• Tidak ada hasil yang ditemukan

Sven Hassel - Paris'i Yakın.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Sven Hassel - Paris'i Yakın.pdf"

Copied!
279
0
0

Teks penuh

(1)
(2)

LIQUIDEZ PARIS

PARĐS'Đ YAKIN Sven Hassel Türkçesi: Ali Avni Öneş

e yayınları : 184 Savaş Romanlan • 4 Birinci Baskı Aralık 1982

Yayın Hakları (c) Sven Hassel/onk-e yayınlan a.ş 1982

Kapak Ekin Nayır Sağıroğlu Kapak Filmi Ebru Grafik

Kapak Baskısı Đbolar Matbaacılık Dizgi - Baskı Doyuran Matbaası

Yazarın hazırladığı özgün baskıdan eksiksiz olarak dilimize aktarılmıştır.

e yayınları a.ş. Yerebatan Cami Çıkmazı No : 40/1 Telefon: 27 87 20 Posta Kutusu: 12 Đstanbul

Sven Hassel, daha önce yayınlarımız arasında çıkan romanlarında (Lanetliler Taburu, Cephe

Arkadaşları, Monte Cassino Cehennemi) tanıtıldığı gibi, Đkinci Dünya Savaşından önce Almanya'da işsiz güçsüz kalmış bir Danimarkalıyken,

çaresizlik içinde Alman Ordusu'na yazılmış,

yönetimin Hitler'in eline geçmesinden sonra firara kalkışmış ve yakalanarak Disiplin Birliği'ne

sürülmüştü. Bu birlikte de Lanetliler Taburu diye anılan, savaşın en çetin mücadelelerinin verildiği cephelere yollanıp duran bir «Ceza Taburu»na verildi.

Savaş bittiği zaman, bir tank taburu olan bu

taburdan hemen hiç kimse sağ kalmamıştı. Sven Hassel ise, altı bin kişilik birlikten hayatta kalan birkaç kişiden biriydi.

Ölen arkadaşlarına söz vermişti, savaşın tüm iğrençliğini dünyaya duyurmak için; bu sözünü

(3)

tuttu ve birbirinin peşisıra, şu anda sayısı on üçü bulan bir dizi, «belgesel roman» yazdı.

Hassel'in dünyada en çok satan savaş romanları arasına giren eserlerinin ana ö-zelliği, yaşanmış; aslı, anlatımından çok daha korkunç olan olaylar üzerine kurulu bulunmasıdır. «Lejyoner», «Küçük Kardeş», «Moruk» gibi takma adlarla Hassel'in her romanında kahramanımızın cephe arkadaşları olarak boy gösteren kişiler gerçektir ve anlatılan olayların arka planında tarihsel belgeler destek sağlamaktadır.

«Paris'i Yakın», Hassel'in birliğinin Normandiya çıkarmasından sonra Paris'i savunmak üzere gönderildiği cephelerden öyküler sunuyor; soğukkanlı, objektif anlatım tarzına karşın, savaşın soğuk dehşetini insanın kemiklerinde hissettiren öyküler. ..

Buğdayların bu hışırtısı insanların çılgınlık zamanlarındaki savaş alanlarının hasadıdır. 1

Bakışları ufukta gezinen Küçük Kardeş:

— Yüzerek Đngiltere'ye varılamaz mı? diye so-ruyorum kendi kendime, dedi.

— Belki, ama bu güç olur, diye karşılık verdi Lejyoner.

—• Oysa yapmadılar mı?

— Evet, ama yola çıkılan yer burası değil. — Dinle, diye diretti Küçük Kardeş, eğer ben

Rommel'in bu lanet bölgesini aşarsam ve dosdoğru yüzersem nereye varırım?

Moruk burnunu ovuşturdu: — Belki Dover'e.

(4)

— Hayır, diye araya girdi Heide, orası Brighton olur.

— Aradaki uzaklık ne olabilir? — Otuz ya da kırk kilometre.

—■ Hevesliler var mı? diye sordu Porta. Bu ya-pılabilir olmalı.

— Ben, diye sırıttı Gregor. Öbürleri bizsiz zafer için gebereceklerdir.

— Siz de yorgunluktan geberirsiniz, dedi Moruk gülümseyerek.

—• Yine de uzak, diye mırıldandı Barcelona, «hayli uzak, hedefi şaşırırsan, Đzlanda'ya varmadan

önünde bir parça yol daha kalır. Đzlanda da

tutturulamazsa, Grönland'dan başka yer yoktur artık, yeter ki Bering Boğazı'nda bir bankiz üzerine çıkılmasın!»

4

— Bunlar ciddi görünüyorlar, diyerek güldü Moruk.

Talimler başladı; hayli açığa doğru yüzmeye

koyulduk, öylesine açığa ki bir gün kramp beni fel-ce uğrattı, az daha orada kalacaktım. Yaşamamı Gregor'a borçluyum. Fakat bir akşam herkes onla-rın, gece yarısı bitkin halde geri döndüklerini gö-rünceye dek, serüven için gittiklerine gerçekten inandı. Hepsi ufukta Đngiliz kıyılarım görmüş ol-duklarını ileri sürdü. Ne yazık ki öykü kulaktan kulağa yayıldı ve kumsal boyunca nöbetçiler bir kat artırıldı. Đyice biliniz ki, her zaman nöbetçiler olmuştu, fakat şimdi gözetledikleri bizlerdik.

8

(5)

Elbombaları bütün duyguları dövüp yok ediyorlar. Blokhavzlar dağılmıştır, yanlarından biri hemen hemen kuma gömülü, öbürü gri bir kesik kol parçası gibi dikiliyor.

Elbombaları, öbür bombalardan beter mi beterdir; bombanın düşüşü hesaplanabilir, hem sonra

elbombasınm gürültüsü başka bir bombaya kıyasla cehennemdir. Küçük Kardeş halkası tehlikeli bir şekilde sapının dışında olan bir

el-bombasıyla avucunun içinde oynuyor. Onunla ben müfrezenin en iyi bombacılarıyızdır, o yüz on sekiz metreye fırlatır, ben yüz on metreye; bu kadarım kimse yapamaz.

Pek korkunç bir patlama... Blokhavz sallanıyor. Herşey sönüyor. Zifiri karanlık oluyor. Komutan Hinka üniforması parça parça, kesik kolundan kalan kısmı ceketinin kolundaki yırtıktan fırlamış halde önce başını çıkarıveriyor. Hemen hemen iki yıl önce kolunu yitireli beri yarası asla kapanmadı. Bir fare sürüsü sökün ediyor ve ciyaklaya-rak

üzerimize üşüşüyor. Đçlerinden biri sarı dişlerini meydana çıkararak Hinka'nın göğsüne takılıp

kalıyor; Küçük Kardeş, elinin tersiyle onu sığmağın öbür yanma fırlatıyor, orada kendi cinsleri

tarafından parçalanıyor; bunlar ceset yiyiciler ve bir zamandan beri sayıları çoğaldı.

5

Bahriye topçusu bir çılgın gibi beton duvarlar üzerine ateş ediyor; karaya çıkan piyadeler üstümüze atılıyorlar; onları elbombalarıyla te-peliyoruz. Binlerce delinin sırayla kollarım vur-duğu kocaman bir davulun üzerindeymişiz gibi geliyor bize ve bu, saatlerdir sürüyor.

(6)

Porta bir 421 partisi öneriyor, fakat kimse oyuna dikkat etmiyor. Herkes kulak veriyor... Ne zaman saldıracaklar? Alev püskürtücü kul-lanmasalar bari! Đşimiz bitmiş olur ve aman vermediklerini biliyoruz; el bildirüeri bizi uyardı: «Teslim olunuz, tüm dövüşenler temizlenecektir» Bizim propaganda amma aptalca, sırtımız duvarda, fareler gibi

dövüşeceğiz.

Moruk miğferine bakarak yavaş yavaş sallanıyor, kendisini gözetlediğimden de habersiz;

yanaklarının üzerinden yaşlar aktığını görüyorum; artık dayanamıyor.

Ani gökgürlemesi! Sığmağın damı başlarımızın üzerine yıkılıyor ve işte biz direk yerine konan canlı heykellere döndük. Atılıyoruz, büyük çekiç vuruşlarıyla direkler doğrultuyoruz. Bacaklarım ayrık, tek kelime söylemeksizin, Küçük Kardeş ile bir kişi taşıyorum. Bütün kemiklerim çatırdıyor. Porta ile komutan Hinka yere yıkılacaklar... Kiriş bizi eziyor, fakat ne mutlu ki Gregor koşuyor. Tavan yerinde duruyor. Diri diri gömülmedik

henüz. Ferahlama ve sıra ile calvados'tan birer fırt çekme...

Porta yeşil çuhasını tekrar alıyor. Lejyoner onun üzerine zarları atıyor. Đki paket gira (keyif veren sigara) için oynuyoruz, o sırada ise bir acemi acıdan uluyor. Top üzerine düşmüş ve iki 6

bacağı ezilmiş; sıhhiyeci ona bir morfin iğnesi yapıyor, ama o artık hiç yürüyemeyecek.

Korku... Korkmaya başlıyoruz, demek ki çıldırmak uzak değil. Bir hiç için birbirimizi öldürmeye

(7)

başlayabiliriz. Meydan yeni bir fare sürüsüne kalabilir.

Yeşil çuha tekrar sarılıyor. Bekleyiş... Saatler akıp gidiyor. Đnsan orduda sabrı öğreniyor. Küçük

Kardeş üzerinden kamuflaj ceketinin sarktığı koca gövdesinin tümüyle tempo tutarak mızıka çalıyor. Gündüz mü, gece mi? Dışarıda canlı hiçbir şey

kalmamış olmalı. Kaim bir duman, güneşe dek bizi gizliyor. Ne kadar zaman geçti? Saatler mi?

Haftalar mı? Kimse bunu bilmiyor.

Porta miğferini atıyor, anlayamadığımız bir şey söylüyor ve bir kez daha kartları dağıtıyor; fakat bundan da vazgeçmek gerekiyor, renkler bile seçilemiyor, hem kazanmak ya da kaybetmek, neye yarayabilir bunlar? Đnsanın hile yapma

arzusu bile olmuyor. Bir obüs ateşi altında önemi olan şey nedir? Bunu uzun zamandır biliyoruz. Bekleyiş.

Porta «demir taym»ı açıyor biz de ilgisizlikle yiyişine bakıyoruz; bu kesinlikle yasak olduğu halde,

komutanın kendisi bile hiçbir şey söylemiyor. «Demir tayınlarının yalnız komutanın özel bir

emriyle açılması gerekir. Porta bir süngüyü kaşık gibi kullanarak tıkınmaya koyuluyor, sonra

makineli tüfekleri soğutmakta kullanılan suyu içiyor- Kimse de karşı çıkmıyor. Bir otobüs ateşi altında önemli olan nedir? Fakat çıldırdı mı o? işte tırnaklarını düzeltiyor, sonra sıra tek dişine

geliyor, onu tüfekleri temizlemek ti

te kullanılan ve içine takma dişini koyduğu bezle siliyor. Tüm bunları gülümseyerek yapıyor. Bir

(8)

obüs ateşi bile Porta'nm istifini bozmasına yetmiyor.

