları... 17

İKİNCİ BÖLÜM NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI 2.1. Liberal Ekonomi Politikaları ... 20

2.2. Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü ... 22

2.3. Keynesyen Ekonomi Politikaları ... 24

2.4. Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar... 26

2.4.1. Özelleştirme Kavramı... 30

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRK BASIN SEKTÖRÜNÜN EVRİMİ 3.1. Türkiye’de Ekonomi Politikalarının Kısa Tarihi... 35

3.1.2. Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları... 40

3.2. 1950’lere Kadar Türk Basın Sektörünün Gelişimi... 43

3.3. Çok Partili Dönemde Türk Basını... 48

(5)

3.4.1. Medya Sahipliğinin Değişen Yapısı... 53

3.4.2. Medyada Tekelleşme Eğilimi... 65

3.4.3. Büyük Sermaye Grupları Ve Medya Sektörü... 71

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM CİNER MEDYA GRUBU 4.1. Ciner Grubu Medya Şirketleri... 74

4.1.1. Merkez Grubu Ve Televizyon Yayıncılığı... 79

4.1.2. Merkez Grubu Ve Yazılı Medya Sektörü... 82

4.1.3. Merkez Grubu Ve Dergi Yayıncılığı... 84

4.1.4. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Basımı Piyasası... 86

4.1.5. Merkez Grubu Ve Gazete - Dergi Dağıtımı Piyasası... 87

4.1.6. Merkez Grubu Ve Radyo Yayıncılığı... 89

4.1.7. Merkez Grubu Ve Prodüksiyon - Reklam Hizmetleri... 89

4.2. Ciner Medya Grubu’nun Kısa Tarihi... 90

4.2.1. Serveti İle Konuşulan Bir Medya Patronu: Turgay Ciner………... 94

4.2.2. Medya Kârlı Bir Sektör mü? Ciner: “Kâr Etmediğimiz Yerde Bulunmayız”... 96

4.2.3. Dağıtımda Kızışan Rekabet: Ciner “Dağıtım Tekelini Kırdık”... 98

4.2.4. TMSF’nin Ciner Medya Grubu Şirketlerine El Koyma Süreci……… 101

4.3. Turgay Ciner Kimdir? ... 103

SONUÇ... 110

KAYNAKÇA... 116

ÖZET... 123

(6)

KISALTMALAR DİZİNİ

ABD : Amerika Birleşik Devletleri BBD : Birleşik Basın Dağıtım

BDDK : Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu

DP : Demokrat Parti

DYG : Doğuş Yayın Grubu

DYH : Doğan Yayın Holding

GATT : General Agreement on Tariffs and Trade

(Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması) HAVAŞ: Havaalanları Yer Hizmetleri A.Ş.

IMF : International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu)

İSO : İstanbul Sanayi Odası

KİT : Kamu İktisadi Teşebbüsleri

MTM : MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş.

OECD : Organisation for Economic Co-operation and

Development (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)

TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi

TEAŞ : Türkiye Elektrik Üretim ve İletim Anonim Şirketi

TMSF : Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu

(7)

TABLOLAR DİZİNİ

Tablo1: Medya Sektöründeki Üç Büyük Grubun Ulusal Kanallar Açısından ve Gazete - Dergi Yayıncılığı Alanlarındaki Net Satış Adetlerine Göre Pazar Payları

Tablo 2: Ciner Grubu’nun Medya Sektörü Dışındaki Şirketleri Ve İştirakleri

Tablo 3: Ciner Medya Grubu

Tablo 4: Merkez Grubu’nun Televizyon Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları Tablo 5: Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı

Tablo 6: Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı Tablo 7: Merkez Grubu’na Ait Gazeteler

Tablo 8: Merkez Grubu’na Ait Gazetelerin Pazar Payları

Tablo 9: Gazete Yayıncılığı Alanında Gruplar Bazında Pazar Payları Tablo 10: Merkez Grubu Tarafından Yayınlanan Dergiler

Tablo 11: Gruplar Bazında Dergi Yayıncılığı Piyasasındaki Pazar Payları Tablo 12: Merkez Grubu’na Ait Baskı Tesisleri

Tablo13: Gazete ve Dergi Dağıtımı Piyasasındaki Pazar Payları Tablo 14: Merkez Grubu’nun Radyo Yayıncılığı Alanındaki Varlıkları Tablo 15: 2006-İSO500 Verilerine Göre Turgay Ciner’in Şirketleri

(8)

GİRİŞ

1. Çalışmanın Konusu

Bu çalışmanın konusu, Türk basın sektöründe mülkiyet ve sahiplik yapısı bağlamında 1980’lerden itibaren hayata geçirilen özelleştirme uygulamaları ile basın sektöründe yaşanan değişim süreci ve bu süreç içerisinde bir örnek olarak Ciner Medya Grubu’nun sahibi olduğu medya kuruluşlarıdır. Temel olarak, Türk basın sektöründeki mülkiyet ve sahiplik yapısını konu alan bu çalışmada, özelleştirme uygulamalarına geniş yer ayrılmış ve bu uygulamaların basın sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısına etkisi analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, medya sektöründeki önemli sermaye gruplarından biri olan ve Türk basın sektöründeki yapılanmanın karakteristik özelliklerine sahip olduğu düşünülen Ciner Medya Grubu’nun gelişimi ve medya sektöründeki faaliyetleri üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur.

2. Amaç, Önem ve Kapsamı

Kapitalizm, 1980’lerde periyodik olarak yaşadığı krizlerden kurtulmak ve kendine hayat veren sermaye birikimini artırmak için yeni pazarlar yaratmak amacıyla yeni bir yapılanmaya gitmiştir. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu yeniden yapılandırma sürecinde, sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak ve sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarını karşılamak için, işe önce ekonomi politikalarına yeni bir yön vermekle başlanmıştır. Bu doğrultuda, ekonomide neoliberal politikaların egemenliğinin ilan edildiği bir döneme girilmiştir. Bu dönemle birlikte üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve sahiplik yapısı da neoliberal politikaların önemli bir aracı olan özelleştirme uygulamaları ile hızlı bir dönüşüme uğramış; özel sermaye, özelleştirme

(9)

uygulamaları aracılığıyla piyasada faaliyet göstermeye teşvik edilmiştir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sermayenin egemenliği, devletin ekonomideki konumu yeniden tanımlanarak, piyasada tam serbestleşmeye gidilerek ve piyasa üzerindeki kurallar kaldırılarak küresel bir boyuta taşınmıştır.

Kapitalizm, ekonomideki bu yeniden yapılanma sürecinde siyasi, hukuki, kültürel, ulusal vb. yapıları dönüşüme uğratmış ve medya sektörü de bu dönüşüm sürecine dahil edilmiştir. Sermayenin en gözde yatırım alanlarından biri haline gelen medya sektörü, özelleştirme uygulamalarının yaygınlaştırılması ile önü açılan büyük sermaye gruplarının içine gömülmüş bir sektör niteliğini kazanmıştır.

1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de de neoliberal politikalar hayata geçirilmeye başlanmış ve pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu politikaların en önemli araçlarından biri özelleştirme uygulamaları olmuştur. Devletin ekonomiden yavaş yavaş çekilmesi ve özelleştirme uygulamaları ile piyasanın özel sektör faaliyetlerine bırakılmasının hedeflendiği bu süreçte, medya sektörü tümüyle farklı bir alana taşınmıştır. 1980 sonrasında değişen bu medya ortamının en önemli unsuru, mülkiyette ve alanda yatırım yapan sermayenin niteliğine ilişkindir. Özelleştirme uygulamaları ile önü açılan ve medya sektörünün dışında faaliyet gösteren çeşitli sektörlerdeki sermaye grupları, yatırımlarını bu alana yöneltmiş ve holdinglerin egemenliğinde gelişen yeni bir dönem açılmıştır. Enerji, madencilik, finans, turizm, hizmet vb. sektörlerde faaliyet gösteren sermaye grupları, medya sektöründe de hakim konuma gelmiş, medya kuruluşları basın dışı alandan aktarılan sermaye ile bütünleşmiştir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, 1980’lerle birlikte gerek dünya çapında gerekse Türkiye’de girilen bu sürecin etkilerini analiz etmektir.

Nisan 2007 tarihi itibariyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından Grup şirketlerine el koyulan medya patronu Turgay Ciner, bu gelişme ile

(10)

almıştır. Ciner, bu gelişmenin de öncesinde özellikle özelleştirme ihalelerine ilgisi, enerji ve madencilik sektörlerindeki faaliyetleri ve iş dünyasındaki hızlı yükselişi ile sürekli adından bahsettiren bir isim olmuştur.

Medya sektörü dışında enerji, madencilik, turizm, sanayi ve ticaret sektörlerinde bir sanayi kompleksi olarak faaliyet gösteren Ciner Grubu, medya sektörünün 1980’li yıllarla birlikte girmiş olduğu “holdinglerin medyaya girişi” sürecinin 2000’lere yansıyan en önemli temsilcilerinden biridir. Bu bağlamda özellikle sektörün önemli isimlerinden biri olan Turgay Ciner ve sahip olduğu Medya Grubu, sektörün karakteristik özelliklerini taşıması sebebiyle seçilmiş ve bu yolla çalışmanın örnek bir olayla desteklenmesi amaçlanmıştır. Temel faaliyet alanı enerji ve madencilik sektörü olan Grubun, medya faaliyetlerinin ve sektördeki konumunun ekonomik olarak analiz edildiği bu çalışmada, Ciner Medya Grubu örneğinden faydalanılarak Türk medya sektörüne yönelik bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır.

Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının daha genel bir ifadeyle medyanın, gelişim sürecinin kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim süreci ile birlikte şekillendiği, onun ideolojik yapılanmasında büyük bir rol üstlendiği ve sistemin yeniden üretilmesinde stratejik bir öneme sahip olduğu görüşünden yola çıkılan bu çalışma, medya sektörünün egemen sistem içindeki konumlanışına odaklanmıştır.

Bu nedenle çalışma sonucunda elde edilecek verilerin, yapılacak olan analizlerin en nihayetinde varılacak olan sonucun, günümüz medyasının “hangi dinamiklerle yön bulduğu” sorusuna açıklık getirmesi açısından önem kazandığı düşünülmektedir.

Çalışmada örnek olarak seçilen Ciner Medya Grubu’nun daha önceki

bilimsel çalışmalara çok fazla konu olmamasının, çalışmanın önemini artırdığı özellikle çalışmanın hazırlandığı dönemde, Grup medya şirketlerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el koyulmasıyla başlayan sürecin ve ardından yaşanan gelişmelerin çalışmayı daha da güncel kıldığı

(11)

düşünülmektedir. Bu bağlamda çalışma verilerinin özellikle Ciner Medya Grubu’na yönelik analizlerin yapılacak diğer bilimsel çalışmalara ışık tutması umut edilmektedir.

“Türk Basınında Mülkiyet Ve Sahiplik Yapısı Bağlamında Özelleştirme

Uygulamaları: Ciner Medya Grubu” adlı bu çalışmada, Türk basın

sektöründeki dönüşüm süreci ele alınmış ancak çalışma yalnızca Türkiye ile sınırlandırılmamıştır. Bütünsel ve tarihsel bir çalışma ortaya koyma kaygısıyla, Türk basın sektöründeki dönüşüme ışık tutmak amacıyla öncelikle dünya çapında yaşanan tarihsel, ekonomik, siyasi süreçler analiz edilmiştir. Çalışmada yine tarihsel analizin zorunlu bir sonucu olarak tek bir medya kuruluşu üzerinde yoğunlaşılmamış, birbiri ile ilişkili sermaye gruplarının tarihsel gelişimi ve sektör içindeki yapılanmaları da çalışmaya dahil edilmiştir.

3. Çalışmayı Yönlendiren Temel Varsayımlar

Çalışmanın temel hareket noktası, Türk basın sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısında özellikle 1980’li yılların ardından yaşanan dönüşüm sürecidir.

Bu noktadan hareketle aşağıdaki şu varsayımlar geliştirilmiştir:

• Kitle iletişim araçları, içinde bulundukları toplumun ekonomik ilişkilerine göre şekillenir ve yönlendirilirler. Kitle iletişim araçları üzerindeki mülkiyet biçimi, o toplumların egemen üretim biçimlerinden bağımsız ele alınamaz.

• 1980’li yılların ardından hayata geçirilen neoliberal politikalar ve bu politikaların önemli araçlarından biri olan özelleştirme uygulamaları, medya sektörünü yakından etkilemiş özellikle mülkiyet ve sahiplik yapısında bir takım değişimlere yol açmıştır.

(12)

• Günümüzde tekelci bir görünüm arz eden medya sektörü, ekonomik açıdan birkaç büyük sermaye grubu tarafından paylaşılmaktadır ve bu büyük sermaye gruplarının önü, 1980’li yılların ardından hayata geçirilen ekonomi politikaları ile açılmıştır.

• Ciner Medya Grubu, günümüz medya sektöründeki mülkiyet ve

sahiplik yapısının karakteristik özelliklerini taşımaktadır.

4. Çalışmanın Yöntemi

Çalışmada kuramsal olarak eleştirel ekonomi politiğin öncüllerinden hareket edilmiştir. Bu bağlamda iletişim konusu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele alınmış ve çalışma boyunca ekonomik analizlere, ekonomik gelişmelere ve ekonomik çözümlemelere geniş yer verilmiştir. Bu çözümlemeler ışığında, medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısının incelenmesine ağırlık verilmiş; medya sektörü, özellikle farklı medya sektörleri ile ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Araştırmada benimsenen kuramsal anlayışa koşut olarak, eleştirel iletişim çalışmaları içinde yer alan temel araştırma perspektiflerinden biri olan ekonomi politik yaklaşımın ortaya koyduğu ve altyapı-üstyapı modelini kullanan bir kavramsallaştırma çerçevesi kullanılmıştır. Çalışmada tarihsel ve bütünsel bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmış bu bağlamda olaylar ve gelişmeler tek tek, birbirinden bağımsız ve ayrı olarak değil aksine birbirlerine olan etkileri, birbirilerini dönüştürme süreçleri ile ele alınarak, çalışma boyunca neden ve sonuçlar arasındaki bağ koparılmamaya çalışılmıştır.

5. Çalışmanın Planı

Dört bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde, kuramsal bir altyapı oturtulmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, iletişim alanında iki ana yaklaşım olarak

(13)

kabul edilen pozitivist kuram ve eleştirel kuramın temel noktaları ve sorun alanları incelenmiştir. Özellikle çalışmada benimsenen yöntem olan eleştirel ekonomi politik yaklaşımın üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur.

İkinci bölümde ise neoliberal ekonomi politikalarının gelişmesindeki tarihsel süreç, ekonomi politikalarının gelişimi doğrultusunda incelenmiştir. Neoliberal ekonomi politikalarının en önemli araçlarından biri olan özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

Çalışmanın üçüncü bölümü, Türk basın sektörünün Osmanlı’dan

günümüze kadar uzanan geçirdiği sürece ayrılmıştır. 1980’li yılların ardından yaşanan gelişmelere ayrıntılı olarak yer verilmiş özellikle bu dönemde hayata geçirilen neoliberal politikaların medya sektörünün mülkiyet ve sahiplik yapısında ne gibi değişimlere yol açtığı analiz edilmiştir.

Ciner Medya Grubu’nun ayrıntılı olarak incelendiği son bölümde, Grubun medya sektöründeki faaliyetleri ekonomik açıdan analiz edilmiş, bunun yanı sıra Medya Grubu’nun kısa tarihi ve Turgay Ciner’e geniş yer ayrılmıştır.

(14)

BİRİNCİ BÖLÜM

MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ

Çalışmanın birinci bölümünde, ileride tarihsel olguları incelerken kullanılacak olan kavramsal araçların kuramsal temelleri üzerinde durulacaktır. Bu amaçla ilk hareket noktası, eleştirel kuramın temel noktalarının ve sorun alanlarının incelenmesi olacaktır. İnceleme, tarihsel süreçte yaşanan ekonomik, teknolojik ve siyasal gelişmeler ışığında yürütülecek, bu amaçla ilk iletişim araştırmalarına yön veren zeminin hangi dinamiklerle oluştuğu analiz edilmeye çalışılacaktır.

1.1. Ekonomi Politik Yaklaşım

Ekonomi politik, 19. yüzyılda Adam Smith, David Ricordo gibi klasik iktisatçıların toplumsal üretim ilişkilerini analiz etmek üzere kullandıkları bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels ise klasik iktisatçıların ekonomi politik yaklaşımını eleştirerek yola çıkmış ve klasik iktisattan farklı olarak, sınıf ve artı değer kuramlarına dayanan bir ekonomi politik yaklaşım geliştirmişlerdir.

Marx ve Engels’in bir bilim olarak temellerini attığı ekonomi politik, insanlar arasındaki üretim ilişkilerini araştırır. Ekonomi politik, üretimde toplumsal ilişkilerin, yani insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesinin bilimidir. Ekonomi politik, gelişmesinin çeşitli aşamalarında, üretimi ve insan toplumu için maddi malların üretim ve dağıtımını etkileyen yasaları gün ışığına çıkarır. Bununla ilgili olarak, üretim araçlarının mülkiyet şekillerini, üretim içinde bulunan farklı toplumsal sınıfların durumunu ve onlar arasında varolan ilişkileri; maddi malların üleşim biçimlerini inceler.

(15)

Ekonomi politik, üretim ilişkilerini araştırır çünkü üretim ilişkileri temel ve belirleyici öğedir. Temel (altyapı), kendisine tekabül eden ve onun gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince siyasi, felsefi, hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar anlaşılır. Üstyapı, temel tarafından yaratılır ama doğuşundan sonra, temel

karşısında edilgen kalmaz; ona etki yapar, onun oluşmasına ve

sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı, toplumun temelinin bir yansımasıdır ve her temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir:

“Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, 1993: 23).

