Gönül Ummanından
Hikmet İncileri
(Söylenmemiş Sırlar Hazinesi)
“Kabe’nin içinde Kıble aranmaz” “Oku kendi kitabını..”
Bahr-ı Harabe
( Bahr-ı Harabe’nin bazı söz ve yazıları, Ertan TÜRKMEN tarafından bu kitapta toplanmıştır) A’raf vadisinde safi bir gönül gördü gözlerim,
Arama ey harabi gönlüm, sendedir hislerim, Yanmak, sönmek ve kül olmakmış cevherim, Gel gör ey Gönül.. Vuruldum bir Türkmen’e…
NUR-U MUHAMMEDİ
...
8
LA MEKAN
...
13
İNSAN-I KAMİL
...
15
EŞYANIN HAKİKATİ ( Hakikat-i Muhammedi )
...
16
YAŞAMAK; HER ANDA… BEŞ ALEMİ…
...
27
KÜLLİ İRADE – CÜZ-İ İRADE
...
28
ALLAH ZATIMA MEKAN OLUR
...
30
ALLAH'IN ZATINI TEFEKKÜR ETME
...
31
EFRAD - MELAMİYYE ABDALI
...
38
*** * ***
...
42
HAMD – HAMDIN HAMDI
...
45
OKULUMUZ YEDİ SINIF OLUP, HER SINIFI BEŞ YILDIR
...
56
İLİM - GÖNÜL
...
58
BİZE “BİR” DİR
...
66
DUA
...
68
BEN GÖRMEDİĞİM ALLAH'A İNANMAM
...
71
KURTARACAK OLAN AMEL DEĞİL
...
74
GÖNÜL GÖZÜ
...
77
NEFS - FITRAT
...
78
KENDİNİ "ALLAH" İLE ALDATMA...
...
80
EFRAD SOHBETİ
...
81
HAZRET-ÜL CEM
...
89
HERŞEY SENDE
...
93
KORKU – GÜVEN
...
94
ŞİMAL
...
97
MELAMİ
...
97
MELAMET HIRKASI İZAHI
...
100
TEVHİD ANLIK TERK EDİLİR
...
106
ÖN YARGI
...
126
RED ETMEK
...
126
SEYR-Ü MERATİB KASİDESİ
...
128
ZAN
...
147
TEVHİD – AŞIK – MAŞUK
...
148
“MESLEK-İ RESUL” KAPISI
...
148
(La mevcude illaHU - La mevcude İlla ENE)
...
149
RAB ve ALEMLERİN RABBİ
...
163
REENKARNASYON
...
173
GÖNÜL SEMALARI
...
180
ADI ALLAH OLANIN SEYRİ SENSİN GÖNÜL
...
186
MUHAMMED OLMAYA GELDİM
...
205
BULU”NAMAZ” BİR A’MA OLAYIM…
...
210
ZAT
İLE
SIFAT
ARASINDA
Allah,
Zat’ının
sıfatıdır.
Her makamın arasında bir geçiş yeri vardır. Burası iki
makam arasındaki “cem” yeridir.
...
216
*** * ***
...
217
İNSANLARIN HAKK’I BULMASI VE KUL OLMASI
...
219
İHLAS-I HURUFİ
...
222
EY KERVAN GÖZLEYENLER...!
...
224
ONDOKUZ ‘ u ANLAMAK
...
225
LÂİLÂHE İLLALLAH NE DEMEKTİR?
...
226
HER MERTEBENİN MUHABBETİ VARDIR
...
227
DE Kİ:
...
229
AR'AF' IN TEPELERİ ANKA DOLMUŞ
...
230
ABES GÖRMEK
...
234
BİG BANG ‘TEN ÖTESİ YOK MU ?
...
234
VAROLUŞUN MERKEZİ SENSİN
...
235
VARLIĞIN KAYNAĞI
...
237
İSLAMIN ŞARTLARINDA “OKU” NEDEN YOK?
...
239
BENİ ZAT’A İBLİSİM ULAŞTIRDI
...
240
HU'NUN GİYSİSİ “KAİNAT”TIR
...
247
NEFS, FITRAT'I OLUŞTURUR
...
251
YEDİ SEMA - YEDİ ŞUUR - YEDİ NEFS
...
255
TEK BİR FERD VAR KAİNATTA... SİZDEN BAŞKASI HAYAL…
...
258
Bu ayet kainatta TEK bir FERD olduğunuza işarettir. Sizden
başka
olarak
gördüşleriniz
hep
HAYAL...
EN'AM 94; Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi FERD'ler
olarak bize geldiniz. Sizi HAYALine daldırdığımız şeyleri,
geride bıraktınız... Ortakları sanıp şefaatçi edindiklerinizi de
sizinle beraber görmüyoruz... Andolsun ki, aranızdaki bağ
kopmuş ve VAR SANDIĞINIZ şeyler sizden kaybolup gitmiştir.
Allah
murad
eder
kul
hayal
eder..
Vahdet-i Vucud u müşahede eden kendinden başka her şeyi
hayal görür.. Ki onlar senin bakışınla allahın Muradı olurlar...
İnsanın bakışı hayal olur, aslında tek varlık kendi zatullahıdır..
Ama, insanın bakması ile gördükleri de Allahın Muradı dır...
HU kesrete bölünmez.. Bu nedenle sende var zannettiğin
senden başkasında yoktur.. O tektir ve külliyesi ile sendedir..
Bu
vahdettir...
Vahdet-i
vucud
dur..
Vahdet anlayışına göre, kişinin kendisindeki sureti
sonsuzdur ; eli kolu bacağı veya esmalar veya kendisi ile tüm
kainatı sonsuzdur.. Ama insanın içinde var olarak bilinen ve
Allahın varlığına delil olan zatı tektir.. Buna vahdet denir..
İnsan bu algıya düştüğünde kendi açısından gördüklerinin
HAYAL olduğunu anlar...Ama gördükleri aslında zat'ının
muradıdır...
Hz Muhammed bir örnektir... O benim nurum dedi.. Senin de
söylemen
için..
O ; beni gören Hakkı gördü dedi..Senin de aynı olabileceğine
örnek
için..
Her şeyini örnek alırsınız da vahdetliğini neden örnek
alamazsınız.İşte bu AŞK çemberinden çıkamayışın bir
sebebidir..
Aşkı aştığında maşuğu bulursun ve o maşuk sen olursun...
terk
et...
Terki
de
terk
et...
Aşkı
terk
et..
Maşuk
ile
maşuk
ol...
Selam ya Muhammed ol.. Selamın ta kendisi ol..
Aşkı
aş...
Hz Muhammed'in manası Nuru Muhammedi'dir..
Ve HU; nuru muhammedi ile Allah ismini alır..
Allah
ismi
olarak
isimlenir..
Sen olmasaydın sen olmasaydın ben bu alemi
halketmezdim..diyen
zatullahtır...
Beni "gören" hakkı gördü dedi.... Gören içln....çok dikkat et
gören
için...
Kendisi...
Vahdet-i zaten anlatmak imkansız... o izin vermiyor..
çünkü; kul benim sırrım ben de kulumun sırrıyım, hükmü
var....
HU TEK TİR... Vahdet hakk ile alakalı değil zatullah ile
alakalı...
Hakk'ın
vahdeti
Allah
tır...
Allahın
zatı
ise
HU
dur..
Allah ile zatı arasındaki berzahtan vahdet zata rucu eder....
ancak ayniyyet ile müşahede edilr tarifi yok..
insan minyatür kainattır.. Bu ayniyyet ile müşahedesi kişinin
kendisi
ile
dir...
Tarifi
lisanı
mümkün
değil...
Ona ister Allah deyin ister Rahman deyin...Bir fark yok... Ama
rahim dersen fark olur... Rahman, Nur-u Muhammed'nin Allah
ismi ile beraber arş a istivasıdır...Rahman arşa istiva etmese (
Nur'u Muhammed'in esmai varlığa zuhur edişi.. A'ma dan
Beka alemine geçiş…) Allah ismi mana kazanmaz..Allah'ın
vucuduna
Rahman
ismi
vesile
olur...
Allah'a delil olmamız için en başta rahmaniyyeti gerekir ki
rahmanı
ile
insana
aklı
istiva
eder..
Yani arşa istiva akıla istivadır.. Allah rahman ile bilinir...
Rububiyyet...
Esma
terkibi..
Bali
sözü
verilen
makam...
Fıtrat'ın
terkibi...
Velakin rabbül alemin olan rahman'a vesiledir...
Mirac sıralamasında, rahman akıl ve fıtrat boyutuna işarettir.
Ki
miraçta
fıtrat
ve
akıl
da
aşılır..
Her şeyin en doğrusunu allah bilir..Ayniyyet ile gönüllerdedir
bunun
sırrı..
"Ben senim, sen de benden başka bir şey değil"...Yani bir sen
varsın.. Bir Allah ve bir de Muhammed mi??? Hey canım keten
helva
Yanmaz...
Yakar...
;))
Bu sözü, Allah, Hz Muhammed'e söyledi..
Vahdette Teklik hükmü hakim olduğuna göre bu sözü kim
söyler..???
göre)
Hz ibrahim ateşe atılırken, Rahmanın detaylarını düşünmedi..
O
sonsuz
güvendeydi.
Rahman şefaat verendir. şefaat beklentisi olanın vahdeti
olmaz..
çünkü o kişi hala SEN-BEN kavramındadır...
Vahdet'teki şefaat kendinden kendinedir.. Tam bir Nötr'lük
hali..
Burası
çok
hassas
bir
algıya
muhtaçtır.
Duaların ve arzuların dahi kesildiği yer var ki tüm kainat
senindir. Arzu, şefaat beklentisi veya dua etme gereği
duymadan....
Vahdet-in
ince
ayarı
Mizan'dır...
