Kapak Düzeni
Kapak Baskısı
Dizgi ve Baskı
: Galeri Basımevi
: Osmanbey Matbaası
T U R H A N G Ü R K A N
ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ
GiZLi DEFTERİ
Atatürk'ün oniki yıl hizmetini gören
Cemal (Çelebi) Granda'nın hâtıraları
F E R Y A Y I N L A R I İ S T A N B U L
31 Mayıs 1959 a kadar Şehir Gazetesinde
Turhan Gürkan imzasıyla yayınlanmıştır.
ÖNSÖZ
Objenin, kendinden uzaklaştıkça küçüldüğünü,
yaklaştıkça büyüdüğünü görürüz. Madde ile mananın
ayrıntısı bu görüntüdedir. Madde, kendinden
uzak-laşıldığı zaman küçüldüğü halde, mana; kendinden
uzaklaşıldıkca büyümektedir.
Büyük olarak tanımladığımız adamlar, madde
ve mananın bu perspektifine dikkate değer bir ör
nek vermektedirler.
Atatürk'ün ölümünden bu yana birbiri arkası
na sıralanan yıllar gerisinde gittikçe büyümesi, onun
mana planındaki gerçek değerini işaretlemektedir.
Mana plânında bu yeri almış olmayanlar, madde
plânında kalacakları için, onlar hergün bir parça
daha geriye iten zaman içinde, büyüyemeyecekler,
küçülecekler hatta unutulacaklar, yok olacaklardır.
Büyük adamı, ne filozof Nietche'nin büyük
adam tarifi, ne Shopenhaur'ın büyüklük kompleksi
çerçevesinde mütelâa etmek istiyoruz. Büyük adam
için bizim yapacağımız tanımlama, «yakından her
kes gibi, uzaktan kendi gibi» olan kişi şeklinde ola
caktır.
Büyük adam konusu, zamanımıza kadar düşü
nürlerin tartışmalarının sebebi olmuştur. Büyük
adam vardır veya yoktur. Lâkin büyük işler, toplu
mu etkilemiş önemli fikirler vardır ve ortadadır.
Atatürkte adının yanına, «büyük» sıfatı konmasa
yaptığı işler büyük olarak ortada kalacak nadir kişi
lerdendir.
Büyük adamlara, büyüteçlerle bakan e l e ş t i r i c i
-lerle, onları dürbünün ters tarafı ile izleyen müşkül
pesentler hep yanılacaklardır. Çünkü, büyük adam
lar yakından herkes gibi olağan, ama yaptıklarıyle
uzaktan başkalarına benzemeyecek kadar dikkat
çekici kişilerdir. Onları önce insanlığından soyarak
küçültenlerle, insanüstü yaparak kutsileştirenler
gerçekçi değildirler.
Atatürk'e oniki yıl gece, gündüz, günün
yirmi-dört saatında hizmet etmiş Cemal Granda'nın bu
anıları, onu insan sözlüğünün anlamı içinde, pek
güzel canlandırmaktadır. Onun hakkında yazılmış
bütün anılardan bu kitabın değişik olması nedeni
budur.
Bu kitapta, fotoğraflardaki Atatürk'ü,
nutuk-lardaki Atatürk'ü, bayramnutuk-lardaki, merasimlerdeki
A-tatürk'ü değil, Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna ka
yıtlı, Vatandaş Mustafa Kemal'i görüyoruz. İç dün
yasındaki büyük yalnızlığı, hassasiyeti, taşkın
duy-guları, davranışları, sitemleri, neşesi ve
üzüntüle-riyle, insanlık realitesinin herkes gibi onda da yan
sımasını bulmaktayız. Gerçekte de Atatürk'ün bü
yüklüğünü süsleyen, onun aramızdan biri olmasıdır.
Sayın Cemal Granda'ya, bize Atatürk'ü böyle
sine yakından seyrettirme fırsatı verdiği için teşek
kür ederiz. Bununla anlıyoruzki, şimdi o bizden baş
kası değil, daha çok bizden biridir.
B A Ş L A R K E N
Atatürk için çok şey yazıldı. İstatistikçiler işi
sayılara döktüler. 3000 kitap, 10.000 lerce makale,
bir o kadar da hâtırat yazıldı, dediler. İşin ilginç
yönü, bu yapıtların 493 gibi gibi önemli bir bölümü
nün Almanya'da, 367'sinin Fransa'da, 141'inin İn
giltere'de, 510' unun da başka ülkelerde yayınlan
mış olmasıdır. Bu sayılar, 25. ölüm yıldönümünden
sonra yayınlanan kitapların dışındadır ve
UNES-CO'nun çıkardığı kitaplarla toplam daha da kabar
maktadır.
En büyük yazarından, en küçüğüne kadar yerli
ve yabancı binlerce kalem, Atatürk'ü anlatmak için
sanki yarışa girdiler. Hepsi ayrı bir yönden, çocuk
luğu da içinde olarak «asker, ihtilâlci, devlçt
ada-mı, devrimci, ıslahatçı» Atatürk'ü anlattılar. Yal
nız ölümü üzerine yazılanlar bile koskoca bir kitap
lık doldurur.
Ama O'nun özel yaşantısına pek az yer verildi
denebilir. Oysa yeni bir Türkiye yaratan bu büyük
adamı anlatmak, yeni yetişen kuşaklara
duyurabil-mek için O'nun nasıl yaşadığını, özelliklerini de en
ince noktalarına kadar bilmek gerekiyordu.
Ata'nın yakınları, arkadaşları, zaferi beraber
kazandığı, Cumhuriyeti beraber kurduğu, Devleti
beraber yönettiği kimseler de zaman zaman O'na
ilişkin anılarını yayınladılar. Özel yaşantısını -de
rinliğine inebildikleri oranda- anlatmağa çalıştılar.
Ama bunların çoğu eksik, birbirini bütünlemekten
uzak, belirli yol izlemeyen parça parça anılardan
ileri gidemedi.
Geçen yıllar Atatürk'ün yaşantısını filme ala
cak olan yabancı filmciler, seçtikleri yüzlerce kitap
arasında O'nun özel yaşantısına ilişkin birşeyler ara
mışlar, ancak böyle bir bilgiyle senaryolarına gerçek
bir hava verebileceklerini ve Büyük Kahraman'a ya
raşık bir kordelâyı, ancak bu şekilde çevireceklerini
söylemişlerdi. Fakat ne vazık ki, onların ellerine ve
rebileceğimiz istedikleri yeterlikte derli toplu bir ya
pıt yoktu.
Atatürk'ü daha iyi tanıyabilmek, anlıyabilmek
için O'nu bütün yönleriyle öğrendikten başka, özel
G İ Z L İ D E F T E R İ 11
yaşantısını da bilmek gerektir: Atatürk nasıl bir in
sandı? Her gelip geçici insan gibi 24 saatini nasıl
doldurur, ne yer, ne içerdi? Nasıl çalışır, ne zaman
uyur, hangi arkadaşlarını üstün tutar, sakin ve sinir
li zamanlarında ne yapar, kimlerle geziye çıkardı?
Şakaları, öfkesi, sitemleri, kuşkusu, sevgisi,
nefreti nasıl olurdu? Hangi kitapları okur, hangi mü
ziği dinler, hangi renkleri, mevsimleri sever, hangi
içkiyi kullanırdı?
Evlilik yılları çok kısa süren Atatürk'ün kadın
lar karşısında tutumu neydi? Ata'nın hayatına gir
miş kadınlar var mıydı?
Cumhuriyetin ilk yıllarından ölümüne kadar
Atatürk'ün değindiği insanlar, Ata'yı ziyaret eden
yabancı devlet adamları ve hükümdarlarla yapılan
görüşmelerin kitaplara geçmemiş en gizli yönleri,
Atatürk'ün gezileri, Atatürk'ün manevî evlâtları,
Atatürk'e ilişkin bilinmiyen fıkralar ve bir çok saklı
kalmış gerçekler...
Bunları eksiksiz, hiç bir etki altında kalmadan
yazabilmek için gece ve gündüz her an Atatürk'ün
yanında bulunmak, yataktan çıkışından, yatağa giri
şine dek bir gölge gibi peşinden gitmiş olmak ge
rektir.
İşte Atatürk'ün tam oniki yıl emrinde çalışmış,
hizmetini görmüş, o dönemin bütün gerçeklerini O'
nun sofrasında, O'nun ağzından dinlemiş; Ata'nın
İstanbul'a geldiği 1927 yılından, ölümüne dek ya
nından ayrılmamış, sofrasını kurup kaldırmış, yal
nızlık anlarında derdine ortak olmuş, bir adamın
kelimesine kadar not edilen tarihe geçecek anıları...
Atatürk'ün görevine ilk girdiği ân, O'na ilişkin
anıları not ederek saklamak, ileride Türk tarihi ya
zacak tarihçilerin eline bir belge vermek istediği hal
de, Saraya şvester (hizmetçi) olarak alınan Alman
kadını Havuzdame'nin tuttuğu notlar yüzünden ko
vulduğunu görünce aynı akıbete uğramamak için
anılarını herkes uyuduktan sonra gizli metodu ile ya
zan Atatürk'ün en çok sevdiği ve kendisine en ya
kın tuttuğu adam...
Bu kitapta merakla okuyacağınız anılar, yüzde
yüz doğru olup, basit bir sofracının görüş açısından
kaleme alınmıştır. Şimdi sözü tam oniki yıl hizmetini
görmüş Atatürk'ün «Çelebi» si Cemal Granda'ya
bırakıyoruz.
G İ Z L İ D E F T E R İ l 3
SARAYA Ç A Ğ R I L D I M
1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O zaman şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi olan Seyrüsefain İdaresi'nde çalışıyordum. Henüz o n -yedi yaşında, ince, zayıf, içi h a y a t ateşiyle dolu bir gençtim. Bu idareye tam üç yıl önce, henüz çocuk denecek yaşta, kısa pantolonlu, tüysüz bir çırak ola rak g i r m i ş t i m .