Marx’ın ekonomi politik çözümlemesi içinde kilit bir nokta olan “maddi üretim araçlarını elinde tutan egemen sınıfın, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurduğu”ndan hareket eden ekonomi politik yaklaşımlar, önceliği kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve sahiplik yapısının incelenmesine verirler. Medya mülkiyeti, yöneten sınıfın medya kurumlarını kontrol edebilmesinin temel aracı olarak düşünülür. Bu anlamda kitle iletişim araçlarının kimi, ne kadar ve ne oranda etkilediğinden çok, bu araçların kimlerin elinde ve egemenliğinde olduğuyla ilgilenirler. Ekonomi politik yaklaşıma göre üretim araçlarının sahipliği üzerine kurulu bu egemenlik, beraberinde düşüncenin üretimi ve dağıtımındaki egemenliği ve kontrol gücünü getirir:

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Engels ve Marx, 1999: 75).

(16)

Engels ve Marx’ın bu çözümlemeleri ve altyapı - üstyapı analizi, “ekonomik belirleyicilik”, “ekonomik indirgemecilik” eleştirilerine yol açmıştır ve eleştirel yaklaşımlar arasındaki görüş ayrılıklarının ve sınıflandırmanın temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.1

Marx’a ve bu tür yaklaşımlara yapılan ana eleştiri “ekonomizm”, yani çok fazla ekonomi ve çok az “insan arzusu” ve “bilinçli veya bilinçsiz etkinlikleri” üzerine olmuştur (Alemdar ve Erdoğan, 2002: 305). Oysa Marksist anlayışa göre, üstyapıyı doğuran temeldir ancak bu hiçbir zaman onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgin, tarafsız olduğu, temelin kaderine, sınıfların kaderine, düzenin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca etkin büyük bir güç olur ve temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder (Politzer: 1990, 399).

1.2. Genel Olarak Eleştirel Yaklaşımlar

Genel olarak Marksizmi referans alan eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarının kapitalist toplumdaki konumuna ilişkin tarihsel, eleştirel ve bütünsel bir bakış açısı sunmuştur. Frankfurt Okulu eleştirel kuramından, yapısalcı medya çalışmalarına ve kültürel çalışmalara kadar çeşitlenen eleştirel yaklaşımlar, medya konusunda farklı görüşler ortaya koysalar da temel olarak varolan toplumsal yapının eleştirisi üzerinden yola çıkmışlardır.

Eleştirel iletişim çalışmaları, liberal/çoğulcu toplumsal kurama muhalif olan eleştirel kuramlar içinde gelişmişlerdir. Bu çalışmaların önde geleni, Frankfurt Okulu çevresinde gelişen ve Marksist bir toplum eleştirisinden temellenen çalışmalardır. 1923’te Almanya’da kurulan ve temsilcileri arasında Max Horkheimer, Theodor Adorno, Herbert Marcuse ve Walter

1 Alemdar ve Erdo

ğan eleştirel yaklaşımları bu eksende sınıflandırmaktadır: Üstyapıya (kültür, ideoloji ve söyleme) ağırlık veren yaklaşımlar. Altyapıya (maddi ilişkilere) ağırlık veren yaklaşımlar (aktaran Dursun, 2001: 21).

(17)

Benjamin gibi isimlerin yer aldığı Frankfurt Okulu kuramcıları, kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve organizasyon yapılarına odaklanmamakla birlikte kapitalist toplumlarda, kitle iletişim araçlarının ve kültürün önemine dikkat çeken ilk eleştirel kuramcılar olmuşlardır. Frankfurt Okulu kuramcıları arasında özellikle Horkheimer ve Adorno, geliştirdikleri kültür endüstrisi kavramını ekonomik bir analiz birimi olarak kullanmışlardır. Kültürün kendisinin bir endüstri ve kültür ürünlerinin de metalar haline geldiği görüşü, kültür endüstrisi kavramının ortaya çıkışına kaynaklık eder. Kültür endüstrisi kavramına göre kültür ürünleri, kültür endüstrisinin içinde ortaya çıkarlar; kültür ürünlerinin üretimi de tüketimi de kitlesel boyuttadır ve endüstri standartlarına göre üretilir ve tüketilirler. Bu ise kültür ürünlerini metalaştırır. Bu kavramlaştırma, bir anlamda sistemin kendini her düzeyde, altyapıda ya da üstyapıda nasıl yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığını açıklayan bir yön izler. Kültürel ürünler standartlaştırılarak ve buna karşı farklılıklar marjinalleştirilerek, bu ürünlerin tanıtılma ve dağıtım teknikleri rasyonelleştirilir. Bu yapılarıyla kültür ürünleri, toplumsal güçlerini kaybederek mevcut düzenin devamını sağlamaktan öte bir işlev görmez hale gelirler.

Frankfurt Okulu’nun iletişim konusundaki konumu bir üstyapı olgusu olarak kültür incelemeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Frankfurt Okulu, bir ölçüde geleneksel Marksizmden ayrılarak, altyapı - üstyapı ilişkisinde, üstyapıyı özerk bir konumda ele almıştır.

Eleştirel çalışmalar içerisinde İngiliz Kültürel Çalışmalar ise daha çok medyanın temsil ve anlamlandırma sürecini incelemiştir. Bu gelenek, medyanın toplumsal yapıdaki ideolojik rolü üzerine odaklanır ve medyayı statükonun savunucusu ve meşrulaştırıcısı olarak görür (Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 332). Medya metinlerinin ileti, gösterge, kod vb. dilsel yapıları üzerinde durarak, metinlerdeki üstü açık ideolojileri ortaya çıkarmaya çalışırlar. İngiliz Kültürel Çalışmaları çerçevesinde, toplumdaki iktidar mekanizmalarından biri olduğu vurgulanan medya, toplumsal anlamın oluşturulmasında etkin bir biçimde rol oynamaktadır.

(18)

Eleştirel yaklaşımlar arasında Curan, gerek medyanın gücü konusunda farklı görüşleri içeren gerekse bu görüşler arasındaki anlaşmazlık ve tartışma alanının tipini de tanımlayan üçlü bir ayrıma gitmektedir (aktaran Dursun, 2001: 20): Ekonomi politik yaklaşım, yapısalcı çalışmalar, kültürel çalışmalar. Bunlar arasında yapısalcı çalışmalar, metin-ideoloji ilişkisi konusuna odaklanırken, medyayı ideolojik bir güç olarak görmektedirler. Buna karşın ekonomi politik yaklaşımlar ideolojiye değil, ekonomik temele vurgu yapar. Kültürel çalışmalar ise medyayı toplumsal rızanın kazanıldığı ya da kaybedildiği bir alan olarak tanımlamaktadır.

Murdock’un ayrımında ise medyaya ilişkin ekonomi politik yaklaşımlar, araççı yaklaşımlar ve yapısalcı yaklaşımlar olarak ikiye ayrılmaktadır (aktaran Dursun, 2001: 20). Buna göre araççı yaklaşım, medyayı yönetici sınıflara hatta kişilere bağlılıkları çerçevesinde değerlendirirken; yapısalcı yaklaşım sınıf, iktidar ve ideoloji arasındaki bağlantıları üretim tarzına ya da ekonomi politiğe yerleştirerek, mülkiyet sahibi ve çalışanların eylemleri ile seçimlerine belirli bir sınırlılık yükler. “Bütün bu çalışmaların ortak noktası kapitalist ekonomik düzene ve liberal siyasal sisteme yönelttikleri eleştiriler olduğundan tümü “eleştirel”, “kuramsal” ya da “değişimci” olarak adlandırılan medya çalışmaları şemsiyesi altında toplanmaktadır.

1.3. İletişime Ekonomi Politik Yaklaşımlar

Tüm bu görüş ayrılıkları içinde, ekonomi politik yaklaşımın temel özelliği iletişim konusunu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele almasıdır. Medyayı endüstriyel düzeyde ve diğer endüstrilerle ilişkisi içerisinde ele alan ekonomi politik yaklaşım medyanın mülkiyeti, kontrolü gibi temel sorunları gündeme getirir. Medyanın tekelleşmesi, ticarileşmesi, uluslararası hale gelmesi, kâr güdüsü, bunun gerçekleştirilmesinde reklamlar gibi medya pratiklerini sorunsallaştırır. Ekonomi politik en genel anlamda, mevcut düzenin (kapitalizmin) incelenmesidir.

(19)

İlk iletişim araştırmaları, kitlelere ulaşmak isteyen endüstrilerin, siyasal partilerin ve diğer kuruluşların kitlelerin tercihlerini, düşüncelerini, satın alma ve oy verme davranışlarını bilmek ve yönlendirmek ihtiyacından ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu bağlamda kitle iletişim araştırmacılarının yöneldikleri temel konu, kitle iletişim araçlarının bireyler ve gruplar üzerinde yarattığını düşündükleri “etkiler” olmuştur. Kısaca odaklanılan konular kitle iletişim araçlarının insanlara ne yaptırdığı, onları hangi davranışlara sürüklediği, neleri satın aldırdığı, kimleri seçtirdiği ya da tüm bunların ötesinde herhangi bir etkide bulunup bulunmadığıdır. Bu ilk araştırmalarda, daha çok saha araştırmalarına yönelik ampirik bulgular ortaya konmuştur. Kitle iletişim araçlarına bakışta ve onları değerlendirişte genelde egemen görüş, bu araçlarının üstün güç ve etkilere sahip olduğu yolundadır. Kitle iletişim araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu görüşünün hakim olduğu bu ilk iletişim araştırmalarında, bu görüşe zemin hazırlayan iki önemli tarihsel süreç etkili olmuştur. Bunların ilki sanayileşme ve kentleşme sürecinde toplumsal süreçte yaşanan değişikliklerdir. Metin Işık’a (2005: 27) göre sanayileşme, kentleşme ve modernleşme olguları sonucunda 18. yüzyılda kamular ortaya çıkmış, ardından kamular kitleye dönüşmüştür. Kitle toplumunda bireylerin bazı davranışlarını yitirdiği, atomize olduğu ve kendi haline bırakılmış bireyler haline geldiği görüşü temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da yalnızlaşan bireylerin kitle iletişim araçları karşısında kolay etkilenir hale geldiği görüşü ortaya atılmıştır.