Hz ibrahim cebrailden yardım dileseydi rahmandan şefaat
beklemiş olurdu ki O'nu da aştı.... çünkü kalbindeki allaha
güvendi
ötede
bir
allaha
değil..
tevhidin babası ibrahim emin idi.. Neyden emin kendinden,
sistemin
işleyişinden
emin...
Vicdanından emin...Rahman zaten onun vicdanıdır... şefaatini
yapmış bile, cebrail perdesine takılma gereği bile duymadı...
Fıtratın yaradılış gereğindir.. Hesap vermeden ifa etmen için...
Yani;fıtratı ne ise, kimseye hesab vermez... Zıtlıklarında dahi
O
hakk
üzeredir...
KİMSENİN HESAP SORMADIĞI YERDE OLMAK...
işte
emin'ül
mümin'in
vahdeti
budur...
Yarı yarya mizana göre rabubiyyet ve uluhiyyet arasındaki
berzahta
yaşayanın
hali...
gönlün hesaba düşmesin... Gönülden olanın gönül dostları
olur
vesselam...
gereği kadar, hatta daha da fazla açıldı, aşikare edildi ve
anlatıldı...
Fazla söze gerek bırakılmadı olması gerektiği kadar açıldı,
birine
çook
fazla
diğerine
nakıs..
Ancak veren allahın sunduğunu ve yaşattığını sunar gönüller..
Dillenişler tam olarak yaşantıyı vermese de feraset ehli
mütefekkir, anlaması gerekeni müşahede etti. Anladı.
RÛM – 8 TEVİLATI
...
259
BAKARA 285 - TEVİLATI
...
262
EY İMAN EDENLER..! İMAN EDİNİZ
...
262
BATIN ALEM, "GAYB” ALEMİ DEĞİLDİR...
...
264
YAHUDİ ZİHNİYETİ NEDİR ?
...
265
BENİM ALLAH İLE ÖYLE BİR VAKTİM OLUR Kİ
...
265
HER ŞEN BİR AN VE BİR HAL'DİR
...
266
BİR NEFESSİN SEN...
...
266
KABE’NİN İÇİNDE KIBLE ARARSIN
...
267
SENİ SENDEN BAŞKA KİM BİLİR Kİ...
...
268
ONLAR, HZ MUHAMMED'İ İLAH EDİNDİLER…
...
272
EY HARABATİ...!
...
273
SEVDİĞİNİ SAKLAR
...
273
KIBLEDEN MAKSAT GÖNÜL’E YÖNELMEKTİR
...
274
İNSAN'IN HÜKMÜ ALTINA GİRMEYEN MELEKLER
...
275
RABBİN, RABBÜL ALEMİNE ULAŞMASI…
...
275
AŞK MAŞUĞA GİDEN CEHENNEM YOLUDUR
...
276
FERDİYET NEDİR ?
...
278
BİZ OL “NUR” DA BİR SÖZ VERDİK...
...
280
ŞEMALAR
...
292
G İ R İ Ş
SIR; ŞUURUN ÖTESİNDE VAR OLAN ARAYIŞ PERDESİNİ ARALADIKTAN SONRA, "ALLAH" İSMİ İLE BİLİNEN VARLIĞIN YERİNE GÖRÜNEN, BİZATİHİ SURET-İ SİYRETİNDİR.
Arkadaşa sordum. -“Allah bir mi?” -“Elbette”
-“Peki Hz. Muhammed’e (sav) iman şart mı?” -“Elbette”
- Allah’ın bir olduğunu nereden biliyorsun? Hz Muhammed’ e iman edilmesini nereden biliyorsun? Bunlar atalarından duyduğun veya Kur-an’dan okuduğun sana öğretilen şeyler mi, yoksa senin bizzat idrak ettiğin şeyler mi ?”
-“Ne demek bu şimdi”
-“Sana öğretilenlerle mi konuşacağız yoksa müşahede ve tefekkür edilen idrak edilenlerimi konuşacağız.? Eğer şu ana kadar bilinenleri ve
öğretilenleri konuşacaksak geldiğin yerden bizde geldik, orada aynıları konuşuluyor.”
Ve arkadaş bu konuşmadan sonra diğer arkadaşlar ile aramızda
konuştuğumuz lafızların hiç birini anlamayarak, “ben izin istiyorum” dedi ve gitti.
Şeriat, tarikat ve cemaat mutfaklarında,
islamın öğretilmiş ve alışılmış ilmi ile şartları ile aşka başlanır.
Ama bizim girdiğimiz mutfakta en başta şu söz söylenir talebeye ; "Şu ana kadar bildiğin ne varsa terk et, her şeyi unut !”.
Muhyiddin İbn-i Arabi kitablarında uyarır:
“ Şartlıysan sakın okuma". “ Günaha girersin “.
Bunu başarırsan buyur başaramazsan lütfen cemaate veya tarikata yönlen, yoksa senin imanın bozulur.
Sıfırdan başlayanı evliya ederler, şartlanmalarla başlayan zaten itirazları yüzünden tokat yiye yiye sonunda kaçar.
Ama inan ki yıllar sonra başını duvara vurarak geri döner. Dönmeyeni görmedim...
Hakikat yolunun hasıdır bu yol! Ne tarikat, ne mezhep tanır.
Melamet herkesi kabul etmektir. Ama her gönül melameti kabullenemez.
NUR-U MUHAMMEDİ
Nur-u Muhammedi bir arzu ve taleptir. Nur’dur ilim kaynağıdır. O talep ki “bilinmeklik” arzusudur.
Zatullah’ın kendi kendinden bilinmesini talep etmesi ile bir Nur oluşmuştur. işte ona Nur-u Muhammedi denir.
Kendinize sorun Allah’ın bilinmekliğinin sınırı var mıdır? Elbette yoktur. Peki Zatullah’ın niyeti “bilinmek” idi. Nereden bilinmek ? İnsan-ı
kamil den… Peki o insan kim ? Hz Muhammed (sav).
Hz, Muhammed (sav) ın ilminin sınırsızlığını anlıyor musunuz. O’nun İlmine Nur-u Muhammedi denir.
Yani kendisinin tam keşfi, yani “Zatullah’ın bilinmekliği...”
Daha hiçbir şey yaratılmadan önce Zatullah’ın gaybında bu nur var idi. Ve Hu, bu Nur’un hürmetine varlık alemine geçip Allah olarak
sıfatlanmıştır.
Ve sıfatlanması ile esmalar oluşarak tüm aleme bu esmalar ile nur ile yayılmıştır. Esmaların yayılması ile zahir alem madde alemi oluşmuş ve hiçbir boşluk bırakmamıştır. Alem, tüm esmaların varlıklarını gösterdiği mekandır. Ve tüm esmalar tek bir varlığın sebebi ile yaratılmış olup, o varlık tüm esmaları içinde barındıran varlıktır.
Boşluksuz sınırsız ve sonsuz alem ile harmanlanmış olan insanı da en son yaratmıştır. yaratmış, ve bu Nur’da bulunan tüm esmaları aleme
yaymıştır.
İşte bu Nur, “Mahmud” (tek övülen) sıfatı ile övülmüş olan Hz Muhammed (sav) ın nurudur.
“Allah önce benim nur’umu yarattı” diyen Hz Muhammed (sav) son peygamber olması nedeni ile tüm peygamberlerin toplam
esmalarının hükmündedir.
Peygamberler esma yüklü habercilerdir.
Hz Muhammed (sav) de tüm esmaların toplamı ve son noktasıdır. Çünkü onun nuru tüm ilmi kapsamaktadır. O’nun nuru “bilinmeklik” tir. Yani tüm alemin bilgisi onda saklıdır.
“Allah” ismi lafzı dahi Nur’u Muhammedi den sonra zikredilmiştir.
Alemlerin yaratılmasına sebep olan ve tüm alemi de içinde bulunduran Nur-u Muhammedi dir. Bu nedenledir ki, rabbimiz Nur-u Muhammedi, Rablerin Rabb’i olan halkedicimiz (özümüz) ise HU dur.
Allah ismi, Hu’nun Nur ile varlık alemine sirayet ettiği halidir. Sıfatlanma ve bedenlenmedir.
Allah ismi; beka (melekut) ve efal (fiil) alemi olarak varlığı kapsayan ve Vucud-u Mutlak olan genel isimdir.
Hu ismi; varlık oluşmadan önce, hatta “bilinmeklik” arzusu bile oluşmadan önceki Zatullah tır.
Bu da Gayb-ı Mutlak tır.
Gayb-ı Mutlak (HU), bir niyet ile Vucud-u Mutlak (Allah) olarak sıfatlanır. İkisinin arasında sadece bir “niyet” vardır.
O niyet ki bir arzudur. O arzu ki “bilinmeklik” tir. O bilinmeklik arzusu ki Zat’ın (hu) ilmidir.
O ilim ki “Nur” dur.
O Nur ki “Nur-u Muhammedi” dir.
Nur'u keşfedenin sıfat ile işi bitmiştir. İbadetide… Keşfettiğini ZAN
edenlere değil, vicdanı ve mantığı ile HAKK olarak keşfedip CEBERRUD’u aşma sırrını bilenler içindir sözüm...
Her şeyin en doğrusunu “Allah” bilir (sav).
*** * ***
Nere gidem, kime ne anlatam.
Aşkın bir pervanesi iken,
Şol mekana cüz dalmışam.
Yıldızlardan seyredip alemi,
Güneşi ayı tek vucut görmüşem.
Nere gidem kime nasıl anlatam.
Toplanın canlar ben harab olmuşam.
Şol mekanda dostu da aşmışam.
Yalnızım la mekanda ne anlatam.
Bir vehem sana aşk pınarı damlattım.
Sen AŞK olmadan maşuğu kendine denk sayarsın.
*** * ***
Dokunma Gönül Ehli'nin Ah-u NAZarına,
Sonra Kalbini deler geçer SUR'u aleme,
Kabe ile bildirildi ol Gönül, sakın aldanma..