O zamanlar çok çalışkandım. Kendimi işe v e r d i m mi, başımı zor kaldırırdım. Bu hâl âmirlerimin de dik katini çekmiş olacak ki, çok geçmeden armağanını g ö r m e k t e gecikmedim. B i r gün müdiriyetten ç a ğ ı r ı p :
— Seni Saraya göndereceğiz, hazır ol; dediler. Heyecandan az daha yüreğim a ğ z ı m a gelecekti... Önce pek iyi anlıyamamıştım ama, bir kaç dakika sonra Atatürk'ün hizmetine g i r e c e ğ i m i sezinlemiştim. H e y e c a n ı m bundan ileri geliyordu. İstendiğimi hemen arkadaşlarıma açtım.
K i m i s i :
— Ç o k sert adam... K i m i s i :
— Gece hizmeti çok z o r . . .
D i y e m a n e v i y a t ı m ı bozuyor, beni c a y d ı r m a ğ a ça lışıyor, sonra da:
— Sen bilirsin, yine istersen g i t . . .
1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O zaman şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi
D i y o r l a r d ı . O g e c e uykum kaçtı. K e n d i kendime: — H a y d i Cemal, diyordum. Göster kendini... T a lih kuşu insanın başına bir kere konarmış. Bu herke se nasip olmaz. Senin şansın varmış ki, böyle büyük bir adamın hizmetine ç a ğ r ı l d ı n . A p t a l l ı k etme, bun lar seni kıskandıkları için böyle konuşuyorlar... D i yordum.
Ertesi günü sevinçten kabıma sığamıyordum. A y nı zamanda içimi de heyecanla dolu büyük bir korku kaplamıştı. O'nun karşısında ilk anda bir pot kırar sam, diye düşünüyordum. Ne yapardım o z a m a n ?
Günlerden 5 T e m m u z d u . O gün yeni g ö r e v i m e başlıyacaktım. Bana güzel bir smoking almışlardı. Bunaltıcı sıcağın etkisiyle smokingin içinde buram buram ter döküyordum. F a k a t bu kıyafet içinde o ka dar şıktım ki...
O zaman kamara â m i r i m i z olan, daha sonra da D e v l e t Denizyolları Başmüfettişliğinde bulunan Muzaf fer B e y l e rıhtımda bekleyen Çankaya motoruna bin dik. Gözlerimi kapıyor, Atatürk'ün yanında geçirece ğ i m gönlerin hayalini kuruyor, sonra birden M u z a f f e r B e y i n sesiyle daldığım hayal âleminden uyanıyordum. Muzaffer B e y :
— Çocuğum, şimdi seni Saraya götürüyorum. O-rada çok dikkatli olman lâzım. D i y e r e k ö ğ ü t v e r i y o r du.
Can kulağı ile M u z a f f e r Beyi dinliyor görünme me rağmen, aklım çok daha başka yerlerde idi. Y i n e onun öğütleriyle irkilerek kurduğum hayal evrenin den aşağı iniyordum.
— Orada her ne görürsen, duyarsan, gördüğünü görmemezlikten, işittiğini işitmemezlikten geleceksin. Senin için çok iyi olur...
-G İ Z L İ D E F T E R İ 15 mabahçe Sarayı'na yanaştı. R ı h t ı m a a y a k b a s t ı ğ ı m ı z zaman heyecanım son haddini bulmuştu. H a y a t t a ç o k şaşırtıcı olaylarla karşılaştım. Atatürk'ün hizmetinde t a m oniki yıl çeşitli olgularla karşıkarşıya geldim. F a kat hiç birinde O'nunla ilk karşılaştığım ve bana ilk seslenişi anlarını unutamadım.
Seyrüsefain İdaresi'nden benimle birlikte Saraya Rüknettin ve Vus'at adında iki arkadaşı daha istemiş lerdi. F a k a t onlar Atatürk'ün hizmetçisi olamadı, Sa rayda kaldılar.
Ne tuhaf!. H a y a t ı m d a hiç saray, hatta müze bile g e z m e m i ş olan ben, d o ğ m a büyüme bir saraylı g i b i etrafıma bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. M u zaffer B e y önde, ben arkada, o zaman özel kalem mü dürü olan Hasan R ı z a Soyak'ın karşısına çıktık.
S o y a k adımı, yaşımı sorup, Salihli'li olduğumu ö ğ rendikten sonra zile bastı, başsofracı İbrahim ( G ü v e n ) Efendiyi çağırdı. Beni teslim alan başsofracı da kori dorlarda yürürken aynı soruları soruyor, nereli, k i m olduğumu, bundan önce nerelerde çalıştığımı ö ğ r e n i yordu.
B ö y l e c e Saray'ın H a r e m kısmına, şimdiki adıyla Hususî D a i r e y e geldik,
«AÇINIZ PERDELERİ»
burada oldu. V a k t i y l e Son H a l i f e Abdülmecit Efendi nin y e m e k salonu olan bu daire g a y e t güzel döşen mişti. Bütün mobilya lâke idi. H e r e k e kumaşından ağır, çiçekli perdeler yerlere kadar iniyordu. Ortada çok güzel süslenmiş bir sofra vardı. D i m d i k a y a k t a duran A t a t ü r k :
— A ç ı n ı z perdeleri!.. D i y e seslendi.
A t a t ü r k ' ü n ağzından duyduğum ilk ses işte budur. H e m e n koştum ve perdeleri açtım. Salon aydın landıktan sonra A t a t ü r k sofraya oturdu. Yanında ma-nevî evlâtları Rükiye ve Zehra Hanımlarla kızkardeşi Makbule Hanım v e U m u m î K â t i p T e v f i k B e y vardı. O gün büyük bir dikkatle Atatürk'ün nasıl y e m e k yediğine baktığım için y e m e k listesi olduğu gibi ak lımdadır. İlk y e m e k güzel bir ordör, ikinci y e m e k pü-reli tavuk, üçüncü kuşkonmaz, m e y v a olarak ananas kompostosu bulunuyordu.
İlk gün Atatürk'ün bütün hareketlerini dikkatle izledim. Y e m e k t e n sonra önce H a r e m Dairesi'nin üs tüne çıkmış, sonra bütün Sarayı dolaşmış, akşam üstü de Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a gezinti yapmıştı.
C U M H U R İ Y E T devrinde İstanbul'a ilk de fa gelen A t a t ü r k ' l e ilk karşılaşmamız
17 Gezintiden sonra sofra faslı başlıyor ve çok g e ç saatlere kadar sürüyordu. İçkili olan akşam yemek lerinde y a k ı n arkadaşları, kabine üyeleri de hazır bu lunuyor, bir çok memleket meseleleri burada halledili-yordu. Sofrasına belirli mesleklerdeki eski dostları ve silâh arkadaşlarından başka, bilim, sanat, ticaret, en düstri kişilerini topluca çağırdığı olurdu. Bu hal, 1938 yılı Haziranına kadar yani hastalığı kendisine değişik bir yaşayışı zorunlu kılıncaya kadar sürüp gitti.
Saraya, daha doğrusu Atatürk'ün hizmetine gireli onbeş gün olduğu halde Atatürk, o güne kadar bir kere bile dönüp yüzüme bakmamış, kim olduğumu da sormak g e r e ğ i n i duymamıştı. Önceleri önemsemediğim bu hal, yavaş yavaş bana k o y m a ğ a başlamıştı. İçimi ta-rifsiz bir üzüntü kaplamıştı. T a m onbeş gün O'na bir « d i l s i z » gibi hizmet etmiştim.
Üzüntüm g i t t i k ç e artıyordu. K e n d i kendime: « S a b ret Cemal, elbet bir gün konuşacak, seni t a n ı y a c a k » diyordum. A y r ı c a içimde bir korku da belirmişti: « Y a , diyordum, benimle konuşmadan buradaki işimden u z a k l a ş t ı r ı l ı r s a m ? » Öyleya, belki hizmetim beğenil-miyebilir, hoşa g i t m e z d i . . .
Bu hal arkadaşlarımın da dikkatini çekmiş olacak ki, alaylı a l a y l ı :
— Cemal, ne adını, ne de nereden geldiğini henüz sormadı. Seni tanımak bile istemiyor... D i y e takıldık ları bile oluyordu.
Onlara ne cevap vereceğimi bilemiyor, fakat g a y e t tabii görünmeğe çalışarak:
— Elbet bir gün olur, adam yerine korlar, sorarlar. Diyordum.
A D I M I D E Ğ İ Ş T İ R İ Y O R
dar tanınmış konuk y e m e k yiyordu. A r k a m d a duran A t a t ü r k :
— Efendi, efendi... D i y e bana seslendi.
Döndüm. H i ç unutmam, elimde kristal rakı süra hisi vardı.
— Buyrun efendim... B i r emriniz mi v a r P a ş a m ? . . D i y e cevap verdim.
Cumhuriyet rejiminin kurulmasına r a ğ m e n her kes A t a t ü r k ' e « P a ş a m » diye seslenirdi. B e y l i k , paşalık k a l k t ı ğ ı halde bu « P a ş a » lık A t a t ü r k için kalkmadı. Ölünceye kadar sürdü.
O akşam ilk kez konuştuğum A t a t ü r k ' l e aramız da şunlar g e ç t i :
— Senin ismin nedir? — Cemal!..
— Sonu y o k mu bunun? — Var, Cemalettin...
Bunun üzerine A t a t ü r k birden bana doğru ilerli-y e r e k :
— H a a a . . . dedi. İsimler K e m a l e t t i n olur, fakat Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal k a l ! Dinin
Ce-dular?