Söz konusu dönemde iletişim araçlarının güçlü etkilere sahip olduğu yönündeki görüşün şekillenmesinde en önemli sebeplerden birisi de Birinci Dünya Savaşı’dır. Bilginin toplanması ve yayılması süreçlerinin hayati önem taşıdığı savaş ortamında, bu işlevi üstlenecek olan kitle iletişim araçlarının kontrolü büyük önem taşımaktadır. Savaş döneminde, savaşla ilgili konulurda halklarına tek yönlü olarak iletmek istediği biçim ve içerikte bilgi sunmak isteyen siyasal iktidarlar, iletişim araçlarını kontrolleri altına almışlardır (Işık, 2005: 27-28). Dolayısıyla savaşla birlikte kitle iletişim araçlarının rol ve öneminin artması, siyasal iktidarların iletişim araçlarını

(20)

propaganda malzemesi olarak kullanmaları sürecinin, savaş sonrasında devam etmesi olgusunu gündeme getirmiştir.

Geleneksel iletişim araştırmalarında etkiler konusuna ilgi, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürmüş ancak bu kez kitle toplumu ve atomlaşmış birey görüşünün reddi ile kitle iletişim araçlarının sınırlı/zayıf etkileri olduğu savı güçlenmiştir. Bu bağlamda medyanın izleyenler üzerinde uzun dönemli ve dolaylı etkileri olduğu görüşü kabul görmeye başlamıştır.

Tutucu liberal yaklaşımın kaynak-mesaj-alıcı üzerine kurulu ve etki odaklı bu yaklaşımının tersine eleştirel gelenek, kitle iletişiminin karmaşık süreçleri ve kitle iletişim araçlarının sistemin yeniden üretimindeki rolü üzerine durmuştur (Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 334).

Ekonomi politik yaklaşımın Marx’ı izleyenler ve kuramsal/evrimsel geleneği izleyenler olarak iki ana alt gruba ayrıldığını belirten Haluk Geray, Richard Bebe’den yaptığı alıntıda, bu yaklaşımların temel özelliklerini şöyle sıralamaktadır:

• Toplumsal iktidar ilişkilerini temel alırlar. Bu anlamda çatışma ve çelişkileri çözümlemelerine katarlar. “Kim kazanıyor, kim kaybediyor, kim kararları veriyor?” gibi sorular sorarlar. Bu nedenle, değişim süreçlerini incelerler ve varolanın değiştirilebileceğini vurgularlar.

• Mit ve masalları yıkmayı hedefledikleri için varolan egemenlik yapılarına karşı çıkarlar. Burada mit (efsane) ve masal kavramlarıyla anlatılmak istenen, sorgulanmadan kabul edilen yaygın inançlardır. Babe’e göre günümüzdeki masallardan biri de “zamanın ileriye doğru gittiği ve olmakta olanın kabul edilmesi” gerektiği inancıdır. Buna bir tür toplumsal Darwinizm denmesi de mümkündür.

(21)

• Neoklasik iktisadın toplumsal değer yargılarını dışarıda bırakmasına karşın, ekonomi politikçiler değer yargılarını kullanırlar. Eşitlik, hakkaniyet, adalet, toplumun/kamunun genel çıkarları gibi değer yargıları, çözümlemelere katılır (aktaran Geray, 2005: 15).

Ekonomi politiğin hem dar hem de geniş anlamını sunan Mosco’ya göre ekonomi politik dar anlamda karşılıklı olarak iletişim kaynakları da dahil, kaynakların üretim, dağıtım ve tüketimini meydana getiren toplumsal ilişkilerin özellikle iktidar ilişkilerinin incelenmesidir. Fakat daha geniş biçimiyle toplumsal yaşamda egemenliğin ve mücadelenin incelenmesidir (aktaran Boyd-Barret, 2006: 2).

Mosco’ya göre eleştirel ekonomi politik yaklaşımın genel özellikleri arasında yaklaşımın bütüncül olması, tarihsellik ve değişim doğrultusunda öneriler geliştirmesi bulunur. Yaklaşımın bütünselliği, ekonomik örgütlenme yapısını, toplumun siyasal ve kültürel yaşamıyla etkileşim içinde ele alması anlamına gelir. Bu anlamda mülkiyetin ve üretimin örgütlenmesinin incelenmesi önem taşır. Maddi ve sembolik kaynakların eşitsiz dağılımının iletişimsel eylemleri nasıl etkilediği üzerinde durur. Toplumdaki ekonomik örgütlenmeyle üstyapı (hukuksal, politik, zihinsel ve kültürel süreçler) arasındaki ilişkide önceliği ekonomik örgütlenmeye verir. Yaklaşım tarihseldir, çünkü ekonomik örgütlenmenin ve egemenlik ilişkilerinin ve bunların iletişimsel boyutlarının tarihsel süreçteki değişiminin izlenmesiyle ilgilidir. İletişim araçlarının/teknolojilerinin ortaya çıkışı ve gelişimlerine önem verilir (aktaran Geray, 2005: 31).

Eleştirel ekonomi politiğin önemli temsilcileri arasında yer alan Golding ve Murdock’a göre, kitle medyasının ekonomi politiği, medyanın “ilkin ve öncelikle emtialar üreten ve dağıtan endüstriyel ve ticari kuruluşlar olduğu’nun kabul edilmesiyle başlar (aktaran Boyd-Barret, 2006: 7). Farklı medya sektörleri, şirket kontrolü vasıtasıyla halihazırda birbirlerine bağlı oldukları için yalıtılmış bir şekilde incelenemezler ve onların faaliyetleri

(22)

sadece geniş ekonomik bağlama bakılarak anlaşılabilir. Analiz ayrıca

ekonomik ve siyasal yapılar hakkındaki düşüncelerin yayılmasında,

medyanın ideolojik olarak işleyişini de kapsamalıdır. Medyanın ekonomi politiği yalnızca emtiaların üretimi ve dağıtımı üzerine odaklanmaz fakat ayrıca bu emtiaların özel doğasının ve onların yerine getirdiği ideolojik işlevin de tam bir açıklamasını yapmalıdır. Golding ve Murdock, bu yorumları ile ekonomi politik yaklaşıma yönelik ekonomik indirgemecilik eleştirisine de açıklık getirmektedir.

Golding ve Murdock (1991: 54), eleştirel ekonomi politiğin ana akım ekonomi biliminden başlıca dört bakımdan farklılık gösterdiğini söylerler. Bunlardan ilki yaklaşımın bütüncül olması, ikincisi tarihsel olması, üçüncüsü ise merkezi olarak kapitalist teşebbüs ile devlet müdahalesi arasındaki dengeyle ilgilenmesidir. Sonuncusu belki de hepsinden önemlisi adalet, eşitlik ve kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik gibi teknik konuların ötesine gitmesidir. Ana akım ekonomi bilimine çeşitli eleştiriler getiren Golding ve Murdock, eleştirel ekonomi politiği bu ana akım ekonomi biliminden şu çizgiyle ayırmaktadırlar:

“Ana akım ekonomi bilimi, kapitalizmin egemen bireyleri üzerine odaklanırken, eleştirel ekonomi politik iktidar oyunu ve toplumsal ilişkiler dizileriyle işe başlar.

Eleştirel ekonomi politiği diğerlerinden ayıran şey, onun, belirli mikro bağlamların genel ekonomik dinamiklerce ve onların dayandığı daha geniş yapılarca nasıl şekillendirildiğini göstermek

üzere konumlanmış eylemin her zaman ötesine gitmesidir.

Eleştirel ekonomi politik özellikle iletişimsel etkinliğin, maddi ve

simgesel kaynakların eşit olmayan paylaşımı tarafından

yapılandırılma tarzıyla ilgilenir.” (Golding ve Murdock, 1991: 55).

Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarında sona erdiğini ve tekelci kapitalizm dönemine geçildiğini savunan Dallas Smythe’e göre (aktaran Geray, 2005: 29) kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Kitle iletişim araçlarının amacı konuların, sorunların, değerlerin, diğer kurumların ve halkın yönlendirilmesi için politikaların günlük gündemini oluşturmaktır. Böylece kitle iletişim araçları izleyicilerin kitlesel üretimini gerçekleştirip, bunu reklamcılara

(23)

satarlar. Radyo, televizyon ve gazeteleri “bilinç endüstrisi” olarak tanımlayan Smythe, tekelci kapitalist dönemin, talep yönetimi araçlarının sadece reklamların ve genel olarak etkilerinin değil bütünüyle bir sistem olarak kapitalizmin işleyişini mümkün kılan bir alan olarak incelenmesini savunmaktadır. Her ne kadar kapitalizm kısa dönemde malların ve hizmetlerin örgütlenmesi yeteneği ile zenginleşmişse de, bir sistem olarak devamlılığını sağlaması ancak uzun dönemde sistemi destekleyecek insanları üretmesiyle mümkündür.