Bahr-ın zerresine canın Harabe eyle ey Gönül...
*** * ***
HZ.ALLAH'I GÖRMEK
''Bu dünyada A’ma olan kimse ahirette de A’ma’dır. Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır'' (İsra suresi 72 ayet).
Bu ayet inzal olduğu zaman Resulullah (s.a.v) efendimizin yanında
A’ma’lar vardı ve feryat ettiler; '' Aman ya Resulullah; biz mi istiyorduk bu aleme kör gelelim. Cenabı Allah bizi kör yaratmış. Bizim kusurumuz ne ki yarın ahirette de kör olalım?''
O zaman Resulullah (s.a.v) efendimiz;'' Hayır dedi. Sizin baş gözleriniz kör. Bu ayet baş gözleri kör olanlar için değil, basireti kör olup ta Hakk'ı
görmeyenler için inzal oldu'' demiştir.
İnsanın rabbini görmesi,baş gözüyle, kalp gözüyle, can gözüyle değildir. Bu görme ilim yoluyla yani idrak gözüyle olacaktır.
İnsan nedir? Allah nedir? Kişi bilecek, bu bilişle de rabbini görmüş olacaktır. Yoksa iki varlık yoktur ki bir sen olasın, bir de Allah olsun da çıksın karşına gör. Böyle bir görüş ne dünyada ne de ahirette yoktur. Cenabı Allah gerek dünya da gerekse ahirette suret ile görünecektir.. Suretsiz görünmesine imkan yoktur.
Alem-i ahirette cenabı Allah diyecek ki '' Ene bi Rabbiküm'' o zaman muterifler (itiraf edenler) itiraz edecekler. Haşa billah biz böyle suret ve taraftan görünen Allah'ı tanımıyoruz diyecekler. Çünkü dünyada da böyle inkar etmişlerdi, dünyada da Allah suretten münezzeh demişlerdi. Onlar Allah'ı görmek yerine eserlerini görmeyi anlamışlardı.
Şekil ve suretten münezzeh olan Allah'ın iki ciheti vardır. Bunlar; Mutlakiyet ciheti ve Mukayyiet cihetidir.
Cenabı Allah'ın mutlakiyet cihetiyle kimseye görünmesi mümkün değildir. Ne bir peygambere ne de bir evliyaya, ne dünya da, ne de ahirette,
mutlak olarak Allah görünmez.
Allah mukayyiet olarak görünecektir. Yani suretle görünecektir. Nasıl ki Hz. Musa mutlak olarak görmek isteyince (len terani) ' Sen beni göremezsin ya Musa' 'dedi. (Araf 143) Ama Hz. Musa'ya suretle, yanan yeşil ağaçtan ateş suretinde göründü.
Hz Musa (a.s.) ateş arıyordu. Ailesini kardeşi Hz Harun'a teslim edip; "Ey kardeşim, koyunlarla kal. Şurada bir ateş görünüyor. Bizim çobanların ateşidir. Oradan bir ateş getireyim de ateşimizi yakalım'' dedi.
Oraya ulaştığında, yanan yeşil ağaçtan hitap geldi :”mineş şecareti ey ya musa inni enellahü rabbül alemin”. 'Ey Musa! Gerçekten ben alemlerin rabbi olan Allah'ım' '(Kasas suresi.30).
Hz Musa (a.s) o zamana kadar "Ulül Azim" bir peygamber değil ise de peygamberlik kabiliyeti ve istidadı olduğu için kabul etti. Sonra cenabı Allah buyurdu; ''YA MUSA,BENİ BU ATEŞ SURETİYLE KAYDETME. BEN BUNDAN DA MÜNEZZEHİM'' eğer bu sözü söylemese idi Hz. Musa cenabı Allah'ı hep ateş suretiyle arıyacaktı. Başka bir surette gördüğü zaman onu inkar edicekti.
Yani suretten münezzeh denilmesinin gayesi, hikmeti, bir suret ile kayıtlı olunmadığındandır..
Herhangi bir suretle ben Allah'ım'' derse, eşyanın hakikatine erip, her suretin aslını anlayan bildiğinden kabullenir.
Bir suretle mukayyet olmamasından dolayı, herhangi bir suretle tecelli ederse, onu ikrar etmemizi icap ettirir.
Tüm mazharlardan, cenabı Hakk'ın ef'al, sıfat ve zat'ıyla tecelli ettiğini anladığımız zamanda bu anlamaya, bilmeye "görme" denir.
Cenabı Allah iki varlık yaratmadı ki birbirini görsün.
Onun sıfata ihtiyacı var. İnsan bile aynaya baktığında sadece sıfatını görüyor.. Ama gören RUH’tur, Sıfat olmasa RUH aynada hiçbir şey göremez.. Kendini bile göremez.. Sıfat yani Nefs şart.
Ayşe validemiz kibarı kelamlarında'' Layera Allah illAllah'''' Allah'ı Allah 'tan başka gören yoktur'' demiştir. Bir insan mazhar olup nasıl görsün. Kendisinin bir mazhar olup cenabı Allah'ın tecellisini anladığı zaman görmüş olacaktır.
Nasıl ki bir çekirdeği toprağa atarsın, o çekirdek toprakta bir müddet kaldıktan sonra bir yumuşama yapar ve bu yumuşaması kendini ikiye ayırır. İkiye ayrıldıktan sonra, onun cinsiyeti, istidatı ne ise toprağın yüzüne çıkar. Ağaç olur dallanır, yapraklanır, meyve verir. İşte bu ağaç, çekirdeğin ''görüntüleridir''.
Bütün bu varlıklarda; gerek sıfat varlıkları olsun, gerek isimler, gerekse sükun ve hareket olsun bunların hepsi Zatı İlahi'yenin görüntüleridir. Allah beş varlıkla tecelli etmiştir; Zat, Sıfat, Asar, Esma ve Ef'al.
Şimdi biz bu varlıkları nerede arayıp nerede bulalım? Bunu ancak bize bir bildirici bildirir ise biliriz ve aradığımızı uzak bir yerde değil, en yakında kendimizde buluruz.
Çünkü Zat'ı İlahiye denen varlık insanda mevcuttur. Sıfatları da mevcuttur, isimleri de insan kendi inhisarı altına almıştır. Ef'al hareketlerinde vardır. İşte insanın bu mazhar dediğimiz cismi de Allah'ın eserlerinden ibarettir. Allahın sıfatı baş gözü ile görünür.. Ama zatını göremezsiniz. Aynaya baktığında aynada gördüğün senin suretindir (sıfatın).. Ama ruhunu (zatını) göremezsin. Oysa aynadaki sureti gören senin suretin (sıfatın) değildir. Bilakis ruhundur (zatın). Gördüğümüz her şey özümüzün alabildiği veya sonsuzluk onun vucududur.. Yani vucudu görüyoruz.
Yüzü de Hz. Muhammedin yüzüdür.
Bir kan hücresi bedende ne ise insan da aynıdır. Kan hücresi bedende nereleri görüyorsa sınırlı olarak , insan da öyledir. Sınırlı bir kısmını görüyoruz vücudun. Bir mikro organizmanın, insan bedeni üzerindeki gördüğü bölge ne kadar ise o kadarını belki görüyoruz.
“Evet bu vucudu baş gözü ile görüyoruz… Çünkü o vücudun bir bölgesindeyiz.”
Niyazi Mısri ;
“Zatı hakk'ı anla zatındır senin, Hem sıfatı hep sıfatındır senin, Sen seni bilmek necatındır senin, Gayre bakma sende iste sende bul.”
Niyazi Mısri ;
*** * ***
Ey Aşık...!
Sen AŞK nedir bilirmisin...
Aşk diye yanarsın da maşuğu tanırmısın... Aşk, maşuk ile aşığın arasında bir berzahtır…
Maşuk ehlinin müşkülü ile yanarsın... Ey Aşık...!
Maşuğun gönlünde sadece bir damlasın. Bunu bilsen aşkının harcarsın.. Bir vehem sana aşk pınarı damlattım.. Sen AŞK olmadan maşuğu kendine denk sayarsın
*** * ***
LA MEKAN
Dizeleri ile aranılacak yerin yine kişinin kendisi olduğunu, kurtuluşunda kişinin kendisini bilmesinde olduğunu lisana getirmiştir Bahr-ı Harabe.
La mekanın adı bile konmadan, Ol mekana “Allah” zuhretmeden,
Hu dahi kendini henüz ANmadan, Bahr-ı Ama’da bir his eyledik... His’deki arzu sırla kaplanmadan, Gönül, ol Nur’a henüz dalmadan, Elif dahi evvel – ahir bile olmadan,
Bahr-ı Yetim’i bir Nun eyledik… Arş-ı Kürsüyü noktaya katmadan, Ahad ismim mim ile mimlenmeden Nokta’ül Beyan’ı Ahmed eylemeden,
Bahr-ı Umman’ı bir Nur eyledik… Bilinmeklik arzusu nefse çıkmadan, Kainat vucudunu sıfata bürmeden, Dehr-i zamana henüz ol denmeden,
Bahr-ı Muhit gönlü bir yar eyledik… Hamd’ın manası ol Nur’a gelmeden,
Secdegaha Ademiyyet girmeden, Adem-Havva bile henüz doğmadan, Bahr-ı Hamdı Allah’a mahsus eyledik…
Kalem henüz noktayı koymadan, Levh-i Mahfuz’a Kaderi yazmadan,
Hakk dahi Halk’a ayna olmadan, Bahr-ı Meracel’i Nur’a asan eyledik…
Melekut, Nasutla cem olmadan, Kalu Bela’da söz akdi vermeden, İnsan-ı Kamil bile sırra düşmeden,
Bahr-ı Bi Payan’ı nokta eyledik… Bahreyni ol Nur’da cem olmadan,
Cümle Vucut kendini bilmeden, Besmele dahi Anda var olmadan, Bahr-ı ol NUR için Harab eyledik…..