Bombardıman durgunlaşmışa benziyor. Hemen silâhları kavrıyoruz ve zırhlı plakaları geri itiyoruz. Gregor makineli tüfeği yerleştiriyor. Kuduran

cehennemin içinde insanların kalabilmesi ne garip! Rommel tarafından özenle yerleştirilmiş olan

kazıklar ve dikenli teller, tümüyle yok olmuş,

başka bir evren bu. Hinka umutsuzlukla telefonun kolunu çevirip duruyor «Dayanak noktası 506 bir baraj belirtiyor! diye bağırıyor. Beni duyuyor

musunuz?.. Öfkeyle telefonu sarsıyor. Beni

duyuyorsunuz, Yüce Tanrım. Burası 509. Baraj..» Fakat artık telefon yok, artık topçu yok. Mevziler, insanlar hepsi yok olmuş, tarihin en korkunç bombardımanı altında buhar olmuş.

Đşte onlar... Plaja çıkarma yapıyorlar. Bir direnmeyi aklına getirmeyen haki adamlar kaynaşması. Obüs ateşi herşeyi yakıp yıkmış olmalı. Fakat birdenbire, 12 lik havanlar kesintisiz bir yağmur halinde

bombalar püskürtüyorlar... Haki piyade tereddüt ediyor: «Đleri! Đleri!» diye bağırıyor subaylar.

Makineli tüfekler yaylım ateşi açmış Porta' nm alev püskürtücüleri altında tutuşuyorlar. Bizde

öldürme sırası! Birbirlerinin üzerine yıkılıyorlar; bir asker dikenli tellere asılı kalıyor ve uluyor. Dikenli tellerin içinde ölmek korkunçtur; bir

arkadaşı atılıyor, fakat bir makineli tüfek salvosu onu ikiye biçiyor ve gövdesi telin üzerinde ikiye bükülmüş halde sallanıyor, feci.

12

— Đleri! Arkamdan gelin! diye bağırıyor komutan Hinka.

(9)

Dar merdivene atılıyoruz, Küçük Kardeş ile

Lejyoner başta. Ben, kundağı boynumun çevresin-de olarak makineli tüfeği sürüklüyorum; serbest elimle kemerimden çıkarabilmiş olduğum bom-baları atıyorum. Tam önümde, bir siluet... Yassı miğfer, bir Đngiliz. Dipçik vuruşu. Bağırmalar, ulumalar, yarın üstünden sallanan gövdeler. Ma-kinelim hâlâ boynumda olarak dikenli teller üze-rinden atlıyorum. Haki bir asker kollarını

kal-dırıyor; miğferini yitirmiş. Midesine bir tekme, tam suratına bir dipçik vuruşu... Yüzler görünüyorlar. Barcelona ile ben aynı anda saldırıyoruz. Boğuş vuruşlar, kanlı ve delik deşik vücutlar üzerinde sendeliyoruz... Geriliyorlar. Önce ağır ağır, gelişi güzel ateş ederek, sonra miğferleri, silâhları, gaz maskelerini atıyorlar ve yaralıların boğulduğu denize doğru koşuşuyorlar.

Niçin böyle dövüşüyoruz?

Vatan için mi? Führer için mi? Şeref, madalyalar, terfi için mi? Asla. Đçgüdüyle. Değerli bir yaşamı yitirme korkusuyla. Her dakika bir cehennemdir: Đnsan bir an bir arkadaşı bırakır; geri döndüğünde o artık bir kan gölcüğü içinde bir et peltesinden başka bir şey değildir. Umutsuzlukla insan başını çelik bir duvara vurur, bir kuşkuculuk nöbetine tutulur, makineli tüfeğin arkasına atılır, öldürmek için öldürül'.

Porta, hemen boğazını düşünüyor ve dolu bir çuval konserve getiriyor. Küçük Kardeş daha çok altın dişlerle ilgileniyor ve savaş divanından söz eden Moruk'un ayıplamalarına karşın

(10)

cesetlerin ağzını araştırıyor. Bitkin halde, kendi-mizi sığmağın yumuşak zemini üzerine atıyoruz ve Porta birkaç kutu açmak için acele ediyor. Bu

tüfek yağı! Öbür dört kutu: Hep tüfek yağı. Porta bir silâh deposunu yağma etmiş, fakat Lejyoner'in bir fikri var: Dört kutu bir el bombasına

bağlanıyor, hepsi fosfor çubuğuna takılıyor. — Olağanüstü! diye sırıtıyor Gregor. Yarın

gazeteler yeni bir silâha sahip olduğumuzu du-yuracaklardır!

Đşte saldırı yeniden başlıyor... Makineli tüfekler ısınarak kıpkırmızı oldular. Barcelona lime lime olmuş çelik eldivenleriyle koca havanı kullanıyor. Atışlar arasında hemen hemen hiç mola yok.

Düşman kan içinde bocalıyor ve güneşin altında, beyaz kum, demirli toprak gibi koyu kızıla

dönüyor.

Uzakta, denizin üzerinde, hâlâ gemiler, bir direkler ormanı var. Amfibik tekneler havaya uçuyorlar ve çelik dalgaları çıtırdatırken suyun içinde gövde parçaları yüzüyor. Ah! Bütün direnci yok etmiş olduklarını sanıyorlardı! Fakat saldırı sürüyor... Hücum dalgaları arkasından hücum dalgaları geliyor. Bütün bir ordu Nor-mandiya kıyısına

atılıyor, ama başarısızlığa uğruyor, böyle bir şeye tekrar başlamak için yıllar gerekecek.

Susuzluktan bunalarak makineli tüfekleri

soğutmakta kullanılan suyu içiyoruz. Pis kokuyor! Ter derimizi yakıyor... Đlgisizlikle, bir askerin beyaz ve mavi bir alev içinde yanmasını seyrediyoruz; bu düşmanın kullandığı ve içinde

(11)

fosfor olan yeni bir elbombasi; havaya temasla alev alıyor.

Düdük çalışı... Đleri! Can çekişmekte olanlar

yardım dilenerek, koşan askerlere asılıyorlar. Ve öfkeyle çiğneniyorlar. Karşı saldırı bu. Elbombaları havada uçuyor, patlıyor ve öldürüyor. Đleri! Đleri! Deniz topçusu içgüdüsel olarak dostu ve düşmanı ara vermeksizin döverken adamlar koşuyorlar. Yine gemiler, daima gemiler. Topçular iniyor, piyade kumsala atılıyor, fakat onlar bunu talim sahasında öğrenmişlerdi; çoğunluğu için buradaki ateşten bir vaftizdir. Deneyimsiz bu gençler

makineli tüfeklerin önüne koşuyorlar. Biz ağır ağır geri çekiliyoruz... Soluk soluğa Đngilizler üstümüze varıyorlar tam alev püskürtü-cülerimizin önüne ve tebeşirli sarp yokuşun üzerine yıkılıyorlar. Topçu bir yürüyen merdiven gibi onları izliyor; Blokhavz yıkıntı halinde, biz de çatlamış betonun yarıkları arasından içeri kayıyoruz.

Kumsal boşaldı. Şimdi elbombalarının egemenliği sürüyor. Vücutlarımızın biçimini alan. onları ıslık çalarak fırlayan çelik kamçıya karşı-koruyan alt üst edilmiş, yarılmış toprağa yüzü koyun

yapışıyoruz. Hâlâ diri miyiz? Hayır, kımıldayan, koşan ve öldüren ölüleriz. Daha uzun boylusunu bilmek yararsız. Ah! Parti'nin adamlarının,

Nüremberg'in geçit törenindeki o pek parlak savaşçıların, bayrakları rüzgârda dalgalanan borulu, trampetli o karnı tok burjuvaların bizi görmeleri gerekirdi... Biz, kanlı pırtılar içinde yırtıcı hayvanlar, öldürme uzmanlarıyız. Bütün beden çatımı yerinden oynatan bir hıçkırık

(12)

beni sarsıyor; tüfeğimin dipçiğini ısmyorum, ba giriyorum, anamı, kadm dostumu çağırıyorum, sinirleri gevşediği zaman erkekler daima kadınları çağırırlar. Bu cephe sersemliğidir. Đyi bilinir.

Kaçmak! Çekip gitmeliyim! Vızgelir savaş divanı, Torgau ve tüm bokları... Kaçmalı! Kaçmak!..

Bir diz sertçe sırtıma dayanıyor, katı bir el

saçlarımı okşuyor. Miğferimi yitirdim. Bir sakal yanağıma sürtünüyor. Koca enayi Küçük Kardeş, bana yatıştırıcı sözler söylüyor.

— Derin nefes al, dostum, nefes al, geçer bu. Pek korkunç değil ne de olsa. Bir parça savaş, yani! Henüz nalları dikmedik!

Fakat kendime egemen olamıyorum, sinirlerim sarsılıyor. Bununla birlikte uzun zaman

da-yandım, fakat bu hepimizin başına gelir. Bir gün sıra Porta'da, Küçük Kardeş'te ve hatta bunu daha önce bir ya da iki kez geçirmiş olan Lejyo-ner'de olacak; yine o, en az on dört yıldır savaşıyor. Küçük Kardeş bir tüfek paçavrasıyla yüzümü siliyor ve beni betonun çatlağı içine daha derince itiyor, makineli tüfeğe öfkeli bir tekme vuruyor... Moruğun bize doğru süründüğünü görüyorum. — Đyi değil misin? Derin nefes al ve yarığın içinde kal. Yeni saldırı biraz daha gecikecek.

Ve alnımdaki uzun bir bıçak yarasını bir sargı beziyle kapatıyor. Bana bir ölünün miğferini

veriyorlar; bu pek yararlı değilse bile hiç olmazsa gözleri koruyor. Hıçkırıklarım sürüyor, fakat sigara etki yapmaya başlıyor: Yalnız değilim-, bir cephe sürüsünün sahip olabileceği en değerli şeylere sahibim: Birkaç gerçek arkadaş. Kendilerini bile düşünmeksizin beni bir ateş ce

(13)

16

lıenneminden çekip çıkarırlar, küflenmiş son ek-mek parçalarını benimle paylaşırlar. Bu savaşın bağışladığı biricik lütuf tur, yalnız pis kokulu bir obüs çukurunda günler boyunca kalmış olan bi-rinin bildiği ancak bu kutsal dostluktur.

Azar azar durgunlaşıyorum. Bu kez geçti, fakat tekrar gelebilir, hem de bu önceden haber

vermeden gelir. Moruk bir iskambil oyunu öne-riyor. Sırtımız betonda, bana kazandırdıkları bir iskambil partisine başlıyoruz ve birden kahkahayı patlatıyoruz. Nedensiz. Aslında ortada hiçbir şey yok. Daha kötüsü olabilirdi.