1969 yılından itibaren Herbert Schiller, yapmış olduğu çalışmalarda medya ve iletişimin uluslararası boyutuna daha çok dikkat çekmiştir (aktaran Dağtaş ve Yaylagül, 2006: 335). Uluslararası iletişime eleştirel bir yaklaşım getiren ve kültürel emperyalizm yaklaşımından yola çıkan Schiller’e göre, iletişim teknolojileri, gelişmiş ülkelerin, özellikle ABD’nin, ekonomik çıkarları ve askeri-endüstriyel yapıları yararına üretilmektedir. İletişim teknolojilerinin Üçüncü Dünya ülkelerine girişi ise, ABD’nin dünya sisteminde iktidar olmaktan doğan ekonomik-askeri çıkarlarının gereği ve sonucu olarak gerçekleşmektedir. Böylelikle çok uluslu sermaye dünya çapında, ulusal politika ve ekonomik uygulamaları düzenleyen bir güç haline gelmektedir.

Noam Chomsky ve Edward Herman gibi yazarlar da kültür emperyalizmi ve uluslararası şirketlerin yeni tür sömürgecilikte etkin rıza yaratma stratejilerinden yararlanma konularını tartışarak ekonomi politik yaklaşıma katkı sunmuşlardır. “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir? Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği” adlı çalışmalarında, medyanın devlete ve özel sektör etkinliklerine hükmeden özel çıkarlara destek sağlama işlevini yerine getirdiğini söyleyen Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre medyanın yaptığı seçimleri, nelere önem verip ihmal ettiğini en iyi biçimde anlamak ve olayın iç

yüzünü bütün açıklığıyla görebilmek için medyanın bu çerçevede

çözümlenmesi gerekmektedir. Geliştirdikleri propaganda modeli ile servet ve iktidar eşitsizliği ile bu eşitsizliğin medyanın çıkar ve seçimlerine çeşitli düzeylerdeki etkisi üzerine odaklanan bu araştırmacılara göre propaganda

(24)

modelinin en önemli öğeleri; a.) Egemen medya şirketlerinin büyüklüğü,

yoğunlaşmış mülkiyeti, kâr amaçlı oluşu ve sahiplerinin serveti; b.) Reklamcılığın medyanın en önemli gelir kaynağı olması c.) Medyanın iki

temel kaynak ve iktidar odağı olan hükümet ile iş çevrelerinden ve bunların mali destek sağlayıp onayladığı ‘uzmanlar’dan sağladığı bilgileri temel alması d.) Medyayı hizaya sokmak için kullanılan bir yöntem olarak ‘medyaya yönelik tepki’ üretimi e.) Ulusal bir din ve bir denetleme mekanizması olan ‘anti-komünizm’dir.

Chomsky ve Herman’a (1999: 9) göre, bu öğeler birbiriyle etkileşim halindedir ve birbirlerini güçlendirir. Henüz işlenmemiş haber malzemeleri, sonunda basılmaya uygun, damıtılmış kısım elde edilinceye kadar bu süzgeçlerden geçmek zorundadır. Bu süzgeçler söylemin ve yorumun ilkelerini belirler, neyin öncelikle haber olabileceğini tanımlar ve propaganda kampanyalarına dönüşen sürecin temelini ve işleyişini açıklar. Bu beş etken, haberlerin içinden geçirildiği süzgeç işlevini görür ve medyanın seçimlerini belirlemede rol oynar.

1.3.1. Kapitalizm ve Kitle İletişim Araçları

Kapitalist üretimin temel dinamiği ve tarihsel olarak en belirleyici amacı, verili sermaye birikimini en çoklaştırmak ve sürekli olarak genişletmektir. Temel dinamiği sermaye birikimini en çoklaştırmak olan kapitalizm, bu dinamikle içinde geliştiği toplumların tüm yaşam biçimlerini değiştirirken2, birikimi en çoklaştırmak için temel gereksinimi olan yeni pazarları yaratabilmek için sürekli genişlemek zorunluluğu ile dünya çapında

2 Kapitalist üretim ili

şkilerinin tüm yaşam biçimlerini nasıl değiştirdiğini anlamlandırabilmek için burada Marksist literatüre dönmekte fayda vardır. Marx’a göre üretim ilişkileri tarafından belirlenen temel (altyapı), kendisine tekabül ve onun gelişmesini belirleyen üstyapıyı doğurur. Üstyapı denince, siyasi, felsefi, hukuki, sanatsal, dini, vb. kavramlar ve bunlara uygun düşen kurumlar anlaşılır. Üstyapı temel tarafından yaratılır. Ama doğuşundan sonra, temel karşısında edilgen kalmaz, ona etki yapar, onun oluşmasına ve sağlamlaşmasına yardım eder. Üstyapı toplumun temelinin bir yansımasıdır ve her temel değişikliği, üstyapı değişikliğini de beraberinde getirir.

(25)

yaygınlaşır ve kapitalist ilişkileri de yaygınlaştırır. Bu hammadde ithalatı ve sanayi malları ihracına dayanan yaygınlaştırma sürecine, etkin ulaşım ve iletişim sistemleri eşlik eder; deniz yolları, demir yolları, telekomünikasyon gibi sistemler de bu anlamıyla kapitalizmin gelişiminin coğrafi sınırlarını belirler. Aynı zamanda da kapitalizm öncesi tüm haberleşme ve ulaşım biçimleri de tıpkı tüm diğer yaşam biçimleri gibi önemli bir dönüşüme uğrarlar (Başaran, 2000: 23).

Bugün yaygın olarak kullanılan kitle iletişim araçlarının, kapitalist toplumsal oluşumla birlikte geliştiğini; onun yapılanma süreci içerisinde kendi yapılanmasını oluşturduğunu ve kurumsallaştırdığını ifade eden Alemdar ve Kaya’ya (1993: 4) göre, “kitle iletişim araçlarının işleyişini yönlendiren, düzenlenişlerini belirleyen ilkeler, düşünsel temeller ve ulaşılan normatif düzen, Batı’nın kapitalist toplumlarında toplumsal yaşamı belirleyen genel ekonomik, siyasi ve kültürel dinamiklerle belirlenmiştir.”

18 ve 19. yüzyıllarda, sanayinin gittikçe daha büyük boyutlara ulaşacak biçimde gelişmesi, ulaştırma ve iletişimin görülmemiş ölçüde yoğunlaşmasını gerektirmiştir. Uzak yerlerden hammaddelerin sağlanması ve üretilen malların uzak pazarlarda satılması, makinelerle yapılan kitlesel üretimin başarıya ulaşması bakımından yaşamsal bir önem taşımaktadır. Hammadde ithalatı ve sanayi malları ihracına dayanan bu sürece, etkin ulaşım ve iletişim sistemleri eşlik etmiş; bu doğrultuda Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok bölgesinde yol ve kanal yapımında önemli gelişmeler görülmüştür.

Yeni, yoğunlaşmış bu sanayi sürecinin, halkalarının birleştirilmesinde ulaşım kadar önemli bir nokta da iletişimdir (Mcnell, 2001: 653). Büyük Britanya, 1840’ta posta sistemini kurarak, çağdaş posta sistemlerinin gelişmesine öncülük etmiş, 1875 Uluslararası Posta Anlaşması sonucunda ulusal posta sistemleri, uluslararası düzeyde bütünleştirilmiştir. Telli telgraf 1837’de icat edilmiş; 1866’da Atlantik’i boydan boya aşan ilk telgraf kablosu çekilmiştir.

(26)

Avrupa’da, 1700’lü yılların sonuna doğru gündelik olarak yayınlanmaya başlayan haber bültenleri, ticaretin ve bankacılığın gelişmesi ile bu iş alanlarıyla ilgili ihtiyacı karşılamaya hizmet ederken, gazeteler kapitalist ekonominin temel bileşkelerinden olan endüstrileşme, makineleşme ve kentleşme ile birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kitlesel tüketime yönelik olarak dönüşüme uğramıştır. Sanayi ve teknoloji alanlarında meydana gelen gelişmeler, kitle iletişim araçlarının gelişmesine yol açarken, gazetecilik alanında da sanayileşmenin ilk adımları atılmıştır. O güne kadar sadece siyasi partilerin görüşlerini aktarmak ve sermayenin haber ihtiyacını karşılamak gibi işlevlere sahip olan pahalı metalar olan gazeteler, sanayileşme ve teknolojik gelişmeler ışığında seçkinlerin gazetesi olmaktan çıkarak kitlesel tüketime cevap verecek anlamda kitlelere yönelmiştir (Adaklı, 2003: 89). Dizgi, baskı, kağıt üretimi alanında gerçekleşen teknolojik yenilikler, gazetenin daha ucuza satılmasını beraberinde getirmiş, 1860’lı yıllarda metelik gazeteleri (penny papers) denilen ve 1 Penny olması nedeniyle herkesin alabileceği kadar ucuz olan gazeteler, kitleler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. Geray’a (2003: 45) göre “Bugün egemen olduğu anlamda gazetecilik mesleğinin doğuşu ve yayılması, ‘fikir ve ideallerden’ çok ‘ticari kârı’ amaçlayan gazetelerin 20. yüzyılın başında ortaya çıkışıyla başlatılabilir. “Kuruşluk basının” doğmasına yol açan reklamlarla, gazetelere önemli gelirler elde edilmesi sistemi, ticari yayıncılık anlayışının temelini oluşturmaktadır.