Şiirde; "bir his eyledik"… En başta işte o his RUH tur.
Sonra NUR eyledik yazıyor sonra NUN eyledik. NUN kalem ile başlar. A'MA (Hu) - RUH – NUR-u Muhammed... Nur- Akıl- Kalem...
Bunlar ARŞ’ı yaratır ve ALLAH ismi tecelli olur.
RUH; NUR ile HU arasında bir berzahtadır. Ruh olmadan NUR da çıkmaz. Örnekleyecek olursak, kendinden bil.
Her arzu bir NUR dur. Ama arzuyu ortaya atan RUH tur.
Bilinmeklik arzusu nasıl bir NUR ise insandaki her arzu da bir NUR dur. Ve beden o arzu ile harekete geçer SIFATlanır.
Cümle gördüğün seraptır Vücudu HAK ile kaim Mirat'ı Mustafa'dan Allah görünür daim
İnsanın Allah'a benzemesine işaret ; "ben insanı kendi suretimden halk ettim" ayetidir.
Her şeyin en doğrusunu Allah (sav) bilir.
*** * ***
NAZINA BOYUN BÜKTÜĞÜM, ATEŞİNDE YANDIĞIM AŞK... RİMELİNİN İNCELİP KAYBOLDUĞU,
BİTTİĞİ YERDEYİM AŞK.. BİR TATLI KELAMINA SİNDİĞİM,
KÜLLENİP SÖNDÜĞÜM AŞK.. MAŞUK OLMUŞ HALİMİ,
HABİBİMLE TEKRAR ATEŞLEYEN AŞK... NUR SACAN IŞIĞA DÖNMÜŞKEN, TEKRAR PERVANEYE ÇEVİRME.. ETME AŞK...
*** * ***
İNSAN-I KAMİL
A’ma : HiçlikDünya : Kainatın içinde zerre(bir hiç). Ruh : Bedenin içindeki bir hiç.
Zat : Sıfatın içinde bir hiç.
İnsan nefsi varlığı görür. İnsan gözü koca kainatı bir yerde görebilseydi, o kainatın içinde var olan dünyayı göremezdi. Dünya, kainatın içinde varlığı tespit edilemeyecek kadar zerre halinde hatta hiç gibidir.
Deselerdi ki;“Gördüğün bu kainat, dünyadan yönetilmektedir” , insan buna inanmazdı. Nasıl ki Ruh; insan beyninde görünmeyen bir Nur ise, Dünya da kainatın içinde aynı konumdadır. Nasıl ki Ruh, İnsan
beyninde görünmediği halde tüm bedeni yönetiyor ise, Dünya da kainat da görünmediği halde kainatı genişletmekte ve yönetmektedir.
Yani Dünya, kainat’ın Ruhudur. Dünya, kainatın Külli Aklıdır.
Dünyayı ortadan kaldırdığınızda kainat yok olur. Dünya kainatın
merkezidir. Kainattaki bu ruhun varlığı Dünya olmasına rağmen, Dünya ile de sınırlı da değildir. Daha derinlere inilecek olursa;
Dünyanın ruhu İçinde yaşamını sürdüren İnsanlardır.
İnsanların Ruhları ise, yine Dünyada yaşamını sürdüren İnsan-ı Kamil’dir. İnsan-ı Kamil ; dünyada yaşayan tüm insan ruhlarının toplam ruhunu taşır. O, tüm ruhları kendi ruhu ile kapsar.
İnsan-ı Kamil’in ruhu; beynindeki görünmeyen bir Nur’dur. O Nur ise; Nur’u Muhammedi’dir.
Nur’u Muhammedi ise; Hz Muhammed (sav)’in özüdür.
O Öz ise; HU’dan başka bir şey değildir. O her yerde her an A’ma dadır. Kendisini sıfatı ile gizlemektedir. Allah ismi önce Nur’u Muhammedi’ye sonra da kendi Zat’ına perdedir.
Her şeyin en doğrusunu Allah (sav) bilir.
“Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et”.
İbn-i Arabi
EŞYANIN HAKİKATİ ( Hakikat-i Muhammedi )
Öyle bir yer var ki öğretilenlerin basitliği, farklı telaffuzlar karşısında insanı utandırır.
Müşahede ve tefekkür eden iki kişi düşünün, biri İzmir’de olsun diğeri de Van'da olsun. Sonra bunlar aynı noktada buluşup muhabbet etsinler.. İnanın lafızları birbirine eşit olur. Hatta bu yazılanlar hiçbir kitapta da
yazmadığı halde aynı dili konuşurlar. Çünkü ikisi de öğretilenleri terk etmiş müşahede ve tefekküre dalmışlardır. Onlar bakmayı değil görmeyi
keşfetmişlerdir.
Oysa bu HALi yaşayanları anlayamayan taklit ehlinin yaklaşımı korkuya dayanır. Kur'an a korku ile yaklaşırlar, onun ayetlerinin derinliğinden mana çıkarmaya korkarlar, çekinirler. Okunduğu gibi anlarlar ve okunduğu gibi de anlatırlar. Çünkü böyle öğretilmiştir. Kur'an a duyulan saygı korku boyutuna kadar gelmiştir.
İnsan korktuğu şeyi anlayamaz. Ve insan bilmediği şeyden korkar.
Allahtan korkar ama Allah ile dost olamaz. Çünkü, Allahı idrak etmemiştir. Ona Allah'ı öğretmişlerdir o kadar. O kişi öğretilen ile Allah'ı tanır, kendi idraki ile tanımadığı için Allah'tan korkar.
O kişi, sana bana der ki; "Ey Allah'ın melunu..! Allah ile dost mu olunur?" Ben de derim ki; "Ey Allah'ın kulu..! Sen bana o manada "melun" diyorsan eğer, ben o melun sıfatını madalya olarak taşırım". Ama o bu lafımı da anlamaz…
Eşyanın hakikati elbette ki Allah’ tır.
Bu öğretilmiş veya aktarılmış bir duyumdur. Her şey Alah'tır. Tarikat ehline göre “idrak etmeye gerek yok. Ne söyleniyorsa inan ve uygula...” Ama biz önce noktayı kesrete çeviririz sonra da kesreti ise tekrar noktada toplarız. Bunu neden yaparız peki? Söylenenlere idrak ederek iman etmektir
gayemiz... Çünkü İnsan düşünmesi için gönderildi, kulaktan duyduğuna iman etmesi için değil. Taklitci miyiz yoksa analizci mi? Önce bunu kendimize sormalıyız...
Eşyanın hakikatini anlamaya niyet etmiş ve talep etmeye kadar ulaşmış bir kişi, iç dünyasında manevi kapıları aşıp, varlık ve yokluk arasını müşahede etmeye başlamış demektir.
Eşyanın hakikatini anlamak ilimin son perdesi değildir. Fakat büyük bir perdenin aralanması demektir.
Bazı şahıslar bu ilmi bilmeyi talep etseler de, taleplerindeki samimiyete ve geldikleri manevi nokta nispetinde Hakk’tan taleplerine karşılık görürler. Fakat doğru bilgi kendilerine ulaştığında ise, ya olgunluk ve hayretle kabul ederler, yada bu ilim, o kişinin algılama dağarcığından çok geniş
olduğundan kabul edemez ve inkar ederler.
Talip olan, talebinin karşılığını bulmuştur, fakat kendisi bunu fark
edecek bir gerçek aramaktadır. O kişiyi ikna edecek olan gerçek bilgi ise, aldığı bilginin kendi akli sınırına uyması doğrultusunda olacaktır.
Bu bilgi de aklının sınırlılığı gibi sınırlı ve eksik bilgi olacaktır elbette. Burada anlatılmak istenen, bilgiye talip olan kişinin akıl sınırlarındaki şartlanmalardan ve kayıtlanmalardan kendisini kurtarmasıdır.
Çünkü gelen bilgi akıl sınırlarını aşabilir. Buna hazır olmayan biri, sorduğu sorudan ne almak istediğinin de farkında değildir. O kişi sadece kendi kanaatine uyan bir cevap aramaktadır ve ancak beklediği cevap onu tatmin eder. Bu da, tabii ki sınırlı ve kısıtlı bilgi olacaktır.
“Eşyanın hakikati nedir?” Buna benzer bir soru yöneltildiğinde bu tip soruların sahibini çok iyi analiz edip iyi tanımak gerekir. Aksi halde sorunun cevabı Halk ta kötü bir etki yaratacağından mübah sayılmaz. Çünkü Hakk’ın aynası Halk’tır.
Halk tan bir tepki varsa bilinsin ki o tepki Hakkın tepkisidir. Sorunun cevabı Zat’ı tefekkür etmekle alakalıdır.
Oysa Hz Muhammed (sav) “Zat’ı tefekkür etmeyiniz” diyor.
Bilmeyene ve samimi olmayana anlatmak doğru değildir. Bilgiler toplum ve şeriatın kaldıramayacağı yani soruyu soran kişinin taşıyamayacağı bir yük yaratacaksa, ve o kişinin imanında bir zedelenme ve sapma doğarsa, sorumlusu soruyu soran değil cevabı veren olur.
Şeriata ters düşecek bir gerçeği ortaya koymak Hakk’ın zoruna gider. Bunun ispatı da Halk tan yansıyan Hakk’ın halidir.
Bunu anlamayıp ısrarında devam edersen eğer, Hakk’ın tokadı Halk’tan gelir ve şeriatın kestiği parmak da acımaz.
Seni cezalandıran Hakk’tan başkası da değildir.
Hakk, sana Halk’tan celal sıfatı ile saldırır. Kendinden kendine...
Bu sorunun cevabı; çok geniş taayyünlü algılamalara sebep olan, engin gönüllü, kayıtlanmalardan kendini sıyırmış olan şahıslara verilebilir.