Bir gün sonra. Düşmanla temas kesildi, kayıplar ise korkunç. Kökünden kazınmamış tek köy yok. Porta doğal olarak yemekten başka bir şey

düşünmüyor, farkettirmeksizin bir ineği

ta-kınabilir. Uzun, zayıf kemikli, oburca yiyor; doğ-ruluyor, şiddetle geğiriyor, bir bacağını kaldırıyor, seslice bir yelleniyor ve yalnız bizi yerken görmek ona aç olduğunu düşündürüyor. O her zaman aç, kimse de nedenini bilmez. Bu kez, bir konserve talanı ile şansı yaver gitti. Artık tüfek yağı değil, Arjantin et konservesi ele geçirmişti. Gerçek bir şölen!. Küçük Kardeş tarafından toplanan alkol tabletleri üzerinde, çelik miğferler Đçinde yemek pişiriyoruz- Bu çelik miğfer altındaki küçük ateş o denli eğlenceli ki, artık el-bombaları bile

duyulmuyor.

Đşte komutan Hinka. Kaşığı yalamaya dek giderek onunla aynı miğfer içinden yiyoruz. Porta yahniyi bir süngüyle karıştırıyor ve ufak tuz kesesinden

(14)

tuz serpiyor. Küçük Kardeş'e gelince, o bir matara rom buldu, onunla eti ıslatıyoruz. Krallara lâyık. parisi yakın

14/2

Ben makineli tüfeğin yanında nöbetçiyim, fakat kuyu gibi açık kraterlerden çıkıyor gibi görünen sis yakıp yıkılmış görüntüyü bir kefen gibi örtüyor. Đz bırakan mermiler ve roketler kara göğü yol yol

çiziyorlar. Arkadaşlarım köpek yavruları gibi tortop olmuş uyuyorlar. Yalnızım, donuyorum, inceden yağmur yağıyor, rüzgâr çıkıyor... Büyük Rus

yakasını kaldırarak kaputuma sarmıyorum ve kulaklarımı miğferin kenarları altına sokuyorum, fakat yine de su sırtımın içine akıyor. Şarjöre

bakalım. Şerit iyi yürüyor mu? Mermiler istenilen düzende mi? Bir saldırı sırasında sıkışırlarsa

hayatımız söz konusu olur. Öte yanda çeliğin şıkırtıları çınlıyor... Birşey mi hazırlıyorlar? Kendimi tutmaya çalışıyorum, fakat başım

dönüyor... Oh! Bir sarı yabani hindi ba! Kuşkusuz kilometrelerce genişlikteki çevre içinde var olan tek çiçek! Đşte, bir çiçek bile ken dini kurtarmayı

başarıyor. Burası savaştan önce neye benziyordu? Kuşkusuz gepgeniş bir çayır hktı ve benekli inekler vardı. Fakat şimdi hiçbir şey güzel değil, burada oturanlar da hiç geri dö ııecekler mi?

Zavallı Fransa!

Kuzeyde, topçu gürlüyor. Gök kan kırmızısı renkte tutuşuyor. Orası Ohama kumsalı, Amerikalıların karaya çıktığı ve sert vurduğu yer. Güneye doğru Do bataryaları var, ben de korkunç roketlerin alev alev ışıldayan yolunu gözlerimle izliyorum;

(15)

Porta uyurken konuşuyor, rüyasında yiyecek görüyor elbette; Lejyoner kalkı yor, yıkıntı

halindeki sığmağın bir köşesine çekiliyor. Su sesi. Ondan sonra Gregor ile uykulu

15

uykulu homurdanan Küçük Kardeş'in arasına yatıyor tekrar. Gregor horluyor.

Ben rüya görüyorum. Bir römorkörün ocağının yanında bulunuyorum ve on beş yaşımdayım. Đşte Kopenhag'ın ıslak caddeleri. Alex'i bunun gibi bir gece sırasında almışlardı. O dört serseri bize

birden bire saldırmıştı: Bunlar, römorkörlerin yanında haksız olarak biraz sıcaklık arayan genç işsizleri avlama uzmanlarıydı. Ben heriflerden birinin bacak arasına iyi bir tekme yapıştırdım, sonra da, her ikimiz polisten nefret ettiğimizi söyleyerek neşeli bir halde Havnegarde'a vardık. Fakat ertesi akşam, garın yakınındaki Wivel

lokantasının mutfaklarında arkadaşımı boşuna bekledim. Kibirli bir aşçı, çakırkeyif serserilere aşırı bolluk içindeki masaların kalıntılarını da-ğıtıyordu. Alex gelmedi. Onu bir daha hiç gör

medim. Onu bir polis taraması sırasında Đsveçli bir kafasızla (o ne yapmaya geliyordu Kopenhag'a?) enselemişlerdi ve Jutland'da yeniden bir eğitim merkezine göndermişlerdi. Birçok kez kaçtı, sonra da birgün, yakası açık güzel bir beyaz gömlekle, bir gazetede fotosu çıktı. Sarı saçlarının pırıldadığı

görülebiliyordu. Dibi boylayan Od in

römorköründe boğulduğu gündü, ve sanıyorum, o gün ağladım. Alex ne zamandır dos-tumdu, kısa pantolonla Nyboder okuluna gittiğimizden beri bütün sınıflarda birlikte olmuştuk.

(16)

Burada, tehdit edici bir şekilde duran makineliyi okşuyorum; uzun mermiler şeridini elle

yokluyorum. Emniyet mandalını itmekten başka bir şey yok; o zaman ölüm kusacaktır. Yalanları ve politik söylevleri ile onların iğrenç demok-

19

rasisinden nefret edebilmeliyim. Đnsanın ayakları kuruda oldu mu öğütler vermesi kolaydır. Yalnız Kopenhag'da iki yüz yetmiş beş büı işsiz var.

Hepsini niçin öldürmemen? Geçen Noel'de,

Kopenhag'da, erimiş karın içine dalıp çıkarak ıssız caddeler boyunca yürüyorlardı. Noel ağacı

Radhuspladen'in tam ortasında pırıldayan ışık-larını sallıyordu. Đşte orada başka bir aptala rast-ladım ve ikimiz de o kendinden pek memnun o-lan ağacın üzerine işedik. Aptal bana bir vurguna

girişeceğini fısıldadı, ama ben reddettim; insan bir derede olabilir, ama bu çirkefe batması için neden değildir.

Tek başıma Vesterbrograd'a indim. Bütün

aydınlatılmış pencereler ışık saçıyorlardı. Mutlu Noelleri Mutlu Noeller! Herkes şarkı söylüyordu; «Mutlu Noeller!» diye. Fakat birinden bir parça kaz eti istemeye gidiniz; merdiveni gerisin geriye

inmeniz uzun sürmez! Buna karşın, kendi

kendileriyle barış içinde olduklarını o denli du-yarlar ki. Noel arifesi değil mi? Az sonra, gece

yarısı yemeğine gidecekler, yarın da Noel yemeğini tıka basa atıştırmış halde, ters bir tavırda

olacaklardır. Fakat yaşasın yine de, herşey yo-lunda ve bütün pencerelerden ışık seli akıyor. Noel'in ertesi gün, akşam geç vakit, Paul'e

(17)

gidi-yorlardı, zira bugün iki yeni film gösteriliyordu. Çoğu savaş filmi, bir başkası ise Al Capone'un ölümü üzerine. Đstenildiğince kanlı ve bu uzun No-el gününü sona erdiren iyi bir film. Paul ile ben Vesterbro pazarının yakınında bir barda iki kişi için bir fincan kahve ile bir ayçöreği önünde 20

masaya oturduk. Komiserliğe o,denli yakındı ki insan burada kendini güvenlik içinde hissede-mezdi.

— Bir işe ne dersin? dedi bana Paul. Her cuma günü ödeme yapılan bir iş?

— Benimle dalga geçme.

— Bu işleri asla alaya almam. Almanya'da bir adres bu, orada iş var gibi görünüyor. Kol gücü eksik, biliyorsun ve adam yetiştirmeyi

üst-leniyorlar. Bir el araçları fabrikası, kötü bir ücret değil. Bir yıl sonunda, küpünü doldurmuş gibi olursun.

Đş! Đş! Bu sonu gelmez gevezeliği ben de

bi-liyordum, fakat biraz para sahibi olmak için ne olursa olsun yapardım. En sonunda bizi kahveden dışarı attılar; iki kişi için bir ayçöreğine karşılık bu çok uzun bir konuşmaydı. Servis yapan bize:

— Domuz! diye bağırdı.

Baştan aşağı pırıldayan bir belediye çavuşu durdu. — Sürüklenip götürülmenizi mi istiyordunuz?

Haydi, yürüyün!

Baldır kemiğine bir tekme attım ve o acıdan sıçrarken gülerek sıvıştık. "VVivel'in mutfakları önünde kuyruk yaptığım sırada bana uğursuz kararı aldıran herhalde bir başkasına ayrılmış o yiyecek paketi oldu. On beş gün sonra, Paul ile bir

(18)

yük treninde gizlice yolculuk ederek Berlin'e

varıyorduk. Pek az zaman sonra, Paul, bir yüksek fırından çıkarttığımız bir kül küfesinin altında kalıp öldü, ben de orduya girdim.

Uzun yıllardan beri ilk kez uyumak için bir yatağım ve günde üç öğün yemeğim oldu. Yük 18

sek fırına kıyasla askeri hizmet bana bir oyun gibi göründü. Yanmış ellerim iyileşti, kopmuş

tırnaklarım tekrar çıktı, Silezya güneşi altmda

kazandığım esmerlik beni neredeyse güzelleştir-di; hayatımda ilk kez normal kilomu bulmuştum,

çürük dişlerim bana tek meteliğe mal olmaksızın ordu tarafından çekildi; bana güzel bir üniforma ve haftada bir kez temiz çamaşır verdiler. Birden bire, kendimi bir insan olarak hissettim, mutluydum: Bunu adımlarımın sağlamlığı belirtiyordu. Beni seven küçük bir kadın dostum yardı. Yedinci süvari benim yuvam, ilk gerçek yuvam oldu. En sonunda, bir kişi olarak varlığımı sürdürüyordum. Savaş geldi. Kışladan ayrıldık ve herşey dağıldı. Breslav Polonya'nın bozuk yolları uğruna yok oldu. Demokrasi tekrar bizimle alay etmeye başlıyordu ve siz hâlâ ona inanıyorsunuz, ahmaklar! Artık insan değildik biz. Yurüyebildik-çe,

dövüşebildikçe, hâlâ yararlıydık, fakat hiçbir kimse bize temiz çamaşır vermiyordu. Kirli ve bitliydik, gri-yeşil üniformalar renksizleşmişler-di.

