• Tidak ada hasil yang ditemukan

İmamı Rabbani-Mebde-Ve-Mead-Necdet-Tosun

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "İmamı Rabbani-Mebde-Ve-Mead-Necdet-Tosun"

Copied!
43
0
0

Teks penuh

(1)

RABBÂNÎ İLHAMLAR

MEBDE' VE MEÂD RİSALESİ

İ

MÂM-I RABBÂNÎ

(2)

İÇİNDEKİLER

İMÂM-I RABBÂNÎ ... 4

Mebde' ve Mead Risalesi ... 6

MUKADDİME ... 8

1. Bölüm: Manevî Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri... 8

2. Bölüm: İrşad Kutbunun Feyzi ... 10

3. Bölüm: İrşad Makamı... 10

4. Bölüm: Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi ... 10

5. Bölüm: Nimeti Anmak ... 10

6. Bölüm: Allah'a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk... 11

7. Bölüm: Evliya Mertebeleri... 11

9. Bölüm: Müşahede... 12

10. Bölüm: Tasavvuf Yoluna Giriş... 12

11. Bölüm: Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zât'ını İdrak ... 14

12. Bölüm: Kalp ve Mertebeleri ... 14

13. Bölüm: Ruh ve Manevî Yolculuğu ... 16

14. Bölüm: Peygamberimizin Ayrıcalığı... 20

15. Bölüm: Bir Manevî Halin Gelmesi ve Gitmesi... 21

16. Bölüm: Bir Âyetin İnce Manası... 21

17. Bölüm: “Allah'ı Tanıyan Kişiye Günah Zarar Vermez Cümlesinin Manası... 21

18. Bölüm: Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi... 22

19. Bölüm: Aynı Konu Hakkında İlâve Açıklama ... 22

20. Bölüm: Görülen ve Hayale Sığan Şeyler Allah Teala Değildir... 23

21. Bölüm: Bu Konu Hakkında İlave Bilgi... 24

22. Bölüm: Mutlak Olanın Yalınlığı... 24

23. Bölüm: İnsanın Melekten Üstünlüğü ... 24

24. Bölüm: Evliyanın Halktan Biri Gibi Görünmesinin Hakikati... 24

25. Bölüm: Dünyevî Bilgiler ve İlâhî Âleme Ait İlimler ... 25

26. Bölüm: Dünyevî Bilgilerin Geri Dönmesi Kusur Değildir... 25

27. Bölüm: Rıza Makamı... 26

28. Bölüm: Hanefî ve Matüridî Mezheplerinin Fazileti ... 26

29. Bölüm: İrşad İcazeti ... 27

30. Bölüm: Yâd Dâştın Mertebeleri ... 28

31. Bölüm: On Makamı Aşmadan Yolun Sonuna Ulaşılamaz ... 28

32. Bölüm: Evliyanın Zahiren Sebeplere Sarılmasının Sırrı... 29

33. Bölüm: Evliyanın Gizli Kalmasının Sebebi ... 29

34. Bölüm: İnanç Konularında Bid'atın Zararı... 30

35. Bölüm: Müteşabih Ayetlerin Tefsiri ... 30

36. Bölüm: Hz. Peygamber'e (as) Uymak ... 30

38. Bölüm: Bâtın İlminin Fazileti ve Şeyhin Adabına Riayet ... 31

39. Bölüm: Altı Latifenin Mertebeleri ve Yükselişi ... 32

40. Bölüm: Allah'ın Kelâmı ve Zaman Hakkında Özel Bilgi ... 33

41. Bölüm: Tekvin (Yaratma) Hakikî Sıfatlardandır... 34

42. Bölüm: Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf ... 34

43. Bölüm: Yakînin Mertebeleri ... 35

44. Bölüm: İradenin Fânî Olması... 36

45. Bölüm: Kur'an-ı Kerim'in Hidayeti ve Hayalî İlahlardan Kaçınmak ... 36

47. Bölüm: Kelime-i Tevhid Zikri ... 37

48. Bölüm: Kur'an'ın, Kabe'nin ve Hz. Muhammed'in Hakikatleri ... 37

49. Bölüm: Kelime-i Tevhid'in Fazileti ... 38

50. Bölüm: Felâk ve Nâs Sureleri Kur'an'dandır ... 38

51. Bölüm: Büyük Zâtlara Tâbi Olmak ve Onları Taklit Etmek ... 39

52. Bölüm: Zatî Tecellî'ye Göre Peygamberlerin Derecelerindeki Farklılık vardır. ... 39

53. Bölüm: Seyr-i İcmalî, Seyr-i Tafsilîden Üstündür ... 40

54. Bölüm: Rıza Makamının Üstünlüğü ... 40

(3)

56. Bölüm: Cinlerin Halleri ... 41

57. Bölüm: Velî'nin Kısmî Üstünlüğü ... 41

58. Bölüm: Velînin Velayeti Peygamberin Velayetinin Bir Parçasıdır ... 41

59. Bölüm: Allah'ın Sıfatlarının Üç Kısmı... 42

60. Bölüm: Allah'ın Benzeri Yoktur... 42

61. Bölüm: Uyarı... 42

(4)

İMÂM-I RABBÂNÎ

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hicrî 971 senesinin Şevval ayında (Mayıs 1564) Hindistan'ın Sirhind kasabasında doğdu. Soylarının, ikinci halife Hz. Ömer el-Faruk'a dayandığı söylenen Kabil asıllı bir aileye mensuptur. Bu sebeple Ahmed Sirhindî'ye “Farukî” ve “Kâbilî” nisbeleri de izafe edilmektedir. Babası Şeyh Abdülehad, Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarından icazetli bir şeyh ve âlim idi. Ahmed Sirhindî ilk eğitimine Sirhind'de, babasının yanında başladı. Hafızlık yaptı ve babasından bazı dersler gördü. Sonra eğitimini geliştirmek için Siyâlkût'a (Sialkot) gitti. Mevlâna Kemal Keşmîrî'den ma'kûlât (aklî ilimler; mantık, felsefe), Mevlâna Yâkûb Sarfı Keşmîrî'den de hadis okudu. On yedi yaşına geldiğinde (988/1581) zahirî ilimleri tamamlamış olarak babasının yanına döndü ve ders vermeye başladı. Bu arada Şeyh Abdurrahman Bedahşî'den icazetli olan Kâdî Behlûl Bedahşanî'den tefsir ve hadis okutma icazeti aldı.

Ahmed Sirhindî ilimle iştigal ettiği gençlik döneminde, takriben 18 veya 20 yaşlarında iken Hindistan'da Bâbürlülerin başkenti olan Agra'ya gitti. Orada Ekber Şah'ın önde gelen bürokratlarından Ebu'l-Fazl Allâmî'nin meclislerinde bulundu ve bir defasında onunla tartıştı. Tartışmanın sebebi Ebu'l-Fazl'ın peygamberlik müessesesi hakkındaki şüpheleri ve filozofları çok övmesi idi. Ahmed Sirhindî bu tartışmanın ardından peygamberliğin önemini anlatmak için İsbâtü'n-nübüvve isimli eserini kaleme aldı. O, yine bu dönemde Şiîlerle Sünnîler arasındaki bir ihtilaf üzerine Risâle-i Redd-i Şia isimli eserini yazdı.

Bir süre sonra Ahmed Sirhindî'yi ziyaret etmek için babası Şeyh Abdülehad Agra'ya geldi. Bu ziyaretin ardından Sirhindî, babasıyla beraber memleketi olan Sirhind kasabasına döndü. Yolda Thânîser'e geldiklerinde, o şehrin önde gelenlerinden Şeyh Sultan'ı ziyaret ettiler. Bu ziyarette Şeyh Sultan, kızını Ahmed Sirhindî'ye nikahladı. Sirhindî memleketine döndükten sonra babasına intisap ederek Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarına girmiş oldu. Babasının sohbetine devam etti ve kendisini tasavvufî ve ilmî eğitime verdi. Babası Abdülehad, 1007 (1599) senesindeki vefatına yakın Ahmed Sirhindî'ye hilafet yani müridleri irşad yetkisi verdi. Babasının vefatından sonra 1008 senesinin Rabîulâhir ayında (Ekim 1599) Ahmed Sirhindî hacca gitmek için Sirhind'den yola çıktı. Bu dönemde 37 yaşında idi. Delhi'ye geldiğinde dostu Mevlâna Hasan Keşmîrî'nin tavsiyesi ile Delhi'nin Fîrûzâbâd mahallesinde irşad ile meşgul olan Nakşbendî şeyhi Muhammed Bakî Billah'ı ziyaret etti. Sirhindî, vefat eden babasının Nakşbendiyye'den övgüyle bahsettiğini biliyor ve bu tarikata gıyaben ilgi gösteriyordu. Bakî Billah Ahmed Sirhindî'yi görünce ondaki yüksek kabiliyeti sezdi ve âdeti olmadığı halde, kendisine intisap edip bir süre tekkesinde ve sohbetinde kalmasını rica etti. Sirhindî bu teklifi kabul etti ve Nakşbendiyye'ye intisabı başlamış oldu.

Ahmed Sirhindî'nin intisap ettiği dönemde Bakî Billah mutluluğunu, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle ifade ediyordu: “Sirhind'den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan, çok ilginç haller müşahede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir lamba olacak.”

Ahmed Sirhindî Bakî Billah'ın yanında iki buçuk-üç ay kadar kaldı. O dönemde yaşadığı manevî halleri ve tasavvufî mertebeleri bazı mektuplarında anlatmıştır. Hac zamanı geçtiği için memleketi Sirhind'e dönen Ahmed Sirhindî, bu dönemde şeyhi ile mektuplaştı ve yaşadığı manevî halleri ona bildirdi. Bir süre sonra tekrar Bakî Billah'ı ziyaret eden Sirhindî bu ikinci ziyarette irşad icazeti (hilâfet) aldı. Bu ziyaretin 1009 senesinin Ramazan ve Zilkade ayları arasında iki ay kadar sürdüğü söylenir. Tekrar Sirhind'e dönen Ahmed Sirhindî orada Nakşbendiyye usulüyle halkı irşada başladı.

Bakî Billah'ın vefatından sonra irşad hayatına Sirhind'de devam eden Ahmed Sirhindî müridlerine, dostlarına ve devlet adamlarına (Bâbürlü valilerine) mektuplar yazdı. Müridlerine yazdığı mektuplarda tasavvufî eğitim (seyr u sülûk) ve tasavvufî düşüncenin ince meselelerini ele alıyor, devlet adamlarına yazdığı mektuplarda ise daha ziyade İslâmî kurallara ve ehl-i sünnet mezhebine bağlılık gibi genel konulara temas ediyordu.

(5)

1014 (1605) senesinde Ekber Şah vefat etti ve oğlu Cihangir tahta geçti. Ahmed Sirhindî bu duruma çok sevindi. Çünkü Cihangir'in, babasının aksine islâmiyet'e bağlı bir kişi olduğunu düşünüyordu. Ancak 1028 (1619) senesinde başkent Agra'ya, Bâbürlü padişahı Cihangir'in yanına çağrıldı. Cihangir onu sorguya çekti ve Govaliyâr (Gvvalior) Kalesinde hapsedilmesini emretti. Bu hapis olayının sebebi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktaysa da, asıl sebep, Sirhindî'nin müridlerinin artması ve padişahın bu durumu tahtı ve iktidarı için tehlike olarak görmesidir.