Tabii ki yine de temkin dahilinde mizan ve itidal yol ile anlatılması gerekir. Temkin o dur ki; karşınızdaki sorunun sahibini ne kadar tanırsanız tanıyın, yukarıda anlattığım vasıflara uymuş olsa dahi, mizan ve itidal yol ile
örterek cevap vermek gerekir.
Eğer o kişi söz edilen engin vasıflarda biri ise zaten düşünerek sonuca varacaktır. Sözkonusu vasıflara sahip olan bir kişi, mutlaka düşünen biridir ki böyle bir soru sorma safhasına gelmiştir.
Esma ve isimler aleminden ne anlıyorsunuz?
Hu, Allah, Hakk, Rabb isimlerinden anladığınız nedir?
arasındaki fark nedir?
Gayb-ı Mutlak ile Vucud-u Mutlak arasındaki fark nedir?
Bu gibi karşı sorular ile sizi düşünmeye davet ediyorum. Öncelikle teşbih ve tenzih mantığına sığınarak soruyorum size;
İnsan, Allah’ın suretinden yaratılıp, küçük bir kainat ise tenzih ve teşbih ederek insan daki Zat, Allah, Hakk ve Rabb nelerdir?
Siz kimsiniz ve sizin zatınız hangi tarafınızdadır, neyinizdir? Adınız, neyin simgesidir?
Siz olan isminiz midir, yoksa isminiz sizi işaret eden bir vasıta mıdır? Eğer isminizin sizi işaret ettiğini düşünüyorsanız, işaret edilen varlığınız bedeniniz midir, yoksa ruhunuz mu?
İşaret edilen varlık bedeniniz ise, o bedeni hareket ettiren bedeniniz midir, ruhunuz mu?
Peki, bedeniniz ruhunuza göre hareket ediyorsa o bedendeki zat nedir? İsim ile işaret edilen varlığınız ruhunuz ise, bedeniniz ruhunuzun neyidir? Beden ve ruhunuzu ayrı ayrı olarak düşünebilir misiniz?
Bedeninizi ve ruhunuzu birbirinden ayırabilir misiniz? Eğer ayıramıyorsanız zahiriniz ve batınınız nedir?
O halde, sizdeki Vucud-u Mutlak ve Gayb-ı Mutlak nerededir, nedir? Teşbih ve tenzih ile örnek teşkil eden bu soruların cevabını keşfetmek gerekir.
Komple bir bedene sahip olmanızla, aklınızla, fikrinizle bir vücud’a sahipsiniz ve sahip olduğunuz bedene işaret olarak kullanılan bir isime sahipsiniz. Yani, siz bir isim değilsiniz bir vücutsunuz. Özel isminiz olmasa dahi “İnsan” ismi ile varsınız.
İsminiz, bir başka birinin veya tanıdığınızın kulağına düşse hemen sizin hayaliniz belirir o kişinin aklında. Ardından isminiz de gelir. Aynı şey, birinin hayali sizin içinizde oluşsa, hayal etiğiniz kişinin sadece bedenini görür ve ismini zikredersiniz. Fakat o kişinin ruhunu göremezsiniz.
O kişinin ruhu sizin hissiyatınızda ve sevginizde saklıdır. Ki sadece bilmeniz gereken kadarıyla o kişinin ruhunu tanırsınız. Asla tamamen ulaşamazsınız. Tanıdığınız bir kişinin ancak bedeni ve sıfatı hakkında tefekkür edebilirsiniz. Ruhunu (zatını) bilemezsiniz. Boyunu, kilosunu, tipini bilebilirsiniz. Sıfatı hakkında da kendini size gösterdiği kadarı ile bilgi sahibi olursunuz.
Melekler Allah’a “Biz ancak sen ne söylediysen o kadarını biliriz” dediler ve Adem’e secde ettiler. Mesela tanıdığınız kişinin sıfatı hakkında
alışkanlıklarını, karekterini, tavırlarını ve huyunu size gösterilen hallerini bilebilirsiniz. Ama o kişinin ruhundaki ilmini, iç dünyasındaki halini, sıfatından dışarıya çıkan hallerinin ruhundaki sebeplerini bilemezsiniz.
Karşınızdaki kişinin size kendini bildirmesinden ve tanıtmasından hariç iç dünyasını bilmeye kalkışmak “Zat’ı tefekkür” etmeye çalışmaktır. Oysa Hz Muhammed (sav) “Zat’ı tefekkür etmeyiniz” diyor.
Anlatmak istediğimize dönecek olursak; bu teşbih ile anlatmak istediğimiz, Gayb-ı Mutlak ile Vucud-u Mutlak arasındaki farktır.
Yine teşbih ve tenzih ederek;
Bedenimiz Vucud-u Mutlak’ı, ruhumuz ise Gayb-ı Mutlak’ı temsil eder. Bedenimiz Allah’ı, ruhumuz ise Allah’ın Zat’ı nı temsil eder.
Var olan Vucud-u Mutlak’ tır ve her ne yöne baksanız O’nun vechi görünür. Zatullah kendi gözü ile Allah’ı seyreder, görür.
Kendi gözü dediğimiz şey de insandaki gözdür.
Nasıl ki insan kendi gözü ile sıfatının zahirini yani elini ayağını kolunu vs görebiliyorsa, Zatullah da aynı şekilde kendisi ile kendisini görür.
Gördüğünüz vechin sıfatı, esması, cismi ve efali hepsi bir yerde varlık teşkil eder ve tektir.
Gördüğünüz cismin; bir sıfatı, iç alemi, cismi ve fiili tek bir isim altında toplanmıştır. Mesela masa, taş, ağaç v.b. gibi.
O cismin ismi; cismin tüm özellikleri ile tek bir manada toplanmasına (nokta) işarettir. İşte bu örnekle de bir cisimin varlığının hangi özellikleri ile var olduğunu ve tüm özellikleri ile de bir isim ile kainatta yer aldığını bildirmiş olduk. İsminiz, maddi ve manevi olarak “varlık alemi”ndeki yerinizi ve suretinizi belirler.
Varlığı başka bir teşbih ve tenzih ile izah etmeye çalışalım,
Bir arzu, gaybımızdan (Hu’dan) ortaya çıkar. Ve bir “emir” olarak “ruh”umuza intikal eder.
Bu emir de ruhumuzdan “sıfat”ımıza (Allah’a) intikal eder. Yani o arzuyu gerçekleştirecek olan sıfatımızdır.
Çünkü o arzuyu ancak bir sıfata bürünerek yapabiliriz.
Sıfatımız; tüm ilmi irademiz, hayal gücümüz, hislerimiz ve tüm düşlerimizle vücudumuz dur.
Maddi bedenimiz bizim zahir görüntümüzdür.
Beka halimizde ise, ilmi irademiz hayal gücümüz, hissiyatımız ve düşlerimiz bulunmaktadır.
Yani bizim melekut alemimiz beka halimizde (şuurumuzda) saklıdır. Komple sıfatımız ise, bekası ve zahiri ile “varlık” tır, tektir, vücut tur. Ama tarikat ehli beka aleminin (gayb- alemi) yokluk alemi olduğunu zannederler. Oysa beka (batın) ve efal (zahir) varlıktandır.
Sıfatın iki vechidir. Zaten sıfat komple varlık alemindendir.
Sıfat halimize örnek olarak işaret verecek olursak, şuurumuz (hissiyatımız) ve bedenimizdir.
Sıfat, Hu’nun Allah olarak isimlendiği ceberrud alemidir.
Ruhumuz bir emir ile Ahmed, Mehmed vs. olarak sıfatlanır. O (Hu) ise Allah olarak sıfatlanır.
Sen kainatın yani varlık aleminin minyatür bir halisin,
Sen “Büyük İnsan”ın örneğisin. Ve ilk önce sen düşünüldüğün için tüm kainatla harmanlanarak en son sen yaratıldın. Ve zat tan da sana emanet edilen ruh tahsis edildi.
O ruh’a verilen emir “bilinmeklik” arzusudur. Yaradılış gayen budur.
Tüm kainatın özü ile harmanlandığın için, kainatın tüm sırrı sende mevcut olup, aynı kainatın minyatürüsün. Kendi çapında; bedenin ve şuurunla Vucud-u mutlak sın... ruh(zat)unla ise kendi çapında Gayb-ı Mutlaksın ve sen zatınla bakisin, sıfatınla değil.
Sıfatınız; arzu edilen şeyi, kendi esmalarıyla birlikte bedeninizi kullanarak zahiren ortaya çıkarır. Bu her şey olabilir, bir dilim kek veya bir bardak çay gibi...
Sonra da, ortaya koyduğu şeyi yiyerek tadını ruh hisseder. Tadını aldığınız yemeğin maddesi ise bedene karışır.
Fakat tadı alan Ruh tur, beden değil.
Beden, kek gıdası ile beslenir ve besin bedene hayat verir. Ruh ise o besin maddesinin sadece tadını almak ister.
Sıfatınız bu yemek fiili ile bedeninize hayat verirken, ruhunuz da aldığı tad ile emri yerine getirirerek arzuyu içinde oluşturan HU’ ya tadı intikal eder. Yani aslında o tadı alan HU dur.
Sizin ruhunuz sadece emiri yerine getirmiş olur.
Emrin çıktığı yer gerçek Gayb’ı Mutlak olan Hu dan, sizdeki Gayb-ı Mutlak sembolü olan RUH’unuzadır.
Ruhunuzdan sıfatınıza, sıfatınızdan şuurunuza (esma aleminize) ve şuurunuzdan da uzuvlarınıza efal(fiil) olarak çıkar.
Efal olarak çıkan emir artık bir madde ye dönüştüğü için zahir alemde yerini almıştır.
Görüyorsunuz ki bir kek arzusunda dahi sıfatınızdan; hayat, ilim, irade semi, basir, kudret, kelam ve tekvin hepsi birden faaliyete geçerek diğer tüm esmalarınızla birlikte bedeninizi de kullanarak arzu edilen şeyi tekvin etmiş oluyorsunuz.
Demek oluyor ki; esma ve sıfatlar beden ile beraberdir. O halde beden varlıksa esmalar da varlık alemindendir, Gayb aleminden değil.
Batın alemi varlık alemindendir. O halde gayb alemi nedir? Gayb alemi ise; varlığın olmadığı (lahut) alemdir.
Bir başka örnek verecek olursak; Emir, Gayb-ı Mutlak’tan çıkar.
Çünkü arzu O’na aittir. Ve yine emir, Vucud-u Mutlak ta harfler ve
harflerden isimlerin oluşması ile ses olarak şuura ve sonra zahize çıkar. Ve o sesi yani emiri enfusunda duyan kişi, duyduğunu zatına yani ruhuna intikal eder ve anladığını bedenine “yap” emri vererek sıfatı ile yapmaya başlar.
Yani emir zatından zatına intikal eder.
Aslında o kişinin kulağından duyduğu, cümleler dizilişidir.
Veya o emri veren kişi bir dizi cümle ile ilk önce karşısındaki varlığı harekete geçirir. “şunu yap!, bunu getir!” gibi.
Komutlar cümlelerdir, cümleler ise harfler dizilişidir. Harfler ise, enfustaki bir arzunun açığa çıkmasını sağlayan metafizik güçlerdir, yani buna melek te diyebiliriz.
Mesela girilmesi yasaklanan bir yere genellikle bekçi yerleştirilmez.
“Girmek Yasaktır” sözünü kapının üzerinde okursunuz ve o yazının içinizde oluşturduğu gücü hissedersiniz ve girilmemesi gerektiğini de algılarsınız. İşte siz bunu o birkaç harfin bir araya gelerek oluşturduğu emrini yerine getirirsiniz.
Okuduğunuz emir, o yazının özünde var olan meleki bir güç olarak size aktarılır ve siz de yasağa uyarsınız.
Buradan da anlaşılıyor ki harflerin içindeki yaptırım gücü, meleki ve ruhani güçtür.
Aktarılan emir, doğru ifade edildiyse emri okuyan veya duyan kişi, emirde tarif edilen şeyi zahirde gerçekleştirir.
İnsanın arzusu, aklından öncelikle bedenine giden bir yaptırım enerjisidir ve bedenden dil aracılığı ile dışarıya ses aktarılır.
Ve o ses bir enerji yüklüdür artık.
Ve hayalimizde düşündüğümüz şey karşımızda oluşur. “O sadece ol der”.
İçinizdeki arzular kendinize ait olduğunu zannetseniz de Allah’ın Zat’ına aittir.
Arzu, Zat’ın arzusudur ve Zat Sıfatlanarak (Allah ismi alarak) arzudan oluşan emiri ortaya koyar.
Senin açlığını hisseden O dur ve “sana “karnım aç, yemek geterin” emrini verdiren de O dur.
O (hu), yani Allah’ın Zat’ı...
Ama insan bunu kendi benliği ile yaptığını zanneder. İşte bunun için her işin başında besmele okunur.
Besmele; yapmak istediğimi “O’nun adına sıfatlanarak O’ nun adına, O’ndaki rahmaniyet ve rahimiyet gücüm ile yaparım” demektir.
Buraya kadar anlatılanlar akıl ve şuurumuzu biraz olsun genişletmek içindi.
Soru (eşyanın hakikati nedir?) ile bir alakası yok gibi görünse de,
derinliklerinde incelendiğinde eşyanın hakikatinin Zat ile Sıfat arasında olduğu müşahede edilecektir.
Zat ile sıfat arasında sadece bir arzu (murad ediş) vardır. Ve sıfat o arzu (murad) için bedeni harekete geçirir. O arzu olmasa ne sıfat ne de beden hareket edebilir. İşte o arzu (murad) “NUR” dur.
Evet… konuyu bu kadar dağıtabildik ve amacımız da noktayı kesrete döndürüp sonra tekrar noktada tevhit etmekti.
Şimdi sonuca gelelim...
Alemler yaratılmadan önce, tamamen yoklukta ve a’ma da iken, O, bir arzu ile “bilinmeklik” istedi.
Bilinmekliğini de öncelikle hayalinde yarattığı “İnsan”dan diledi. İnsana da kendini bilmesi için kendinden bir ilim verdi.
Ve ilmi ile “kendisini” İnsanın ruhunda var etti. “Bilinmek için” hayalinde yarattığı İnsan’ı var etti. Çünkü kendinden başka bir varlık yok ki O’nu bilsin.
Hayalinde ilk yarattığı varlık, tamamen kendi ilmi ile bezenmiş olan İnsan-ı Kamil’dir.
Yani herşeyden önce Allah’ın Zat’ında ilk olarak düşünülen varlık İnsan-ı Kamil’dir. Ona da Nur-u Muhammedi denir.
O Nur-u Muhammedi ki, Hz Muhammed (sav) ın nurudur, İnsan-ı Kamil dir. O Nur, her şeyden önce, bilinen her şey den önce var olandır.
Ve bilinen her şey, o Nur için yaratılacaktır.
Yani o Nur için bir sıfata gerek duyuldu. O sıfat ile varlık alemine geçti. Ve varlık aleminde Cennet, cehennem, kürsü, melekler, esmalar, şeytan, cin vs yaratıldı.
Yani bu saydıklarım beka alemidir ki bunlar da varlıktır.
Fakat tüm kainattan önce tek yaratılan Nur, İnsan-ı Kamil’dir.
O, A’ma da yani saydığımız varlık aleminden önce Zatullah’ın indinde var oldu.
Zat ile Sıfat arasındaki berzahta var edildi.
Ve varlık alemi de o insan-ı kamil için halkedildi.
O İnsan ki, varlıktan önce Zatullah’ın indinde NUR olarak var olduğu için, insanın zahiri de varlık aleminde en son tecelli etmiştir.
Çünkü, yaratmadaki amaç “insan” dır. İlk önce düşünüldüğü için en son yaratılmıştır.
Bir kimse bir şeyin varlığını bilebilmesi için, o şeyin kendi enfusunda olması gerekir.
Ve Hakk, o kişiye talip olma arzusu ile öğrenmeyi nasib etmesi gerekir. Eğer kişinin enfusunda o ilim yoksa, o kişi bilgiye zaten talip olmaz, veya kişi istediği kadar ilim talim etse de bir algılama gerçekleşemez.
Kişi ilim talimi ile, sadece kendi enfusundakini dışarıya çıkarabilir.
Başka bir yerden ona ilim gelmez. İlim talimi ile ancak şuurdaki kapalı ve ilim dolu dağarcıklar açılabilir. Çünkü “kendisini kendisinden başka hiçbir şey bilemez.““Allah birdir” sözü bunu işaret eder. Allah birdir ve
yarattıkları da her biri kendi içinde “bir”dir benzeri yoktur.Allah’ın yarattığı her zerre kainatın “bir” minyatürüdür.
Allah nasıl ki kendisini ancak kendisi ile bilebilirse, insan da aynıdır. Eğer talip olduğu ilim kendi enfusunda varsa onu açığa çıkarabilir ve bilmiş olur. İnsan aslında bildiği yeni bilgi ile bir başka şeyi değil, kendi
enfusunda zaten var olan bir bilgiyi açığa çıkarıp öğrenmiş olur. Yani kendisini kendisi ile bilir.
“Ben sana ne kadar anlatsam, anlattıklarım anlayabildiğin kadardır.” “Bir bardağa derya dökülse, bardak kendisinin içinde deryanın olduğunu zanneder” bu atasözlerinin manası anlattıklarımızı işaret eder.
Durduk yerde aklınızda (batında) beliren bir bardak çay arzusu sizden çıkan harfler ve heceler birleşiminden oluşan cümle ile emir olarak dış aleme (çaycıya, eşinize, dostunuza) çıkar ve o bir bardak çayı karşınızda (zahirde) görürsünüz.
Kelimelerin metafizik güçten maddi alemi harekete geçirebileceğini anlarsınız. Bir emir ile binlerce askerin taarruza geçmesi, şehit olmayı kabul etmesi gibi. Bir emir ile batın alemdeki bir arzunun zahir alemine ayna gibi yansımasıdır bu.
Gayb tan çıkan arzu, batın alemde projelendirilir ve zahir aleme çıkar. İşte zahir aleme çıkan şey artık “eşya” dır. O eşya bir arzunun sonucu olarak zahire çıkmıştır. Zahir aleme çıkan eşya ne sebeple çıktıysa o eşyanın hakikati de o dur. Yani o eşyanın hakikati ruhunuzdan tecelli eden “arzu” dur.
Hz. Muhammed (sav) “Bana eşyanın hakikatini bildir” dedikten sonra; algıladığı hakikat, alemlerin (eşyanın) yaratılmasına sebep olan o
anladı.
Ve anladı ki, Nur’u Muhammedi (Hakikat-ı Muhammedi) eşyanın hakikatidir.
Ve o “Nur” kendi Nur’u dur (aynı örnek teşkili ile insanın kendisi).
İşte o “Nur” ki, varlık ile yokluk arasında, yani Zat ile Sıfat arasında olan “Ahadiyet” yeridir.
“Herşeyden önce benim Nur’um yaratıldı” diyen Hz Muhammed (sav), İnsan’ın tüm alemle kaim olduğunu gördü. Bu söz senin için de bir
örnektir.
Ve İnsan’ın alemin minyatürü olduğunu keşfetti.
Aynı izah ve ima ile, teşbih ve tenzih ederek “Kendini bilen rabbini bilir” gerçeğinin manası da aynıdır.
Yani eşyanın hakikati “NUR-U MUHAMMEDİ” dir. Nur'u Muhammedi'nin hakikati ise Zatullah'tır. Evet … özetlersek;
Hz Muhammedin manası… Zatın sıfata bürünmesidir.. Zatın adı HU sıfatı ise Allah…
Manayı tefekkür et artık..
Hu, NUR için sıfatlandı veya Nur ile sıfatlandı... Ve ya sıfatı NUR idi.. Hz. Muhammedin manasını anlatabiliyormuyum ?
Aynı mana ile her İNSAN da TEK tir.. Sıfat parçalara bölünür ama Zat TEKtir.. Sende var olan RUHu bilirmisin CAN ? Kainatı yaratanın külliyesi ile SENde… Ben sadece HALim sana göre..
O kadar yalnızsın ki kainatta … Her şey hayal..
Tek sendin…
Tefekkür et bir AN ve söyle!
Şimdi nasıl olur da İLAH edineyim kendi Rabbimden başka ? Bir teklik var CAN… Hakikat tekliktedir can dost..
Tek olan ise sadece senin RUH’undur.
O, Ferdiyyetlik Allah olma manasında bir şey… Ve ben insana bu kainatta tek başına olduğunu ispatlarım! İspatlayacağım anda da yığılırsın yere … Ama bu kadar sırrı anlatırsan YOK olmalısın!
Her şeyin en doğrusunu ise, Cemi-ül A’la olan Allah (cc) bilir (sav).
*** * ***
“YARİN BAKIŞI SIRR-I NİHANDAN HABER VERİR, GÜFTARA GELSE SİHRİ, BEYANDAN HABER VERİR,
HIŞM İLE BAKSA, VERMEZ AMAN RÜSTEM-İ ZEMAN, KİRPİĞİ OK, KAŞI KEMANDAN HABER VERİR...”
YA MUHAMMED,
SENİ NUR'U İLE BİLMEYEN HABERİN SENDEN GELDİĞİNİ NEREDEN BİLİR... EN GÜZEL YAR SENSİN YA RESULULLAH, SIRRIN HAKK OLUŞUNDADIR..
AKILA DÜŞSE AKLIN SİHRİ, BEYANIMDAN SEN DİLLENİRSİN..
HIŞMINDAN AMAN DİLER GÖNLÜM, BIRAKMA ZALOĞLU RÜSTEM'İN ZAMANINA... KİRPİĞİN KAŞIN ARASINDAKİ NAKUR DAN HABER GETİR YA RESULULLAH...
*** * ***
TEVHİD YOLU
Tevhid yolunda cehenneme ittiler beni,
Fena Fillah Seyrinde Kuyulara Attılar Beni,
Efali, Sıfatı, Zatında Kavurup yaktılar Beni,
Dört Ay Cem'i Hal-i huzurda bekletip,
Mukarrebun şarabı ile dem edip içtiler beni...
Mukarreb sıfatında kelimulah ettiler beni,
Müferrüdün efalinde sus pus ettiler beni,
Yetimin malında dirhem edip açtılar beni,
Mahmud'un gönlünde zahire attılar beni...
Cehenneme canımı Himmetim ettiler beni,
Ayna sırrı ceminde sırrullah ettiler beni,
İsm-i Azam'ın sırrına mahsar ettiler beni,
Ben deki “Sen” ile bir kenara ittiler beni,
Harabati mekanda virane ettiler beni,
Viranenin içinde incilerle dizdiler beni,
Bahr-ı A'ma da hiç edip sır ettiler beni,
Gurbet ellimde Bahr-ı Harab ettiler beni..
Ayn'el Yakin surete Ayn yoluna kattılar beni,
Bahr-ın mekanından Hakk ile sordular beni,
Hakk'el Yakin sırrında zıtlarla cem edip,
Ar'af ın tepesinde Bahr-ı Ağyar ettiler beni..
Gözlerinin pınarına doldurup serdiler beni,
Sonra Göz Nakuruna yakin damla ettiler beni,
Mim olup, Nun'a NUR olarak yaklaşıp,
Kabekavseyni Noktasına HİMMET ettiler beni…
*** * ***
YAŞAMAK; HER ANDA… BEŞ ALEMİ…
Y
Beş alemi ANda hissedenin BEN’liği Ahadiyyetin masharıdır..
Gayb-ı Mutlak'ta gizli hazine. Vucud-u Mutlak'ı seyreder hayalinde. O, Uluhiyyet'e Rabbaniyetle tenezzül ederek Gayb-ı Mutlak olana HAMD eder. Vucud da kendisi Gayb da kendisi.. Ama o kendini bilmez... Onun
kendisinin bilinmemesi "Ben kulumun sırrıyım, kul da benim sırrım" masharıncadır.
O Bazen ZAN olur, bazen kamil sıfat... Yaşamak her anda beş alemi... Her anda bir Nur'u Muhammedi'nin zerresi zuhur eder insan gönlünden.
KİMİ YAZAR KİMİ OKUR ANLAR. İÇİNDE KARŞILIĞINI BULUR ONAYLAR. O KİŞİ YAZAN KADAR SEÇİLMİŞTİR. Çünkü bir şeyi yazmak kadar onu idrak etmek evladır.. Yazanın hükmü yok, idrak edendir aslında, akılda olmayan bir şeyin idraki de olmaz. Akılda karşılığını bulan idraktedir, onu bir vesile ile bulmak çıkarmak önemli olan.. Yazan sadece vesile. İdrak eden
gönüllere ne mutlu ki seçildikleri için idrak ettirilirler.
*** * ***
Dünyaya gelip, "bilinmeklik" tekamülünü kendi fıtratınca tamamlamış ruh, HU nun indindeki yerini alır. Aslen tüm insanlar HU' yu İNSAN yapmaktadırlar !
EY GAFİL HARABİ...! KABE'NİN İÇİNDESİN...
HALA KIBLE ARARSIN, RABBİNLESİN İŞTE, KİME SECDE EDERSİN...
MAŞUĞUN GÖNLÜNDE, BU AŞK ŞİRKİ NECEDİR,?
MUHAMMED YURDUNDA HAKK MI SORARSIN...
KÜLLİ İRADE – CÜZ-İ İRADE
İnsanı kurtaracak olan ameli değil Allah’ın keremidir.Amel ile veya ibadet ile kurtulacaklarını zannedenler, yanılgıdadırlar. Çünkü tüm ameller Hakk’a aittir.
Duyguları ile kurtulacaklarını zannedenler de yanılgıdadırlar. Çünkü tüm duygular ve arzular Zat’a aittir.
İnsanın kendisine “insan” demesi bile Zat’ın dilindendir. Her arzu, hissediş, sıfat ve ameller Zat’ın kendisine aittir. İNSANA AİT ASLA BİR CÜZ-İ İRADE YOKTUR.
O, yarattığı insanda bir tat arar ki, bu şekil veya ibadet ile elde edilecek bir şey değildir. Allah’ın keremidir bu.
Ruh, bir arzudur ve o arzuyu yerine getirecek olan esma yüklü bir emirdir ve tamamen Zatullah’a aitir.
O kendisini, tüm kesretin özünde tek olarak gizler. Öyle gizler ki, kesrete Zan lar verir.
Zan duygusu ile her kesret kendisini tek bir birey olarak algılar. Oysa O, tüm kesrette tek tir. Sıfatı kesrete bölebilirsiniz, ama Zat bölünmez.
Örnek verecek olursak; teşbih eder tenzih ederek;
İnsan bedeni tüm uzuvları ile tek tir, ama bir çok uzvun bir çok görevi ve işlevi vardır.
Tek olan beden, aslında bir çok kesrette bölünmüştür.
Fakat uzuvların kendilerine özgü ruhları yoktur. Mesela; parmak, ayak, göz, kulakların vs. kendisine özgü bir ruhu yoktur. Oysa hepsi birbirinden ayrı işlevlere sahiptir.
Mesela düşünün ki; Parmak veya ayak yaptığı hareketleri kendisindeki bir ruh ile yaptıklarını zannetsinler. Oysa o bedendeki ruh tektir ve bölünmez. Sıfat ise, türlü kesretlerden görünür. Sıfat, tüm kesretin birliği ile tek
vucuttur.
“Her ne yöne bakılsa Allah’ın vechi görünür” deki gibi... Görmek isteyen kişi o vechin içine kendisini gizlemiş olan Zat’ı görmesi gerekir.
Fakat, insanda cennet sevdası veya cehennem korkusu, ruhunun bedenine saplanmasından ve iblisine yenik düşmesinden dolayıdır.
Oysa istendiği kadar ibadet edilsin bu ibadetlerin karşılığı cennet değildir. Bu insanın nefsani bakış açısıdır.
Gübre böceğini düşünün; onun cehennemi mis kokulu yerlerdir. Bir gübre böceğini gül bahçesinin içine koysanız hemen orayı terk edecek ve
bulduğu bir gübrenin içine sığınacaktır.
Onun cenneti ise gübrelerin içidir. Çünkü yaratılış gayesi gereği gübrelerin içinde mutludur ve cennetindedir.
İnsan fıtratına göre; gübre, çirkin olduğu için gübre böceğinin yaşantısına zan ile bakar. Hatta tüm insanlara da böyle bakar. Hatta kendisi için bile bunu düşünür. Oysa insan nasıl veya ne şekilde mutlu ise o kişinin cenneti de o haldir.
Cennet ve cehennem insanı Zatullah’tan perdeler. Yaratılmış olan her şey insanı Hakk’tan perdeler.
Cennet ve cehennem de yaratılmış bir alemdir. Arif olan kişi yaratılmıştan medet ummaz. İcraatlarını da yaratılmış için yapmaz.
Yaratan için yapar.
Yani, Arif olan cennet için ömrünü tüketmez. Çünkü o kişi cenneti ve cehennemin bir perde olduğunu bilir.
Ama şeriat ve tarikat ehli hep cennet için çalışırlar. Hakikat ehlinin ise ne cenneti ne de cehennemi vardır. Arif kişinin arzusu sadece Zatullah’tır.
İnsanın kendi fıtratı ne olarak yaratıldıysa, ve o fıtrata göre rahatça hareket edip, kısıtlanmadan yaşıyorsa o kişi cennetindedir.
O kişinin hali, bir başka kişinin fıtratına göre cehennem sebebi olabilir. Ve hemen kendi zannı ile yargılar. Oysa cehennem hal ile yaşanır, iman veya ibadet ile değil. Şartlar, kısıtlamalar, pişmanlıklar bunlar hep cehennemdir. Evet “İnsana ait asla bir cüz-i irade yoktur” dedik. Ama buna karşılık tüm külli irade de insana aittir. Bu nasıl bir çelişkidir, bu nasıl bir mizandır? İşte işin sırrı buradadır...!
Yazdığımız gibi, “cüzi irade yoktur külli irade vardır”. İkisi de insan içindir. Yok olan irade ve var olan irade ikisi de insandadır...
İnsanın cüzi iradesi olamaz , ama buna karşılık tüm külli irade de İnsana aittir. Tüm alemi İnsan yönetir. Sonsuz boyuttaki, sınırsız büyüklükteki alemi genişleten de yönenten de insanın şuurudur...
Nasıl ?
Zatullah’ın İnsanı yaratmasının sebebi, İnsan ile kendisini seyretmesi ve bilmesi içindir.
O, İnsanı yarattığı kainatın içinde en son yaratarak kendisine İnsan kalbinde bir mekan hazırladı.
Tüm esmalarını tek yerde toplayabilecek olan bir İnsandan külli iradesini ifa etmektedir.
Zatullah dilerse bulunduğu bedendeki insandan hiçbir şey bilmeyen ve inkar eden olur.
Dilerse bir bedenden de alim olur.
Çünkü O, her varlıkta kendisini bilmek için ve her varlıkta da ayrı ayrı halleriyle kendisini görmek için yarattı.
Cahilin cahilliğinden, alimin alimliğinden, katilin katilliğinden, cimrinin cimriliğinden, kafirin kafirliğinden vs. tüm varlıkların kendi hallerinden
kendisinin ne olduğunu ve sıfatının ne kadar sınırsız ve sonsuz sayılara bölündüğünü, çeşitliliğini ve her çeşitteki şenlerini, hallerini bilmek için yarattı.
Yoksa Zatullah, sıfatını ve sıfatındaki kesretleri neden yaratsın ki (hikmetinden sual olunmaz).
Öyle bir bedene girdi ki, tüm yarattığı kesreti o beden de ve şuurda tevhit etti. Her varlığın özünden zahire göründü. Ve sadece İnsanların külliyesinin ruhundan da bu alemi hem büyütmekte hem de yönetmektedir.
İnsanların külliyesi de tek bir İnsana bağlıdır. Tüm esmaların toplandığı o tek bir insan. Tüm ilmi ve kesretin bir yerde toplandığı, tek şuur sahibi tek insan... O İnsan ki, İnsan-ı Kamil dir.
İnsandaki külli irade, ancak tüm kesreti şuurda tek olarak algılamak ile oluşur.
Zatullah külli irade gücünü, içinde, ruhunda var olduğu İnsanı-ı Kamil ile kullanmaktadır. İnsanı yaratmasının sebebi zaten budur.
“Yer yüzünde bir halife yaratacağım” sözü yer yüzündeki kendi kefilidir.. aslında o kefil dediğimiz insanı kamil de kendisidir.
O Allahlığını kendisinden başka hiçbir şeye vermez.. O’ndan başka ikinci bir varlık zaten yok ki...
Kesreti birleyemeyen şuurlarda elbet ki Zatullah ta vardır, ama o bedenden külli iradesini gerçekleştirmez.
O bedende sadece can, nefes ve ruh olarak kalır. O kişinin iradesi ise, tek olan İnsan-ı kamil in iradesine bağlıdır.
Zerre de olsa, bir esma terkibi ile külliye bağlıdır.
*** * ***
ALLAH ZATIMA MEKAN OLUR
Allah, Zat’ıma mekan olur, Zat’ım Allah ile vahdet olur,
Ruhu bedeniyle bir olmuş, Alem, Zat’ımla daim olur.
Hakk’ım Allah’a hissiyat olur, Allah, Hakkım ile halk olur, Aklım Hakkımda gizlenmiş, Gönlüm Allah’a bir sebep olur...
Rabbim Zat’ımın arzusu olur, Zat’ım Rabbim ile sebep bulur
Nurum Zat ile arzulanmış, Hamdım Nurum ile hamd olur...
Adım halkta kesret olur, Kesret Nurdan peydah olur, Nur’u Muhammedi rabbim imiş,
BaH-rım ol Nur ile harap olur.
*** * ***
ALLAH'IN ZATINI TEFEKKÜR ETME
Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez” !Sevdiğine ve Dostuna güven. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Bir şeyi öğrenmek istiyorsan bir bilene veya o şeyin muhatabına sor. Bilmeden yargılama.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Sorularını dostuna sorararak öğren, dostun karşında anlatırken aklını okumaya kalkma.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Sevdiğinin gizemlerini ve özellerini o izin vermeden araştırma, hatta merak dahi etme.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Dostunun ne düşündüğü seni ilgilendirmez, sen sadece sana söylediğine bak.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Sen ancak, dostunun sana söylediği kadarını bilebilirsin. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Sevdiğinin de senden ayrı bir dünyası ve özel halleri olduğunu unutma, ve oraya izinsiz girme.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez” Dostunuza ön yargı yapmayınız. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez” Sevdiğinize “zan” da bulunmayınız. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Asla iftira atarak, sevdiğinin kişiliğini karalama. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Dostunun kötü hallerini görmezlikten gel. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Dostunun kötü hallerini öncelikle iyi niyetle yargıla, öğrenmek istiyorsan sor, ve verilen cevaba da inan.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Dostlarına ait olan ve işine yaramayan kötü bilgilerin hamballığını yapma. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Haklılığın sevdiğini kaybettirecekse, haklı olduğunun hiçbir anlamı yoktur.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Anlamını çözemediğin bir hal veya bilgiye kendi zannınca fikir beyan etme.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Merak ettiğin ve anlayamadığın bir şeyi red edip karalama. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
İnsanların hallerindeki beğenmediğin şeyleri, kendi bakış açın ile değerlendirip, nokta koyma.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Anlamadığın bir şeyi anlıyormuş gibi yapma. “Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Adaleti kendi bakış açına göre değil, adaleti veren Hakim gibi değerlendirmeye çalış.
“Allah’ın Zat’ı tefekkür edilmez”
Bu kadar açıklamadan sonra, bu açıklamaların Allah’ın Zat’ı ile ne alakası var deme. Çünkü “Her ne yöne baksan O nun vechini görürsün”.
Peki “Allah” nedir? Allah’ın “Zat”ı” nedir? diye sorarsan eğer, bu da cevap olsun, Allah, gördüğün her şeydeki (eşya, halk, kainat) zahir ve batın tüm varlıklarla tek vucut olan Vucud-u Mutlak’tır. Zikri “la ilahe illAllah” tır. Zat ise, zahiri ve batını yaratan, tüm varlık alemini bir sebep ile
Görünen Allah’tır. Görünmeyen ise Allah’ın Zat’ı dır.
Aynı senin gibi... görünen bedenin ve hallerindir, görünmeyen ise ruhun ve nedenlerindir.
O her şeyin en doğrusunu bilendir. HU !
KUL OLMAK ( ABDULLAH )
Her kim aslını, gerçeğini bilir, fıtratı ile zerre olduğunu hisseder, zerreyken bile içinde kainatın var olduğunu anlar, aslında her şeyin kendinde var olduğunu, sonsuz güce sahip olduğunu anlar ve bu gücü asıl sahibine (Allah’a) mal ederse Allah kulu olmuş demektir. O kişinin aslı kuldur, o kişi “ABDULLAH” tır.
Kul olmak (Abdullah); Ölmeden önce ölmek, Allah’ın dünyada halifesi olabilmek demektir. Kul olmak, esma aleminin efal de yaşanan halidir. Yani yokluk aleminden önce Allah’ın kendisi ile, kendisine kul alması. Allah’ın yaratttığının kendisine kul olması ise; yaratılmış olan, hakikatte Allah’ın kendisi ve özü olmasından dolayı, Allah’ın kendisine kul
olmasıdır.
Yani, Allah kendi yarattığı ve hakkında yazdığı kaderi ile, kendine iman edip, kendine kulluk etmektedir. Bunu algılayabilen insan, iç özünün kim ve kime ait olduğunu çok iyi bilir. Allah dilemezse ne kendini bildirir nede iman ettirir. İman ettiren de kendisi olduğu için iman eden de kendisidir. “kendinden kendine” dir.
Sadece tek olan Allah münezzehtir ki, yaratılmış olan herşey dönüşüm içindedir.
Her madde, kelime, hayal, söz, sıfat... Esma aleminde bir şeyin başı ve sonu vardır. “kul” olmakta bir sıfat halidir. Ve dönüşümdedir. Efal
eleminin bir parçasıdır kulluk makamı. Kulluğu yaratan ve yarattıklarının kendisine ait olması, bizatihi kendisi olması itibari ile taptığı kendisi olup, “kendinden kendine” kulluğunu yaşar.
Her zerre de işleyen fiilin faili Allahtır.
Her zerre, özü itibari ile Allahı zikreder ve varlığı ile Allahı temsil eder. Her zerre kulluğunu yaşar, çünkü yaradılışının gayesi budur.
Kulluk makamına eremeyenin halini de kendisi belirleyip, kaderini kendisi hazırlar. Kulluk makamı, efal aleminin en üst mertebesi, en üst makamıdır. Çünkü yaradılışın gereği, yaradılanın yaradanı bulup, iman