BİR A K Ş A M saat 20 sularında Sarayın M a r m a r a ' y a bakan balkonunda y i r m i
ka-G İ Z L İ D E F T E R İ 19 A r a d a n y a r ı m s a a t geçmişti. Y e m e k devam edi yordu. Sevinçten kabıma sığamıyordum. Evet, A t a türk en sonunda benimle konuşmuştu. H e m de uzun uzun... Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlara an latacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hınç çıkaracağımı düşünüyordum.
F a k a t A t a t ü r k , bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:
— Bu Cemalettin ismini k i m koydu sana? A r t ı k adamakıllı k o r k m a ğ a başlamıştım; — Babam, diye cevap verdim.
— Öyle ise baban ne adammış senin. D i y e sertçe çıkıştı.
Bunun üzerine:
— Ben babamı tanımıyorum. Deyince yüzü daha da sertleşti:
— Babamı tanımıyorum ne d e m e k ? Sen babasız mı doğdun? Baban y o k mu senin?..
— Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.
A t a t ü r k üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
— A n a n ı tanıyorsun ya yeter!.. Dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi: Ben de babamı tanımıyorum ya...
O gece y e m e k sabahın beşine kadar devam etmiş-ti. Çokluk geceler böyle olur, meclisin horozlar ö t e r ken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden A t a t ü r k te sabah saat beşten önce y a t a ğ ı n a giremezdi. Saat onbirden sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer bal kondan içeri g i r m e ğ e başladılar. Masanın üzerinde b o şalmış D i m i t r o p o l o şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo'dan A t a t ü r k her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi. A r a sıra da F a v a denilen zeytinyağlı, limonlu bakla
ezmesini istediği olurdu. En sevdiği y e m e k l e r arasın-da kuru fasulye ile pilâv gelirdi.
A t a t ü r k tekrar beni çağırdı. Y e m e k istiyecek sa-nıyordum. F a k a t O'nun aklı hep benim ismimde de ğ i l m i y m i ş .
— Ulan, bu ismi sen mi koydun, baban m ı ? D i y e bar bar b a ğ ı r m a ğ a başladı.
Çok k o r k m a ğ a başlamıştım. Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. A r t ı k elim a y a ğ ı m t i t r e m e ğ e başlamıştı. A y a k t a duracak halim yoktu. Bel ki daha fazla k ı z a r da koğulurum, diye gözünden uzaklaşmağa k a r a r verdim. Saat üçe doğru sofrayı bırakarak y a t m a ğ a g i t t i m .
O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı. Y a t t ı ğ ı m yerde dua ediyordum. Kâbusla karışık korkulu rüyalar gördüm. Y a v a ş yavaş g e l d i ğ i m e pişman bile o l m a ğ a başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba... N e r e d e n bulmuşlardı bu « C e m a l » i de, bana takmışlardı ?
Ertesi gün de aynı korku ve heyecan içinde g e ç ti. A d e t a akşam olmasını istemiyordum. T e k avuntum, A t a t ü r k ' ü n geceki o l a y ı unutmuş olmasıydı.
A k ş a m y e m e ğ i n i hazırlamış bekliyordum. Saat ye diye doğru Atatürk, arkasında A f e t İnan, Zehra H a -nım, Başyaver Rüsuhi Bey, U m u m î K â t i p T e v f i k B e y olduğu halde, salona girdi. Başyaver aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya getirdi. Sofraya oturmadan önce A t a t ü r k misafirlere A r a p ç a :
— Faddal!.. Dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı. Bu sözü, çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum. Sofrada ilk söz bana idi: — Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpa lamıştım. F a k a t Cemaller daima büyük adamlar olur.
G İ Z L İ D E F T E R İ 21 Sen de büyük adam olacaksın.
Sonra tarihteki ünlüleri sıralamağa başladı: — Sen Cemal P a ş a ' y ı tanır mısın ? Şehzade C e -malettin Efendi'yi, K o n y a Çelebisi Ce-malettin'i tanır mısın?
— İsimlerini işittim, diye cevap verdim, — Bu kadarı da yetişir. Dedi.
Y e m e k sürüp gidiyordu. H a v a yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplıyan korkuyu üzerimden ata mamıştım. H e r an yine o bahse döneceğinden ödüm kopuyordu. Saat g e c e yarısını geçiyordu. Birden a d ı m la bana seslendiğini duydum ve yanına koştum.
— Cemal, senin bu ismini değiştirelim olmaz m ı ? Sen kendine g ö r e bir isim bul bakalım...
Şaşırmıştım. Daha cevap v e r m e ğ e v a k i t kalma-dan:
— B e n sana buldum isim, dedi. Senin ismin Çelebi olsun...
A t a t ü r k ' ü n çok sonraları yine bir mecliste « B i z sevdiğimiz insanlara Çelebi d e r i z » dediğini duymu
şumdur.
O anda bütün korkum bir bulut gibi dağılıver-mişti. Yüzümdeki memnunluğu görünce kabul e t t i ğ i mi anladı. Z a t e n kabul e t m e m e k için hiç bir sebep te yoktu. F a k a t bir kere de iznimi almadan edemedi:
— Güzel m i ? D i y e sordu. — Ç o k güzel efendim. D e d i m .
Bunun üzerine sofradaki konuklara dönerek: — Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi'dir. D i y e herkese tanıttı.
O anda Atatürk'ün bu kadar önem v e r d i ğ i bir adam olmanın gururu içindeydim. K o l t u k l a r ı m kabar mıştı. O g ü n Saray'da k i m varsa herkese ve bütün
misafirlere beni yeni gelmiş önemli bir kişiymiş g i b i t a n ı t ı y o r :
— Bu zatı bilir misiniz, Çelebi'dir... Diyordu. B ö y l e c e Atatürk'ün serzenişlerinden, hatta ba ğırmalarından kurtuluyor, üstelik O'nun sevdiği, ça ğırırken z e v k duyduğu bir isme de sahip oluyordum. Böylece adım 20 T e m m u z 1927 den itibaren « Ç e l e b i » olarak kaldı. A r k a d a ş l a r da hâlâ böyle çağırırlar.
G İ Z L İ D E F T E R İ 2 3
N E YER, N E İÇERDİ
A T A T Ü R K sabahları kalkmazdı. Geceleri çok geç, çoklukla şafak sökerken y a t t ı ğ ı için gündüz saat onbir, onikiye doğru kalkar, zile-basardı. H e m e n bir fincan k a h v e y l e o günkü g a z e t e l e r i götürürdüm. G a y e t ince ketenden yapılmışı bir enta riyle uyuduğu için, uyanınca da bir süre bu kıyafette kalır, divana bağdaş kurarak kahvesini içerdi. Ç o k yakın arkadaşlarından v e U m u m î K â t i p t e n başkası içeri g i r e m e z d i . Bazan da şezlonga uzanır, uzun uzun gazeteleri okurdu. Bu okuma bir buçuk saat k a d a r sürerdi.
Sonra banyosunu yapardı. T e m i z l i k konusunda çok titizdi. Y a z ve kış ayırmaz, muhakkak her gün ban yo yapar, her gün çamaşır değiştirirdi. Giyimine k a r şı titizlik gösterir, traşlı k a t i y e n gezmezdi. K ı ş ı n pencereleri açtırır, soğuk havayı ciğerlerine doldurur du.
Banyodan çıktıktan sonra soğuk ayranla bir di lim francala yer, bazan ayranın yerine bir kâse y o ğ u r t alırdı. Çok zaman bu, hem kahvaltı, hem de öğle y e m e ğ i yerine geçerdi. Binde bir çağrılı bir m i safir olacak ki, ayıp olmasın diye yemek yesin... B a zan sütlü kahveyle çay istediği de olurdu. İkindi
kah-valtısı yapmaz, onun yerine bir bardak ekmeksiz ay ran içerdi.
A k ş a m yemeklerini ise kesinlikle arkadaşlariyle y e m e k alışkanlığındaydı. Çankaya ve Dolmabahçe Sa-rayı'ndaki akşam yemeklerinde ondan aşağı düşmiyen bir davetli topluluğu her zaman hazır bulunurdu. M e m l e k e t meselelerinin görüşüldüğü bu toplantılarda herkesin düşüncesini ö ğ r e n m e k isterdi. F a k a t yine de kendi bildiğinden şaşmazdı. M e c l i s e bir istek mi g e tirecek, bunu yakınlarıyla tartışmaktan z e v k duyardı.
Atatürk'ün sofrada yeni ve heyecanlı konular da o r t a y a a t t ı ğ ı olurdu. Bazan herkesi şaşırtan bu konulardan alacağı olumlu cevaplar da, olumsuz cevaplar da çok hoşuna giderdi. Herkesi konuşturur, düşüncelerini öğrenir, son sözü her z a m a n kendisi söylerdi. Bu işte yanıldığını hiç hatırlamıyorum.
Sofra konuşmalarında konuyu hep kendisi açar, b a ş k a l a r ı n a konu o r t a y a atmasına m e y d a n vermez, sorduğu soruların karşılıklarını büyük bir dikkatle dinlerdi. Başkalarının y a p t ı ğ ı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerine uyardı. Doğruluğuna inandığı dü şünceyi sonuna kadar savunurdu. H a r e k e t l i ve heye canlı yaşatısının tek zevkinin, akşam sofraları oldu ğunu söyliyebilirim. A k a d e m i k tartışmaların yerini saatler ilerleyince hâtıralar alır, geçmişten sözedilir, tarihsel olaylar sıralanır, bazan da hoş hikâyeler an latılırdı.
Sofrası sanki, arkadaşları ve dostları ile tartışma ve eğlence yerini birleştiren bir köprü g ö r e v i g ö r ü y o r du. Bu gecelerin hiç birine doyum olmadığını ve her birinin içinde bir tarih yaprağının y a ş a d ı ğ ı m zamanla anladım.