(27)

İKİNCİ BÖLÜM

NEOLİBERALİZM VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI

Kapitalizm, 1980’lere gelindiğinde uluslararası işbölümünde, devletin niteliğinde, işlevlerinde ve uluslararası ilişkilerde yeni bir yapılanmaya doğru yol almaktadır. Temel olarak ekonomik yapıda gerçekleştirilen bu yeniden yapılandırma sürecinde, altyapıda oluşan her türlü dönüşüm gibi kitle iletişim araçları da mevcut düzenin sorunsuz işlemesi ve yeniden üretilmesi sürecine katkı sağlayacak biçimde yeniden yapılandırılmıştır.

“Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan ve ekonomide neoliberal politikaların egemenliğini getiren bu yeniden yapılandırma sürecinin ayrıntılarına geçmeden önce, çalışmanın bu bölümünde öncelikle, neoliberal ekonomi politikalarının gelişmesindeki tarihsel süreç ekonomi politikalarının gelişimi doğrultusunda analiz edilecektir. Neoliberal ekonomi politikalarının en önemli araçlarından biri olan özelleştirme kavramı da bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

2.1. Liberal Ekonomi Politikaları

18. yüzyıl koşullarında burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde bir yandan kapitalist ilişkilerin oluşturulmasının kavgasını verirken, bir yandan da feodal ekonomiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadele içerisinde kendi ekonomi politiğini yaratmaya yönelmiştir. İlk ekonomi politik akımlar, ilk iş olarak değerin ve servetin kaynağını açıklamaya yönelmişlerdir. Bu bağlamda, 17. yüzyıl başlarında etkinlik kazanan Merkantalist düşünceye göre, altın ve gümüş gibi değerli madenler, bir ülkenin siyasi ve ekonomik gücünün başlıca kaynağıdır. Dış ticareti ana konu edinen bu iktisatçılara göre kâr, alış fiyatı ve satış fiyatı arasındaki farktan doğmaktadır. Merkantilistler dış ticaret politikasının amacının, hazinenin altın ve gümüş varlıklarını

(28)

arttırması olduğu görüşünden hareketle, ihracatın özendirilmesi, sanayide

yerli hammadde kullanımının sağlanması için, hammadde ihracatının

yasaklanması, ithalatın yüksek gümrük vergileri ve yasalarla kısıtlanması gibi önlemlerin savunucusu olmuşlardır. Merkantalistler, devletin ulusal zenginliği maksimum kılmak amacıyla ekonomik faaliyetlere müdahalesini savun-muşlardır.

Buna karşın 18. yüzyılda doğan bir doktrin olarak fizyokrat okul ise zenginliği dış ticaret ve parada gören Merkantilistlerden farklı olarak, üretimin üzerinde durmuşlar özellikle tarımsal üretime büyük bir önem atfetmişlerdir. Buna göre üretici olan, net hasıla yaratan tarımsal çalışmalardır ve sanayi-ticaret gibi faaliyetler net hasıla yaratmayan, üretici olmayan faaliyetlerdir. Bu varsayım, onları, tek zenginlik kaynağının doğa ve dolayısıyla tarım olduğu fikrine ulaştırmaktadır. Fizyokrat düşüncenin esası, doğal düzen anlayışına dayanır ve doğal düzen, insanların var olmaları için Tanrı’nın koymuş olduğu bir düzendir. O halde insanların doğal düzenin yasalarına uymaları yeterli olacaktır ve devletin, ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi gereksizdir. “İşte -laissez faire- bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesi ilk önce böyle bir düşünceden başlar” (Talas, 1999: 64).

Görüldüğü üzere, bu iki yaklaşımda da ortak nokta değerin, servetin ve kârın kaynağının üretim dışında bir alanda aranmasıdır. Değerin kaynağının üretimsel bir süreçte oluştuğu görüşünü ilk dile getiren ekonomistler ise Klasik İngiliz Ekonomi Politikçiler olmuş bu bağlamda

kendisinden önce gelen burjuva ekonomi politikçilerinden bir kopuş

gerçekleştirmişlerdir. Klasik Okulun iki önemli temsilcisi olan Adam Smith ve David Ricordo, servetin kaynağının emek tarafından yaratılabileceği görüşünü savunarak daha sonra Marksizmin teorik kaynağını da oluşturacak olan emek-değer teorisini kurmuşlardır.

Liberal düşünce ve ekonomi bilimi Adam Smith ile başlamış olmakla beraber, David Ricardo ve Thomas Robert Malthus, Smith’in düşüncesini tamamlamışlar ve liberal düşünceye bir okul niteliği getirmişlerdir (Talas:

(29)

1999: 69). Klasik Okulun temellerini attığı ekonomik görüşlerin ana tezi, iktisat alanında kendiliğinden oluşan bir doğal düzenin varlığı iddiasına dayanır. Bu bağlamda devlet, ekonomik yaşantıya karışmaktan, müdahale etmekten kesinlikle kaçınmalı ve müdahalelerini en alt düzeye indirmelidir. Çünkü akıl sahibi varlık olarak insan, kişisel çıkar ilkesine uygun olarak en az zahmetle, en çok kazanç sağlamayı zaten doğal olarak hedefler. İnsan böylesine özgür davranmakla, doğal iktisadi düzenin gerçekleşmesini sağlar. Öyleyse insan kendisine en fazla özgürlük tanınması gereken iktisadi karar birimidir. Bu nedenle devlet, müdahaleleri ile rekabetin serbestçe işlemesini engellemekten kaçınmalıdır.

Klasik Okulun temel varsayımlarından da gözlemlenebileceği üzere burjuva ekonomi politiği, dönemin şartlarına göre kapitalizmi, insan doğasına ve aklına en uygun toplumsal sistem olarak yüceltmektedir; ama bu yüceltme eylemi ve teorilerinin alacağı biçim, kapitalizmin o anki gelişme özellikleri ve burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarlarına yanıt verecek tarzda şekillenmektedir (Yörükoğlu, 1994). Çok geçmeden aynı burjuvazi, 19. yüzyılda ekonomide tamamen saf dışı etmek istediği devleti, 20. yüzyıla gelindiğinde Keynesyen ekonomi politikaları ile yeniden ekonomik sistem içine sokacaktır.

2.2. Liberal Ekonomi Politikalarının Çöküşü

Büyük makinelerle yapılan üretimin başlangıcı olarak sayabileceğimiz 19. yüzyıldan bu yana, kapitalist üretimin gelişimi, yaşanan ekonomik krizlerle birçok kez kesintiye uğramıştır. Dünyada 1820-1929 yılları arasındaki yüzyılı aşkın dönemde (1825, 1836, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882, 1890, 1900, 1907, 1913, 1920-21, 1929) birçok kriz meydana gelmiştir.

Marksist literatüre göre kapitalist ekonominin periyodik olarak yaşadığı bu bunalım, tam da kapitalizmin kendisinden kaynaklanmaktadır. “Fazla

(30)

üretimden doğan ekonomik bunalımların başlıca nedeni, kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile üretimin ürünlerini özel mülk edinmenin kapitalist şekli arasındaki çelişkidir” (Nikitin: 1995: 161). İktisadi bunalımların temeli, son tahlilde, özel kapitalist çıkarlarla, toplumsal üretimin gerekleri arasındaki çelişkidir. 3

Kapitalist sistem, bu bunalımları aşmak için sermaye birikiminin yeniden canlanma koşullarını yaratmak üzere, sistemin bütününde bir yeniden yapılanmaya gider ve bu yeniden yapılanma sürecinde, toplumsal ilişkilerin biçimi, toplumun işleyiş süreçleri ve kurumsal yapılar önemli biçimde değişime uğrar. Böylece üretim güçleri, toplumsal ilişkiler, yapılar ve kurumlar yeniden biçimlenirken, ekonomik ilişkiler, siyasal ve ideolojik ilişkilerle de desteklenir. Geray (2005: 35), kapitalist bunalım evrelerinin ardından dönüşüme uğrayan ekonomik yapıyla birlikte tüm toplumsal ilişkilerin de dönüşüme uğradığını ifade ederek şu değerlendirmede bulunmaktadır:

“Günümüzde devam eden ekonomik sistemin tarihsel olarak en belirleyici amacı, verili sermaye birikiminin sürekli olarak genişletilmesi olduğu ve yatırımın ana amacının, konulan sermayenin genişleyerek sisteme sokulması olduğu bilinmektedir. Sürekli genişleme ve sermayenin yeniden üretimini amaçlayan

ekonomik yapı, aşırı üretim veya sermaye birikimin

gerçekleşememesi durumlarında bunalıma girer, tüketimden

kaynaklanan krizler ortaya çıkar. Bu krizlerden kurtulmaya çalışan yapı, belirli zamanlarda yeni birikim düzenleri (rejimleri) ortaya çıkarır. Birikim düzenlemesinin yeni yollarıyla birlikte, siyasal yönetimin yapıları, hukuksal düzenler ve kültürel yapılar, uluslararası hukuk ve ilişkiler bağlamı, kısacası tüm toplumsal yapı da dönüştürülmek istenir.”