Ahmed Sirhindî, Govaliyâr Kalesinde bir yıl hapis hayatı yaşadı. Bu bir yıl içinde hapisteki insanlara islâmiyet'i öğretti, onları irşad etti. Bazı gayr-i müslimlerin de Müslüman olmasına vesile oldu. Bir yıl sonra serbest bırakıldı. Cihangir, Tûzuk-i Cihangiri isimli eserinde, Sirhindî'yi hapisten serbest bırakırken (1029/1620) hediye olarak 1000 rupye para verdiğini ve onu evine dönmek ile ordugâhta kendisinin yakınlarında kalmak arasında serbest bıraktığını söyler. Cihangir'e göre, Sirhindî padişahın yakınında kalmayı tercih etmiştir. Sirhindî, padişahın yakınında bulunmayı, onu İslâmî konulara teşvik etmek için iyi bir fırsat olarak düşünmüş ve ordugâhta kalmayı tercih etmiş olabilir. Nitekim bazı mektuplarında padişahın meclisine katıldığını ve dinî konularda sohbet ettiğini anlatır. Ancak o dönemde müridlerine ve oğullarına yazdığı bazı mektuplarda kışlada zorla kaldığını, sabrettiğini, sultan tarafından bir engelleme olduğunu söyleyerek bir nevî yarı hapis hayatı yaşadığını îmâ etmektedir. Cihangir, Ahmed Sirhindî'yi gitmek ile kalmak arasında serbest bıraktığını söylemiş ise de, Sirhindî'nin müridi Muhammed Haşim Kişmî, onun “padişahın baskısı ile” orduda kaldığını açıkça ifade etmiştir. Dolayısıyla bazı kaynaklardaki “Kışlada kalmak şartıyla zindandan serbest bıraktı” cümlesi, ilk dönemler için muhtemelen daha doğrudur. Ahmed Sirhindî'nin bu dönemde padişahın askerleriyle birlikte iki üç sene boyunca bazı şehirlerde dolaştığı bilinmektedir. Ahmed Sirhindî'nin h. 1032 (1623) senesinde Ecmir'de (Ajmer) olduğu bilinmektedir. O dönemde padişah Cihangir de Ecmir'de idi. Cihangir 55. doğum gününde (17 Rabîulevvel 1032) yakınlarına hediyeler dağıtırken Sirhindî'ye de 2000 rupye para hediye etmiştir. Bu dönemde Sirhindî ile padişahın iyi ilişkiler içinde oldukları görülmektedir. 1033 (1623-24) senesinde tam olarak serbest olduğu görülen Ahmed Sirhindî bu senenin Rabîus-sânî ayında (Ocak-Şubat 1624) kendisini ziyarete gelen oğullarıyla birlikte Ecmir'den Sirhind'e dönmüş ve ömrünün son yılını memleketi olan Sirhind'de geçirmiştir.

Ahmed Sirhindî son zamanlarını münzevî bir şekilde geçirdi. Cuma namazı haricinde evinden çıkmıyordu. Vefatından birkaç ay önce nefes darlığı çekmeye başladı. 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde vefat etti ve doğum yeri olan Hindistan'ın Sirhind kasabasında defnedildi. Vefat ettiğinde şemsî takvim hesabıyla 60 yaşında idi.

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin “Müceddid-i Elf-i Sânî” (hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi) lâkabına istinaden müridleri ile devam eden Nakşbendî koluna “Müceddidiyye” adı verilmiştir.

Ahmed Sirhindî vefat ettiğinde geriye birkaç yetişkin çocuk, birçok mürid ve halife, çok sayıda mektup ve birkaç risale bırakmıştır.

Eserleri şunlardır: İsbâtü'n-nübüvve, Redd-i Şia (Te'yîd-i Ehl-i Sünnet), Risâle-i Tehlîliyye, Ta'lîkât ber Şerh-i Rubâiyyât-ı Hâce Bakî Billah, Maârif-i Ledünniyye, Mebde' ve Mead, Mükâşefât-ı Gaybiyye, Mektûbât. Sirhindî'nin eserlerinin önemli bir özelliği, başka sûfîlerin sözlerinin muayyen bir sıra ile yazılmasından oluşan bir “derleme” olmayıp, müellifin çoğunlukla kendi tasavvufî tecrübeleri ve keşiflerini ihtiva eden orijinal eserler olmalarıdır.1

1 İmâm-ı Rabbânî hakkında daha geniş bilgi için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî: Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri, İstanbul 2005.

(6)

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hem yöneticilerin İslâm'a aykırı davranışlarına sessiz kalmamış, hem bid'atlara göz yuman âlimleri eleştirmiş, hem de sûfîler ile âlimleri, tekke ile medreseyi uzlaştırmak için çaba sarfetmiş bir yenilikçidir. O, dini ihya faaliyetleri, tasavvufa getirdiği yeni yorumlar ve sonraki nesiller üzerindeki tesiriyle tarihte iz bırakmış önemli bir şahsiyet, bir müctehid ve bir ekoldür. Onun kişiliği ve fikirleri vefatından asırlarca sonra, özellikle Hint Altkıtasında hem “ilmî” muhitlerce, hem de “özgürlük”, “ıslah” ve “ihya” hareketlerinin önde gelen temsilcileri tarafından yeniden keşfedilmiştir, önemli bir islâm düşünürü ve aynı zamanda Müceddidiyye mensubu olan Şâh Veliyyullah Dihlevî ile 19. yüzyılda Hindistan'da Müslümanların hâkimiyeti için fiilî mücadeleye girişen Ahmed Şehîd Birilvî'nin İmâm-ı Rabbânî'den etkilendikleri anlaşılmaktadır. Kafkaslar'da Ruslara karşı yürütülen millî mücadelenin önderliğini yapan Şeyh Şâmil'in de Müceddidiyye'nin kolu olan Halidiyye'ye mensup olduğu bilinmektedir. Ayrıca 18 ve 19. yüzyıllarda Orta Asya Müslümanları arasında ortaya çıkan ve medrese müfredatı başta olmak üzere din eğitiminde bir dizi yenilik teklif eden Cedîdci ekolün önde gelen temsilcilerinden çoğunun Nakşbendî-Müceddidî mensubu olduğu dikkate alınırsa, İmâm-ı Rabbânî'nin tesir sahasının genişliği daha iyi anlaşılır.2

Mebde' ve Mead Risalesi

Tasavvufî yolculuğun mertebelerini, bazı tasavvufî halleri ve keşfleri, Allah'ın zât ve sıfatları hakkında ince bilgileri ve kelamî konuları ele alan Farsça bir eserdir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin farklı zamanlarda yazdığı 61 parça yazısının, müridlerinden Muhammed Sıddîk Bedahşî Kişmî (ö. 1050/1640) tarafından 1019 (1610) senesinde derlenmesiyle oluşmuştur. Farklı zamanlarda yazılan müsvedde notların toplanmasıyla oluştuğu için eserde konu bütünlüğü görülmemektedir. Bununla birlikte eser, İmâm-ı Rabbânî'nin tasavvufî görüşlerinin bir hulasasını ihtiva ettiği için oldukça önemlidir ve “Mektûbât'ın özeti” diye nitelenmesi mümkündür. Ayrıca o, Mektûbât'ta bulunmayan birçok yeni bilgiyi de içermektedir. İmâm-ı Rabbânî bu eserde konuları ele alırken çoğunlukla tasavvuf yolunda nail olduğu keşf ve ilhamlara, kendi ruhî tecrübelerine atıflar yapmıştır. Bu da eserin önemini arttırmaktadır. Müellif, eserin ilk bölümlerinde tasavvuf yolundaki manevî yolculuğunu, bu yolculuğun başlangıç (mebde') ve sonunu (meâd) anlattığı için esere Mebde' ve Mead ismi verilmiş olmalıdır.

Mebde' ve Mead’ın Farsça aslı Delhi, Lahor ve Karaçi'de neşredilmiş, İstanbul'da Karaçi neşrinin tıpkı basımı yapılmıştır. Ayrıca eser Gulâm Mustafa Hân tarafından Urduca'ya çevrilmiştir.

Mebde' ve Mead, Osmanlı döneminde Harputlu Beyzade Ali Efendi (ö. 1322/1904) tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, bu çeviri Ali Sırrı tarafından neşredilmiştir (Kastamonu 1290/1873). Ağdalı bir dille yapılan bu tercüme, günümüz Türk okuyucusunun istifadesinden oldukça uzaktır. Bu tercümeden nakledilecek bir cümle, konunun anlaşılması için kâfidir (ikinci bölümün ilk cümlesi): “Dahi câmi-i kemâlât-ı ferdiyyet olan kutb-i irşad ziyâde azîzü'l-vücuddur. Çün kurûn-i ba'îde ve ezmân-ı bî şumârdan sonra bu kısım gevher vücuda getürürler...” (s. 10-11)

Mebde' ve Mead, Arapça'ya Muhammed Murâd Kazânî Minzelevî (ö. 1352/1934) tarafından tercüme edilip yayınlanmıştır.3 Ayrıca Muhammed Masum Ömerî Dihlevî (ö. 1341/1922) tarafından da Arapça'ya çevrildiği bilinmektedir.4

2 Müceddidî mensubu Cedîdcilerden bazıları hakkında Diyanet İslâm Ansiklopedisi'nin şu maddelerine bakılabilir: “Âlimcan Barudî”, “Kursavî”, “Mercânî”.

3 Ahmed Sirhindî, Tercümetü Risâleti'l-Mebde' ve'l-me'âd (trc. M. Murâd Kazânî), Mu'arrabü'l-Mektûbât (ed-Dürerü'l-meknûnâtü'n-nefise), Mekke 1317/1899, kenarında, cilt: II, s. 2-162. 4 Muhammed Ma'sûm Ömerî Dihlevî, Seb'u esrar fi medârici'l-ahyâr (Arp. trc. Ebu'ş-Şeref Muhammed Abdülkadir Müceddidî Medenî), İstanbul 1331, s. 17.

(7)

Mebde' ve Mead hakkında Demetrio Giordani tarafından Fransızca bir tez yapılmış5 ayrıca eser bu şahıs tarafından İtalyanca'ya çevrilip yayınlanmıştır.6 Mebde' ve Mead İngilizce'ye henüz çevrilmemiş ise de Dr. Arthur Buehler tarafından İngilizce bir makale ile tanıtılmış ve bazı nakiller yapılmıştır.7

Eser, tarafımızdan günümüz Türkçesine ilk defa çevrilirken Farsça aslının iki ayrı baskısı esas alınmıştır. Bunlar Karaçi 1968 baskısı ile, Lahor'da 1965'te Resâil-i Müceddidiyye

adıyla yayınlanan mecmua içindeki nüshadır. Eserin aslında bölüm başlıkları bulunmamakla birlikte, Lahor neşrini hazırlayan Mahbûb İlâhî konulara uygun başlıklar eklemiştir. Bu başlıklardan bazıları, okuyucular için faydalı olacağı düşüncesiyle tercümeye alınmıştır.

Mebde' ve Meadın tercümesini okuyucularımıza sunarken, İmâm-ı Rabbânî'nin dört asırdan beri islâm dünyasında, özellikle de Farsça bilen muhitlerde okunan, ancak Türkçe'ye henüz tercüme edilmemiş olan Maârif-i Ledünniyye ve Mükâşefât-ı Gaybiyye

gibi Farsça eserlerinin de tarafımızdan tercüme edilmekte olduğunu müjdeleriz.