G İ Z L İ D E F T E R Î 25 Sofrasında çağının her çeşit insanına y e r v e r i y o r -du. Hepsi a y r ı düzeydeki bu insanlarla tartışırken san-ki yurdun sesini duyardı Güvendiklerinin ve sevdikle rinin eleştirilerine sabırla katlanmasını bilirdi. Ş a k a y ı çok severdi. Kendisi de ara sıra şakalar yapardı. E s k i arkadaşlarından N u r i Conker, Salih B o z o k sık sık şaka yaparlar ve sofrayı şenlendirirlerdi. Sinirli zamanla rında bunlarm bir nüktesi ya da hikâyesi Atatürk'ün bir anda öfkesini d a ğ ı t m a ğ a yeterdi. A m a A t a t ü r k her zaman neşeliydi. Sinirlendiği zamanlar çok azdır. O zaman da a r k a arkaya sigara ve kahve içerdi. En güç anlarda bile soğukkanlılığını, neşesini saklamasını bilir ya da öyle görünürdü. Ç o k konukseverdi, sofra dakilerin a y r ı ayrı gönüllerini alıp hatırlarını sormadan yapamazdı.
A ç ı k konuşanları sever ve yanında her şeyin k o nuşulmasını isterdi. Bu yüzden sık sık ileri g e r i k o nuşanlara da rastlanırdı. Atatürk'ün sofrasından k i m ler geçmemiştir ki... Mahalle arkadaşları, silâh arka daşları, d e v r i m arkadaşları, politikacılar, edipler, şair ler, müzisiyenler, bilim adamları, iş adamları, yaban cı devlet başkanları, krallar...
İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü sof rada geçmiştir denilebilir. F a k a t burası hiç bir z a m a n bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin y a n ı sıra en çetin devlet işlerinin karara bağlandığı bir meclis... Politikanın, aktüalitenin de ziyafet sofrası! Resmî görüşmelerinde son derece titiz ve törenci olan Atatürk'ün özel hayatındaki samimiyeti, dünyada pek az devlet adamına nasip olmuştur denilebilir.
D a n ı ş m a y a bazan o kadar büyük değer verirdi ki, aklından geçen meseleler hakkında çok zaman hiç olmadık insanların fikrini bile aldığı görülürdü.
So-nunda yine kendi fikrini uygulıyacağını bildiği halde hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı. Bu yüz den hiç olmadık kimselerden bir şeyler öğrendiğini de saklamaz, açık açık anlatırdı. Bu alışkanlığını haya tının sonuna kadar değiştirmedi.
H e r g e c e içtiği halde Atatürk'ün bir k e r e bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar y a p t ı ğ ı n ı g ö r m e d i m , duymadım. Aksini iddia edenler var sa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından Atatürk'ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek istiyen-ler oldu ama, bu çabalar ne kadar boşunadır. Onun yaşantısı bütün kusurlarıyla meydandaydı. Gizlene cek bir yönü yoktu ki... H a l k ı n sofrası idi.
G İ Z L İ D E F T E R İ 27
ÇEVRESİNDEKİ A S A L A K L A R
A T A T Ü R K ' Ü N sofracısı olduğum için çok t e m i z giyiniyordum. Elbisem her z a m a n ütülü, b e y a z g ö m l e ğ i m kolalı, iskarpinlerim rugan dı. Davetlilerden bir çoğu şıklığımı kıskanır ve g i y i mimi benzetmeğe yeltenirlerdi. O zaman bir çok ba kan ve M i l l e t v e k i l i bile papyonlarını bana bağlatırlar-dı. Cumhuriyet yeni kurulmuştu. Bunlar kıyafet d e v rimini henüz benimsiyememişlerdi. F a k a t kısa z a m a n da yaşadıkları ortama uymasını biliyor, en centilmen diplomattan daha centilmen kesiliyorlardı.
Bunların bâzıları -okuma y a z m a bile bilmedikleri halde- evlerine çok büyük kitaplıklar yaptırmışlardı. Örneğin A t a t ü r k , bir atlas ya da kitap aradığı za man, kitaplıktan biz gider, bunları çıkarırdık. A t a türk'e onlar kendileri bulmuş g i b i götürüp verirlerdi. İçlerinde çok zekileri de vardı. A t a t ü r k herhangi bir emir verse, onlar bunu istedikleri şekle sokar, kendi lerine o işten p a y çıkarırlardı. O y s a bu işleri zavallı memurlarla uşaklar görür, hazıra onlar konar, her yerde parsayı onlar toplardı. H e r zaman gezilere on lar gider, hepsi birer silâhşör kesilirlerdi.
F a k a t bunlar Atatürk'ün hiç gözünden kaçmaz, onları inceden inceye alaya alır, bazan karşılık v e r e
-m i y e c e k l e r i bir soru yağ-muruna tutar, karşısında na sıl ecel terleri döktüklerini hazla seyrederdi. Dalka vuklara, lâf ebeliği yapanlara çok kızardı. Ç o k g e ç meden bir punduna getirerek, yaptıklarının acısını onlardan çıkarmasını bilirdi.
H ı r p a l a y a c a ğ ı , yahut alaya alacağı kimseleri sık sık imtihana çekişine tanıklık etmişimdir. A t a t ü r k ' ü n şaşırtıcı soruları ve m a n t ı k oyunları karşısında bun ların dökülüşleri görülecek şeydi. Zaten O'nun soru larına t a m cevap v e r e c e k adam az bulunurdu. Bunlar bilimsel açıdan cevaplandırılacak sorulardan değildi. Hepsi birer zekâ oyununa dayanıyordu. K i m s e altın dan kalkamazdı.
G İ Z L İ D E F T E R İ 2 9
S E L A N İ K ' T E N N E ÇIKAR
A T A T Ü R K uysal bir insan değildi. H a t t a haşin olduğu dahi söylenebilir. Böyle oldu ğu halde çok terbiyeli, çok olgun, çok merhametli, çok hoşgörülü bir insandı. T e m i z kalpliydi, alçak g ö nüllüydü. Gösterişten, uzaktı. V a z i f e başında lâubaliliğe y e r vermez, fakat özel yaşantısında sevdiklerinin na zını çekerdi. Dostlarına, arkadaşlarına vefalıydı. Za ten Atatürk'ün en büyük üstün hallerinden biri de kin ve g a r a z gibi insanî duyguların üzerine çıkabilmiş olmasıdır. B a ğ ı ş l a m ı y a c a ğ ı suç y o k gibiydi. B i r çok hataları gördüğü halde, g ö r m e m e z l i k t e n gelirdi. K i n tutmaz, çabuk affederdi. K i m l e r i , ne zaman affedece ğini de çok iyi bilirdi. Hırsı çok çabuk geçerdi.
Bir gün Çankaya'da eski köşkte Selânikli berber M e h m e t ve berber Rıdvan'la antrede oturmuş konu şuyorduk. Berberlerin ikisi de Atatürk'ün hemşehrisi olduklarından kendilerini imtiyazlı sayarlar, yüksek ten konuşurlardı. Bu şekilde -şaka da olsa- böbürle nerek dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, fakat yine de renk v e r m e m e ğ e çalışırdım. Fa kat bütün dikkatime r a ğ m e n aramızda yine de tartış malar eksik olmazdı.
O gün yine onlar z a y ı f tarafımı bulmuşlar, bana şakadan takılıyor:
— B i z S e l â n i k l i l e r olmasaydık, siz kurtulamaz dınız...
Diyorlar, ben de cevap olarak:
— B i z kendi kendimizi kurtardık. Selanik'lilere ihtiyacımız yok. H e m Selanik'ten çıksa çıksa Yahudi çıkar... Diyordum.
O sırada merdivenleri y a v a ş y a v a ş inen Atatürk'ü g ö r m e m i ş t i k Konuşmalarımıza istemiyerek kulak mi safiri olmuş ki, o akşam sofrada bir Selânik'li olan N u r i Conker'e damdan düşer gibi sordu:
— N u r i Bey, Selanik'ten ne çıkar?
O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi ol dum. D e m e k korktuğum sonunda başıma gelmiş, A t a türk antrede konuştuklarımızın hepsini duymuştu.
N u r i Conker, A t a t ü r k ' ü n nazını çektiği, kaprisle rine katlandığı eski bir çocukluk arkadaşı olduğu için, aklına eseni söylemekten çekinmeyen biriydi. E l d e et t i ğ i aşırı i m t i y a z l a r yüzünden ciddi ciddi « S e n çekil de, biraz da biz Cumhurbaşkanlığı y a p a l ı m » diyecek k a d a r ileri g i t t i ğ i zamanlarda bile A t a t ü r k gülüp g e çer, işi şakaya boğardı. F a k a t bu seferkinin şakaya g e l i r yanı yoktu.
N u r i Conker, sanki bütün konuştuklarımızı bili yormuş ta, beni k o r u m a k kararını vermişçesine:
— Bol Yahudi çıkar P a ş a m . . . Demesin m i ? Bunun üzerine A t a t ü r k , yüzünde alaylı bir gülüm semeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık v e r d i :
— Benim için de bâzı kimseler -Selanik'te doğdu ğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu
G İ Z L İ D E F T E R İ 31 unutmamak lâzımdır ki, N a p o l e o n da Korsika'lı bir İtalyan'dı. A m a Fransız olarak öldü ve tarihe F r a n s ı z olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları c e m i y e t e çalışmaları lâzımdır.
O günkü kadar utandığımı ve A t a t ü r k ' ü n karşısın-da küçüldüğümü oniki yıllık h i z m e t i m süresince hiç hatırlamıyorum. B e l k i de ömrüm boyunca benim için en büyük u t a n ç t a bu olmuştur. O günden sonra Se lanik kelimesini bir daha a ğ z ı m a almadım.