3 Marksist literatürde sermayenin bunalımı

şu şekilde anlatılır: “Üretici güçlerin daha önce görülmemiş bir biçimde gelişmesiyle kapitalizm, pazara her gün daha çok artan miktarlarda ve daha düşük fiyatla meta sürecek durumdadır; böylece rekabeti ağırlaştırır, güçleştirir; küçük ve orta özel mülk sahipleri kitlesini yıkıma sürükler. Bir yandan büyük çoğunluğun yoksulluğu yaygınlaşırken (orta sınıfların, köylülerin vb. yoksullaşması), zenginlik, küçük bir grup kapitalistin (tekelcinin) elinde toplanır. Sermaye, sömürücü bir azınlığın elinde toplandıkça, sayıca önemleri durmadan artan bütün bu yoksullaşan tabakaların satın alma gücü görünür bir biçimde azalır, pazar daralır, alışveriş durgunluğu kendini gösterir, çünkü, nüfusun çoğunluğu tüketimini asgariye indirir. Üretim ile tüketim arasında dengesizlik gitgide daha çok belirginleşir; bu, kapitalistlerin "aşırı-üretim" dedikleri şeydir,

(31)

Kapitalist ekonominin gelişim süreci içinde yaşamış olduğu ilk ve en büyük kriz olan 1929 bunalımının ardından Geray’ın da işaret ettiği üzere sistem kendini yeniden üretecek yeni birikim düzenlerini oluşturmak üzere, yeni ekonomi politikalarını hayata geçirecektir. 1929 yılında yaşanan büyük bunalım, savaş sonrasında klasik iktisat öğretilerinin sorgulanmasını ve ekonomide Keynesçi ekonomi politikalarının hayata geçirilmesini beraberinde getirecektir.

2.3. Keynesyen Ekonomi Politikaları

İktisat tarihinin en önemli ve en derin krizi, 1929 ekonomik krizidir. Avrupa ülkelerinde bazı bankaların mali sıkıntıya girmesi New York Borsası’nda hisse senedi fiyatlarında ani düşüşlere neden olmuş ve ardından da tüm ABD ekonomisini etkisi altına almıştır. Bununla da sınırlı kalmayan kriz, dalga dalga diğer ülkelere yayılmıştır. 1929 yılında New York

Borsası’nın çöküntüye uğramasıyla başlayan bunalım, “19. yüzyıl

kapitalizmine özgü kurallara tümüyle bağlı kalmanın artık mümkün

olamayacağı ve sistemin ayakta kalması için özüyle belli ölçüde çelişen bazı önlemlerin alınmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır” (Işıklı, 1983).

Işıklı’nın sözünü ettiği bu önlemler, burjuvazinin 19. yüzyılda ekonomiye müdahalesini kesinlikle reddettiği devleti şimdi Keynesyen ekonomi politikalarıyla yeniden ekonomiye dahil etmesi etrafından birleşmektedir. Yani devletin rolü, sermayenin yeni çıkarları doğrultusunda yeniden değişime uğramaktadır.

İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in yapıtları çerçevesinde

oluşan Keynesci ekonomi, ekonominin her zaman tam istihdam durumunda

olacağı görüşünden yola çıkan geleneksel ekonominin, 1929’da başlayan büyük bunalımı açıklayamamasından kaynaklanan bir tepki olarak

(32)

doğmuştur. Klasik iktisatçılara göre, piyasa sistemine dayanan özel girişim ekonomisi, yalnız tam istihdamda dengede bulunur. Ekonomi, tam istihdamdan geçici olarak ayrılırsa, bazı kuvvetler harekete geçip onu tekrar tam istihdama götürür. Keynes’in genel istihdam teorisi ise kapitalist bir ekonominin tam istihdamın altında da dengede olabileceğini varsaymaktadır. Ekonomide tam istihdamı sağlayacak bu müdahaleyi devlet yapacaktır. Yani eksik istihdam, eksik talep ve eksik üretim durumlarında devlet müdahalesi yoluyla bazı önlemler alınabilir. Bunun için devlet, etkin talep yönetimini geliştirecek, gelir dağılımını düzeltecek vergi politikaları ve doğrudan doğruya devlet harcamaları ile talebi yükseltirken bir yandan da faiz oranlarını düşürerek özel firmaların daha yüksek yatırım yapmalarını destekleyecek, gerekirse kamu eliyle ucuz kredi verilecek ve hatta doğrudan doğruya devlet eliyle yatırım yapma gibi müdahale biçimleri de uygulayacaktır (Şaylan, 1994: 63).

Görüldüğü gibi Keynesci ekonomi, devlete ekonomik yaşantı içinde geniş bir rol tanımış ve bu kapsamda “sosyal devlet” ve “refah devleti” olarak adlandırılan toplumsal politikaları güçlendirmiştir. Bu politikalara göre sosyal devlet, ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanması amacıyla sermaye yatırımlarını teşvik eder, ekonomik faaliyetlerin tam istihdamı sağlayacak düzeyde gerçekleşmesi için gerekli koşulları ve ortamı sağlamaya çalışır.

Savran’a (1998: 9) göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üretimde yaygın hale gelen montaj hattına dayalı kitle üretimi (fordizm) beraberinde bir kitle tüketimi gerektirdiği için, kapitalist devlet sermaye birikiminin çıkarları açısından tüketimi artırma yolunda önlemler almak ihtiyacını hissetmiştir. İşte yüksek ve yükselen ücretler ve “sosyal devlet” talebi yüksek tutmaya yönelik Keynesci devlet müdahalesi ve geniş bir kamu sektörü hep bu politikaların parçasıdır. Sosyal devlet anlayışını öne çıkaran bu yönüyle Keynesyen ekonominin, kapitalist ekonominin de “sosyal sınıfları koruduğu ve desteklediği” yönünde yorumlara karşı çıkan Savran’a göre, “sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak anılan olgu, esas olarak kapitalizmin işçi sınıfı

(33)

mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma stratejisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Savran, konuyla ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmaktadır:

“Keynesci devlet müdahalesi, kapitalizmin liberal/piyasacı ekonomi politikaları yüzünden iki savaş arasında yaşanan büyük depresyonda içine düştüğü sefaletten çıkarılan derslerin bir ürünüdür. Keynesci politikalar esas olarak devlet harcamalarının genişletilmesi ve kısılmasına yaslanan, kısa dönemli konjektürel sarsıntıları yumuşatmaya yönelik politikalardır.

“Sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak anılan olgu bambaşka bir gelişmenin ürünüdür. Esas olarak kapitalizmin işçi sınıfı mücadeleleri ve sosyalizm karşısında bir öz savunma stratejisinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir yandan Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nde işçilere ve emekçilere getirdiği yadsınamaz bazı kazanımlar (tam istihdam, eğitim, sağlık, konut, yaşlılık gibi alanlarda güvence vb.) bir yandan da 30’lu yıllarda prestiji sarsılan kapitalizme karşı çeşitli ülkelerde (Fransa, ABD, İspanya vb.) yükselen işçi mücadeleleri karşısında, kapitalizmin sınıf mücadelesini yumuşatma amacıyla gerçekleştirdiği bir tedbirler bütünüdür.” (Savran, 1998: 9).

Kazgan da (1995: 42) benzer bir yorumla sosyal devlet anlayışının komünist rejim karşısında bir subap sayıldığını belirtmektedir. Kazgan’a göre bu durum her yerde serbest piyasayı sosyalleştirirken devlete yükler getirmekte ve devletin büyümesine yol açmaktadır.

2.4. Yeni Dünya Düzeni ve Neoliberal Politikalar

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya, 1917 Ekim Devrimi ile kurulan SSCB’nin, Doğu Bloğunda genişlemesi ile iki ideolojik kampa ayrılmıştır ve dünya politikasını temelde bu kamplaşma belirlemektedir. İkinci

Dünya Savaşı’nın sonundan, 1970’li yılların başına kadar dünya

ekonomisinin çizgisi, savaş sonrası koşullarının, kurumsallaşmalarının ve Soğuk Savaş’ın kamplaşmasının etkisinde oluşmuştur (Kazgan, 1995: 46). Dönemin en karakteristik özelliklerini, yüksek oranlı iktisadi büyüme, istikrarlı

(34)

bir ekonomi ve sürekli genişleyen kamu kesimi oluşturmuştur. Bu olumlu atmosfer içinde hiç bir hükümet kamu harcamalarını kısmayı ve kamu kesiminin büyümesini sınırlamayı düşünmemiş, doktriner olarak da kamu sektörünün büyümesine itirazlar olmamıştır. “Gelişmiş kapitalist ülkelerde genişlemeci Keynesci ekonomi politikaları, az gelişmiş ülkelerde de bunun yanı sıra korumacılık, uzun genişleme dönemi boyunca, global olarak burjuvazinin çıkarlarına cevap verebilmiştir” (Dursun, 2001: 99).