Dr. Necdet Tosun istanbul 2005

5 Demetrio Giordani, Experiences Mystiques d'un Soufi Indien du XVIle Siec-le: Le Mabda' o Ma'âd de Shaykh Ahmad Sirhindi, Paris, CNRS, 2004.

6Şâh Ahmad Sirhindi, L'inizio e il Ritorno: Mabda' o Ma'âd (trc. Demetrio Giordani), Milano 2003. 7 Arthur Buehler, “Sirhindi's İndian Mujaddidi Sufısm: Selections from the Mabda' wa Ma'âd”, Journal of the History of Sufısm, IV (2004), s. 209-228.

(8)

MUKADDİME

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Her işin başında ve sonunda hamd Allah Teala'ya mahsustur. Habîbi Muhammed (sav)'e ve onun övgüye lâyık olan ailesine selâm ederim.

Bundan sonra derim ki; bu eser, ince ve yüksek işaretleri, hassas sırları ihtiva eden şerefli bir risaledir. Yazarı, yiğitlerin önderi, Allah Teala'nın insanlara delili ve rehberi, aktâb ve evtâdın lideri, abdal ve efradın kıblesi, Fatiha suresinin sırlarını açan, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid), Üveysî, Rahmânî, Rabbânî arif, islâm ve Müslümanların efendisi, şeyhimiz ve imamımız Şeyh Ahmed Farukî Hanefî Nakşbendî'dir. Onun hidayet güneşleri yüksek ufuklarda sürekli parlasın ve insanlar onun feyz bahçelerinden faydalansın. Yardım istenecek yalnız Allah'tır, güvenilecek olan da ancak O'dur.

1. Bölüm: Manevî Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri

Bu dervişin gönlüne tasavvuf yolunun arzusu düşünce, Allah Teala'nın lûtfu onu Hacegan (Nakşbendî) silsilesinin halifelerinden birine (Bakî Billah'a) ulaştırdı. Oradan bu büyüklerin tarikat usûlünü aldı ve bu zâtın sohbetine devam etti. Onun teveccühünün (manevî nazarının) bereketi ile, Kayyûmiyyet sıfatında yok olmak (her şeyi idare edenin Allah Teala olduğunu idrak etmek) suretiyle oluşan Hacegan cezbesi bu dervişte hâsıl oldu. Tasavvuf yolunun sonunda kazanılacak hallerin (yani daimî huzurun) başlangıçta oluşması geleneğinden de bir hisse nasip oldu. Cezbenin oluşmasından sonra sülûkte yani manevî ilerleme yolunda karar kıldı. Bu manevî yükselme yolunu Allah'ın arslanı sıfatıyla anılan Hz. Ali'nin ruhaniyetinin terbiyesi ve yardımı ile nihayete ulaştırdı. Yani terbiyecisi ve feyz kaynağı olan ilâhî isme kadar yükseldi. O isimden de kabiliyyet-i ûlâ ve Hakikat-ı Muhammediyye denen mertebeye kadar Hz. Hâce Nakşbend'in (ks) ruhaniyetinin yardımı ile yükseldi. Oradan, Hz. Ömer el-Faruk'un (radıyallâhü anh) ruhaniyetinin yardımıyla daha yükseğe çıkmak nasip oldu. Oradan o kabiliyetin (ve mertebenin) üzerindeki bir mertebeye çıktı ki, o kabiliyet bu yeni makamın tafsili, bu yeni makam da o kabiliyetin icmali (özeti) gibidir. Bu makam, aktâb-ı Muhammediyye'nin (Hz. Muhammed'in ümmetinde kutub olan velîlerin) mertebesidir. Buraya yükselmek, Hz. Muhammed'in (as) ruhaniyetinin terbiyesi ile oldu. Bu makama ulaşmada bu dervişe bir miktar da Hâce Nakşbend'in halifesi ve kutb-i irşad olan Hâce Alaeddin Attar Hazretlerinin ruhaniyetinin yardımı ulaştı. Kutubların (yani büyük velîlerin) yükselişinin sonu bu makama kadardır. Gölge mertebeleri (daire-i zılliyyet) burada son bulur. Bundan sonra ya “hâlis asıl” vardır ya da “gölge ile karışık asıl”. Efrad (seçkin velîler) bu mertebeye ulaşmakla imtiyaz sahibi olmuşlardır. Kutub derecesindeki velîlerden bazısı efrad derecesindeki velîlerle sohbet etmeleri sebebiyle “gölge ile karışık asıl” makamına kadar yükselebilirler, o mertebeye nazar edebilirler. Ancak “hâlis asıl” mertebesine ulaşmak ya da ona nazar edip bakmak, dereceleri farklı olmakla birlikte efrada mahsustur. “Bu Allah'ın lûtfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. (el-Hadîd, 57/21).”

Bu dervişe kutbiyyet-i irşad hil'ati (irşadın kutbu olmayı sembolize eden manevî cübbe), kutubların makamı olan mertebeye ulaştıktan sonra, din ve dünyanın efendisi Hz. Muhammed (as) tarafından giydirildi. Bu dervişi o makam ile şereflendirdiler.

Sonra Allah Teala'nın yardımı tekrar onun halini kapladı. Bu mertebeden daha yükseğine yöneltti. Birdenbire gölge ile karışık asıl mertebesine götürdü. Önceki makamlarda olduğu gibi, bu makamda da bir tür fena ve bekâ hali oluştu. Buradan asıl makamlarına yükselmeyi nasip edip “aslın aslı”na ulaştırdı. Asıl mertebelerinde ilerleme ve manevî seyahat olan bu son yükseliş (urûc, mîrac) Gavsü'l-azam Abdülkadir Geylanî (ks) Hazretlerinin ruhaniyetinin yardımı ile oldu. O hazret, tasarruf gücü ile bu fakiri o makamlardan geçirip aslın aslına ulaştırdı. Oradan da tekrar âleme (dünyaya) döndürdüler. Her makamı sırasıyla (yukarıdan aşağı geçirerek) geriye getirdiler.

(9)

Bu dervişe, son yükseliş kendisine has olan ferdiyyet (efrad velilik) nisbetinin mayası, muhterem babasından kalmıştı. Babası da onu güçlü cezbe sahibi ve kerametleriyle meşhur bir zâttan almıştı. Fakat bu derviş, basiretinin zayıflığı ve bu nisbetin ortaya çıkışının azlığı sebebiyle, sülûk (manevî yolculuk) mertebelerini aşmadan önce o nisbeti ve manevî hali kendisinde bulamıyordu. Ondan asla haberi de yoktu. Yine bu dervişe nafile ibadetler, özellikle de nafile namazlar konusunda babasından bir yardım gelmişti. Muhterem babasına da bu saadet, Çiştiyye tarikatındaki şeyhinden ulaşmıştı.

Ayrıca bu dervişe (İmâm-ı Rabbânî'ye) ledünnî ilimler, yani Allah vergisi bilgiler Hızır (as)'ın ruhaniyeti yoluyla ulaşmıştı. Ancak bu durum, kutubların makamından daha yükseğe geçmediği dönemde idi. O makamdan geçip yüksek makamlara çıktıktan sonra ilimleri almak, kendi hakikatından olur. (ilimleri) kendisinde, kendisiyle ve kendisinden bulur. Başkasının araya girmesine yer ve imkân kalmaz.

Bu derviş, “seyr anillâh Billah” diye tabir olunan makamlardan iniş zamanında diğer silsilelerdeki şeyhlerin makamlarından da geçti. Her makamdan bol nasip aldı ve o makamın şeyhleri ona yardımcı oldular. Kendi nisbet ve manevî hallerinin özünden ona bol nasip verdiler. Önce Çiştiyye tarikatı büyüklerinin makamından geçti ve o makamdan büyük bir nasip aldı. O büyük şeyhler içinde Hâce Kutbüddîn (Bahtiyar Kâkî) kendisine diğerlerinden daha çok yardım etti. Gerçekten bu zâtın o makamda büyük bir değeri vardır ve o makamın reisidir.

Sonra Kübreviyye tarikatı büyüklerinin makamından geçmek nasip oldu. (Çiştiyye ve Kübreviyye meşayıhının bulunduğu) bu iki makam, manevî yükseliş itibariyle aynı hizadadırlar. Ancak yukarıdan iniş esnasında (Kübrevîlerin bulunduğu) bu makam, o caddenin sağ tarafında (Çiştîlerin bulunduğu) birinci makam ise sol tarafında yer alır. Bu cadde öyle bir yoldur ki, irşad kutublarının büyüklerinden bazıları bu yoldan ferdiyyet (efrad velîler) makamına giderler ve sonun sonuna ulaşırlar. Sadece efraddan olanlar için ise ayrı bir yol vardır. Kutubluk olmadan bu caddeden geçilemez. (Kübrevîlerin bulunduğu) bu makam, ilâhî sıfatlar makamı ile bu cadde arasında bulunur. O, sanki bu iki makam arasında perde gibidir ve ikisinden de hissesi ve nasibi vardır. (Çiştîlerin bulunduğu) birinci makam, o caddenin diğer tarafındadır. Bu sebeple ilâhî sıfatlarla münasebeti azdır.

Sonra Şeyh Şihabeddin'in reisi olduğu Sühreverdiyye tarikatı büyüklerinin makamından geçmek nasip oldu. Bu makam, Hz. Peygamber'in (as) sünnetine tâbi olma ve yoluna uymanın nuru ile aydınlanmıştır, üstün de üstünü müşahede etme nuru ile süslenmiştir, ibadetlerde başarı ve devamlılık o makamın dostudur, oraya ulaştırır. Nafile ibadetlerle meşgul olan ve gönlünü bu ibadetlerle süsleyen bazı tam olgunlaşmamış sâlikler (tasavvuf yolcuları), ibadetlerin bu makam ile irtibatından dolayı bu makamdan bir nasip almışlardır. Nafile ibadetler asaleten (doğrudan) bu makam ile irtibatlıdır. Diğer tasavvuf yolcuları -manevî yolun başında olsun sonunda olsun- hepsi bir vasıta ile (dolaylı yoldan) bu makamla irtibat kurarlar. Bu makam çok güzeldir. Bu makamda görülen nûrâniyet diğer makamlarda azdır. Bu makamın şeyhleri, Hz. Peygamber'e tam tâbi olmaları sebebiyle yüksek derece sahibidirler ve benzerleri arasında mümtaz şahsiyetlerdir. Onlara bu makamda nasip olan şey (manevî mertebe), diğer mertebelerde -yükseliş yönünden daha yukarıda olsa bile- ele geçmez.

Bundan sonra cezbe makamına indirdiler. Bu makam, sayısız cezbe makamlarını ihtiva etmektedir. Oradan da aşağı indirdiler.

İniş mertebelerinin sonu hakikat-ı camia olan kalp makamıdır. Halkı irşad etmek ve olgunlaştırmak bu makama inmeye bağlıdır. (Bu fakiri) o makama indirdiler. Bu makamda tam olarak yerleşmeden önce tekrar bir yükseliş vuku buldu. O zaman aslı da gölge gibi geçip geride bıraktı. Kalp makamında olan bu yükselişten temkine ulaştı, (kalp makamına yerleşti). Vesselam.

(10)

2. Bölüm: İrşad Kutbunun Feyzi

Ferdiyyet kemalâtını (efrad velîlerin yüksek hallerini) da kendisinde bulunduran bir irşad kutbu çok nadir bulunur. Böyle bir cevher birçok asırlardan sonra meydana gelir. Karanlık âlem, onun gelişinin nuru ile aydınlanır. Onun irşad ve hidayet nuru bütün âlemi kuşatır. Arş'ın tepesinden dünyanın ortasına kadar her kime doğru yol, hidayet, iman ve marifet gelse, onun vasıtasıyla gelir, ondan istifade eder. Onun aracılığı olmadan hiç kimse bu nimete ve şansa ulaşamaz. Onun hidayet nuru okyanus gibi bütün âlemi kuşatmıştır. Ve bu deniz donmuş gibi hiç hareket etmez. O büyük zâta ihlâs ile yönelen ya da o zâtın kendisine yönelip haline teveccüh ettiği kişinin gönlünde bu yöneliş ânında bir pencere açılır. O pencere yoluyla bu denizden teveccüh ve ihlâsı nisbetinde içip kanar, gönlüne feyz dolar. Allah'ı zikretmeye yönelen ve bu zâta, inkârından değil de onu tanımadığı için hiç yönelmeyen kişi de bu feyzden istifade eder. Ancak birinci durumdaki feyz, ikinci duruma göre daha fazladır.

Ancak bir kimse, o büyük zâtı inkâr etse, onun büyüklüğünü kabul etmese veya o zât ondan incinse, o kişi Allah'ın zikri ile ne kadar meşgul olsa da, gerçek anlamda doğru yolu bulmaktan mahrumdur. Onun inkârı, feyz yolunu kapatır. O büyük zât, o kişinin istifade etmemesini istemediği ve zarar görmesini arzulamadığı halde, gerçek hidayet ona erişmez. O kişide hidayet varsa bile bu, hidayetin sureti ve görüntüsüdür, özü olmayan görüntünün de faydası azdır. O büyük zâta karşı ihlâs ve muhabbet gösteren kişiler, Allah'ı zikretmekten ve ona teveccühten uzak kalsalar bile, sırf muhabbetleri sebebiyle hidayet nuru onlara ulaşır. Hidayete tâbi olanlara selâm olsun!

3. Bölüm: İrşad Makamı

Bu fakire (maneviyattan) açılan ilk kapı, (Hakk'ı) bulma zevki idi, bulmanın kendisi değildi, ikinci halde bulmak nasip ve müyesser oldu, bulmanın zevki gitti. Üçüncü halde ise bulmanın zevki gibi bulmak da kayboldu, ikinci hal, kemâl (olgunluk) hali ve velâyet-i hâssa (özel velilik) mertebesine ulaşmaktır. Üçüncü hal ise başkalarını kemâle erdirmek, irşad ve Hakk'a davet için halkın arasına dönmektir, ilk hal sadece cezbe yönünde kemâldir. Ona sülûk (manevî yolda ilerleme) eklenince ikinci hal oluşur, sonra da üçüncü hal meydana gelir. Seyr u sülûk yani manevî eğitim yapmamış olan bir meczubun ikinci ve üçüncü hallerden asla nasibi olamaz. Kâmil ve kemâle erdirici olan mürşid, cezbesi sülûkünden önce olandır. Ardından sülûkü cezbesinden önce olan mürşid gelir. Bu iki grubun dışında kalanlar (sadece meczûb ya da sadece sâlik olanlar) kâmil ve başkalarını kemâle erdirici olamazlar. Aklı ermeyenlerden olma! Salât ve selâm insanların en hayırlısı Efendimiz Hz. Muhammed'e ve temiz ailesine olsun.

4. Bölüm: Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi

Bu derviş, Rabîulâhir ayının sonlarında bu büyük silsilenin (Nakşbendiyye) halifelerinden olan bir azizin hizmet ve sohbetiyle müşerref oldu ve bu büyüklerin yolunu ondan aldı. Aynı yıl Recep ayının ortalarında, tasavvuf yolunda sonda ulaşılan hallerin başlangıca yerleştirilmiş olduğu “Nakşbendî huzuru” (sürekli Allah Teala'nın huzurunda olduğunu idrak etme hali) nasip oldu. Bakî Billah (ks) buyurdu ki: “Nakşbendî nisbeti, bu huzurdan ibarettir.” On sene ve birkaç ay sonra Zilkade ayının ilk yarısında, başlangıca yerleşmiş olan son hal, ilk ve orta hallerin perdeleri arkasından yüz gösterdi, peçeyi yırttı ve göründü. Kesin olarak anlaşıldı ki, başlangıçtaki hal, bu isimden bir suret ve görüntü, bu vücuddan bir heykel ve bu müsemmadan sadece bir isim imiş. Aralarında çok büyük fark vardır, işin hakikati ve sırrı burada ortaya çıktı. Tatmayan bilmez.

Salât ve selâm insanların efendisine, muhterem ailesine ve yüce ashabına olsun.

5. Bölüm: Nimeti Anmak

(11)

ve tefekkür) halkasında oturmuştu. Kendi perişan halini düşünüyordu ve bu düşünce ona galip gelmişti, öyle ki kendisini bu irşad işine lâyık görmüyordu. Bu esnada “Kim Allah için tevazu gösterirse Allah onu yükseltir” hadis-i şerifinin hükmünce (hakikatten) uzak kalmış bu kulu zillet toprağından kaldırdılar ve onun gönlüne şöyle nida ettiler: “Seni ve kıyamet gününe kadar doğrudan ya da dolaylı olarak seninle bana tevessül eden kişileri (bana yaklaşmak için seni vesile ve aracı yapanları) bağışladım.” Bu sözü o kadar çok tekrarladılar ki, sonunda şüpheye mahal kalmadı. Bunun için Allah Teala'ya bol bol, sayısız şükürler olsun. Rabbimizin beğenip razı olduğu şekilde hamd olsun. Salât ve selâm, en güzel dualar da lâyık olduğu şekilde efendimiz Hz. Muhammed'e ve ailesine olsun. Bundan sonra beni, bu olayı halka anlatmakla görevlendirdiler. Şiir:

Eğer padişah yaşlı kadının kapısına gelirse Ey hoca! Sen bu duruma dudak bükme

“Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır” (en-Necm, 53/32)

6. Bölüm: Allah'a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk

Seyr ilallâh (Allah'a doğru olan manevî yolculuk), tasavvuf yolcusunun mebde-i taayyünü (Allah'ın ilmindeki hakikati, a'yân-ı sabitesi) olan ilâhî isme kadar süren yolculuğundan ibarettir. Seyr fıllâh (Allah'ta yolculuk) o ilâhî isimdeki yolculuktan ibarettir. Bu yolculuk; ilâhî isim, sıfat, şuûn ve itibarlardan uzak olan sırf Zât-ı Ahadiyyet mertebesine ulaşıncaya kadar sürer. Bu tarif, (seyr fıllâh tabirindeki) “Allah” mübarek ismi ile ilâhî isim ve sıfatları ihtiva eden vücûb mertebesi kastedildiği zaman doğru olur. Ancak bu “Allah” ismi ile Allah'ın (sıfatlardan ayrı) sırf zâtı kastedilirse, o zaman seyr fıllâh da seyr ilallâha dahil olur. Bu durumda seyr fıllâh hiçbir zaman gerçekleşmez. Çünkü Allah'ın sırf zâtındaki yolculuk, sonun sonu noktasında düşünülemez. O noktaya ulaştıktan sonra durmaksızın âleme dönülür. Bu dönüş de seyr anillâh Billah (Allah ile Allah'tan dönüş) diye ifade edilir. Bu bilgi, sonun sonuna ulaşanlara hastır. Bu dervişten başka evliyaullahtan hiç kimse bu konudan bahsetmemiştir. “Allah dilediğini kendisine seçer” (eş-Şûrâ, 42/13). Hamd ve şükür âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm da peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'e ve tüm ailesine...

7. Bölüm: Evliya Mertebeleri

Kemâlât-ı velayet yani evliya mertebelerindeki yolculuk çeşit çeşittir. Bazıları evliya derecelerinden sadece birinciye ulaşma kabiliyetindedirler. Bazıları iki, bazıları üç, bazıları da dört mertebeye ulaşabilirler. Beş mertebeye ulaşabilenler ise oldukça azdır. Bu beş velilik mertebesinden birincisine ulaşabilmek Allah'ın “fiil tecellîsine” bağlıdır (yani bütün fiilleri yapanın gerçekte Allah Teala olduğunu idrak etme, “Kuvvet yalnız Allah'ındır” [el-Kehf, 18/39] ayetinin tefekkürüne varma hali), ikinci mertebeye ulaşabilmek de Allah'ın “sıfat tecellîsine” bağlıdır (bütün sıfatların gerçekte Allah'a ait olduğunu idrak etme, kulların sıfatlarını Allah'ın sıfatlarının gölgesi olarak görme hali. “...Bir kulumu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum... [Buhârî, Rikâk, 38] hadis-i şerifini idrak etmek). Son üç mertebe ise, dereceleri farklı olmakla birlikte Allah'ın zatî tecellîlerine bağlıdır. Bu dervişin dostlarından çoğu bu mertebelerden üçüncüsünde bulunmaktadır. Az bir kısmı dördüncü mertebe ile münasebet kurmuş, azın da azı velilik derecelerinin sonu olan beşinci mertebeye ulaşmıştır. Bu dervişe göre muteber olan kemâl bu derecelerin ötesindedir. Cezbe ve sülûk kemâlâtının üstünde olan bu kemal ashab-ı kiramın zamaınndan sonra ortaya çıkmamıştır. Bu kemal ve yüksek derece yann inşaallah Hazret-i Mehdide zuhur edecektir. Salât ve selâm mahlûkatın en hayırlısına.

(12)

Manevî yükselişte sonun sonuna ulaşanlar, geriye dönerken de en aşağıya inerler. Sonun sonuna ulaşmanın alâmeti, işte bu en aşağıya inmektir, iniş bu şekilde en aşağıya olunca, geriye dönmüş olan kişi tamamen sebepler âlemine yönelir. Yoksa onun bir yönü Hak Teala tarafına, bir yönü de insanlara yönelmiş değildir. Çünkü böyle bir durum, sonun sonuna ulaşmamanın ve en aşağıya inmemenin alâmetidir. Bu konudaki son söz şudur: Müminin mîrâcı olan namaz eda edilirken, geriye dönüp halk arasına inmiş olan velînin letaifi (ruhu ve ruhunun farklı mertebeleri) Hak Teala'ya özel bir yöneliş ile yönelir. Namaz bitinceye kadar bu teveccüh devam eder. Namaz bittikten sonra tekrar tamamen halka yönelir. Fakat farz ve sünnet namazları eda ederken altı latife (kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ ve nefs) Hak Teala'ya yönelirler; nafile namazları eda ederken ise bu letaiften sadece en latîf, en ince olanı (yani ahfâ) Allah Teala'ya yönelir.

“Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki...” hadis-i şerifi, namaza mahsus olan bu özel âna işaret olmalıdır. Bu işaretin tespitine delil, “Gözümün nuru (neşem) namazdadır” hadisi olabilir. Bu delilin ilâve ve takviyesi, sahih keşf ve açık ilhamdır. Bu marifet, yorum ve yüksek bilgiler, bu dervişe mahsustur. Meşayıh (önceki büyük şeyhler) bu kemâli iki teveccühü birleştirmekte bilmişler, (inişin son noktası olan) bu mertebenin hem Allah'a hem de insanlara yönelmek olduğunu düşünmüşlerdir. Bu konuda iş Allah'a havale edilmiştir, doğrusunu yalnızca O bilir.

Selâm, hidayete ve Hz. Peygamber'e (as) tâbi olanlara.

9. Bölüm: Müşahede

Meşayıh buyurmuşlardır ki: “Evliyanın velilik mertebesine ulaştıktan sonraki müşahedesi enfüstedir (Hakk'ı kendi gönüllerinde bulurlar, görürler). Tasavvuf yolunda seyr ilallâh (Allah'a doğru yolculuk) esnasındaki âfâkî müşahede (Hakk'ı hariçte görmek) muteber değildir.”

Oysa bu dervişe keşf yoluyla bildirdikleri şudur ki, enfüsteki müşahede de âfâktaki gibi muteber değildir. Enfüsî müşahede Hak Teala'nın hakikatini görmek değildir. Hakk'ın nasıl ve nice olduğu bilinemez. Ne âfâkî ne de enfüsî keyfıyyet aynasına sığmaz. O, âlemin ne içindedir ne de dışında. Dünyaya ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Onu görmek ne âlemdedir, ne de âlemin haricinde. Âlem ile bitişme ve ayrılması yoktur. Bu sebeple ahirette Allah'ı görmenin keyfıyetsiz (nasıl olacağı bilinmez) olduğu söylenmiştir. Bu durum akıl ve hayal sınırının ötesindedir. Dünyada bu sırrı seçkinlerin en seçkinlerine açmışlardır. (Allah'ı görmek, müşahede) her ne kadar görmek değilse de sanki görmek gibidir. Bu, büyük bir nimettir ve ashab-ı kiramdan sonra çok az kimse bununla müşerref olmuştur. Bu söz, bugün her ne kadar anlamdan uzak görülse ve çoğu kimse tarafından kabul edilmese de, büyük bir nimeti izhar ve ifade etmektedir. Dar görüşlüler kabul ederler veya etmezler. Bu manevî hal, bu şekliyle yarın Hazret-i Mehdî'de ortaya çıkacaktır inşaallah.

Selâm, hidayete ve Hz. Peygamber'e (as) uyanlara, onun ailesine ve arkadaşlarına.

10. Bölüm: Tasavvuf Yoluna Giriş

Tasavvuf yolunu talep eden kişi (talip), şeyhin huzuruna gelince, şeyh ona önce istihareyi tavsiye etmeli, bu işin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığı konusunda manevî bir işaret aramasını söylemelidir. Talip üç defadan yedi defaya kadar istihare yapar. Bu istiharelerden sonra talebinde bir tereddüt olmazsa, mürşid onun (intisap) işine başlar. Önce ona tevbe yolunu öğretir ve iki rekat tevbe namazı kılmasını ister. Tevbe olmadan bu yola ayak basmak faydasızdır. Ancak tevbenin ilk adımında tüm günahlara topluca tevbe ile yetinir. Tafsilini (tüm günahlardan ve kötü alışkanlıklardan teker teker tevbe ve uzaklaşmayı) zamana bırakır. Zira bu (ilk) dönemlerde gayretler çok azdır. Eğer yolun başında tafsilli bir tevbe istenirse, onun oluşması için mutlaka bir süre gerekir. Bu süre

(13)

içinde müridin talebinde bir gevşeme olabilir, talebinden uzak düşebilir ve belki tevbesini de sona ulaştıramaz.

Tevbeden sonra, mürşid müride, onun kabiliyetine ve karakterine uygun bir zikir öğretir. Onun manevî gelişimine teveccüh edip ilgilenir, haline iltifat eder, gözetir. Yolun (tarikatın) âdâb ve şartlarını ona anlatır. Kur'an, sünnet ve selef-i salihînin görüşlerine tâbi olmaya teşvik eder. Bunlara tâbi olmadan maksada ulaşmanın imkânsız olduğunu bildirir. Kur'an ve sünnete bir kıl kadar bile aykırı olan rüya ve keşiflere itibar etmemesini, aksine tevbe etmesini söyler. İnanç esaslarını, kurtuluşa erecek fırka olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat'ın görüşleri doğrultusunda düzeltmesini öğütler. Bilinmesi zarurî olan fıkhî hükümleri (ilmihal bilgilerini) öğrenmesini ve gereğince amel etmesini ısrarla belirtir. Çünkü bu tasavvuf yolunda inanç ve amelin iki kanadı olmaksızın uçmak ve ilerlemek mümkün değildir. Haram ve şüpheli lokmadan sakınmasını ısrarla söyler. Şeriatın fetvası izin vermediği sürece, her bulduğunu yememesini, her gittiği yerde sofraya oturmamasını tavsiye eder. özetle, bütün işlerinde “Size peygamber neyi verdiyse onu alın, sizi neden men etmişse ondan da sakının” (el-Haşr, 59/7) ayet-i kerimesini gözünün önüne getirir, unutmaz.

Talipler iki halde bulunur. Ya keşf ve marifet ehlidirler ya da cehl (bilememe) ve hayret. Mertebeleri aştıktan ve önlerindeki perdeler kalktıktan sonra her iki grup da vuslata ermiş yani Hakk Teala'ya ulaşmış olur. Bu ulaşmada biri ötekinden daha üstün değildir. Tıpkı birçok konakları ve durakları aştıktan sonra Kabe'ye ulaşan iki kişi gibi. Birisi yoldaki konaklama yerlerini ziyaret ederek ve kabiliyeti nisbetinde her birini bilerek gitmiş, diğeri ise yoldaki konaklardan gözü kapalı olarak geçmiş ve detaylı olarak öğrenmemiş, bu şekilde Kabe'ye ulaşmıştır. Yoldaki durakları bilme konusunda farklı olsalar bile, her iki şahıs da Kabe'ye varma yönüyle birbirine eşittir, birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Maksada ulaştıktan sonra her ikisinin de cehl (bilgisizlik, önceki bilgileri unutma, idrak edememe) halinde olması gerekir. Çünkü Allah'ın zâtı hakkında bilgi sahibi olmak, bilgiden acizlik ve cahillik gerektirir.

Şunu bilmek gerekir ki, seyr u sülûk (tasavvufî yolculuk) merhalelerini aşmak, on makamı kat etmekten ibarettir. On makamı aşmak da üç tecellîye yani ilâhî fiil, sıfat ve zât tecellîlerine bağlıdır. On makamdan “rıza” hariç diğer dokuzu, fiil ve sıfat tecellîlerine (tecellî-yi ef'al ve tecellî-yi sıfat) bağlıdır. Rıza makamı ise, zât tecellîsi ve zatî muhabbet ile elde edilir. Zatî muhabbet (Allah'ı bir sebebe bağlı olmadan sırf O olduğu için sevmek) hâsıl olunca, âşığın nazarında sevgilinin nimeti ve elemi eşit olur (“kahrın da hoş, lütfün da hoş” der). Sonunda rıza makamı elde edilir ve (olayları) çirkin görme hali ortadan kalkar. Bu on makamın tümüne tam anlamıyla ulaşmak, tam fenanın (yokluğun) kendisine bağlı olduğu zâti tecellînin hâsıl olma vaktinde mümkündür. Ancak dokuz makama, fiil ve sıfat tecellîlerinde ulaşılır. Meselâ, tasavvuf yolcusu Cenab-ı Hakk'ın kudretini kendi üzerinde ve bütün eşyada müşahede edip izleyince mecburen tevbeye yönelir, korkar. Vera' (haram ve şüpheli şeylerden sakınma) yolunu tutar. O'nun takdirine sabreder, hiçbir şeye gücünün yetmediğini anlar. Nimetlerin gerçek sahibinin O olduğunu bilip verenin ve alanın O olduğunu idrak edince, çaresiz şükür makamına gelir ve tevekküle ayak basar. Allah'ın lütuf ve şefkati tecellî edip ortaya çıkınca recâ (umut) makamına ulaşır. Onun azamet ve büyüklüğünü müşahede edip alçak dünya kendi gözünde hor ve itibarsız olunca dünyaya itibar etmeme hali ortaya çıkar ve fakrı (fakirlik ve Allah'a muhtaç olduğunu idrak etme halini) tercih eder. Zühdü (dünya malına önem vermemeyi) alışkanlık ve karakter haline getirir.

Şunu da bilmek gerekir ki, bu makamları detayları ve sırasıyla aşmak, sâlik-i meczûb (yani önce tasavvuf yoluna giren, sonra cezbe ile Allah'a yaklaştırılan) kişilere mahsustur. Meczûb-i sâlikin (önce cezbeye kavuşup sonra tasavvuf yoluna giren kişinin) bu makamları aşması özet yoluyla ve topluca olur. Çünkü ezelî inayet ve ilâhî yardım onu bir muhabbete bağlamıştır ki, o makamları detaylı olarak ele alıp meşgul olamaz. O muhabbet ve ilâhî aşk içinde bu on makamın özü ve hulasasını en güzel şekilde elde eder.

(14)

Öyle ki, onun elde ettiği şey, bu makamlara tafsilatıyla sahip olan kişiye bile müyesser olmamıştır.

Selâm, hidayete tâbi olanlara.

11. Bölüm: Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zât'ınıİdrak

Mürid, kelime-i tevhidde “Lâ ilahe” (başka ilâh yoktur) derken içteki ve dıştaki tüm bâtıl ilâhları yok etmeye çalışmalı, “illallah” (sadece Allah vardır) derken ve gerçek mabudu ispat ederken aklına ve hayaline gelen şeyleri de, bâtıl ilâhları gönlünden sildiği gibi silmeli ve sadece Allah'ın mevcudiyetini (varlığını) düşünmekle yetinmelidir. Gerçi bu makamda vücud (varlık) sıfatına da yer yoktur. Vücudun ötesini aramak gerekir. Ehl-i Sünnet âlimleri, “Allah Teala'nın varlığı, Onun Zât'ı üzerine zâiddir (ilave bir sıfattır)” derken ne güzel söylemişlerdir. Varlığa Zât'ın aynısıdır demek ve varlığın ötesinde bir şey olduğunu kabul etmemek dar görüşlü olmaktandır. Şeyh Alâüddevle şöyle demiştir: “Vücud (varlık) âleminin üstünde Melik-i Vedûd (Zât) âlemi vardır.”

Bu dervişi vücud âleminden yukarıya geçirdikleri zaman, bir süre kendi haline yenik düştü, taklidi ilim yoluyla kendisini ehl-i islâm'dan sayıyordu. Mümkinin (sonradan yaratılmış olan insanın) aklına gelen ve hayaline sığan her şey tabiî olarak mümkindir (yaratılmış şeylerdir, Allah'ın zâtı değildir). Mahlûkata kendisini tanıma konusunda sadece acizlik yolunu bırakan Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. Bu fena fıllâh ve bekâ billahtan (Allah'ta fâni ve Onunla bakî olmaktan) dolayı yaratılmışların ilâh olacağı zannedilmesin. Çünkü bu imkânsızdır ve hakikatlerin değişmesini gerektirir (oysa bir şeyin hakikati değişmez). Yaratılmış olanlar ilâh olmayacağına göre, insanlar Allah'ı idrakten âcizdirler. Şiir:

Ankakuşu avlanamaz, tuzağı topla Çünkü burada tuzağa ancak rüzgâr girer

Niyet ve gayreti yüksek olan kişi hiç elde edemediği, nam ve nişan görmediği bu yüksek hedefi arar. Bazıları ise kendi özleri olarak buldukları ve onunla yakınlık elde ettikleri bir hedef peşindedirler, mısra:

“Onlar öyledir, ben de böyleyim yâ Rab!”

Vesselam.

12. Bölüm: Kalp ve Mertebeleri

Hazret-i Hâce Bahaeddin Nakşbend (ks) buyurmuşlardır ki: “Meşayıhtan her birinin aynasında iki yön vardır. Benim aynam ise altı yönlüdür.” Herhalde bu mübarek sözü şimdiye kadar bu büyük silsile halifelerinden (Nakşbendî şeyhlerinden) hiçbiri açıklamamıştır. Hatta işaret ve remiz yoluyla bile ondan söz etmemişlerdir. Sermayesi az olan bu fakirin ne haddine ki bu sözü açıklamaya kalkışacak. Ama Hak Teala sırf lütfü ile bu bilmecenin sırrını bu fakire açıp hakikatini gerektiği gibi gösterince, bu gizli inciyi ifade parmaklarıyla yazı zincirine çekmeyi, dil ile anlatım sahnesine getirmeyi düşündü. İstihare yaptıktan sonra bu konuya başlandı. Allah'tan af ve başarı dilerim.

Bilmek gerekir ki, “ayna”dan maksat, arifin kalbidir. Bu kalp, ruh ve nefs arasında perdedir, “iki yön'den maksat da ruh ve nefs yönleridir. Meşayıh, kalp makamına ulaştıkları zaman iki yönü ortaya çıkar. Bu iki makamın kalbe münasip olan yüksek ilimleri elde edilir. Hazret-i Hâce Nakşbend'in ayrıcalıklı olduğu yol ise böyle değildir. Bu yolda son, başa yerleştirilmiştir (diğer tarikat mensuplarının sonda ulaştıkları haller, bu tarikatta başlangıçta görülür). Bu yolda kalp aynasının altı yönü ortaya çıkar. Açıklaması şudur: Bu yüce tarikatın büyüklerine keşfen bildirilmiştir ki, insanın bütününde var olan

(15)

altı letaif, kalpte de bulunmaktadır. Altı yön ifadesiyle; nefs, kalp, ruh, sır, hafi ve ahfâ latifelerini (mertebelerini) kasdetmişlerdir. Binaenaleyh, diğer şeyhlerin manevî ilerlemesi kalbin zahirindedir, bu büyüklerin seyri ise kalbin bâtınında ve iç mertebelerindedir. Bu seyr yani yolculuk ile kalbin içinin içine ulaşırlar. Altı latifeden her birinin yüksek ilimlerini kalp makamında keşfederler. Ancak bunlar, kalp makamına uygun ilimlerdir. Hazret-i Hâce'nin sözünün açıklaması budur. Bu fakir, bu makamda büyüklerin bereketinden bol bol faydalanmış, halin hakikatine ulaştıktan sonra mahiyetini araştırmaya girmiştir. “Ve Rabbinin nimetini dile getir” (ed-Duhâ, 93/11) ayet-i kerimesinin hükmünce o bol bereketten bir remiz ve o araştırmadan bir işaret gösteriyor. Günahtan korunmak ve başarıya ulaşmak O'ndandır.

Bilesin ki, kalbe kıyasla kalbin kalbi (içi) de letaifi ihtiva etmektedir. Ancak kalbin içinde, dairenin (mertebenin) darlığından ya da başka bir sırdan dolayı, adı geçen altı letaiften ikisi, “nefs” ve “ahfâ” münferit olarak görülmemektedir. Üçüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada “hafi” de görülmez. Dördüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada öncekilere ek olarak “sır” da görülmez. Sadece “kalp” ve “ruh” görülür. Beşinci mertebede ise “ruh” da görülmez, sadece başka sıfatı olmayan basit (sade) “kalp” kalır.

Sonun sonuna ulaşabilmek için vasıta olacak yüksek bilgilerden burada bilinmesi gereken bazıları şunlardır: Allah Teala'nın başarı ihsan etmesiyle derim ki: Âlem-i kebir olan kâinatta detaylı olarak bulunan her şey, özet halde âlem-i sagirde (küçük evrende) de bulunmaktadır. Âlem-i sagir ile insanı kastediyoruz. Âlem-i sagir olan insan cilalanıp nur ile aydınlanınca evrene ayna olması sebebiyle kâinatta detaylı olarak bulunan her şey onda ortaya çıkar. Çünkü o cilâ ve aydınlanma yoluyla kabını (taşıma hacmini) genişletmiştir. Böylece küçüklüğünün hükmü ortadan kalkmıştır. İşte kalpte de durum böyledir; kalbin insana nisbeti, detay ve özet olma yönüyle insanın kâinata nisbeti gibidir. Daha küçük âlem olan “kalp” cilalanınca ve ona arız olan karanlık giderilince, küçük evren olan insanda tafsilatıyla görülen her şey, ayna olması itibariyle onda (kalpte) da görülür. Kalbe nisbetle kalbin içi hakkında da durum böyledir, saflaşma ve aydınlanma sebebiyle özet olanın detaylı halde zuhur etmesi gibi. özet ve detay konusunda üçüncü ve dördüncü mertebelerdeki kalp de böyledir. Önceki mertebelerde detayların ortaya çıkışı cilalanma ve nurlanma sebebiyledir. Beşinci mertebedeki kalp için de durum aynıdır. O, genişliğine ve üzerinde bir itibar (sıfat) bulunmamasına rağmen, tam bir arınma ve saflaşmadan sonra anlatıldığı üzere âlem-i kebir (evren), âlem-i sagir (insan), âlem-i asgar (kalp) ve diğerlerinde görülen şeyler onda da görülür. O kalp hem dar hem geniştir, hem sade hem uçsuz bucaksızdır, hem az hem de çoktur. Bu güzel latifeden (kalpten) başka, bu özellikte hiçbir şey yaratılmamıştır. Yaratıcısıyla bu kadar çok münasebeti olan bir şey yoktur. Yaratıcısına dair başka yaratılmışlarda görülmeyen ilginç alâmetler, onda görülür. Bu sebeple hadis-i kudside Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Yerim ve göğüm beni içine alamaz, lâkin mümin kulumun kalbi alır.”

Âlem-i kebir olan kâinat zuhur (Allah'ın sıfatlarının görülmesi) için en büyük ayna olmasına rağmen, içindekilerin çokluğu ve tafsili sebebiyle, kendisinde çokluk ve detaylılık olmayan (Allah) ile bir münasebeti yoktur. Allah ile münasebete lâyık olan, dar ve geniş, sade ve yaygın, az ve çok olandır (kalptir). Nitekim bu konu apaçıktır. İrfanı ve yüksek bilgileri tam, müşahedesi de pek kâmil olan bir arif zor ulaşılan bu makama erdiği zaman, bu arif bütün âlemlerin ve zuhuratın kalbi olur. O Velâyet-i Muhammediyye'ye ulaşmış ve Mustafâ'nın (as) davet makamı ile şereflenmiş olur.

Kutublar, evtâd ve abdal derecesindeki evliya, onun velilik mertebesi altındadırlar. Efrad, âhâd ve diğer evliya grupları onun hidayet nurlarının altındadırlar. Çünkü o, Rasûlullah'ın (sav) vekili ve onun hidayeti ile hidayete sevk edendir. Az bulunan bu yüksek manevî hal, muradlardan (Allah tarafından sevilen velîlerden) birine mahsustur. Müridlerin (Allah'ı arayanların) bu yüksek makamdan nasipleri yoktur. Bu en yüce nihayet ve en zirve hedeftir. Onun üzerinde bir makam, ondan büyük bir nimet yoktur. Binlerce yıl sonra böyle bir arif vücuda gelirse ganimet bilinir ve bereketi uzun zaman sürer. Onun sözü

(16)

deva, nazarı şifadır. Bu hayırlı ümmet içinde Hazret-i Mehdî bu yüksek makam üzere bulunacaktır. “Bu Allah'ın bir lûtfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük bir lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).”

Bu zor nimetin elde edilmesi, seyr u sülûk ve cezbe yollarını tafsilatıyla ve mertebe mertebe tamamlamaya, tam fena ve kâmil bekâ makamlarını derece derece aşmaya bağlıdır. Bu da ancak peygamberlerin efendisi ve Rabbü'l-âlemin'in sevgilisi Hz. Muhammed'in (as) yoluna tam olarak uymakla mümkün olur. Bizi onun yoluna uyanlardan eyleyen Allah'a hamd olsun. Allah'tan dileğimiz, bu uymanın daha iyi ve kâmil olması, onun getirdiği din üzerinde istikametimizin daimi olmasıdır. Âmin diyen kula Allah merhamet etsin. Bu arif, ince sırlardan ve gizli rumuzlardandır. Büyük velîlerden hiçbiri bu konudan bahsetmemiş, seçkin insanlardan hiçbiri bu konuya işaret etmemiştir. Allah Teala bu sırları bu kuluna (İmâm-ı Rabbâniye) mahsus kıldı, Habîbi'nin (sav) sadakası olarak bu sırların ifşasını bu kuluna tahsis etti.

Şu Farsça şiirin manası ne güzeldir:

Eğer padişah yaşlı kadının kapısına gelirse Ey hoca, sen buna dudak bükme!

Allah Teala'nın kabulü (kulunu sevmesi ve seçmesi) bir şarta ve sebebe bağlı değildir. Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir. “Allah rahmeti ile dilediğini seçer (rahmetini dilediğine verir). Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Bakara, 21105)

Allah Teala Efendimiz Muhammed'e, ailesine, bütün peygamberlere, büyük meleklere ve salih kullanna rahmet etsin.

Selâm, hidayete tâbi olanlara ve Mustafâ'nın (as) yoluna uyanlara.

13. Bölüm: Ruh ve Manevî Yolculuğu

Ruh, mahiyeti (nasıl ve nice olduğu) bilinmeyen âlemdendir. Bu sebeple onun özelliği mekânsızlıktır. Gerçi ruhun bilinemezliği, Allah'a nisbetle bilinirliğin ta kendisidir. Yine ruhun mekânsızlığı, Allah'ın mekânsızlıgına nisbetle mekânlı oluşun ta kendisidir. Ruhlar âlemi sanki bu âlem ile mahiyeti bilinemezlik mertebesi arasında bir perdedir. Bu sebeple her ikisinin rengini ve karakterini de taşır. Ve mecburen mahiyeti bilinen âlem (sebepler âlemi), ruhu, mahiyeti bilinmez olarak kabul eder. Mahiyeti bilinmeyen âleme bakmak, bizzat mahiyet ve nasıllıktır. Ruhun iki âlem arasında perde gibi oluşu, onun aslî yaratılış özelliğidir.

Ruh, bu maddî bedene girip bu zulmanî heykel ile irtibat kurduktan sonra perde olma özelliğini kaybetmiş, tamamen mahiyeti ve niceliği bilinen âleme inmiştir. Mahiyeti, bilinmezlik yönü gizlenmiş ve örtülmüştür. Tıpkı Harut ve Marut gibi. Onlar bazı hikmetler ve melâike ruhlarının faydası için beşeriyet çukuruna inmişler, insan şekline girmişlerdir. Nitekim müfessirler bu konudan bahsetmişlerdir (Bakara suresi, 102. ayetin tefsirlerine bakılabilir).

Binaenaleyh, eğer Allah'ın lûtfu yardım eder ve ruh için bu (dünyaya, bedene) yolculuktan geri dönüş vâki olursa, inişten sonra tekrar yükselişe başlarsa, zulmanî nefs ve maddî beden de onunla (ruh ile) birlikte yükselecekler ve mertebeler aşacaklardır. Bu sayede ruhun bedenle irtibat kurmasının ve dünyaya inmesinin gayesi anlaşılacaktır. Kötülüğü emreden nefs, itminan ve huzura kavuşacak, zulmanî olan nûranîye dönüşecektir.

Ruh bu yolculuğu (yükselişini) tamamlayıp inişinin maksadını neticelendirince aslî perde oluş özelliğini tekrar kazanır. Dönüşün son noktası, (ruhun) başlangıç noktasıdır. Kalp

(17)

ruhlar âleminden olduğu için o da perde olma mertebesine yerleşecektir. Emr âleminden olan ve kalp ile beden arasında perde olarak bulunan nefs-i mutmainne de aynı yerde yerleşip ikamet edecektir. Dört unsurdan (toprak, su, ateş, hava) oluşan maddî beden, oluş ve mekân âleminde istikrar bulacak, ibadet ve itaate yönelecektir. Bundan sonra bir miktar serkeşlik ve muhalefet vuku bulursa, bu durum dört unsurun karakterlerindendir. Meselâ ateş unsuru bizzat serkeş ve muhalefeti talep eden olduğu için, lânetli şeytan gibi “Ben ondan (Âdem'den) daha hayırlıyım” (Sâd, 38/76) diye bağıracaktır. Serkeşliği bırakmış, Allah'tan razı, Allah'ın da kendisinden razı olduğu nefs-i mutmainnenin serkeşlik ve isyan etmesi düşünülemez. Eğer bir serkeşlik varsa, bu bedendendir. İnsanların en hayırlısı olan Efendimizin (as) “cihad-ı ekber” (büyük cihad) diye ifade ettiği şey şeytanın bu serkeşliğinden dolayı olmalıdır. Zira onun kaynağı beden cüz'üdür. Yine Efendimizin (as), “Benim şeytanım Müslüman oldu” ifadesiyle kasdettiği şey, ya Peygamber Efendimizin yakınında duran âfâkî (dıştaki) şeytandır, ya da enfüsî (içteki) şeytandır. Her ne kadar bu (dıştaki) şeytanın gücü kırılmış ve inadından vazgeçmiş ise de, zâti özellik zâttan ayrılmaz. Mısra:

“Zenciden siyahlık nasıl gitsin ki kendi rengidir”

Ya da maksat, içteki şeytan olabilir. Onun Müslüman olması, serkeşlik ve isyanı tamamen bırakması anlamına gelmez. Azimetle amel etmeyi bırakıp ruhsatları kullanabilir. Küçük günahlar işlemesi de muhtemeldir, zaten onda iyilik ve sevap olmaz. Belki “iyi insanların hasenesi, Allah'a yakın olanlara (daha yüksek mertebedekilere) göre kötülük gibidir” kaidesi bu türdendir. Bütün bunlar serkeşliğin kısımlarıdır. Onda (nefste) serkeşlikten bir miktarın kalması, onun ıslâhı ve manen yükselmesi içindir. Bütün bunlardan (serkeşlikler) sonra -ki noksanlığın sonu daha hayırlı olanı terk etmektir- o kadar pişmanlık oluşur, tevbe ve istiğfar eder ki, sonsuz manevî yükselişler elde edilir.

Maddî beden kendi yeri olan dünyada yerleşince, altı letaifin bedenden ayrılıp âlem-i emrde manen yükselmesinden sonra onların vekilleri bedende kalacak ve onların yerine işlerini yapacaklardır. Bundan sonra bir ilham vâki olursa, hakikat-ı camia olan ve yükselen manevî kalbin bedendeki vekili olarak kalan yüreğe yani maddî kalbe olacaktır. Hz. Peygamber'in (as), “Her kim kırk gün Allah'a karşı ihlâs ve samimiyet üzere bulunursa hikmet pınarları kalbinden diline akar” hadis-i şerifinde kast edilen kalp bu maddî yürek olmalıdır. Allah Teala daha iyi bilir.

Başka bazı hadislerde de bu yüreğe işaret edildiği olmuştur. Meselâ Efendimiz (as), “Kalbime bir bulanıklık geliyor” buyurmuştur. Bulanıklık maddî kalbe yani yüreğe arız olur, hakikat-ı camia olan gerçek ve manevî kalbe değil. Çünkü o bulanıklıktan tamamen uzaklaşmıştır. Başka bir hadis-i şerifte kalbin değişmesi hakkında Efendimiz (as) şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisinin arasındadır.” Yine şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi geniş bir çöldeki bir tüy gibidir.” “Ey kalpleri dönüştüren Allah'ım! Kalbimi senin tâatin üzere sabit eyle!”

Dönüşme ve itaatte sabit olmama durumu bu yürek için geçerlidir. Çünkü hakikat-ı camia olan gerçek kalpte asla dönüşme ve değişme olmaz. Aksine o itminan, istikrar ve huzur üzere sabittir. Hz. ibrahim (as) kalp için itminan (huzur) talep ederken maddî kalbi kasdetmiştir, başkasını değil. Çünkü onun hakiki kalbi şüphesiz itminana ulaşmıştı, hatta nefsi de hakiki kalbine tâbi olarak mutmain olmuş idi.

Avârifu'l-maârif isimli eserin müellifi (Şihabeddin Sühreverdî) -ks- şöyle demiştir: “ilham, kalp makamına yükselen nefs-i mutmainnenin sıfatı ve özelliğidir. Bu mertebede vuku bulan halden hale geçme ve değişmeler de nefs-i mutmainnenin sıfatıdır.” Görüleceği üzere bu ifade, zikredilen hadis-i şeriflere aykırıdır. Şeyhin (Sühreverdî'nin) söylediği şekilde bu makamdan yükselmek mümkün olsaydı, onun söylediğinin doğru olduğu ortaya çıkardı. (Ancak durum böyle değildir. Dolayısıyla) Benim söylediğimin doğru olduğu açıkça ortaya çıkmış, keşf ve ilham ile bize bildirilenler, Hz. Peygamber'in (as) hadislerine uygun düşmüştür. Maddî kalbin hakiki kalbe vekil olması, maddî kalp üzerine

(18)

ilhamın gelmesi, onun hal ve değişimlere sahip olması konusunda yaptığım bu açıklamalar, cahil ve işin hakikatini anlamayan kişilere ağır geldi. Pekiyi, Hz. Pembamber'in (as) şu sözüne ne diyecekler: “Âdemoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman tüm beden iyi olur. O bozuk olduğu zaman tüm beden bozuk olur. işte o kalptir.” Hz. Peygamber et parçasına vurgu ile “kalp” dedi, bedenin iyilik ve kötülüğünü ona bağladı. Hakiki kalp için caiz ve geçerli olan şey, vekâlet ve yerine geçme yoluyla da olsa bu et parçası için de geçerlidir.

Bilesin ki, ruh, ölmeden evvelki ölümle (fenaya ererek) bedenden ayrılınca, Hakk'a vâsıl olan arif kendi ruhunu bedeninin ne içinde ne dışında, bedenine ne bitişik ne de ayrı olarak bulur. Bedenin iyiliği için ruhun onunla ilişkide olduğunu görür, ayrıca kemâli ruha dönecek olan bir maksattan dolayı ruhun bedenle irtibat kurduğunu anlar. Bu irtibat, bedendeki iyilik ve hayrın kaynağıdır. Bu irtibat olmasaydı beden tümüyle kötülük, şer ve kusur olurdu.

Allah Teala'nın ruh ve diğerleriyle (âlem ile) olan ilişkisi de ruhun bedenle olan ilişkisine benzer. Hak Teala âlemin ne içindedir, ne de dışında; ne ona bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Onun âlem ile ilişkisi; yaratma, ayakta tutma, kemalât için feyz verme, nimet ve hayırları ulaştırma şeklindedir.

Eğer dersen ki, hak yolun âlimleri ruh hakkında böyle şeyler söylememişler, hatta bu konuda detaylı açıklamaları uygun bulmamışlardır. Sen az ve çok her konuda onlara tâbi olduğun halde bu açıklamalarının sebebi nedir?

Cevaben derim ki: Âlimler içinde ruhun hakikatini bilen azdır. Bilen bu az grup da ruhun kemalâtı ve yüksek halleri konusunda çok az konuşmuşlar, cahil halkın yanlış anlamasından ve yanlış yola sapmasından korktukları için kısa ve öz cümlelerle yetinmişlerdir. Çünkü ruhun yüksek halleri ve kemalâtı, görünüş itibariyle vücûbî kemalâta yani ilâhî (yaratılmamış, tanrısal) âlemin yüksek hallerine benzer. Aralarındaki fark çok incedir, bu farkı ancak ilimde derinleşmiş olan âlimler anlayabilir. Bu sebeple ruhun hakikatini bilenler bu konuyu özetle geçmeyi, hatta bu konuda açıklama yapan ve ruhun hakikatini anlatanları inkâr etmeyi daha uygun görmüşlerdir. Yoksa ruhun anlatılan yüksek mertebelerini inkâr etmemişlerdir. Bu zayıf kul, ruhun bazı özelliklerini anlatırken Allah'ın yardımı, tevfîki ve Habîbi (as)'nin sadakası olarak kendisine verilen apaçık keşfine dayanmakta ve açıklamaya mâni olacak şüpheleri gidererek anlatmaktadır, iyi anla!

Şu da bilinmelidir ki, beden, ruhtan sayısız kemalât elde ettiği gibi, ruh da bedenden büyük faydalar kazanmıştır. Neticede ruh işiten, gören, konuşan, bir beden ile bedenlenmiş ve bedenler âlemine (dünyaya) uygun işler yapar hale gelmiştir.

Yukarıda anlatıldığı gibi, nefs-i mutmainne ruhanîlere (letaife) katıldığı zaman bedenler âleminde onun vekili olarak akıl kalır. Bu akla “akl-ı mead” (ahiret düşüncesi ön planda olan akıl) denir. Onun tüm düşüncesi ahirete yönelik olur ve dünyevî düşüncelerden, maişet kaygısından kurtulur. Kendisine verdikleri nur ile fıraset ve ince görüşlü olmaya lâyık olur. Bu mertebe, aklın kemâl ve üstünlük mertebelerinin sonudur.

Cahil birisi bu konuda “Aklın kemal mertebelerinin sonu dünya ve ahiretin ikisini de unutmak ile gerçekleşir, çünkü onun düşüncesinin kaynağında Hak Teala'dan başka bir şey kalmaz; ne dünya ne de ahiret” diyerek itiraz etmesin. Bu konuda derim ki: Bu dünya ve ahireti unutma hali manevî yolculuk esnasında fena fıllâh mertebesinde iken ona hâsıl olmuştur. Bizim anlattığımız bu yüksek mertebe (sadece ahireti düşünme hali) ise ondan çok daha üstündür. Burası bilgisizlik ve idrak edememe halinden sonra tekrar ilme ve bilgiye dönme yeridir. Cem halinden sonra fark haline erişme, cem mertebesindeki tarikat küfründen sonra hakikî İslâm'a dönme yeridir. Zavallı filozoflar, akıl için dört mertebe tespit etmişler ve aklın kemalâtını bunlardan ibaret zannetmişlerdir. Bu durum, kemâl konusunda cahilliktir. Akıl ve ona tâbi olan kemalât, (sadece) akıl ve vehim ile anlaşılamaz. Nübüvvet fenerinin nurlarından alınmış doğru bir keşf ve açık bir ilham

(19)

lâzımdır. Allah Teala'nın salât ve selâmı umumî olarak tüm peygamberlere, hususî olarak da onların en faziletlisi olan Habîbullah'a olsun.

Eğer, meşayıhın sözleri arasındaki “akıl ruhun tercümanıdır” ifadesinin manası nedir, diye sorarlarsa, derim ki: Mebde-i Feyyaz olan Hak Teala'dan ruhanî telakki yani ilham yoluyla gelen yüksek ilimleri ve marifetleri, ruhlar âleminden olan kalp alır. Onun tercümanı akıldır. Akıl bu yüksek bilgileri yazar, özetler, halk âleminin mahkumları olan insanların anlayacağı hale çevirir. Çünkü o tercümanlık yapmazsa bu ilimleri anlamak zor, hatta imkânsızdır. Aynı şekilde maddî kalp, yani yürek, hakiki kalbin vekili olduğu için, aslın hükmünü alır, onun bilgi alması da ilham yoluyla olur. Bu ilhamın da tercümana ihtiyacı vardır.

Şunu da bilmek gerekir: Akl-ı mead için bir zaman gelir ki, nefs-i mutmainnenin makamına ulaşma arzusu son dereceye varır ve akl-ı mead yükselip bedeni boş bırakır. O zaman düşünme ve anlama yeteneği yüreğe yerleşir. “Bunda, kalbi (aklı, anlayışı) olan kişi için öğüt vardır.” (Kâf, 50/37) O zaman kalbi, kendi kendisinin tercümanı olur. Bu esnada arifin işi bedenle irtibat noktasına gelir. (Önceleri) “Ben ondan daha hayırlıyım” diyen (kibirlenen) ateş unsuru itaate yönelir ve yavaş yavaş hakikî İslâm ile şereflenir. İblislik elbisesini üzerinden çıkarıp onu (ateşi) nefs-i mutmainnenin aslî makamına ulaştırırlar ve ona vekil yaparlar. Böylece bedende hakikî kalbin vekili yürek, nefs-i mutmainnenin vekili de ateş unsuru olur. Mısra:

“Aşk kimyasından vücudumun bakırı altına döndü”

(Dört unsurdan) hava unsuru ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makamına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak Teala zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makamında bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi. Meşayıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak Teala diye ruha taptım. O makamdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı.” Bu hava unsuru (cüz'ü), ruh makamı ile irtibatlı olduğu için bedende ruhun yerine geçer ve bazı işlerde ruhun hükmü ortaya çıkar.

Su unsuru, hakikat-ı camia olan gerçek kalp ile irtibatlıdır. Bu sebeple onun feyzi bütün eşyaya ulaşır. “Her canlı şeyi sudan yarattık.” (el-Enbiya, 21/30) Onun döneceği yer de yürektir. Bedenin en büyük unsuru olan toprak unsuru, kendisinin zâti özelliği olan aşağılık kirlerinden temizlendikten sonra bu bedende hâkim ve galip olur. Bedendeki her şeyde onun hükmü görünür, her şey onun rengine ve mizacına bürünür. Bu durum onun (toprak unsurunun) güçlü kapsayıcılık özelliğinden dolayıdır. Bedendeki bütün unsurlar gerçekte onun cüzleridir. Bu sebeple arz küresi (temeli toprak olan dünya), unsurların ve feleklerin merkezi, dünyanın merkezi de evrenin merkezi olmuştur. Bu vakitte bedenin yolculuğu da nihayete ulaşır, manevî yükselişi sona erer ve iniş gerçekleşir. Halkı irşad etmek vaktin sermayesi olur. Tasavvuf yolunda nihayetin başlangıca dönüşü de budur. Bilmiş ol ki ruh, mertebeleri ve tâbileriyle beraber her ne kadar yükseliş yolu ile kendi mekânına ulaşsa da, henüz bedenin terbiyesi ileride olduğu için, bu âleme yönelmesi zarurîdir. Bedenin işi sona ulaştığı zaman ruh; sır, hafi, ahfâ, kalp, nefs ve akıl ile birlikte Hak Teala'nın huzuruna yönelir ve bedenden tamamen yüz çevirir. Beden de tamamen kulluğa yönelir. Burada ruh, kendi mertebeleri (letaif) ile birlikte Hakk'ı müşahede ve O'nun huzurunda bulunma şuurunda yerleşmiş, Hak Teala'dan gayrisini görmek ve bilmekten yüz çevirmiştir. Beden tümüyle tâat ve kulluk makamına oturmuştur. Cemden sonraki fark makamı budur. Kemalâtı nasip eden Allah Teala'dır.

Bu dervişin bu makamda özel bir meşrebi ve ilerleyişi vardır. O da, insanları Hak Teala'ya davet etmek için ruhun kendi mertebeleri ile birlikte âlem-i halka dönmesidir. Bu dönemde ruh, beden hükmünü alır ve bedene tâbi olur. İş o noktaya ulaşır ki, beden huzur halinde ise ruh da huzur halinde ve huzur-ı ilâhîde olduğunun bilincinde olur. Eğer beden gafil ise ruh da gafil olur. Ancak namazı eda etme zamanları müstesna. Namaz

(20)

kılarken beden gafil olsa bile ruh mertebeleriyle birlikte Hak Teala'ya yönelir, teveccüh eder. Çünkü namaz mü'minin miracıdır, manevî yükselişidir.

Bilmek gerekir ki, Hakk'a ulaşan kişinin (vâsıl) dünyaya ve insanlar arasına bu tam dönüşü, davet makamlarının en üstün olanlarındandır. Onun gafleti, birçok kişinin huzuruna sebeptir. Avamdan olan gafiller, ariflere ait olan bu gafletin mahiyetini bilemezler. Huzur-ı ilâhîde kalanlar (ve halk arasına dönemeyenler de) bu dönüşten habersiz ve cahildirler. Bu makam, kötülemeye benzeyen bir övgüdür, idrâki kısa olanlar buraya ulaşamazlar. Bu (ariflere ait) gafletin üstün meziyetlerini anlatacak olsam hiç kimse huzur makamında kalmayı istemez. Bu öyle bir gaflettir ki, insanların seçkinlerini meleklerin seçkinlerinden daha üstün yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, Hz. Muhammed'i (as) âlemlere rahmet yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, velilikten nübüvvete, nübüvvetten risalete (peygamberliğe) ulaştırır. Bu öyle bir gaflettir ki, evliya-yı işreti (insanlar arasına karışıp onları irşad eden velîleri), evliya-yı uzletten (insanlardan uzak duran velîlerden) daha üstün kılar. Bu öyle bir gaflettir ki, (nübüvvetten önce) bir atın iki kulağı gibi eşit iken, sonradan Hz. Muhammed'i (as) Ebû Bekr Sıddîk'tan (ra) üstün yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, sahvı (ayıklığı) sekrden (manevî sarhoşluk halinden), peygamberliği velilikten üstün eyler. Basiretsiz olanlar anlamasa da, bu öyle bir gaflettir ki, kutb-ı irşadı kutb-ı abdaldan daha faziletli yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, Ebû Bekr Sıddîk'a (ra), “Keşke Muhammed'in hatası (sehvi) olsaydım” dedirtmiştir. Bu öyle bir gaflettir ki, huzur onun basit bir hizmetçisidir. Bu öyle bir gaflettir ki, iniş gibi görünse de aslında yükseliştir. Bu öyle bir gaflettir ki, seçkin insanları avam halka benzetir ve bu hali evliyanın yüksek kemalâtını örten kubbeler yapar. Mısra:

“Bunun açıklamasını yapsam, sonu gelmez”

Az (söz) çoğa delâlet eder. Bir damla, büyük bir denizin varlığından haber verir. Selâm, hidayete tâbi olanlara, Hz. Peygambere uyanlara ve ailesine.

14. Bölüm: Peygamberimizin Ayrıcalığı

Son peygamber olan Efendimiz (as), diğer peygamberler arasında zâti tecellîye kavuşmakla ayrıcalıklıdır. Bütün kemalâtın üstünde olan bu nimet ona mahsustur. Ona tâbi olanların büyükleri için de bu özel makamdan bir nasip ve hisse vardır. Bu sözü duyan kişi şöyle demesin: “Bu durumda, bu ümmetin büyük velîlerinin diğer peygamberlerden daha üstün olması lâzım gelir. Oysa bu anlayış Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadına aykırıdır. Allah hepsinden razı olsun. Bu zâti tecellî cüzî ve küçük bir fazilet değildir ki bu ümmetin velîlerinin diğer peygamberlerden üstünlüğü şüphesi zail olsun, aksine büyük bir fazilettir, insanların üstünlüğü Allah Teala'ya yakınlıklarına göredir. Bütün üstünlükler ise bunun altında kalır.”

Böyle diyen kişiye cevaben derim ki: Bu ümmetin büyük velîlerinin o makamdan nasibi olması, diğer peygamberlerden üstün olmalarını gerektirmez. Üstünlük, makama ulaşmaya bağlıdır.

Ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin büyüklerinin yükselişinin son noktası, peygamberlerin ayaklarının altına kadardır. Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan Ebû Bekr Sıddîk'ın (ra) yükselişinin son noktası, bütün peygamberlerin altında olan bir peygamberin ayakları altındadır. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu ümmetin içinde Hz. Peygamber'e tâbi olan büyük zâtlar için, peygamberlerine (as) mahsus olan en üstün makamın kemalâtı altındaki makamdan tam nasip vardır. Hizmetçi nerede olursa olsun, efendinin artığı olan yiyecek ona ulaşır. Uzakta olan hizmetçi, efendisinin sırtından bedava geçinme yoluyla öyle nimetlere ulaşır ki, hizmet şerefi olmadan efendiye yakın olanlara bile nasip olmaz. Şiir:

Referensi

Dokumen terkait

Vállalati méret szerint vizsgálva a mutatószámok alkalmazásának gyakoriságát a következők állapíthatók meg (az eredményeket összefoglalóan a 2. táblázat foglalja

Dalam uraian di atas penulis tertarik meneliti apakah ada hubungan perilaku hidup bersih dan sehat terhadap angka kejadian diare akut pada santri pondok tremas pacitan, yang mana

Hasil identifikasi dan analisis menunjukkan bahwa permasalahan yang dihadapi dalam pengembangan industri olahan buah meliputi : terbatasnya pasokan bahan baku, terbatasnya jumlah

Nyeri persalinan merupakan nyeri yang dirasakan oleh ibu dalam proses persalinan. Dari hasil penelitian nyeri hebat pada proses persalinan menyebabkan ibu mengalami gangguan

Flipped learning adalah model pembelajaran yang membalik metode tradisional, dimana biasanya materi diberikan dikelas dan siswa mengerjakan tugas dirumah maka pada

Salah satu metode yang digunakan untuk menentukan calon penerima beasiswa adalah profile matching karena mampu menyeleksi alternatif terbaik dari sejumlah

Apabila menggunakan cara yang baru (dengan menggunakan metoda feedback coaching), memiliki kelebihan, hasil akan lebih efektif karena hasil solusi dan pengembangan

Dalam Pasal ini, Kecamatan Kototangah adalah Kecamatan Koto Tangah, Kecamatan Bungustelukkabung adalah Kecamatan Bungus Teluk Kabung, Kecamatan Lubukkilangan adalah