GÖZÜM GÖRÜYOR,
A Y A Ğ I M D A Y E R İ N D E
A T A T Ü R K uzun süre A n k a r a ' d a kalmış, v e yazın İstanbul'a gelmesi gecikmişti. Bu g e c i k m e bir çok dedikodulara yol açmış, hatta halk arasında hasta olduğu, felç geldiği, gözlerinin g ö r m e diği, ayağının tutmadığı gibi söylentiler o r t a y a çık-mıştı. Sonunda İstanbul'a geldik. 10 A ğ u s t o s 1929 g e cesiydi. Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a bir g e z i n t i y a p m a y ı e m r e t t i . H a r e k e t ettik...
Benim içimde bir m e r a k belirmişti. N e kadar içki içtiğini anlamak istiyordum. Söğütlü yatında kuru lan sofranın başından hiç ayrılmadım. Önce bira iç m e k istemişti:
— Bira v a r m ı ? D i y e seslendi.
— V a r P a ş a m . . . D e d i m ve hemen bira getirdim. Bir, bir daha, bir daha derken üçüncü şişe bitti.
O sırada Büyükdere'ye gelmiş bulunuyorduk. D o ğ ruca milletvekili Erzurum U m u m Müfettişi Tahsin Özer'in yalısına g i t t i k . Y a t t a k i sofranın ikinci yarısı hemen burada kuruldu. Sofrada on kadar misafir bu lunuyordu. İ ç k i faslı g e c e yarısına kadar d e v a m etti. B i z yalıda sofrabaşı sefasında iken A t a t ü r k ' ü n Bü yükdere'ye geldiğini duyan ve y a t ı iskelede gören halk, yalının önünde toplanmış:
G İ Z L İ D E F T E R İ
— G a z i ' y i isteriz, G a z i ' y i isteriz... diye bağrış mağa başlamıştı.
A t a t ü r k gürültüyü duyunca, ev sahibi Tahsin-Özer'e sordu:
— N e d i r bu? N e istiyorlar?...
— P a ş a m sizi balkonda g ö r m e k , alkışlamak isti yorlar...
Bunun üzerine A t a t ü r k yavaşça yerinden kalktı. Balkona doğru yürüdü. K a p ı d a görününce çılgınca bir alkıştır başladı. Gece yarısından sonra sokaklara, dökülen halkı g ö r m e k ve çılgınca alkışlanmak A t a türk'ü çok duygulandırmıştı. K a l a b a l ı ğ a dedi k i :
— S e v g i l i vatandaşlarım. Benim için zahmet edi yorsunuz. Mahcup oluyorum. Beni görmek, behemahal. yüzümü g ö r m e k değildir. B e n i m fikirlerimi, duygula rımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. B e nim için huzurunuzu bozmayın, gidip yatın. Hepinizi yarın işiniz bekliyor.
F a k a t halk evin önünden a y r ı l m a k istemiyor: — Yaşa, varol, biz senin için yaşıyoruz... D i y e bağırışıyordu.
Bunun üzerine A t a t ü r k :
— Arkadaşlar, içinizde bâzı İstanbullular bana nüzul inmiş, eli a y a ğ ı tutmuyor, ölmesi mümkündür, diye bâzı sözler çıkarmışlar... (Bu sırada halk coş muş « K a h r o l s u n düşmanlarımız» d i y e bağırışıyordu.) Görüyorsunuz ya, karşınızdayım, sıhhatim yerinde. E l i m de tutuyor, ( a y a ğ ı m balkon demirine v u r a r a k ) a y a ğ ı m da yerinde, gözüm de görüyor. H i ç kimse m e rak etmesin.
Siz bu a k ş a m karşımda milletin timsali, gölgesi-siniz. Size hitap ederken bütün millete sesimi işittire ceğimi biliyorum. İşittiniz, sizin için sağlığını, ömrünü
F . 3 33
vazifeye hasreden adam sahnededir. Sizin için çalışa-cak, sizin için yaşayacaktır. Benim kuvvetim, size olan muhabbetim ve sizin bana olan muhabbetinizde. Bu millet, bu memleket dünyanın en makbul bir mev-cudiyeti olacaktır. Bu milleti, diğer milletlerin fevkin-de görmefevkin-den ö l m i y e c e ğ i m . . .
D i y e r e k halkın dağılmasını rica etti. Bunun üze-rine o bağrışan, çağrışan k a l a b a l ı k kuzu gibi dağıldı, evlerine gitti. A t a t ü r k te balkondan içeri girdi.
A t a t ü r k o gece çok neşeliydi. B o ğ a z dönüşü M a r mara'da ikinci bir g e z i n t i daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini hesaplamıştım. Üç şişe bira ve yarım kilo Dimitrikopolo (üç kadeh te fazlası v a r d ı ) .
İşte bütün milletin ve benim de m e r a k e t t i ğ i m içki miktarı bu kadardı. A t a t ü r k içki olarak bira ve rakıdan başka şampanyayı da severdi. Ö b ü r içkileri ender içerdi. Y a l n ı z bir g e c e K â z ı m Özalp'in evinde t a m yirmisekiz kadeh k o k t e y l içtiğini hatırlarım. Bu-nun adı Napoleon K o k t e y l i idi. B i r m i k t a r cin, bir m i k t a r vermut, bir m i k t a r da seribrandi likörü ile ya pılmıştır. Bunların dışında alıştığı içkiyi değiştirme miştir.
Her gece içen Atatürk gündüzleri alkol kullan-maz, yalnız çok sıcak günlerde bir iki bardaktan faz la olmamak üzere bira isterdi. Bu yüzden kimse A t a türk'e gündüzleri içki içmek için israr e t m e z , en koyu alışkanlar bile akşamın olmasını iple çekerdi. Sabaha kadar içki faslı pek enderdi. Büyükdere gezisi o ender gecelerden birine rastlamış ve halkın gösterisi karşı sında coşan Atatürk, içki faslını farkında o l m ı y a r a k sabaha kadar sürdürmüştü.
G İ Z L İ D E F T E R İ 3 5
M I S I R ' L I M U G A N N İ Y E
O Z A M A N L A R basit bir kasaba olan A n k a -ranın sıkıcı havasına arkadaşlarını alıştı-rabilmek için uzun bir süre başkentten ayrılamıyan Atatürk devrimleri yerleştirmeğe başladıktan sonra y a z mevsimlerini İstanbul'da g e ç i r m e ğ e başlamıştı. Üç dört ay sürekli olarak kalır, y a t l a Marmara ve Bo-ğaz'da g e z i l e r yapardı. Bu gezilerde Sakarya, Çanka ya ve İstanbul motorlarıyla, E r t u ğ r u l yatını kullanır dık.
Şehirdeki gezintilerinin yerlerini ömrünün son yıllarında deniz banyoları a l m a ğ a başlamıştır. Selanik gibi bir k ı y ı şehrinde d o ğ m u ş olduğu halde, o zamanki softalık yüzünden A t a t ü r k denize hiç g i r m e m i ş t i . Yüzmeyi, kendi eseri olan F l o r y a ' d a öğrendi ve halkın arasında yüzdü. Zaten halk arasında, kalabalık içinde yaşamak isteğinde olduğu için İstanbul'u bu işe daha elverişli bulur ve Ankara'dan çok İstanbul'u severdi. İstanbul'da bulunduğumuz bir y a z müzeleri d o laştı, eski yapıtları inceledi. T o p k a p ı Sarayı'nda ne var, ne y o k hepsini birer birer gözden geçirdi. T o p kapı Sarayı Müzesi'nin kurulması da Atatürk'ün iste ğ i y l e olmuştur. Mecidiyeköşkü'nü gezerken, M i l l î E ğ i
-t i m Bakanlığı'nın e m r i y l e T o p k a p ı Sarayı'nda -topla nan, fakat ne hikmetse halkın gözünden saklanan H ü kümdarların portrelerini g ö r m ü ş ve bunların sergilen mesi emrini vermişti. A t a t ü r k ayrıca halkın içeri alın masını da istemiş, o sırada Gülhane P a r k ı ' n d a bulu nan bir çok kimseler, çevresini kuşatmış olarak Sa r a y a alınmıştı.
Atatürk, daha sonra H ı r k a i Saadet Dairesi'ni gezdi. H e r biri birer hazine değerindeki eşyaları san dıklardan çıkartıp teker t e k e r gözden geçirdi. Sonra tekrar bunların sandıklara yerleştirilmesine gözcülük etti. İçlerinde Emanat-ı Mukaddese'nin de bulunduğu seksen bin parçayı aşkın bu tarih ve sanat hazinesinin çok i y i saklanması ve en kısa zamanda halka açılması için emir verdi. Türkiye'nin en büyük s e r v e t i n i n ta rihi olduğunu bir daha hatırlattı.
T a r i h yapıtlarına karşı büyük bir s a y g ı duydu ğu belliydi. Tarihe, özellikle T ü r k tarihine büyük de ğ e r verir, tarih yapıtlarının i y i saklanmasını, bozulup, yıkılmamasını her z a m a n tekrarlardı. Okuldayken O'nun en sevdiği dersin tarih olduğunu bir kaç defa ağzından işitmiştim. N i s a n 1931 de açılışı yapılan T ü r k Tarih Kurumu'nu bu amaçla kurdurmuştu.
Sarayburnu Parkı'nın yeni açıldığı günlerdeydi. 9 A ğ u s t o s 1928 gecesi Cumhuriyet H a l k P a r t i s i burada bir eğlence düzenlemiş ve Atatürk'ü de çağırmıştı. İstanbul motoruyla Dolmabahçe'den Sarayburnu'na gittik. Rıhtıma y a n a ş t ı ğ ı m ı z zaman gecenin karan lığı içinde bir kadın sesi çın çın ötüyordu.