Savaş sonrası beklentilerin aksine hızlı bir sermaye birikimi sürecinin ve dünya ölçeğinde yaşanan büyümenin yaşandığı uzun genişleme dönemi, 1960’ların sonuna doğru sekteye uğramaya başlamıştır. Kapitalist ekonomi, uzun bir genişleme döneminin ardından bu kez de İkinci Dünya Savaşı sonrasının en ağır bunalımı olan 1974 - 1975 kapitalist ekonomik bunalımı ile karşı karşıya kalmıştır. Giderek derinleşen bunalım, aynı önceki bunalım dönemlerinde olduğu gibi devletin ekonomik işlevlerinde de değişimi gerektirmiş ve kapitalist ekonomi için bir yeniden yapılandırmayı gerekli kılmıştır. 1930 bunalımının ardından Keynesyen ekonomi politikalarına sarılan dünya kapitalizmi, girdiği bu yeni bunalımdan sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde yeniden yapılanarak çıkmaya çalışacaktır.

Kapitalizmin giriştiği bu yeniden yapılanma süreci, ekonomik olduğu

gibi yeni bir siyasal ve ideolojik hegemonyanın kuruluşunu da

simgelemektedir. Kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğinde giderek daha fazla belirleyici hale geldiği bu aşamada, devletin kamusal hizmetlerden geri çekildiği ve ekonomik alan dışında toplumsal alanın da piyasa güçlerinin belirleyiciliğine bırakıldığı bir sürece geçilmiştir. “Yeni Dünya Düzeni” kavramı, yeni liberalizm, özelleştirme ve “esneklik” kavramlarıyla birlikte kapitalizmin bu yeni evrede girmiş olduğu yeni yolun simgesi haline gelmiştir (Savran, 1998: 8).

Bu doğrultuda, yeni liberal ekonomi politikaları ve öğretiler güç kazanmaya başlamıştır. 1970’lere kadar uzanan göreceli istikrarlı dönemin

(35)

bunalımla sekteye uğraması ile birlikte Sovyet Bloğunun dağılması da kapitalist ekonomide yeniden yapılanma hareketinin temel bileşenlerini oluşturmaktadır. Bu durum, uluslararası alandaki mevcut politik dengeyi sarsmış ve ABD tarafını temsil eden kapitalizm ve SSCB tarafını temsil eden komünizm arasındaki politik ve ekonomik rekabeti, ABD lehine çevirmiştir.

Yeni yolu inşa etme girişiminde ilk iş, bir dönem sermaye birikimi sürecinde işe yarayan ancak şimdi kapitalist gelişme önünde engel oluşturan eski bağlardan koparak, yeni ekonomi politikalarını inşa etmek, sermayenin çıkarlarına uygun bir çözüm aramaktır. Yeni liberal politikalar çerçevesinde devletin ekonomide oynayacağı rol ise sermayenin çıkarlarına yanıt olacak biçimde yeniden tanımlanmalıdır. Bu bağlamda ilk hamle, Keynesyen ekonomi politikaları anlayışında desteklenen kamu sektörünün tasfiyesi olmuştur. Dünya kapitalizminin yaşadığı krize yanıt olarak özelleştirme, deregülasyon, liberalizasyon ve piyasalaştırma süreçlerine hız verilmiştir.

Bu yeniden yapılanma sürecinde, devletin işlevlerinin de yeniden tanımlandığına dikkat çeken Kazgan’a (1995: 43) göre, “Yeni Ekonomik Düzen”in temel öğretisel öğesi, evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçiş, bütün ülkelerin dünya pazarlarıyla bütünleşmesi ve mal-sermaye-hizmet hareketlerinin tam serbestleşmesiyle küreselleşmenin gerçekleştirilmesidir. Bu amaçla, ithalat ve ihracat dış ticaret koruma politikalarının etkisinden arındırılacak, fiyat sübvansiyonları kaldırılacak, paraların konvertibilitesi sağlanacak, devlet tekelleri kaldırılacak, kamu teşebbüsleri özelleştirilecek, mallar gibi hizmetlerin ve sermayenin

dolaşımındaki kamu müdahaleleri de kaldırılacaktır. Böylece dünya

ekonomisi, katılanları özel girişimler olan piyasalarına rekabet koşullarının egemen olduğu ve dürtüsünün kâr olduğu bir alana dönüşecektir. Devletlerin ekonomik müdahaleleri ortadan kalkacağı için, özel girişimler kendi rekabet güçlerine göre kazanacak ya da kaybedecektir; rekabet koşulları verimliliği ve kârlılığı artıracaktır. Özetle, Yeni Ekonomik Düzenin hedefi, görünüşte devletlerin asli görevleri dışında rolünün kalmadığı ve çok küçüldüğü, özel

(36)

girişimin dünya ekonomisiyle rekabet koşullarında bütünleştiği bir dünya ekonomik düzeni yaratmaktır (Kazgan, 1995: 43).

Neoliberalizmin ana vurgusu ekonomide devlet müdahalesini reddetmek ve mümkün olan en az düzenleme ile serbest piyasa ekonomisinin geliştirilmesidir. Gerek ekonomik büyüme ve kalkınma gerekse refah artışı, bu politikalara göre ancak serbest piyasa ekonomisi tarafından en üst düzeye çıkarılabilir. Dolayısıyla neoliberal iktisat politikaları şu üç ana unsuru içerir:

• Tüm piyasaların serbestleştirilmesi,

• Piyasa ve kurumlar üzerindeki kuralların kaldırılması (deregülasyon) veya en aza indirilmesi,

• Kamu işletme ve hizmetlerinin özelleştirilmesi.

Sözünü ettiğimiz neoliberal politikaların dünya çapında

yaygınlaştırılması politikasının baş aktörü ABD olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisinin gidişini, ekonomik güçlerinin büyüklüğüyle belirleyen en güçlü aktör konumuna yükselen ABD, bu yapılanması ile merkezin lideri konumunda bulunmaktadır. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF),

Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması (GATT) ve Ekonomik

Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) gibi kurumlarla kararların alınması ve denetlenmesi sürecini sağlamakta ve kontrol etmektedir. Sözü edilen kararların temel özü, serbest piyasa ekonomisinin dünya çapında

yaygınlaştırılması ve devlet müdahalelerinin en aza indirilmesi

politikalarından oluşmaktadır. Piyasaların serbestliği ve devlet müdahalesinin en aza indirilmesi, değişim yolundaki engelleri kaldıran ve değişimi hızlı ve güçlü kılan önemli araçlardır.

Merkez dışındaki dünyanın Merkez’den farkını ortaya koyabilmek için diğer ülkeleri “çevre” olarak tanımlayan Kazgan’a (1995: 38) göre, çevre ülkeler, 1960’lı yıllarda bir takım kazanımlar elde etmiş olsalar da Merkez asıl

Gambar

Tablo  2:  Ciner  Grubu’nun  Medya  Sektörü  Dışındaki  Şirketleri  Ve  İştirakleri:
Tablo 3: Ciner Medya Grubu:
Tablo 5: Ulusal Kanallar Açısından Gruplar Bazında Pazar Payı:  YAYIN   KURULUŞU  2005  Pazar Payı  2006  Pazar Payı  2007/5  Pazar Payı  DOĞAN GRUBU           (Kanal D, Star TV,  CNN Türk)  38,6  40  45  MERKEZ GRUBU           (ATV, Kanal 1)  22,4  25  21
Tablo 6: Merkez Grubu’nun TV Reklamlarındaki Toplam Payı:
+6

Referensi

Dokumen terkait

Hasil gambar citra radiografi terbaik bila dilihat berdasarkan pada nilai standar deviasi yang terendah dan nilai Entrance Surface Dose yang paling rendah adalah

Lebih sulit ditentukan dan dicapai secara objektif karena berkenaan dengan proses seleksi yang dilaksanakan menurut prinsip kegunaan yang jelas, demi kepentingan

Metode Al-Bayan kelebihan yang dimiliki sebagai berikut: (a) Cara belajar yang tepat, cepat, dan praktis; (b) Al-Bayan menggunakan tingkat usia dan jumlah pertemuan sebagai

Dengan menggunakan sudut pandang individu, penelitian ini juga menjelaskan bagaimana faktor individu Park Junior yang dipengaruhi oleh karakteristik personal Park

Kegiatan bimbingan dan konseling pada dasarnya adalah usaha sadar yang dilakukan oleh guru pembimbing bersama siswa untuk mencapai kemandirian dalam keseluruhan

Hasil identifikasi dan analisis menunjukkan bahwa permasalahan yang dihadapi dalam pengembangan industri olahan buah meliputi : terbatasnya pasokan bahan baku, terbatasnya jumlah

Polres Bima diperiksa dan didengar keterangannya sebagai Ahli Bahasa/Linguistik dalam perkara pidana penghinaan dan hujaran kebencian melalui media sosia facebook,

Kepatuhan Wajib Pajak yang terpenuhi oleh kinerja Account Representative yang baik akan berpengaruh juga terhadap peningkatan penerimaan pajak, berdasar pernyataan