Alayımızın adı sanı yoktu. Yürüyün! Yürüyün! Yağmur altında, güneş altında, kar altında, toz içinde. Bizi kavuran susuzluğu bastırmak için

çamurlu çukurlar, paçavralarla tıkanmış patlamış ayakkabılar, bizi göremeyen insanların evinde

(19)

izinler. Küçük kadın dost yoktu artık, çok asker vardı, yönetici olanlar sivillerdi. Bize ne kalıyordu? Đşaret olarak paslı bir miğferle yol kenarında yalnız bir mezar; sakatlık ya da tutsak kamplarında

yavaş bir ölüm; beşer hayvanı nrn bir domuzdan çok daha az değerde olduğu bu çok acı haller. 22

Bir füzenin körleştirici parıltısı düşümü burada kesti. Kendimi bir duvar parçasının arkası" na attım, öbürleri de içgüdüyle uyandılar, ayakta, çoktan dövüşe hazırdılar. Tarafsız bölgede ne var? Makinelinin güvenlik mandalını çekiyorum; Moruk füzelik tabancasını kavrıyor ve arazi çiğ ışığa

boğuluyor. Kulak veriyoruz. Ağır motorlar

horulduyorlar... Şurada, burada bir makineli tüfek takırdıyor...

— Arabalar! diye fısıldıyor sinirli sinirli Gre-gor Martin.

— Geliyorlar, diye mırıldanıyor Porta.

Hinka'nm boş ceket kolu havada dalgalanıyor. Tüfekler üzerine elbombası yuvalarını vidalıyoruz. Moruk yeni bir aydınlatma fişeği daha fırlatıyor... Hiç. Đçgüdümüz yanılmaz. Düşmanın varlığını duyuyoruz. Her adam tetikte. Sessizlik.

Gözetliyoruz...

Zincir şıkırtıları. Geliyorlar... Moruk fişekleri tekrar cebine koyuyor ve arabalara karşı bombaları

hazırlıyoruz.

Arabalar! Bir araba ordusu! Hava motor

gü-rültüsünden titriyor, zincirler cehennemi gıcırtıları ile kendilerini duyuruyorlar. Đşte oradalar!.. Güzel bir avı lezzetle yemeye hazır bir sürüngen

(20)

sürüsünü andırıyorlar. Yarların dorukları üzerin-den, yandan görünüyorlar.

Hızlı atışlı ağır makineli tüfekler... Uzun bir

sırıtma. Onların çapraz ateşlerinin örtüsü altında Pak topunu yerleştirmek için tarafsız bölgeye

sürünüyoruz, zırhlı araba avcıları da uzun bir 7,5'luğun çevresinde uğraşıyorlar. Bir havan ho-murdanması, uzun, keskin bir kırmızı ışık, bir gökgürültüsü... Hızlı elbombası ChurchüTi tam 20

kulesinden vuruyor ve bir saniye önce üstü diken gibi makineli tüfeklerle kaplı çelikten canavar bir alevler zindanı halini alıyor. Yine arabalar! Bir Cromwell elli metre ilerliyor. Küçük Kardeş soba borusunu omuzluyor ve sakince nişan alıyor, izmariti tükürüyor, parmaklarını tetik üzerinde sıkıyor, her zaman yaptığı gibi kötü gözünü

kapatıyor ve dilini ısırıyor. Borudan alev çıkıyor!.. Đsabet! Mürettebat yanıyor. Başka birine. Lejyoner roketi ona uzatıyor ve ikisi birlikte çift doldurma yapıyor. Bu kesinlikle yasaktır. Đntihar bu, ama onlara vızgeliyor. Cephenin domuzcukları, kimse istemeksizin silâhları düzeltiyorlar.

Aynı senaryo: Küçük Kardeş kötü gözünü

kapatıyor, ateş ediyor... Hedefe isabet. Arabalar duruyor, alevler göğe doğru yükseliyor, fakat ar-kalarından başkaları geliyor. Ne kadar var. yahu? Pak topu ezildi, düşman topçusu kudurmuş, her taşın arkasında ölüm gizleniyor, insan döküntüleri havalara fışkırıyor, patlamaların soluğu insanları havasızlıktan boğuyor... Yere yapışıyorum, toprağı tırnaklarımla kazıyorum... Harika pis toprak, tek dostumuz! Ona neden Toprak Ana denildiğini

(21)

şimdi anlıyorum. Sinirlerimizin her teli dehşetten göğe doğru ses veriyor.

Birkaç metre ilerde, bir Đngiliz piyadesi benim yaptığım gibi yere yapışıyor. Öldür onu!

Beynimden geçen şimşek gibi hızlı düşünce bu. Đkimiz de yirmi yaşımızı aştık mı? Yaşamayı de-nedik mi? Hayır. Tek birşey biliyoruz: Öldürül-memek için öldür!

Elimde bir bomba var, savaşın sert kuralını 21

biliyorum, miğferli tipin benimle aynı düşüncede olduğunu biliyorum: Postunu kurtarmak için. önce atmak... Halkayı dişlerimle koparıyor um.

Sayıyorum: Yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört... bomba ıslık çalıyor. O da aynı anda ken-dininkini atıyor. Aynı saniyede iki patlama, Đkimiz de aynı deneye sahibiz ve patlama yerinden hayli uzağa yuvarlanıyoruz. O zaman makineliye

atılıyorum ve bütün şeridi ona boşaltıyorum Yeni bir elbombası uçuyor ve bir şimşek miğferime çarpıyor, sanki başım çatlıyor ve beni bir tür öfke kaplıyor. Hayır! Fransa'nın çamurlu bir çayırında ölmek istemiyorum. Đngiliz'e ölüm! Ona dipçik

vuruşları indiriyorum, o da umutsuzca tekmelerle beni sersemletiyor. Küreğimle vuruyorum, miğferi ters yüz oluyor, ağzından ince bir kan sızıntısı

akıyor, alnının ortasında iyice açılmış bir yara var. Bitkin halde düşüyorum. O can çekişiyor. Öfkem dehşete dönüştü. Niçin ölmüyor? Bacağım kanıyor, bir yandan can çekişenlere bakarak yapabildiğim kadar yaramı sarıyorum. Hâlâ beni tepeleme

gücüne sahip mi? Bana bakıyor, sıkıntılı bir hırlamayla soluk alıp veriyor. Arkadaşları beni

(22)

burada bulurlarsa, işim biter; bununla birlikte, biz dövüştük, herşey düzenli. Kan ve köpük ağzını

kirletiyor; ona mataramı atıyorum. — Drink, it is for you(*).

Niçin içmiyor? Bir bıçak yeme tehlikesini göze alarak onu dişlerinin arasına koymamı mı bek-liyor? Kımıldıyor. Elbombalarmı düşünmeksizin (*) Đç, sana veriyorum.

25

deliğimden çıkıyorum ve makinelinin arkasına atılıyorum, fakat Đngiliz hareket yapmıyor. Yanan Churchil'in altında, Küçük Lejyoner, yatmış,

L.M.G.'si ile kısa yaylım ateşleri açıyor, Küçük

Kardeş ise alevler içindeki bir Cromwell'in köşesine dayanmış, yanan çeliğin kabaca aydınlattığı bir Şeytan'm ta kendisine benziyor.

Düşman saldırısı kırılmıştı, bu an için; güneş yavaş yavaş ısıtıyor. Porta gürültülü bir şekilde ellinci et konservesini yiyor, Barcelona bir cin şişesini dolaştırıyor, Moruk kağıtları karıyor ve arkamızda Formigny yanıyor. Wellington ağır bombardıman uçakları Caen'in üstünde görüldü yor ve yangm dumanları gökte çok yükseğe

çıkıyorlar. Yer ayaklarımızın altında titriyor. Terkedilmiş bir cipte, Porta eski bir taşınabilir gramofonla plaklar buldu. Çok canlı bir müzik çınlarken akşamın geç saatinde silâhsız gibi görünen bir grup asker çıkageldi. Bir kızıl-haç bayrağı sallıyorlardı ve miğferlerinde aynı kızılhaç vardı. Moruk, çoktan ateş etmeye hazır olan Küçük Kardeşin üzerine atıldı.

(23)

■— Kendi yaralılarını topladıklarını ve bizimkileri bıraktıklarını görmüyor musun! diye bağırdı öfkeli dev.

—- îlk ateş edeni tepelerim. Anlaşıldı mı? Bırakın silâhlarınızı, diye homurdandı Moruk.

Porta Moruk'a doğru tükürerek sırıttı:

— Sen Selâmet Ordusu'na yazıl. Orada general olursun!

Hemen hemen bütün sedyeciler bayrakları ve

yaratıl arıyla çoktan kaybolmuşlardı, fakat birden bire, bir humbaracılar teğmeni bir çığlık attı ve siperin çamuru içine düştü. Bir direnişçi

(savaşanların nefret ettiği şu katiller) iki gözünün arasından onu vurmuştu. Göz açıp kapayın caya kadar, üç makineli takırdıyor. Sonda kalan

sedyeciler yere yıkılıyorlar.

Öfkeden çıldırmış olan Küçük Kardeş bağırıyor: — Başladılar. Hemen onları öldürmemiz gerekirdi. ' Uzun ve vahşi bir savaş çığlığı: «Tanrı büyük tür! Đleri! Đleri!»

Ve Lejyoner, Rusya'nın donmuş steplerinde ya da Monte Cassino'nun yamaçlarında sık sık yaptığı gibi bizimle atılıyor. Kin dolu olarak öldürüyoruz, öldürüyoruz! Sedyeciler, kurtulmuş olan yaralılar, herkes öldürülüyor, delik deşik ediliyor! Düşmanın sığmağı yok, bunlar iğreti mevzilerden ibaret.

Herşey yakılıp yıkılıyor. Fakat saldırının

arkasından karşı saldırı geliyor. Yine ölüler, heryerde ölüler.

91. Müfreze'de düşmana asla aman vermek yok.

27 23

(24)

2

Porta Londra'dan B.B.C.'yi yakalamaya çalışarak radyoyu kurcalayıp dururken yayın bozan para-zitler duyuluyordu.

— Kafadan sakat olup olmadığının farkmdasm-dır herhalde, dedi Helde. Zaten bu lâf salatalarını

niçin dinlediğinizi kesinlikle anlamıyorum. Đngiliz-ler Adolf'un adamları kadar yalan söylüyorlar.

Dehşet saçmayı hedef almış boğuk, ve tehdit edici gong sesleri: «Đci Londres, ici Londres. B.B.C. pour la France.»

Fransız direnişinin bütün kulaklarıyla dinlediğini bilmiyoruz, aynı şekilde XV'inci ordunun Genel Karargâhında nöbetçi radyo subayı Oberleulnant Meyer'in de...

«Bütün dikkatinizi vermenizi istiyoruz. Đşte kişisel mesajlar: 'Les sanglots longs de violon de

l'au-tomne...'» Verlaine'in «Sonbahar Şarkısı»mn ilk di-zeleri bu, haftalardan beri beklenen mesaj. Đvedi-likle Fransa'daki askeri valiye, Hollanda'daki ve Bel-çika'daki başkomutanlara haber veriliyor. Boşuna! Bir sonbahar şiiri ciddiye alınabilir mi? Gülünç bu. «Budalalar!» diye bağırıyor Hitler. XV'inci ordunun kurmayı, esrarlı mesajları ka-rarsız dinliyor.

«Burası Londra, burası Londra. Kişisel mesajlar sürdürüyoruz: Çiçekler koyu bir kırmızılıkta-lar. Tekrarlıyorum.- Çiçekler koyu bir kırmızılıkta-lar.» 24

Bu Normandiya'daki ağalara işarettir. «Devam ediyorum: Hélène Joe ile evleniyor. Hélène Joe ile evleniyor.»