Atatürk'ün geldiğini gören halk kadınlı erkekli coşmuş, gösteri yapıyordu. A t a t ü r k tam bir halk ada mıydı. H a l k ı n içinden çıkmış ve halkın m a l ı olmuştu. Bu yüzden düşündüklerini hep halkın önünde söyler
G İ Z L İ D E F T E R İ 37 « Y a n l ı ş ı m varsa halk düzeltsin» derdi. H e r zaman milletin ferdi olmakla övünür, « Y a p ı l a n şeylerin şere fi millete aittir, her şeyi millet y a p t ı » derdi. G i t t i ğ i her yere neşe götüren bir insan olduğu için hemen halkla haşır neşir oluverdi.
P a r k ı n bir köşesinde bir caz, sahnede A r a p ç a şar-kılar söyliyen Münîre-tül M e h d i y e takımı vardı. M ı sırlı muganniye Cemalî'yi ilk k e z orada, P a r k Gazino-sunda görüyorduk. Kadının sesi gerçekten güzeldi. A l l a h için ses...
A t a t ü r k hiç konuşmadan büyük bir dikkatle din-ledi. Şarkı bitince kadını yanımıza çağırdı. Batı mü ziğini de öğrenmesini öğütledikten sonra:
— Bu sesle seni bütün dünya dinler. O zaman işte şöhretini t a m yaparsın... Dedi. K a d ı n da teşek kür ederek ayrıldı.
O z a m a n Atatürk'ün, bu sözleri A r a p şarkıcısına niye söylediğini anlıyamadım. B i z her alanda büyük bir devrim yapmış, A r a p dünyasından ayrılıp B a t ı y a yönelmiştik. A c a b a Atatürk, D o ğ u dünyasının kültür ve sanat alanında bizi izlemesini mi hatırlatmak iste mişti? Yoksa... A t a t ü r k T ü r k musikisini sevdiği hal de, müzik devrimimizin ancak batı müziğini benim semek ve uygulamakla gerçekleşeceğine inanıyordu. Evet, yoksa bunu düşünerek mi Mısır'lı hanendeye yol göstermek istemişti? Bunu daha sonraları anla dım.
Atatürk, dil konusunda olduğu gibi, müzik ala nında da kendi beğeni ve alışkanlıklarını çiğnemiş, Alaturka müziği sevdiği ve sofrasından hiç eksik et mediği halde, batı müziğine inanmış, batı uygarlığının (müziğinin gelecek kuşakların müziği olduğunu söy leyerek D e v l e t Konservatuvarı'nın temellerini attır mıştır. Özel hayatında alaturkalıktan kurtulamıyan
A t a t ü r k , bir ara R a d y o y u yalnız alafranga müziğe ayırtacak kadar ileri g i t m i ş ve kulağına kadar gelen yakınmalar üzerine de, alaturka âşıklarına, devrim yapan kuşakların yoksunluk ve fedakârlıklara katlan m a k zorunda olduklarını hatırlatmıştı. M ü z i k kültürü çok kuvvetli olan ve bâzı geceler sevdiği şarkıları kai desine uygun şekilde söyliyen Atatürk'ün müzik dev rimini de halka zorla kabul ettirişi, o g e c e Saraybur-nu Parkı'ndaki koSaraybur-nuşmasından belli değil miydi?
A r a p şarkıcı masadan ayrıldıktan sonra A t a t ü r k a y a ğ a kalkarak kadehini halka doğru kaldırıp:
— Arkadaşlar, hanımlar, beyler... Şu gördüğünüz içki şampanyadır. Bunu v a k t i y l e Padişahlar, meşvere-gâhında, kafes arkasında gizil içerlerdi. Bizse, hepi m i z şurada, toplu olarak alenen içiyoruz... Dedi.
Atatürk'ün bir halk adamı olduğunu, bundan da ha güzel hangi olay anlatır. H a l k ı n içinden çıkan bü y ü k adam halkla beraber kadeh kaldırıyordu.
— Hepinizin şerefine içiyorum!. D e r d e m e z bütün g a z i n o bir anda karıştı. Topluluk a y a ğ a fırlamış:
— Y a ş a P a ş a m . . . Sağ ol P a ş a m . . . A l l a h seni ba şımızdan eksik etmesin... Bağrışlarıyla kadehlerini kaldırıyor, A t a t ü r k ' e doğru sallıyorlardı. Bu manzara onu çok içlendirmişti.
O gece çok daha önemli bir şey oldu.
A t a t ü r k birden bire kararlar verirdi. Y i n e öyle olmuş, coşan halka sayısız devrimlerinden birini daha müjdeliyordu. 1927 yılında ne pahasına olursa olsun y a p m a ğ a karar verdiği ve 1928 kış aylarını da hazır-lıklariyle geçirdiği lâtin harflerinin alınışını ilân edişi işte o g e c e y e rastlar. İleri bir milet olabilmemiz için yeni harflerin kullanılması g e r e k t i ğ i n i halka anlatan A t a t ü r k şöyle diyordu:
G İ Z L İ D E F T E R İ 39 y a z m a bilir de, yüzde seksen, doksanı bilmezse ayıptır. Bu millet utanmalıdır. A m a T ü r k Milleti, utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, şanlı, şerefli bir millettir. Tarihi baştan başa iftiharla dolu bir millettir.
Okuma y a z m a bilmiyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. H a t a , Türk'ün seciyesini anlamıyarak, kafa sını bir takım zincirlerle saranlardadır. A r t ı k geçmişin bu hatalarını kökünden temizlemek zamanı gelmiştir. H a t a l a r ı düzelteceğiz. Bu hususta bütün vatandaşla rın çalışmasını isterim. En nihayet bir iki yıl içinde
bütün T ü r k halkı yeni harfleri öğrenmelidir, öğrene cektir. Milletin, kafasiyle olduğu gibi, yazısiyle de medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.
Bunu duyan halk, O'nu kucaklamak, bağrına bas m a k için birbirini çiğnemeğe başladı. Görülmemiş coş kunluk sırasında ağlayanlar da vardı. A t a t ü r k saat gecenin ikisi olup, bütün gazino boşalıncaya kadar oradan ayrılmadı. H e r k e s çekildikten sonra Büyük-ada'ya yollandık. Anadolu Y a t Kulübü'nün çağrılısı olduğu halde, halkın eğlencesini seçen Atatürk'ün pı-rıl pıpı-rıl ışıkların altında fraklı smokingli erkeklerle, tuvaletli kadınları görünce suratı asıldı:
— Sarayburnu'nda y a p t ı ğ ı m ı z ı burada yapamaz dık. Dedi.
Böylece lâtin harfleri kabul edildi. H e m de halkın içinde ve onun oyu alınarak... A t a t ü r k başöğretmen oldu. Anadolu'yu boydan boya dolaştı. Gezilerinde halkı sınav yaptı ve dersler verdi. H a l k okulları açıl dı, bir buçuk m i l y o n cahil insan okuyup y a z m a öğ rendi. Atatürk, harf devrimi için beş yıllık bir plân hazırlayıp getirenlere çıkışmış, « B u iş ya üç ayda olur, ya hiç o l m a z » demişti. Olaylar O'nun haklı olduğunu bir kez daha gösterdi.
B E N İ İMTİHAN E D İ Y O R
YENİ harflerin alındığı günlerdeydi. A t a -türk çok düşünceli görünüyordu. Üzerine, büyük bir işe girişeceği zamanlardaki dalgın hali çökmüştü. Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a bir gezinti ya pacaktık. H a r e k e t ettik.
Bu gezide o z a m a n Başbakan olan İ s m e t İnönü de vardı. Sekiz kişilik kadar bir misafir topluluğu da çağrılı bulunuyordu.
Y a t , Kuruçeşme önlerine geldiği z a m a n Atatürk, yine dalgın ve düşünceli haliyle oturduğu yerden aya ğa kalktı. O sırada ben hizmet görüyordum. P a r m a ğ ı y l a « g e l » şeklinde bir işaret y a p a r a k :
— Sen okumak y a z m a k bilir misin? D i y e sordu. — Eski harflerle okur y a z a r ı m .
— Yeni harfleri biliyor musun? — Biliyorum, fakat birleştiremiyorum. — Öyleyse seni imtihan edelim...
İşte o zaman şaşırıp kalmıştım. H a y a t t a en çok korktuğum şey, imtihan, sonunda başıma gelmişti. H e m de nasıl ve kim tarafından?.. U f a c ı k bir not kır m a m , zaten son günlerde düşünceli g ö r d ü ğ ü m A t a
-G İ Z L İ D E F T E R İ 4 1
türk'ü bir anda kızdırmağa ve b a ğ ı r t m a ğ a yetebilirdi. Benim, o bir iki saniye içinde g e ç i r d i ğ i m korkuyu hiç farketmiyerek İ s m e t İnönü'ye döndü ve şöyle sordu:
— Ne dersin P a ş a m ?
İsmet İnönü başıyla onaylıyarak:
— Derhal imtihan edelim... Dedi. Sonra bana bir k â ğ ı t alarak g e l m e m i emretti.
B i r yandan salondan k a m a r a y a koşuyor, bir y a n dan da «İnşallah ben dönünceye kadar imtihanı, yeni y a z ı y ı falan unuturlar da, başka şeylere dalarlar» d i y e düşünüyordum. F a k a t hiç te umduğum gibi olmadı. T e k r a r salona girdiğimde bütün bakışları üzerimde duydum. Başta A t a t ü r k olarak bu kadar seçkin kişi nin önünde imtihan vermek... Olur iş d e ğ i l !
Atatürk'ün başı hep aynı düşünceye saplanmış gi-biydi. Bunun ne olduğunu biraz sonra çözebilecektim. H e p o dalgın haliyle başı önüne e ğ i k :
— Y a z bakalım « B i r a s o ğ u k t u r » dedi.
Ben de aynen, şimdi olduğu gibi, nasıl yazılırsa okunduğu gibi y a z d ı m . Oysa eski harflerle « S o ğ u k t u r » diye yazılır. Şimdi ise aynı söylendiği gibi y a z ı lıyor. Ben « S o u k t u r » diye y a z m ı ş t ı m .
— Sen öğrenememişsin!... D i y e r e k öbür sofracı arkadaşlardan Selâhattin'i çağırdı. O arkadaşın üs tünde de aynı bendeki korkuya benzer bir korku v a r dı. Benim nasıl yazdığımı, başıma geleni de gördüğü İçin aynı hataya düşmiyeceğini sanıyordum. H e r hal de daha başka bir şey yazacaktı.
N i t e k i m « S o ğ u k t u r » yazdı. Ona da aynı hakaret: — Sen de ö y l e . . . Öğrenememişsiniz...
B i r anda ikimizin de korkusu dağılmıştı. A t a türk'ün bu sözlerden sonra artık bize b a g r m ı y a c a -ğ ı m anlamıştık. H e r z a m a n böyle olur, hakaretin
do-zu biraz fazla kaçınca, bağırma faslı da başlamadan biterdi.
O gün bu konuda her hangi bir karara varamadı. Y a l n ı z bir ara benim y a z ı m ı Şükrü K a y a ' n ı n savun duğunu duydum:
— Paşam, Çelebi'nin yazdığı doğrudur, diyor, A t a türk te gözünü kırparak g a y e t memnun:
— B i z biliriz... D i y e işi kapatıyordu.
Gezinti Küçüksu Sarayı'nda sona erdi. Atatürk'ün harf devrimi üzerinde çok kafa yorduğunu, kaç gece sinin uykusuz g e ç t i ğ i n i çok i y i hatırlarım.
G İ Z L İ D E F T E R İ 43
H A V U Z D A K İ ÇIPLAK K A D I N L A R
A T A T Ü R K ' Ü N İstanbul'daki gezileri için önceden hazırlanmış bir p r o g r a m yoktu. Çok çabuk kararlar verir, aklına estiği zaman, istedi ği yere giderdi. B i r gün öğle yemeğinden sonra yine birden bire m o t o r istedi. Yanında her zaman gezile rinde bulunan K ı l ı ç A l i , R e c e p Zühtü, Cevat Abbas, Salih Bozok, N u r i Conker vardı. M o t o r l a B o ğ a z ' a doğru hareket edildi.
O gün ben Saray'da nöbetçi olarak kalmıştım. H e r gün bir arkadaş nöbetçi kalır, akşam sofrasını hazırlardı. Başyaverin emrini bekler, sofra kaç kişilik olacaksa ona g ö r e düzenlerdi.
Gece saat y i r m i ikiye kadar bekledim. H i ç bir emir gelmedi. O akşam Büyükada Y a t Kulübü'ne g i -deceklerini sanıyordum. D e r k e n bir telefon. « B e y l e r beyi Sarayı'na y i r m i kişilik bir y e m e k sofrası g ö n d e r i n » deniliyordu. H a z ı r l ı ğ ı m ı z ı yaptık, Beylerbeyi Sarayı'nın yolunu tuttuk. Tabii aşçıbaşı Bolulu M e h met U s t a beraberimizdeydi. K o n u k l a r ı merakla bekle meğe başladık.
Sabaha karşı saat üçe doğru Söğütlü y a t ı görün dü. Beylerbeyi Sarayı'nın rıhtımına yanaştı. Gelen leri karşılamak üzere kapının önüne çıktığımda ne
g ö r e y i m ? . . Atatürk'ün iki kolunda çok şık, çok güzel iki hanımefendi. Gerçekten o güne kadar Atatürk'ün
yanında güzel kadın g ö r m e d i ğ i m i z i söylersem hak sızlık etmemiş olurum. Oniki yıl içinde bunlar gördü ğ ü m kadınların en güzelleriydi.
H e p beraber içeriye girip, hazırlanmış olan sofra ya oturdular. Y e m e k l e r yendi, içkiler içildi. Konuşul du, gülündü. Misafirler sabah saat beşe doğru motor larla ayrıldılar.
Başka bir gün Beylerbeyi Sarayı'nda yine böyle bir toplantı oldu. Meclis oldukça kalabalıktı. Ses ve saz sanatçıları, müzisiyenler de konuklar arasındaydı. M e c l i s Başkanı K â z ı m Özalp, Millî E ğ i t i m Bakanı Vasıf Çınar başta geliyorlardı.
Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. G e r ç i genç, güzel denemez, fakat ol gun kadınlardı. Ç o k pahalı ve şık giyinmişler, boyan mışlardı. K a d ı n konusunda biraz kıskanç olan A t a türk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş kâr-şılamazdı. B o y a l ı kadın gördü mü, boyalarını sildirir, yıkanmalarını ister, « O l d u ğ u gibi görünün...» derdi.
Bunlara da aynı şeyi yaptı. K a d ı n l a r boyalarını sildikten sonra soyundular. Sıcak bir A ğ u s t o s g e c e siydi. Beylerbeyi Sarayı'nın beyaz m e r m e r l e r i üzerin de yürüyerek salonun ortasındaki g ö z kamaştıran ha vuza girdiler. A t a t ü r k kadınların yürüyüşüne dikkat le bakıyordu. Bu eğlence saatlerce sürdü.
B i r yanda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, bir yan da alaturka müzik... Bağdaşır mı, bağdaşmaz mı, onu bilmem ama, o g e c e aynı çatı altındaydılar. H e r za m a n gelen sazendeler arasında Deniz K ı z ı Eftelya, Safiye A y l â , N u b a r T e k y a y , Selâhattin Pınar, H a fız Y a ş a r bulunuyordu.
Y a z süresince her akşam bu toplantılar yapıldı. Sofrada misafirlerin sayısı ise yirmiden hiç aşağı düş medi...
G İ Z L İ D E F T E R İ 45
İÇKİSİNE K A R I Ş A N L A R
A T A T Ü R K ' Ü N içki içmesine karşı olanla-rın başında U m u m î K â t i p H i k m e t Bayur geliyordu. B a y u r -herhalde A t a t ü r k ' ü hepimizden çok sevdiğinden olacak- O'nu içkisinden caydırmak için türlü bahaneler bulur, fakat hiç birini başaramazdı. Aralarında sık sık tartışmalara tanık olurdum. H e m e n her sabah tekrarlanan bu tartışmalardan Bayur'un yenilgiye u ğ r a d ı ğ ı n ı üzülerek görürdüm.
Bayur, erken saatlerde A t a t ü r k ' e gelir, o günkü ajans bültenlerini getirir ve kendisinden direktif alır dı. A t a ' n ı n y o r g u n halini g ö r e n B a y u r d a y a n a m a z :
— P a ş a m yine renginiz yerinde değil, çok y o r g u n ve bitkinsiniz. Şu içkiyi bu kadar çok içmeseniz daha i y i olur. Derdi.
Bu k a r ı ş m a y a Atatürk'ün canı sıkılır ama, hiç belli e t m e m e ğ e çalışarak:
— A H i k m e t Bey, ben rakıyı şimdi değil, daha H a r b i y e talebesiyken içerdim. Bugüne kadar da hiç. zararını g ö r m e d i m . D i y e karşılık verirdi. Bayur bu nun da altında kalmazdı:
— M u h t e r e m Paşam, bugün belki zararını gör mediğinizi sanırsınız, fakat y a r ı n göreceksiniz. Siz bu m e m l e k e t e lâzımsınız. Kendinize acımıyorsanız ba ri bu millete acıyın. Bu millet sizin varlığınızla k a i m . . .
A t a t ü r k bu sözleri hep gülümsiyerek karşılardı. F a k a t bir gün canına tak demiş olacak ki, H i k m e t Ba yur yine içkiyi kötüleyen konferansına başladığı sı rada birden bire:
— H i k m e t Bey, seni Kabil'e sefir yapalım. Git, oraları g ö r ; hatta icap ederse Hindistan'a kadar g i t Oralar hakkında bilgi edin... Oku, tetebbu et ve ilim getir. B i z e bu yolda faydalı ol... Dedi.
Bu suretle H i k m e t Bayur'un Kabil Büyükelçiliğine atanma emri verilmiş oluyordu. Bayur birkaç gün sonra ayrılarak Kabil'e g i t t i . Bana öyle g e l i y o r ki, bu atanma, Bayur'un yurda hizmet kaygusu, yalansız olarak A t a t ü r k ' e içki içmemesi öğüdü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O H i k m e t B a y u r ki, sevgisini, saygısını hiç eksik etmediği Bü yük A d a m a « İ ç m e P a ş a m » sözünü ilk söyleyebilmek cesaretini göstermiş, fakat bunu çok sevdiği A t a türk'ün yanından uzaklaştırılma cezasiyle ödemişti. N i t e k i m H i k m e t Bayur haklı çıkmış, A t a t ü r k te so-nunda içkinin fenalığını anlamış, fakat iş işten g e ç mişti.
GİZLİ DEFTERİ 47
U Y K U S U Z L U K REKORU
A T A T Ü R K için « i ç k i y i b ı r a k a m a z » diyen-ler, acaba bir gün gelip aldanacaklarını hiç düşünmüşler m i d i r ? O'na içkiyi bıraktırmak is-tiyenler, o z a m a n kimbilir nasıl şaşırmışlardır. E v e t , bu kadar içki kullanan ve ondan ayrılamaz görünen adam, üç ay hiç rakı içmeden de durabiliyor...
Büyük Nutkunu yazarken ben bunun tanığı ol dum. A k ş a m l a r ı yine sofra kuruluyor, herkes karşı sında yiyor, içiyor; fakat O, a ğ z ı n a bir damla bile iç ki koymuyordu. H a t t â y e m e k yerken herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hâlâ gözümün önündedir. O y sa ben, içkiye alışkın insanların bir gün bile içme den duramıyacaklarını sanırdım. Atatürk'ün t a m üç ay kendi isteğiyle içkiye boykotuna benimle birlikte bütün çevresindekiler de şaşıp kalmışlardı. Bu da O'nun g ö r e v aşkını ve sorumluluğunu, alışkanlıkları nın ve beğenilerinin de üstünde tuttuğunun en güzel örneklerinden biridir.