(25)

Bütün Caen bölgesi için işaret. Anında köprüler uçuruluyor, yollar da öyle; telefon hatları baltala-nıyor. XV'inci orduda ciddi birşeyin söz konusu ol-duğundan bir saniye şüphe edilmiyor.

General von Salmuth:

— Bir zerre anlıyor musunuz, Meyer? diye soruyor. Üç günden beri Londra radyosu susmuştu, ama işte spikerin çenesi durmaz oldu.

«Mesajlarımızı sürdürüyoruz: Zarlar atıldı. Tek-rarlıyorum: Zarlar atıld>.»

Hiçbir şeyden kuşkulanmayan Alman nöbetçileri bıçaklanıyorlar; cesetler iz bırakmaksızın

ba-taklıklarda ve çukurlarda gözden yitiyorlar. «Jean Rita'yı düşünüyor». Tekrarlıyorum: «Jean Rita'yı düşünüyor.» Spiker her sözcük arasında bir

duraklama ile ağır ağır konuşuyor.

— Şu ahmağı duyuyor musunuz? diye homur-danıyor Porta keyifle. Jean Rita'yı düşünüyor. Bir orospu daha, bu mikrofon komiği. Jean Rita'yı dü-şünüyor. Bu ikisini tanıyor musunuz?

Her zaman herşeyi bilen Heide açıklıyor:

— Bu bir koddur. Ben de radyoda çalıştım. Bu bitmez tükenmez gevezelikler yayınlanıyordu. «Pazar günü çocuklar sabırsızlanıyorlar.» Tekrar ediyorum: «Pazar günü çocuklar sabırsızlanı-yorlar.»

Bu Normandiya'da paraşütçüleri bekleyen, Di-renişin adamları içindir.

«Burası Londra. Bir saat sonra başka mesajlar göndereceğiz.»

29

(26)

Ölüleri gömmeden önce bir yük örtüsüne sarıyoruz ve her cesedin yanma, içinde adamın kişisel

kâğıtları bulunan boş bir bira kutucuğu

yerleştiriyoruz. Er ya da geç, büyük granit anıtlarla süslenmiş şehitliklere gereksinme olacak ve bu

kahramanlar adına küçük plakalar taşıyan uzun haç dizileri sıralanacaktır. Bir çukurdan ya da bir patates tarlasından çıkarılanın kim olduğunu

bilmek daha iyi değil midir? Bu kutucuklar onun için.

Şehitlikler gereklidir. Yarın yeni askere alınanlara ne gösterilecek? Bakınız, Đşte kahramanlarımız. Bu haçın altında piyade eri Paul Schultze dinleniyor, bir elbombasmm bacaklarını kopardığı, fakat ileri karakolu tehdit eden düşmana karşı savaşmayı sürdüren bir yiğit. Piyade eri Schultze alayı

kurtardı, sonra da dudaklarında ulusal marş olduğu halde komutanının kollarında öldü. Her haçın üzerine kazılan adın doğru olması

gerekir, bu olmayınca, bozgun unutulacağı zaman elimizin altında hangi kahramanca eylemler

bulunacak? Bununla birlikte ünlü kutucuk-tan yoksun ölüler de var, zira sahip olduğumuz

şişelerden çok fazla adam can verdi. Gelgelelim içilip içilmediğini tanrı bilir. Đkindi vakti göm 26

melerden sonra yarım saatlik bir dinlenme arka-sından mayın temizleme işi.

Bu en çok nefret ettiğimiz işlerden; çünkü yaşam bir mayın arayıcısı için fecî kısadır! Teknik ilerleme yüzünden. En ufak maden parçasının

yaklaşmasıyla patlayan manyetik mayınlar icat edildi. Biz de yerlerine tahta parçaları diktiğimiz

(27)

düğmelerimize dek maden olan her-şeyi bıraktık. Kauçuk çizmeler Olmadığından, ayakkabıları bez parçalarıyla sarmakla yetin mek gerekiyor, fakat bizim grubun şansı vardı. Porta kendine sarı kauçuktan bir çift Amerikan çizmesi uydurdu: Sanki saf altmmış gibi gözettiğimiz paha biçilmez bir hazine; altından da çok üstün, bizim sağ

kalmamız.

Durmadan çınlayan dedektöre güvenmek

olanaksız. En ufak bir maden parçası için çınla-dığından bizi rahatsız ediyor ve dikkatimizi da-ğıtıyor. Đşlerin en kötüsü. Mayınlar üzerinde ça-lışırken üç nokta çok önemlidir: Sakınma, kuşku ve özen. En beklemediğiniz yerde, tuzak sizi gö-zetlemektedir. Bu işi başlatan RommeFdir ve şey-tanca bir şeydir bu. Bir kapı açıyorsunuz, tam yü-zünüzde patlıyor! Bir kırlangıç ailesi gibi bir dizi mandalla bir çamaşır ipi. Pek masum! Đp yolunuzu engelliyor, onu koparıyorsunuz ve toprak bir

volkan patlamasıyla açılıyor. Kötü kapatılmış bir fırın kapağı, bu düzen seven insanları kızdırıyor. Onu itiyorsunuz ve herkes yok oluyor. Yola aykırı konmuş bir elarabası döküntüsü ki onu yana

atıyorsunuz. Bu yaşamınızın son hareketi oluyor. Eğri asılmış bir tablo yarım tonluk bir patlayıcı maddenin ateşleyicisidir. Görünmeyen bir telin üzerinde yürüyorsunuz, elli metre iler

31

deki bir ağacın içinden on bomba fırlıyor, bütün bir bölüğü toz ediyor. Đkiz mayınlar da var: Zin-cirleme patlayan P2 mayınları. Başkalarının bir tüfek atışıyla patlatılması gerekir; sonra da parça parça sökülmeleri gerekenler var; ateşleyicileri en

(28)

ince camdan yapılmadır •• • Mayın temizleme işi adamı deli eder.

Toprak ağır ağır, güven duyuldukça kazıya kazıya ilerlenir... Her on dakikada bir baştaki adam aygıtı ileriye, geriye sallar, toprağın içine uçma

tehlikesinde olur. Öbürleri makul bir u zaklıkta birincinin izinden dikkatle yürürler ve işin en iyi gittiği anda baştaki adam, ani parlayan bir şimşek içinde bir uluma ile duman olup uçar.

Dedektör ıslık çalar... Durulur. Baştaki adam

aygıtı ileriye, geriye sallar, toprağın içine gizlenmiş olan şeyin yerini belirler, zemin üzerine, yatar, bir yılan sakınırlığıyla araştırır. Bir maden

parçasından, bir elbombası döküntüsünden başka birşey yoktur. Her zaman aynı şey. Hiç mi hiç

mayın olmadığı inancıyla sonunda öfkeden kudurursunuz, bilgi vermiş olan tutsak bir

yalancıdır. O zaman bütün haberalma subayları-nın yedi sülalesine sövülüp daha çabuk ilerlenir. Dehşet verici patlama. Baştaki adam havaya

uçmuştur, demek ki tutsak yalan söylememiştir, haberalma servisleri haklıdırlar. Yaman tipler! Zırhlı arabalar için yapılmış bir T mayını vardır; böyle bir mayın patladığı zaman çocuklardan hiçbir şey kalmaz. Bir S mayını ise yalnız iki

bacağınızı bırakırsınız; bu daha az kötüdür, zira iyi takma bacaklar yapılır ve aptal değilseniz,

astsubay okuluna girersiniz. Takma bacaklı 32

birçok astsubay yeni alman erleri yetiştirirler. Otuz altı yıl için görev alırsınız ve biraz şansla on beş ya da on sekiz yılda genelkurmayın baş çavuşu

(29)

emekliye ayrılırsınız. Demek ki bir mayın, var olan en kötü şey değildir ve bu cephenin bir

domuzcuğunu korkutmaz. Savaş bitmiştir.

Hepsinin karşılığının ödendiği acı deneyle bilinir, en ön cepheden kurtulmak için iki bacağını seve seve verecek olanlar vardır. Bir kol hiçbir şey demek değildir. Komutan Hinka, sol kolu

olmaksızın üç yıldır cephede bulunuyor. Bacak kaybetmek daha iyidir; fakat ikisinden de olmak gerek. Zırhlı arabalarda birçok tek bacaklı vardır. Bu anda baştaki adam benim. Otlar kuşku

uyandırıyor... Onları elle yokluyorum, yerlerinde tutunmuyorlar: Elimi içeri sokuyorum, madene değiyorum. Arkamda yürüyen Porta ile Lej-yoner duruyor. Birden sessizleşen soldakiler, ba-kışlarnı benden ayırmıyor. Bir dakika sonra toz olabilirim. Yatıyorum, kulağımı yere dayıyorum... Bir tik-tak işitiliyor mu? Manyetik bir mayın mı, saatli bir mayın mı? Tüm gövdemi ter kaplıyor, buna rağmen titriyorum. O susuyor, ama ölü değil... Şeytan gibi sinsi. Buna kıyasla bir kobra insana daha yakın bir nesnedir. Parmak uçlarımın

görünmez antenleri var. Yuvarlak, ince kadehçiği farkediyorum, o pek ince cam boruyu. Bu normal bir T mayını. Eski dost, sana kötülük yapmak istemiyorum, nazik ol, kızma. Dikkat Sven! Kabalık yok. Dişi şeytan pek nazik! Öğrenmiş olduğun şeyi hatırla. Hiç umutsuzluk yok. Hele bakalım... Kadehçiğin altına iki

parisi yakın 33/29

parmak sok, sola iki dönüş,.. Yavaşça, yavaşça.., Cam boruyu kırarsan işin biter. Tel olmadığını,

(30)

başka mayınlara bağlayan teller olmadığını uma-lım zira mayın koyanların hayal gücü vardır. Đki dönüş, oldu... Đki milimetre yukarıda sağa üç

dönüş... Kımıldamıyor. Ne demek oluyor bu? Yeni bir model mi? Kaçma arzusundayım. O zaman

savaş divanı, düşman karşısında korkaklık, ölüme mahkûm edilme, fakat divan kurulmaya vakit

bulmadan önce belki savaş bitmiş olur?

Tübü sökmeksizin onu kaldırmayı denemeli miyim? Bu tehlikelidir, korkunç şey toprağa ya-pışmış duruyor. Tek bir yanlış harekette, tüp kırılır, asit yayılır, artık Sven yok! Kuşkulu bir

halde kokluyorum... Sıcak mı? Bataryalı bir mayın mı? Kadehçiği tutarak sol elimin altından sağ elimi kaydırıyorum ve dişlerimle otları koparı yorum. Bu anlarda insan ayaklarını kullanabilen maymunlara imreniyor. Mayın temizlemek için onları niçin

eğitmiyoruz? Ne kurnazdırlar. Kimsenin bunu henüz düşünmemiş olması garip. Ordu

güvercinler, köpekler, domuzlar, atlar kullanır; domuzları Polonya'da kullanıyorduk: Onların mayın tarlalarına salıyorduk ve hepsi havaya

uçuyordu, fakat bunu çok sürdüre-medik, çünkü domuzlar değerlidir, köpekler de öyle. Şimdi en az değerli malzeme; Porta'nın dediği gibi, butu ucuz olan insanları yeğliyorlar.

Yavaş yavaş, yavaş yavaş onu kendime doğru

çekiyorum... Tanrım ne ağır!. Hiç kuvveti olmayan sol elimi kullanmak çok aptalca! Đşte! Yüksüğü ile, tehdit edici şekilde, bana bakıyor: Bu yüksük

onun gözü, kulağı, beynidir. Ona bir tekme vurmaya, Şeytan'm yanma göndermeye bir 30

(31)

cüret etsem! Fakat ona küfür savurmaya bile ce-saret edemiyorum, onunla hafif hafif konuşuyo-rum... Yüksüğü kopardığım zaman onu öyle bir tartaklayacağım ki, artık hiçbir zaman bir mayına benzemeyecek!

Öbürlerini çağırıyorum. Porta ile Lejyoner

yaklaşıyor. Porta hiçbir şey öğrenmemiş olduğu halde bir mekanik dehasıdır, fakat bunu en iyi ve en kötü amaçlar için kullanmayı sever.

— Aptal! Ters yöne çevirmişsin. Bunun bir Fransız vidası olduğunu görmedin mi? Yüksüğü elle

yokluyor! «Bir Đsveç anahtarı getir!» diye bağırıyor Küçük Kardeş'e.

Anahtar çarçabuk geliyor. Korkunç şeyi derinliğine inceliyor.

— Al, yüksüğü kapa, olmayınca biz Aziz Pierre'in önüne çıktığımız zaman kıçın mayın dolmuş olur. Lejyoner, sinirli, ıslık çalıyor ve ellerini

pan-tolonunun gerisinde kuruluyor. — Tutuyorum! Anahtarı kavrıyor:

— Siz ötekiler, kulaklarınızı sakının! Dostumuzun bir parça yollaması olanağı vardır.

Alçak bir sesle şarkı söylüyor. Ne olacağız, sevgilim, biz ikimiz?

Üzgün ya da mutlu mu olacağız biz?

Başarı kazanmış halde, bana cam tüpü gösteriyor ve onu parmaklarının arasında kırıyor, sonra tüm gülümseyerek, mayın kolunun altında öbürlerine doğru geri gidiyor.

Porta kaburgalarını tutuyor.

— Bayımız salcın korkmuş olmasın? Gregor mayına bir tekme atarak bağırıyor:

(32)

— Yeter bu kahpelikler, diye homurdanıyor Moruk. Şimdiye değin on kişi öldü.

— Ya sonra? diye sırıtıyor Porta. Kara kravat takmak gerekir.

Başa geçme sırası onda:

— Ayak prezervatiflerini getir!

Ben de kauçuk Amerikan çizmelerini ona ve-riyorum.

Ancak bir kaç adım atmıştı ki eğiliyor ve bize işaret ediyor. Lejyoner ile ben bakışıyoruz. Đkimizden

hangisi? Porta telli bir mayın bulmuş, onu sökmek için iki kişi olmak gerek. Lejyoner omuzlarını

kaldırıp ilerliyor; herşey iyi giderse gelecek sefere sıra benim olacak.

O ve Porta teli izleyerek sürünüyorlar. Eskiden bu uğursuz tel kesilebilirdi, şimdi onu ince bir bakır telle takviye etmeyi icat ettiler. Ona madeni bir nesneyle dokunursanız, akım geçer ve herşeye veda edersiniz. Bu mayın bir ağaca asılmış ve 10,5'luk üç el bombasına bağlanmış. Gerçek bir tuzak! Bu bakır tel dalgasını keşfetmede*! önce çok kişi yitirdik. Mayına kullanma talimatını eklemeyi unutmuşlardı!

— Gelsene, aptal, diye bağırdı Porta. Kendini bir salonda mı sanıyorsun?

El araçlarını getirmem ve ateşleyiciyi sökmem gerek. Çok kişi bunu yaparken havaya uçmuş olmakla birlikte, bu kolay gibi görünüyor. Asla bilinmez. Yepyeni birşey icat etmiş olabilirler. Ağaca tırmanan Porta, iblisin dört telini okşuyor. Önce T mayını indiriliyor. Patlama kapsülü bir sigara paketinden büyük değil, fakat size yemin ederim ki yeter bu. Bombaların birinin

(33)

36

üzerine bir şakacı şunu yazmış: «Go to hell dam-ned Kauts» (Cehenneme gidin, lanet Almanlar) Đmza: Đsaac. Đyi anlaşılıyor. Hiçbir Đsaac'm bizi sevmesi için nedeni yok!

Biraz dinlenme. Oturuyoruz, bir sigara içiyoruz; bu sıkı sıkıya yasaktır, ama önemi yok. Herkesin

buna çok ihtiyacı var.

Porta sadist bir tavırla gülümseyerek:

— Adolf'un bu işi yapmak için burada olmasını isterdim, diyor. Ancak bir yarım saatçik sürerdi. Bu aptalca şaka beni neşelendiriyor. Fakat işte

yeni bölük komutanımız Brandt'ın yönetimi altında öbürleri yanımıza geliyorlar. Brandt başlangıçtan beri bizdendir. Bizden ancak çeşitli okullarda kısa yetişme dönemleri için ayrılmıştır. Biz eskiler onu bir arkadaş gibi kabul ediyoruz, senli benli

konuşuyoruz ve küçük adı ile çağırıyoruz. Soyadı Claus. Şeritsiz, nişansız gerçek bir cephe subayı: yalnız gümüş zırhlı rengi uçmuş kasketi rütbesini belirtiyor.

— Keşke bitmiş olsaydı, diye homurdanıyor Claus. Deli edecek bu oyun bizi.

— Evimize döndüğümüz zaman oynanmayacak bir oyun, diyor Porta. Porta daima «döndüğümüz

zaman» diyor ve asla dönersek demiyor-, cephe askerinde pek garip bir ruh halidir bu: Sırasının geleceğine asla inanmaz. Pek sık olarak, saldırıya geçmeden önce ortak çukur kazıyor, kuru otla döşüyor, ağaçtan haçlar haznlı-yorduk, fakat hiçbir zaman kendimizin oraya yatmış olacağmı düşünmedik. Havan mermisinin keskin ıslığı

(34)

duyuluyor, yere inişinin boğuk gürültüsü geliyor... Geri dönüyoruz: En yakın ar

34

kadaş yok olmuş. Horuldayarak, uzuıı yassı to-pundan alevler kusarak bir düşman arabası çı-kıveriyor. Kulak zarlarımızı patlatacak bir infilak! Müfrezenin yarısı uçup gitmiştir. Günlük

deneyimlerden, ama asla kurbanı olacağımızı dü-şünmüyoruz. Kolumuzu ölüme verirken bile ya-şama inancımız sürer.

Bir Amerikan arabasında üç ananas kutusu bulmuş olan Porta tıkmıyor.

— Ben, çocuklar, Bornholmstrasse'ye döndüğüm zaman, tonlarca ananas satın alacağım. Buna

bayılıyorum ve durmadan atıştırmak niyetindeyim. Đşte savaş sonrasının düşünü görmeye

koyu-luyoruz. Savaştan sonra geçecek olanlardan çok söz ediyoruz; fakat aramızda ne istediğini bilen yalnız bir kişi var: Astsubay Julius Heide. Subay olmak için hizmetini uzatmaya kararlı ve her gün askerî sefer elkitabındarı on sayfa öğreniyor;

bulunduğu yerde, inatla, ezbere olarak! Ona takılıyoruz, ama onu anlıyoruz. Sivil yaşama dönemeyecek kadar uzun zamandır askerlik yapıyoruz, fakat kimse bunu açığa vurmaya ce-saret etmiyor. Moruk yalnız çiftçilerin normal bir yaşayışa dönebileceklerini düşünüyor, belki ele haksız değil. Kentliler bizden o denli farklılar ki... Çiçek açmış bir elma ağacı onları sevince boğuyor; çoğu bir ilkbahar ağacı yüzünden askerlikten

kaçtı. Bir gün, bir sabah yoklaması sırasında bize bir bildirge okuyorlar; Bekçi köpekleri bir kaçağı enselemişler ye savaş divanı çiçekli bir elma

(35)

ağacından hiçbir şey anlamıyor. Gri bir sabah vakti, cezaevinin avlusunda on iki tüfek gürledi. 38

Đşte on saattir, kimsenin bir fikir sahibi olamadığı sinirli bir gerilim içinde mayın temizleme işindeyiz. Bir an soluk almaksızın ölümün kollarında on

saat. Hemen hemen bitti; arabalara ve

humbaracılara geçme olanağı verecek beyaz

bantları koyma işini sona erdirdik. Bir kazık çak-mak üzereyim, fakat birden birşey dikkatimi

çe-kiyor. Gözlerimi kaldırıyorum. Arkadaşlarım donup kalmışlar... Bütün bakışlar, biraz uzakta,

bacakları açılmış, kolları gövdesi boyunca sarka-rak ayakta duran teğmen Brandt üzerine çevri-liyor... Tüylerim diken diken oluyor! Claus bir mayının üzerinde ayakta! En ufak harekette

patlayacak. Son saatinin çaldığını biliyor. Mayının telli olduğu belirgin bir şekilde görülüyor.

En yakın olanlar adım adım geriliyorlar. Mayın bir başkasına bağlı olmalı. Tek bir kişi atılmak istiyor; Küçük Kardeş'i zorla tutuyoruz; Bar celona da bir çılgınlık nöbetine kapılmış ve Claus'a doğru

sürünmeye başlıyor. Onu bayıltmak gerek. Bir ölü yeter.

— Diz çök ve onu atlatmayı elene! diye bağırıyor Porta.

— Nasıl?

— Sıçrayarak, bu tek şansındır. Teğmenin benzi soluk mu soluk. Şimdiden

bir morfin ampulü ve pansıman hazırlıyoruz;

bundan sağ çıkarsa çok pansıman gerekecek. Fa-kat Lejyoner rovelverini kavrıyor; sonuç olarak, Claus uzun zaman acı çekmeyecek. Đsterseniz bir

(36)

cinayet deyiniz buna. Altı yıldır ondan ayrılmadık. Altı yıl! Bu, yaşama süresinin ortalama doksan gün olduğu bir zırhlı alayındaki bir asker için çok uzun... Sonra da bir mayınla gitmek

36

ne kadar aptalca bir şey. Hem telli bir mayınla! Bir çocuk bile onu meydana çıkarabilirdi, ama işte, her zaman böyledir: Bu pis şeyler üzerinde sinirleri yıprata yıprata, insan bir saniye dik katsizlik

gösterdi mi, mayınları yoklarken en büyük tehlikeyle yüzyüze geliniveriyor.

Ne zamandır buradayız? Saniyelerden, daki-kalardan, saatlerden, yıllardan beri mi? Zaman durmuş. Emin bir avı, büyük sabırla bekleyen

ölümü bekliyoruz. Teğmen bir kolunu kaldırıyor ve selâm veriyor, sonra yavaşça, pek yavaşça,

dizlerini büküyor, atlamaya hazırlanıyor... Şansını- denemeye, mayını atlatmaya çalışmaya karar

verdi.

Korkunç şangırtıyı duymamak için ellerimi

kulaklarımın üzerine bastırıyorum. Claus, karar verme gücüne sahip olmaksızın, çömelmiş duru-yor. Mayının üzerinde ayaktayken yaşadığını hissediyordu, fakat atlarsa... Binde bir şans! Đpnotize olmuş halde ona bakıyoruz. Avuçlarını yere koyuyor, sonra doğruluyor.

— Bana ceketlerinizi atın!

On ceket ona doğru uçuyor, fakat yalnız üçü yanına varıyor. Küçük Kardeş tekrar atılmak is-tiyor, ama Porta bir kürek sapı vuruşuyla onu yere yıkıyor. Bir ölü yeter! Fakat Claus bunu

farkediyor.

(37)

— Haydutlar, serseriler, alçaklar! diye uluyor kendine gelen Küçük Kardeş.

Onu tutmak için dört adam gerek; Lejyoner rovelverini devin alnına dayıyor, o da elini öyle kıyıcılıkla ısırıyor ki, kumların adamı acıdan ba 40

giriyor. Teğmenin ceketleri bedenine sardığını görüyoruz; eğer parçalar karnını sıyırırlarsa, bit-miş olur. Sonra yine selâmlıyor... Karar vermek üzere.

Fısıldıyorum: — Sıçra!

Birden, uzakta çanlar çalıyor, Fransa'nın

kurtuluşunu kutlayan sevinçli çanlar Rüzgâr ne-şeli çan seslerini bize getiriyor. Herşey unutuldu: Yıkıntılar, karaya çıkartma cehennemi; caddelerde Amerikan askerleri Fransız kızlarıyla dans

ediyorlar «Yaşasın Fransa! Yaşasın Amerika! Almanlara ölüm. Ölüm!»

Teğmen Brandt sıçrıyor. Körleştirici bir alev, sağır edici bir gürültü... Atılıyoruz! Đki bacağı kopmuş, biri yakınında yatıyor, öbürü kaybolmuş ve tüm bedeni ağır bir şekilde yanmış, fakat Claus kendini kaybetmemiş.

Çırpman vücuduna bir iğne batırıyoruz; Porta ile ben butlarına bir boğma ipi koyuyoruz. Üniforması lime lime, bir koku yükseliyor, kavrulmuş et ve kumaş kokusu karışımı... Claus bağırıyor, acılar başlıyor artık. Biz, bunu da biliriz.

Küçük Kardeş sıhhiyeciyi sarsarak:

— Morfin! diye gürlüyor. Acaba onu nerde kullanıyorsun, kahpe herif?

(38)

— O halde karaborsa yapıyorsun! diye bağıran dev talihsiz adamın üzerine atılıyor, o da, kendini

kudurmuşcasına savunuyor.

Fakat öteki onu yere deviriyor, üstünü arıyor, Kızılhaç sandığını dağıtıyor, iğneleri, şırıngaları çiğniyor. Kudurmuşcasma deli, tehlikeli,

38

kimse yaklaşmaya cesaret edemiyor. Morfin yok! O zaman rovelverini avucunda sıkıyor, tartıyor ve birden yere atıyor.

Sıhhiyeci kan vermeyi öneriyor. Yirmi kol uzanıyor, fakat kan gruplarını kontrol etmek gerek, Küçük Kardeş ise, kam reddedilince yeniden çılgına

dönüyor. Đstenilen grupta olmadığını ona anlatmak imkânsız.

— Bok herifler! Kan kandır! Bende yüz litre var, hepinizin en güçlüsü benim!

Yavaş yavaş teğmen kuvvetten düşüyor. Küçük Kardeş umutsuzlukla inliyor:

— Yine de ölmeyecektir! Savaşın sonu geldi. Al, Claus, bir sigara, yardım eder bu!

Ve mavileşen dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırıyor.

Her yerde çanlar çanlara karşılık veriyorlar.

Normandiya'nm kurtuluşu için çalıyorlar, cesedini omuzlarımızda taşıdığımız teğmenin ölümü için çalıyorlar. Üzüntüden dilsizleşen Küçük Kardeş önde yürüyor ve onun arkasında Porta ağız

mızıkasında «Yaban Kuğularının Yolculuğu» nu, Claus'un çok sevdiği havayı çalıyor.

Böylece kimseye bakmaksızın, başımız, dik, arkadaşımızın, ölü teğmenimizin cesedini omuz

(39)

larımızm üzerinde taşıyarak Turqueville'i geçi-yoruz.

42 3

Doğu'nuıı 439'uncu taburundan Rus teğmeni Koranin, bir gün Tatarlar bölüğüyle şaşırtıcı bir keşifte bulundu. Bir çıkarma gemisinde, üç Ame-rikan subayının cesedinin yanında tıka basa bel-gelerle dolu çantalar ele geçirdi. Rus onları komu-tanına götürmekte acele etti ve ikisi 84'üncü kolor-du komutanı general Marcks'a gitti.

General buluntunun paha biçilmez değerini çabuk kestirdi ve hemen VII. Orduya telefon etti. Ona

güldüler! Ne anlatıyordu bu? Marcks kendini

öfkeyle bir koltuğa attı ve yeniden belgelerin içine gömüldü-, emir subayı bily, bir dakika tereddüt etmedi: Herşey tamı tamına gerçekti. Đki subay Güvenlik Servisine haber verdi, orası kâğıtları incelerken rüya gördüğünü sandı.

84'üncü Kolordu komutanı o zaman General-feldmarshall von Runstedt ile bağlantı kurdu ve Normandiya'nm istilasına ilişkin gizli Müttefik planlarına sahip olduğunu bildirdi. Yeni çıkarma-nın dört yıldır beklenen bu istilaçıkarma-nın ilk belirtisini oluşturduğunun kanıtıydı bu.

Von Runstedt telefon almacını yerine asarak bağırdı:

— Ne budalalık!

Yüksek komutanlık laf anlamıyordu. Plânlar, tüm bu çıkartma gibi basit bir tuzaktan başka şey

değillerdi! Basit bir gösteri! 39

(40)

Vort Runstedt kurmay başkanına emretti: — General Marcks'ı komutanlığmian alın! Hayal

gören birine bir ordunun komutanlığını bırakmaya cesaret edemem.

44

GOLGOTHA TEPESĐ

Gece. Üç kol halinde yolu izleyerek 112 rakımlı mevziye varıyoruz. Yerde sürüklenen sis uzun

pamuk şeritleri şeklinde yer değiştiriyor, gerçek bir Kuzey Denizi sisi, buzlu bir sis. Bu sis tarafından yutulan bölüğün başı kaybolurken Porta bitmez tükenmez kız öykülerini anlatıyor.

Moruk, bacakları yay biçimini almış, sırtı

kamburlaşmış, eski piposu ağzında, miğferi tü-feğinin küçük çengeline asılı, zırhlı araba asker-lerinin kara başlığı kafatasının tepesinde artçı olarak yürüyor. Moruk, müfrezemizin şefi, Feld-webel Willy Beier'in ayaklarında onun için pek çok büyük piyade çizmeleri var- Bir askere de hiç mi hiç benzemiyor, ama var olan en iyi müfreze

şefidir; günlerden beri traş olmamış ve sis sakalına gümüş parlaklığı veriyor.

Bir şeyin ortasında yürüyoruz ki bunun geçen hafta bir orman olması gerekirdi. Şimdi yalnız

delik deşik ağaç gövdeleri, yanmış arabalar, insan kalıntıları var.

— Burada sıkı savaş olmuş, diyor Küçük Kardeş. : — Ağır havanlar, diye yanıtlıyor Porta. Her

zamanki gibi herşeyden haberi olan Heide açıklıyor:

— Yeni havan bombaları. Üniformaları gaz haline getiriyor, sonra da yakıyor.

(41)

Heryerde kömürleşmiş cesetler. Bir ağaç göv-desinin içinde, bacaksız çıplak bir vücut; Küçük Kardeş hâlâ miğferli kafaya bir tekme vuruyor; Lejyoner bir ürperme geçiriyor.

— Yolun üzerinde suntan kellesini görmeli ne de olsa etkiliyor!

— Bu zımbırtıları icat eden aşçı olmalı, diye kanısını söylüyor Martin Gregor. Önce adamı yüzüyor, sonra kızartıyor; şuna bakın!

■— Ağızlarınıza! diye bağırıyor Moruk. Bir

patlamanın izlediği bir uğultu... Đçgüdüsel olarak diz çöküyoruz.

— Mesafelerinizi alın! Sigaraları söndürün. Bölük, dikkat! Koşun!..

Uhiy... Uhiy... Bir ateş örtüsü göğe doğru

fışkırıyor. Do bataryaları. On iki namlulu roket bataryaları. Kuru taşlardan uzun bir duvarcık-lar dizisini birerli kol halinde geçiyoruz. Do bataryaları her yaylım ateşten sonra duruş değiştirir, tam

hızla kayan traktörleri fırlatıcı aygıtlarını arkalarında sürükler.

—- Daha çabuk! Daha çabuk! diye bağırıyor Moruk. Bir saniye sonra üstümüzdeler!.

Hakkı var, çoktan ıslık çalıyor. Göğe dek bir ateş duvarı yükseliyor. Çığlıklar, ölenler, yaralananlar. Bir delikten bir topçu teğmeni, ileri sürülmüş

gözetleyici çıkıveriyor; çamurla kaplı ve yüzündeki bir kesik yarası kanıyor.

— Bu ahmak sürüsüne kim komuta ediyor? Yeni bölük komutanımız Oberleutnant Löwe,

titriyor.

-— Kime ahmak diyorsun?

(42)

42

manın ateşini üzerinize çektiğinizi görmüyor musunuz?

Bir alçak duvarın arkasındaki siperde, tartışmayı ilgiyle izliyoruz.

— Kıçına bir tekme, lâyık olduğu bu! diye bağırıyor Porta.

— Erleriniz bir subaya hakaret ediyorlar! diye bağırıyor topçu. Teğmen olduğumu görmüyor musunuz?

Koro halinde tüm bölüğün desteğine dayanan Löwe ona bağırıyor.

— Katkısız ahmak!

— Ben size göstereceğim!

Do bataryası, yolun öbür yanında, birkaç yüz

metre uzakta mevzide. Uhiy... Roketlerin uluması. Ateş yağmuru geceyi gündüzden daha aydınlık kılıyor.

Dehşete kapılmış halde ufak duvara yapışarak üst üste sıkışıyoruz- Öbür yanda doğan ateş denizinin önünde artık kimse konuşmuyor. Löwe komut

veriyor

— Arkamda birerli kol! Đleri! Đleri! Gerimizde cehennem boşanıyor. Bir patlama

topçu subayını parçalıyor. Herşey rastlantı... Bi-zimle tartışmamış olsaydı, hayatı kurtulmuştu. Bakınız şu anıya; bir gün istihkâmcılarla ağaçların altında bulunuyorduk; yağmur yağıyordu,

dallardan damlalar düşüyordu ve birden Porta bu duştan bıktı. Kalkarak çekip gitti, biz de onu

izledik. Elli metre uzaklaşmamıştık ki, bir patlama yankılandı: Ağaçlar, istihkâmcılar, herşey

(43)

bölümüyle bir kâğıt oyunu çevirmek için terke-dilmiş bir eve girdik. Birden bire Porta yolun 47

üzerine gerilmiş iki tel gördü; kartları atıp telleri izlemeye koyuldu. Biz de arkasında gidiyorduk. Yüz metre yol almıştık ki, ev havaya uçtu. Rast-lantı!.. Yazgının belirlediği yerde bir saniye fazla kalış, insanın sonu olur.

O sırada Hitler'in Gençlik tümenine, 12. Pan-zergrenadier bölüğünün görevini alıyoruz.

Bö-lüktekilerin hiçbiri onsekiz yaşma varmamış; fakat üç gündür bu sessiz, içe kapanık çocuklar ihtiyat askeri haline gelmişler. Bölüklerinin yarısı

kırılmış.

Tek sözcük söylemeksizin eşyalarını topluyorlar ve herşeyi götürüyorlar, boş kovanları bile.

Başlarımızı sallayarak onlara bakıyoruz.

— Ne disiplin! diye bağırıyor Heide hayranlıkla. Ne askerler! Gördünüz mü? Bütün subaylarının

birinci sınıf demirhaçı var. Onlara grup şefi olmayı nasıl başaracağım!

Porta kısaca cevap veriyor: — Kahramanlara ölüm!

Fakat etki altında kalan Heide, ikili kol halinde, bombaların dağıttığı tepe boyunca uzaklaşan talihsiz çocukları gözleriyle izledi. Her donatım parçası yönetmeliğe uygun: Kimsenin, onların

kimlikleri üzerinde en ufak kuşkusu olmaması için kamuflaj ceketinden dışarı çıkan, S.S. işlenmiş

koyu yeşil yakalar.

— Git onlara katıl, diye önerdi Porta. Seni tutan yok, savaş manyağı.

(44)

Heide kızmıyor, hayale dalıyor. Kendini çoktan subay görüyor ve çoktan üzerinde şövalye haçını hissettiği boynunu yokluyor; Küçük Kardeş ona ağaçtan bir haç uzattığı zaman bile kızmıyor. 48

— Al, hiç değilse bunu alacağından emin ola-büirsin!

Yağmur yağmaya başlıyor, su miğferlerimizden sırtımıza sızıyor. Ne iklim bu kıyı üzerinde! Sis, yağmur, rüzgâr, her yerde çamur. Çamurdan

heykellere benziyoruz; kızıl kil herşeye, silâhlara, azık ve gereçlere dek yapışıyor.

Şafaktan az önce saldırı başlıyor, fakat ötekiler S.S.'lerin yerlerinin alındığını ve bizim onları yaklaşmaya bıraktığımızı bilmiyorlar. Onların

bilmedikleri ve bizim Rus cephesinde öğrendiğimiz bir ateş disiplini var. Mevzrnin birkaç metre

ötesinde onları biçiyoruz. Bunlar Kanada-Mar'a benziyorlar, nefret ettiğim o kıyıcı Kanadalılar: Tutsakları dikenli tellerle arabalara bağlayıp enseye bir kurşun sıkmaları olağandır, Ka-nadalılardan acıma beklenmez.

Sonra da Gordon Highlander birlikleri geliyor,

fakat bunlardan nefret etmiyoruz. Porta ilk dikenli tellerde onların üç yaralısını toplarken, bir pipo arıyor; bu talihsizler kendilerini temizleyeceğimizi sanıyorlar ve korkudan titreşiyorlar. Daima o

uğursuz yalan propaganda! Birkaç gazeteciyi

kurşuna dizmek gerekirdi. Bütün gün sürekli ateş altında geçiyor. Caen'i bombalayan «Warspite»tı ve havaya ekspres lokomotifleri fırlatılmış gibiydi. Porta Caen yönünü göstererek:

(45)

— Umarım ki oraya gitmiyoruz, dedi. Bizi adım adım izleyen Đvan ile, Kiev'de oradan oraya

atladığımız günü hatırlarsınız. Şehirlere dayana-mıyorum artık.

— Yok canım, diye karşılık verdi Küçük Kar parisi yakın

49/45

deş. Roma'da iyi eğlendim. Kardinalliğe atanma-dığım kaldı!

Bir düşman makinelisi takırdıyordu; bir izli mermiler sürüsü mevzimizin üzerine yağıyor ve Barcelona'nın miğferi tam anlamıyla biçilip siperin dibine düşüyor.

— Katiller! Serseriler! Cesaret ediyorsanız gelsenize, boklu Đskoç sürüsü!

Çamurlu zeminin üzerine yağmurluklar seriyoruz; masa yerine de birkaç ekmek torbası koyuyoruz ve Moruk kartları karıştırıyor. Anında, herşey

unutuluyor; Porta'nm küçük domuz yav rusu

gözleri, kaşlarının altında, kurnazca pırıldıyor, sarı silindir şapkasını o yamru yumru, biri

Romanya'daki günlerin tarihini taşıyan üç delik açılmış eski silindir şapkasını alnının üzerine

yıkıyor. Her zaman kuşkulu Heide, kartlarını öbür eliyle saklıyor, zira Porta'nm gözleri röntgen

ışınlarından farksızdır. Yirmi bir demek üzere olan Gregor'un yüz anlatımını görüyor; Küçük Kardeş'e gelince, o çıplak ayaklarını bir gaz maskesi kılıfı üzerine uzatıyor ve derin bir zevkle kımıldatıyor. Ayaklar pis kokuyor; ne zamandan beri su da, sabun da görmemişler. Dev büyük çabayla

(46)

Delici bir gözle parmaklarının hareketini izlemiş olan Porta,

— On dördün mü var? diye sırıtıyor. Đspanyolca konuşmadan ağzını açmayan Bar

celona:

— Hombre! diyor.

Sağ cebini kurumuş bir uğur portakalı şişi-riyor; daima Valensiya'daki portakalları hayal

50 1-

ediyor; bu, onda bir saplantı olmuş. Bu zaman içinde, Lejyoner herşeyi topluyor ve yüzünü dam-galayan bıçak yarası moranyor. Yaşam boyu bu askerin güldüğü çok az görülür.

Öfkelenen Moruk kartları atıyor ve bir

tü-kürümlük tütün siperin içine kayıyor. Moruk, Feldwebel Willie, Berlinli marangoz, Erich

Re-marque'm «Kat» ma benziyor. Tıpkı «Kat» m kendi bölümü için yaptığı gibi, bombaları sesinden

tanımayı bize öğreten bu Moruk'tur; bir küçük tepecik arkasında nasıl siper alındığını anlatırdı, düz bir alanda omuzları kaldırmaksızm nasıl yapışıp kalındığını gösterirdi. Moruk gibi (ya da. Kat gibi) insanlar olmasaydı, kayıpların ne ola-cağını Tanrı bilir! Bu türden tipler general de-ğerindedir! er. Bir Feldmarschall'in tüm kurmayı ile çoktan sıvışacağı bir yerde, Moruk dişlerini piposuna biraz daha sıkı geçirir ve on dakikada müfreze kurtulmuş olurdu. Potsdam Harp Oku lu'ndan yeni çıkan ve en ufak ateş deneyimi ol-mayan subaylara bile çok şeyler öğretiyordu. Ceza olarak bize gönderilmiş bulunan S.S.

(47)

ku-şatmış olduğu bütün bir bölüğü yitirmek için bir yarım saat gerekti. Obersturmführer kendisi sıy-rılmıştı, fakat savaş divanına verilmemiş olmasını komutan Hinka'ya borçluydu, sonra Moruk' un iyi bir öğrencisi oldu. Sonra da en iyisi biz olduğumuz için savaşı kazanacağımızı ileri süren

genelkurmayın doktoru oldu.

— Bay doktor, diyor Moruk, kazananlar her zaman en iyiler değillerdir.

Birşey ona tebelleş olduğundan her zaman yaptığı gibi piposunu çekiyordu.

47

— Ya yeni silâhlar, sana göre onlara ne zaman sahip olacağız?

Moruk kulağım kaşıyor:

— Şaşırtıcı silâhlar; uzun zamandır sahibiz ya onlara. Parmağıyla bizi gösteriyor. «Hah, leylek boyunlu ve dizleri çarpık Obergefreiter Por-ta'ya, heryanı kas ama minyatür bir beyni olan Küçük Kardeş'e, gözleri çukura gömülmüş Sven'e, düz taban Barcelona'ya, burnunun ancak yarısı olan Gregor'a, tek kollu şefimiz komutan Hinka' ya

bakın. Düşmanın yurdumuza girmesine engel olan bu askerlerdir, silâhlar değil.»

Đki gün sonra, genelkurmay doktoru kafasına bir kurşun sıkıyordu; gerçek dayanılamayacak kadar katı idi.

Alarm!.. Đşte onlar! Yığın halinde yassı

miğ-ferleriyle haki giyinmiş askerler. Dikenli tellerin üstünden atlıyorlar, bize bombalar yağdırıyorlar, kalçadan ateş ediyorlar; tüfeklerin uçlarında sün-güler parildıyor, sürekli bir ateş önlerindeki her-şeyi eziyor. Rakım 112'yi almak gerek. Bütün Đskoç

Referensi

Dokumen terkait

Hasil dari penelitian ini diharapkan memberikan kontribusi bagi bidang penelitian untuk dijadikan sebagai sumbangan pemikiran mengenai implementasi SOA, IFRS dan

Dari hasil penelitian diperoleh beton normal tanpa bahan tambah mendapatkan hasil uji paling optimum yaitu kuat tekan sebesar 30.43 Mpa pada umur 28 hari, Kuat tarik

Maklumat berikut merujuk tokoh yang dipercayai telah mengasaskan sebuah kerajaan dipercayai telah mengasaskan sebuah kerajaan Alam Melayu?.

Jika Anda menggunakan NURBS untuk bagian atap mobil hingga ke bagian belakang seperti yang sudah kita lakukan pada topik tentang Birail, maka sesi ini jangan

Abstrak: Dampak Teori Domino di Negara-Negara Afrika Utara. Penelitian ini bertujuan untuk mengungkap keterkaitan revolusi di negara-negara Afrika Utara, terutama yang terjadi

Kelima dari spesies di atas termasuk dalam kelompok famili Formicidae yang memiliki ciri secara keseluruhan yaitu terlihat dari sifat struktural bentuk tangkai metasoma,

Tekstur tanah pada titik sampel daerah penelitian di Kecamatan Sangir Kabupaten Solok Selatan pada Satuan Lahan V1 dan V2 berdasarkan kan hasil penelitian adalah baik,