Büyük Nutkunu hazırlarken, hiç içki içmediği gibi, kırksekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dik te ettirişini de hatırlarım. Ö y l e ki, yazı y a z m a k t a n yorulan değişiyor, fakat O, binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini t a m a m l a m a k için uy kusunu bile v e r m e k t e n çekinmiyordu. B ö y l e
zamanlar-da, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kâh otura rak, kâh ayakta çalışmalarını sürdürürdü. N u t u k , ça lışmanın, insan gücünün nasıl üstüne çıkışını göster diği için, ayrı bir önem de taşımaktadır.
Atatürk'ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de, g ö r m ü ş ve inanamamıştım. Cephede değildik, savaş ta yoktu. Uykusuzluğu g e r e k t i r e c e k önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. F a k a t O, bir işe, ama ciddi bir işe başladı mı onun sonunun geldiğini g ö r m e d e n asla rahat edemezdi.
Tarihle uğraştığı sıralardı. A t a t ü r k içerde çalı şıyor, ben kapıda oturmuş bekliyordum. Saat sabahın begine geliyordu. U y k u y u d a ğ ı t m a k için elime bir k i tap almıştım. A d ı « İ z m i r ' i n İ ş g a l i » idi. Ç o k meraklı olan bu kitaba kendimi k a p t ı r d ı ğ ı m halde, bütün uğ raşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, y o r gunluğun etkisiyle uyuya kalmışım.
Bu sırada A t a t ü r k z i l e basmış, fakat ben koltukta derin bir uykuya daldığım için uyanamamışım. Zille uyandıramayınca, kendisi çağırmak zorunda kalmış. B i r de b a k t ı m ki, k a p ı y ı aralamış:
— Çelebi, Çelebi!.. D i y e sesleniyor. H e m e n yerimden f ı r l a d ı m :
— P a ş a m . . . E m r i n i z . . . Diyebildim.
A m a bendeki korkuyu varın siz hesap edin. Ba ğıracak, parlıyacak diye ödüm kopuyordu. E l l e r i m i önüme kavuşturmuş, bekliyordum. F a k a t nedense k ı z madı. G a y e t sakin yüzüme bakarak:
— Bana bir kahve getiriniz. Dedi.
H e m e n koştum. O r t a şekerli bir kahve y a p ı p g e tirdim. Daha kahveyi içmeden:
— Senin tahammülün kalmamış, haydi g i t y a t ! Arkadaşların gelsin... D e d i .
G İ Z L İ D E F T E R İ 49 Söyliyecek hiç bir şey kalmamıştı. Sadece keke-liyerek:
- P a ş a m uyumadım. K i t a p okurken içim geç miş... Diyebildim.
Gidip arkadaşları kaldırdım. H i z m e t i devrettim ve y a t m ı y a g i t t i m .
A k ş a m nöbet sırası yine bana gelmişti, üçüncü gecedirki, A t a t ü r k gözünü kırpmıyordu. Yüzü hafif süzülmüş gibi geldi bana. Sofra kuruldu. Bu, onaltı kişilik bir sofraydı. Misafirler gelerek yerlerini aldı lar. Sabahki uyku olayını unutmuştum bile... T a m içki faslı başladığı zaman misafirlere dönerek:
— Bu çocuk dün gece sabaha kadar beni bekledi, Dedi.
Birden koltuklarım kabardı, önüme baktım. Misa firler bana biraz da kıskançlıkla bakarken A t a t ü r k :
— Öyle ama, sabaha karşı uyumuş. D e m e z m i ? Sonra «Senin uykusuzluğa tahammülün y o k » d i y e alay etmeğe başladı. Canım çok sıkılmıştı. Misafirler de hep birden g ü l m e ğ e başladıklarından utanç içinde kıvranıyordum. İçimden kendi kendime nasıl da k ı z ı yordum. Saat sabahın beşine kadar uyuma da, on dan sonra uyu...
Bu olay bana ders oldu. Atatürk'ün o tarihten sonra üç gün süren büyük bir uykusuzluk geçirdiğini hatırlamıyorum. F a k a t geç saatlere kadar kaldığı va kitler de bütün dikkatimi kullanarak uykuyu aklıma bile g e t i r m e m e ğ e çalışmışımdır. O bir kaç dakikalık
Uyku, bende unutulmaz bir anı bıraktı. Büyük adama hizmetin zor olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
SOFRAYI TERKEDİYOR
R E Ş İ T Galip ile A t a t ü r k arasında g e -çen oldukça ilginç bir tartışma vardır ki, bir çokları tarafından yanlış bilinmektedir. Sofrada g e ç e n bu tartışmayı Y a k u p K a d r i Karaosmanoğlu da bir yazısında yazmış, sonunu da bilenler tamamlasın demişti. Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini t a m a m l a m a ğ a çalışacağım.
A t a t ü r k asla kin tutmazdı. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın bir z a m a n sonra onu affeder, olanları unuturdu. Bu yüzden çevresindekilerden bir çokları za man zaman g ö z d e n düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı. İşte Dr. Reşit Galip te gözden dü şüp, sonra itibara kavuşanlardandı.
Dolmabahçe Sarayı'nın H a r e m K ı s m ı n d a (Hususî D a i r e ) akşam sofrasını henüz kurmuştum. Mevsimler den yazdı. Misafirler birer ikişer geldiler. Y e m e k sü resince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına ka dar süren toplantı sonunda Reşit Galip'in a y a ğ a kalk tığını gördüm. O zamanın Millî E ğ i t i m B a k a n ı Esat H o c a ' y ı kastederek:
— Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı. M e m l e kete fayda yerine zarar getiriyor. Dedi.
Bunun üzerine A t a t ü r k :
G İ Z L İ D E F T E R İ 5l
— V a r ya... E s a t H o c a mükemmeldir.
Deyince R e ş i t Galip hayır anlamında başını sallı-y a r a k :
— Çok iyi ama, çok ta ihtiyar. A r t ı k ondan g e ç miştir. Bu m e m l e k e t i n M a a r i f V e k i l i o adam değildir. Dedi.
Bunun üzerine A t a t ü r k ' l e R e ş i t G a l i p arasında şu tartışma g e ç t i :
— Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur, nasıl M a a r i f V e k i l i olamazmış.
— D e ğ i l seni okutmak, senin A l l a h ı n ı okutsa yine bu adam M a a r i f V e k i l i olamaz.
O devirde dalkavukların yanında böyle medenî ce-ııaret sahibi, sözünü sakınmaz cinsten kimseler de vardı. F a k a t bu derece ileri gideceği, bir Hükümet üyesi hakkında bu derece sert konuşacağı kimsenin aklından bile g e ç m e z d i . A t a t ü r k tarifsiz şekilde kız
mıştı. F a k a t duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri v e r d i :
— L ü t f e n sofrayı terkediniz!
— Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cum-huriyette serbesttir... D i y e başlayınca A t a t ü r k y a v a ş ça yerinden kalktı. Kucağındaki p e ç e t e y i masaya bı raktıktan sonra:
— Ö y l e y s e müsaade ederseniz ben terkedeyim. dedi ve salondan çıkıp gitti.
Hemen arkasından koştum. D o ğ r u H a r e m kısmın-daki yatak odasına girmişti. Ben de arkasından girdim. H e r zaman olduğu gibi kapıları kilitlegirdim. A t a -türk soyunana kadar bir kelime konuşmadı. Sinirleri henüz yatışmamıştı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra belki de hiç kimse O'nunla böyle konuşmamıştı.
— Çelebi Efendi, desene ki, yılanı koynumuzda büyütüyormuşuz. Dedi.
Cevap v e r m i y e r e k yavaşça kapıyı açıp dışarı çık t ı m . Oradaki g ö r e v i m bitmişti.
Y e m e k salonuna dönünce bir de ne g ö r e y i m . R e şit Galip rakı kadehini hırsından dişlerinin arasına almış kemiriyor. B a ş ucunda da Recep Zühtü ve K ı l ı ç A l i duruyorlar. R e ş i t Galip başını kaldırıp beni g ö rünce:
— Çelebi, bana bir kadeh rakı ver, diye bağırdı. — Efendim, kilerci uyumuş. D i y e a t l a t m a ğ a ça lıştım.
— D e m e k bana verecek bir kadeh rakın bile kalmadı desene... D i y e acı acı söylendi.
Ne yalan söyliyeyim, bu olaydan çok üzüldüm. Çünkü Reşit Galip'i gerçekten çok seviyordum. A r a larının açılmasına gönlüm razı değildi. F a z l a içip te daha kötü bir olaya meydan verilmemesini istemiş, bu yüzden de rakı y o k demiştim. R a h m e t l i y e bir ka deh rakıyı esirgeyişim içimde eziklik olarak kaldı.
Ertesi gün R e ş i t Galip, A t a t ü r k ' e ve İstanbul'a küserek Ankara'nın yolunu tuttu. H a t t â cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını U m u m î K â t i p T e v f i k Beyden borç aldığını hatırlarım.
A r a d a n bir ay geçmişti. B i z yine İstanbul'daydık. Y e m e k salonuna gelen A t a t ü r k bir ara bana:
— Çelebi efendi, şimdi A n k a r a ' d a Reşit Galip B e y bir konferans verecek, onu dinliyelim. Dedi.
Daha şaşkınlığım geçmeden koşup radyoyu aç-tım. Reşit Galip'in T ü r k o c a ğ ı salonunda verdiği kon feransı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan sonra, gözlerinde bir sevinç pırıltısı yanıp söndü: