• Tidak ada hasil yang ditemukan

ilk insan

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "ilk insan"

Copied!
129
0
0

Teks penuh

(1)

“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki

toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve

kolay, kimi güç, kimi kötü, kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta gelmiştir.”

u

İb

ra

h

im

S

A

R

I

İ

L

K

İN

S

A

N

İLK

İNSAN

İbrahim SARI

www.ibrahimsarikitap.com

(2)

İLK İNSAN

(3)

İLK İNSAN

Copyright © 2013, (İbrahim SARI)

Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır.

BİRİNCİ BASKI: 2014 Yayınevi Adresi:

3 Nolu Erdoğdu Mah. Emir Sokak No:4 Şükraniye-TRABZON / TÜRKİYE

Tasarım: HİLAL Yayıncılık

978-605-4879-13-7

Bu kitabın tüm hakları ve sorumluluğu İbrahim SARI’ya aittir..

Kapak: HİLAL

Baskı: UNİVERSAL YAYINCILIK

Meydan Hamam Sokak No:4/1 TRABZON

(4)

İÇİNDEKİLER

Hz. ÂDEM (a.s.)………...9

Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi ……….11

Hz. Âdem'e isimlerin Öğretilmesi ……….12

Hz. Âdem'in Cennet'e Yerleştirilmesi: …………..15

Hz. Âdem'in Peygamberliği ………...22

İLK İNSAN Allah’ın Halifesi: ……….31

İlk İnsan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın Yaratılışı: ………..34

Toprağın Merhaleleri Ve Ruh Verilme: …………36

Merhalelerdeki Hikmet ve İbret: ………41

Ahd ve Misak: ………...43

Meleklerin İmtihanı: ………48

Tâzim Secdesi: ……….……..53

İlk Selâmlaşma: ……….…57

HAZRET-İ HAVVÂ ……….…58

CENNET VE MEMNU MEYVE ………….………62

(5)

Tevbe ve Bağış: ……….…69

Cennetten Yeryüzüne: ……….…71

İlâhî Takdir:……….…….. 74

Yeryüzündeki Hayat: ………...75

HALDEN HALE GEÇİŞ ………..76

Eşler, Evlât ve Torun: ……….…..81

Tefekkür: ………86

Kâinatın Hülâsası İnsan: ……….92

(6)

YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA

İbrahim SARI, 1963 yılında Trabzon'un şirin bir ilçesi olan SÜRMENE’de fakir bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi…

Kendi deyimiyle HAYAT üniversitesini okudu. Topraktan geldi toprağı sevdi..

Hayatı çile ve zorluklarla geçti…

Allah için kandırılmaya razı gelen yazar, Dünyaya farklı bir gözle baktı… İnsanlar onu anlamazsa bile o insanları anlamaya çalıştı..

Yunus Misali yaratılanı yaratandan ötürü seven yazar;

Dini, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın Yahudilerin ve Siyonistlerin kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır. Yazar inkarcı düşünceye karşı mücadele eden tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü son nefesine kadar söylemeyi hedeflemektedir.

(7)

Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imanı konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.

Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.

Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan İbrahim SARI, Allah'ın izniyle, dünya insanlarının uyanışına ve Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.

(8)

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”

(Tîn: 4)

“Ona kendi ruhumdan üfledim.”

(Sâd: 72)

“O’nun âyetlerinden (varlığının delillerinden) biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra hemen birer

insan olarak yeryüzüne yayılırsınız.” (Rûm: 20)

“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi

beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve kolay, kimi güç, kimi kötü,

kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta gelmiştir.”

(9)
(10)

Hz. ÂDEM (a.s.)

İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah'u Teâlâ Hz. Âdem'i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hûd, 11/61; Tâha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde

bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:

"Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beser oldunuz." (er-Rum, 30/20)

Allah'u Teâlâ Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir:

1- Türâb safhasından sonra "Tîn" safhası:

Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve

balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül

ettirilmeğe başlandığı merhaledir: "O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insani başlangıçta çamurdan yaratandır." (es-Secde, 32/7) Hayat kaidesinin candan sonra iki

temel unsuru su ve topraktır. "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karni üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir. " (en-Nûr, 24/45) "O (Allah) sudan bir beser (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kadirdir." (el-Furkan, 25/54)

(11)

Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikal ettirilmiştir.

Yine Cenâb-i Allah Kur'an-i Kerim'de şöyle buyurur: "Andolsun biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." (el-Mü'minun, 23/12) İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazar, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3056-3059, 3431-3432)

2- Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenâb-i Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. "Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık. " (es-Sâffât, 37/I 1)

3- Hame-i Mesnûn: Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, süretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, süretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." (el-Hicr, 15/26-28)

Böylece Allahü Teâlâ Âdem (a.s.)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.

(12)

4- Salsal: Kuru çamur demektir.

Cenâb-i Allah kokmuş ve suratlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi. "O Allah insaı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır. "(er-Rahmân, 55/14, ilgili ayet için bk. Hazin; Elmalılı Hamdi Yazar, a.g.e., VIII, 4669)

Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi

Cenâb-i Allah Hz. Âdem'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefyedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve

suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir: "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis' ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taşlamış ve kâfirlerden olmuştu.

Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu.

İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. " (Sâd, 38/71-76. Ayrıca bk.

(13)

el-Cenâb-ı Allah böylece Hz. Âdem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zira" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX, 45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allahü Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz.

Âdem meleklere: "Es-selâmü aleyküm" dedi. Onlar da: "Es-selâmu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler, Âdem, insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her kişi, Âdem'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi. (Buhârî, Sahih, IV, 102, Halk-i Âdem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 76, Hadis no: 1367)

Hz. Âdem'e isimlerin Öğretilmesi

Allah Hz. Âdem'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin dalâlet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi. "Hani Rabbin bir vakit meleklere: 'Muhakkak ben, yeryüzünde (emirlerimi tebliğ etmeye ve uygulamaya koyacak) bir halife (bir insan) yaratacağım' demişti. (Melekler de): 'Biz seni hamdinle tesbih ve seni ayıplardan, sana ortak koşmaktan ve eksikliklerden tenzih edip dururken orada (yerde) bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse(ler) mi yaratacaksın?' demişlerdi. Allah: 'Sizin bilmeyeceğinizi

(14)

Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların dalâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip 'doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle beraber bana haber verin' demişti. (Melekler) de: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden baksa bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin, sen demişlerdi." (el-Bakara, 2/30-32)

Bu ayetlerde geçen "halife" vekâlet gibi asaletin karşıtı olarak başkasına vekillik etmek, yani az veya çok aslin yerini tutarak, onu temsil etmek demek olan hilâfet * masdarından türemiş bir sıfattır. İsim olarak kullanılır. Asli "halif"tir. Sonundaki "tâ" harfi mübalâğa içindir. Birinin arkasından makamına ve yerine vekâlet eden demektir. Bu niyâbet (vekâlet) ya aslin geçici olarak makamından ayrılması dolayısıyla verilir veya aslin acizliğinden dolayı yardım etmesi için verilir. Yahut bunların hiçbiri olmadığı halde asil, vekiline sırf bir şeref bahsederek onu yüceltmek için vekâlet verir. İşte Cenâb-i Allah’ın arzda evliyasını istihlâfi bu kâbildendir. (Râgib el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an İstanbul 1986, s. 223; Hamdi Yazar, a.g.e., I, 300)

Cenâb-i Allah: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım ve tayin edeceğim." demişti ki; kendi irade ve kudret sıfatımdan ona bazı salâhiyetler vereceğim, o bana izâfeten, bana niyâbeten yarattıklarım üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak, benim namıma ahkâmımı yeryüzünde yürürlüğe koyup uygulayacaktır. O, bu

(15)

olarak hükümleri icra edemeyecek ancak benim bir nâibim, kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak ayni vazifeyi icra edecek olanlar bulunacaktır. "Verdikleriyle sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminki kiminizden derecelerle üstün yapan odur..." (el-En'âm, 165) ayetinin sırrı zahir olacaktır. Bu mana, Ashâb-i Kiram ve Tâbiîn'den uzun uzadıya nakledile gelen tefsirlerin özetidir. (Elmalılı, a.g.e., I, 300)

Allahü Teâlâ, Âdem'i yeryüzünde halifesi

yapacağını meleklerine istihare eder gibi tebliğ etmiş, Âdem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir.

Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem ve evlâdlarinin lâyık olacaklarını Âdem ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.

Yüce Allah Âdem'i yarattıktan sonra zevcesi Havva'yı onun ege veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı.

(Kitabü Mecmuatün mine't-Tefâsir içinde Hazin, II, 3) Ibn Mes'ûd ve Ibn Abbâs, "Allah Havva'yi, Âdem'i Cennet'e yerleştirdikten sonra yaratmıştır." demişlerdir. (en-Nisâ, 4/1; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, XI, 304)

(16)

Hz. Âdem'in Cennet'e Yerleştirilmesi:

Yüce Allah Âdem ve esine şöyle diyerek, Cennet'e yerleştirdi: "Ve demiştik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin Cennet'te yerleş, otur. Ondan (Cennet'in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz. " (el-Bakara, 2/35; eL-A'râf, 7/19)

"Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın. " (Tâha 20/1 17-1 19)

Hz. Âdem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu ağacın buğday veya üzüm veyahut da incir olduğu hakkında rivayetler vardır. Biz bu ağacın ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü yüce Allah bu ağacın ismini bize bildirmemiştir. Cenâb-i Hakk Cennet'te Âdem'e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sinir koymuştur. Bu siniri aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennet'e bu yasak ağaç, yenilmek için değil, insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz "Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır" hadîsinde bu yasak ağacı tayin eden bir dalâlet buluyoruz. Demek Hz. Âdem o zaman dünya sınırlarına yaklaşmamak emri almış ve bundan bir müddet fıtratının gereği olarak yememiştir. (Elmalılı Hamdi Yazar, a.g.e., I,

(17)

Daha önce İblis* Hz. Âdem'in üstünlüğünü çekemeyerek Allah’ın emrine karşı gelmiş, Âdem'e secde etmeyip, saygı göstermemiş ve Cennet'ten kovulmuştu. O zaman şeytan’ın Hz. Âdem ve evlâtlarına musallat olup azdırma imkânı kaldırılmamıştı. Hatta, İblis’e onları günah işlemeye teşvik etme gücü verilmişti. (Bk. el-A'râf, 7/12-18; el-Hicr, 15/32-42) Çünkü Âdem'in şeref ve üstünlüğü,nefsine ve şeytana uymamakla gerçekleşecekti. Kendilerine verilen akıl ve irade sebebiyle Âdem ve soyu, imtihandan geçecekler, sınanmaları için de peygamberler gönderilecekti.

Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet'e girebildi.

"Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese* verdi ve 'Rabbiniz size bu ağacı baksa bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti' dedi. Bir de onlara, 'Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim' diye yemin etti. İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de "Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti." (el-A'râf 7/20-22)

(18)

"Bundan sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allah'a yalvardılar: Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik.

Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız, dediler." (el-A'râf, 7/23)

"Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. Allah şöyle dedi: 'Dünyada birbirinize düşman olmak üzere her ikiniz de oradan (Cennet'ten) ininiz. Artık benden size bir hidayet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, işte o sapıklığa düşmez ve bedbaht olmaz (ahrette zahmet çekmez). " (Tâha, 20/122-123)

Böylece Hz. Âdem ve Havva ve nesillerının yeryüzünde yerleşıp kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve gerçekleştirildi. (el-Bakara, 2/3638; el-A'raf, 7/24)

Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir hadîsinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Âdem (a.s.) ile Musa (a.s.)'in ruhları Rableri nezdinde münakaşa ettiler ve Âdem (a.s.), Musa (a.s.)'i delil getirerek mağlûp etti. Musa (a.s.) dedi ki: "Sen Allah’ın eliyle (kudretiyle) yarattığı ve ruhundan üflediği ve melekleri senin için secde ettirdiği ve Cennet'ine yerleştirdiği Âdem'sin.

(19)

Sonra da sen işlediğin suç sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin. 'dedi. Bunun üzerine Âdem (a.s.) 'Sen Allah’ın peygamberliğine ve konuşmasına seçtiği ve içinde her şeyin açıklaması bulunan (Tevrat) levhalarını verdiği ve münacat edici olarak kendisine yaklaştırdığı Musa’sın. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Tevrat’ı yazdığını gördün?' dedi Musa (a.s.), 'Kırk sene önce' diye cevap verdi.

Âdem, 'şu halde içinde 've Âdem Rabbi'ne isyan etti de...'mealindeki ayeti gördün mü?' dedi. Musa (a.s.) 'Evet, gördüm' dedi. Âdem(a.s.)'Allah’ın beni yaratmasından kırk sene önce işleyeceğimi yazdığı işi işlemem üzerine beni nasıl azarlarsın' dedi. Resulullah (s.a.s.) neticede "Âdem hüccet ile Musa’yı mağlûp etti" buyurdu. (et-Tâc, I, Hadis no: 40)

Bundan sonra gelecek hidayet rehberlerine

(peygamberlere), iman ederek uyup bağlanacaklar için, korkup üzülecekleri bir şeyin olmadığı ve bunların Cennet'e girecekleri bildirildi. İnkâr edip kötülük yapanların Cehennem'e girecekleri anlatıldı. (el-Bakara, 2/38-39, 82)

Âlimler, Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği (yerleştirildiği) Cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Cennet, lügat açısından bağ, bahçe, bahçelik ve bağlık yer manasına gelir. Acaba Hz. Âdem'in iskân edildiği bu Cennet, yeryüzünün bağlılık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir?

(20)

Yoksa dünyadan ayrı ahrette müminlere va'd edilen Cennet midir?

Kur'an-i Kerim'de buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Âdem'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu Cennet, ahrette müminlere ve iyilik yapanlara va'd edilen, darü's-sevab (mükâfat yurdu) olan Cennet'tir. Çünkü:

a) "Cenâb-i Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız." (el-A'râf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz(yeryüzü)olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.

b) Tâhâ suresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in iskân edildiği Cennet, ahrette müminlere va'dedilen Cennet'tir.

(21)

c) Bu "Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-i ta'rîf) umûm (istiğrak) için değil, ahid içindir.

Bu elif lâm, umûm ifâde ederse Cennetlerin hepsi manasına gelir.

Hâlbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere) yerleşmesi imkânsızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar arasında bilinen ve dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan Cennet'e hamletmek gereklidir. (Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 233; Razi, Mefâtîhu'l-Gayb, I, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-i Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.)

d) Yine bazı haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem'i Cennet'te yaratmıştır. (Ibn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, I, 132.) Hz. Âdem ile Hz. Musa’nın ruhlarının çekiştiğini bildiren hadis (bunun mealini yukarıda verdik) de bu Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.

Ebu'l-Kasım el-Belhî ve Ebû Müslim el-Isfahânî de "Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet, bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen "ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar veriyorlar. " Ihbitû misran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara, 2/61) gibi.

Bu zatlar Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:

(22)

1) Eğer Hz. Âdem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan Cennet olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Âdem de ebedî kalınacak Cennet'te olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak etti." (el-A'râf, 7/20) diyerek aldatamazdı.

2) Yüce Allah’ın "Onlar (Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da değildir." (el-Hicr,15/48) sözünün dalâletiyle Cennet'e giren bir daha oradan çıkmaz.

3) İblis, Hz. Âdem için secde etmekten kaçınarak kibirlendiğinden Allah’ın gazâb ve lânetine uğramış ve kâfir olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.

4) ahrette müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem'e bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.

5)Allahü Teâlâ "Yeryüzünde bir halife yaratacağım." (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz.Âdem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini zikret- medi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-i Kerim'de böyle önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak

(23)

Hz. Âdem'in oturduğu Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olması veya bundan başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başksa kimse bilemediğine göre, şu Cennet'tir veya bu Cennet'tir diye kestirip atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lâzımdır. Nitekim selefi salihîn ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455)

Fakat biz burada hemen şunu kaydedelim: Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet'e girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak girmekle mukim olarak girmek ayni değildir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) mi'rac gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Âdem'in Cennet'ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.

Hz. Âdem'in Peygamberliği

Hz. Âdem ilk insan olduğu gibi ayni zamanda ilk peygamber’dir. Hz. Âdem yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-i Allah insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ

suresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: "Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yi) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (en-Nisâ, 4/2)

(24)

Bir hadis-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) söyle buyuruyor:

"Allah'u Teâlâ Âdem'i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.

Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın

vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemal yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir.

Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler Cennet'e girecektir. bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allahü Teâlâ’nın doğrudan doğruya vasıtasız

(25)

Hz. Âdem'in peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında baksa bir peygamber yoktu. Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki olgunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğu- nun bildirilmesi (el-Mâide, 5/27)

Hz. Âdem'e vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için "Istafâ" (Âli Imrân, 3/33) kelimesi ile "Ictebâ" (Tâhâ, 20/122) kelimeleri kullanılıyor.

Kur'an'da diğer peygamberler için de istifa' ve ictibâ' kelimelerinden müstak kelimeler kullanılıyor. (el-A'râf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd, 38/47; en-Nahl, 16/121; Âli Imrân, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En'âm, 6/87; es-Sûrâ, 42/13; el-Kalem, 68/50)

Öyle ise Hz. Âdem de peygamberdir. Hz. Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu Ümame(ö.81/700) rivayet ediyor"Ebu Zerr(ö. 32/652)

Peygamberimize 'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah o, Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet o

mükellem bir Nebî(Allah’ın kendisiyle vasıtasız

konuştuğu peygamber) idi." dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)

(26)

Diğer bir hadîste de Kıyamet gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak, Hz. Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî, II, 202) Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir. (Teftâzânî, Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71; Aliyyü'lKârî, Serhu'l-Fikhi'l-Ekber, 101)

Hz. Âdem'in evlâdları onun irşâdi* ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris el-Havlânî'nin, Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir. (Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lIslamiyye ve Usûsuhâ, II, 260)

İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur.

Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir.

Şu ayet bu hakikati ifade eder: "İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar ihtilâf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak peygamberler gönderdi..." (el-Bakara, 2/213)

(27)

Yukarıda gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da

insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir.

Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini isnat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.

Tekâmül nazariyesi bilim ve akıl nazarında muhaldir. Söyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makine sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı başında olan bir âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.

Madde âtıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizami yoktur

(28)

Akıllı ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makine sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır.

Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit

bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında,

mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtildir ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plân isidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makine veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir?

İnsanın yaptığı en mükemmel bir elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında dağılıp gider. Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi,

(29)

Bir maddenin, pek çok mükemmel makine sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan cani, hele akıl, irade ve vicdanin kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:

1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makine sistemi olmalıdır.

2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

3- Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az

(30)

Canlıların mekanizma ve makinelerinin kontrolcü ve idarecisi candır. canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.

4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah’tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makine sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah’tır.

İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. bunların kaynağı da Allah’ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.

Buna göre tekâmül nazariyesi (Darwinizm)* muhaldir (imkânsızdır).

Darwinizme inananların, insanın maddeden

kendiliğinden tekâmül ederek meydana gelişini "Akılları mi emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?" (et-Tûr, 52/32)

(31)
(32)

İLK İNSAN

Allah’ın Halifesi:

Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmadan önce “En yüce melekler

meclisi” mânâsına gelen Mele-i a’lâ’da onu anarak yüceltmiş, ona olan lütuf ve ihsanını önce meleklere haber vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara: 30)

Yani ilâhî irademle ona bazı salâhiyetler vereceğim, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde bir takım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icrâ edecek. Sonra onun arkasından gelenler içinde, ona halef olarak aynı vazifeyi icrâ edecek kimseler bulunacak.

“Halife” kelimesi; birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, kanun ve kaideleri yerinde tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayan kimselere verilen bir isimdir.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” (Fâtır: 39)

(33)

Bu âyet-i kerime Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmet-i muhteremesine geleceğin hükümranlığını vaad eden gayb haberlerindendir.

“Sizi yeryüzünün hâlifeleri yapar.” (Neml: 62) Halifelik, Allah-u Teâlâ’ya ait bir ruh taşıma imtiyazından doğmaktadır.

Zira Âyet-i kerime’de:

“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)

Allah-u Teâlâ yeryüzünde bir halife yaratacağını büyük bir haberle ilân ettiği zaman; orada kendisine vekâlet edecek, iradesini temsil edecek, buyruklarını tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayacak, diğer bütün canlılardan üstün olacak ve onları emri altına alacak ilâhî hükümranlığı gerçekleştirecek olan bir varlığı murad etmiş, yaratacağı varlığın yüceliğini ve değerini ifade etmek için bütün meleklere müjdelemiştir. Allah-u Teâlâ yeryüzünde kendisine vekâlet edecek böyle bir insan yaratmayı murad ettiğini meleklere haber verince, melekler hayretler içinde kaldılar. Kendilerini istişare makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah-u Teâlâ tarafından böyle yüksek bir irade salâhiyeti verilmesinde herhangi bir şer ihtimalinden de korktular.

(34)

Allah-u Teâlâ’nın kendilerine öğrettiği bilgi ile şöyle söylediler:

“Orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, devamlı takdis ediyoruz.” (Bakara: 30)

Meleklerin bu suâli itiraz için veya bu halifeyi kıskandıkları için değil; mesele hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, bilmedikleri esrarı anlamak, hikmetini öğrenmek için sorulmuştur. Çünkü melekler Allah-u Teâlâ’nın bütün buyruklarını mutlak olarak kabul edip benimseyen, emirlerine isyan ve itiraz etmeyen, sadece kendilerine emrolunanı yapan ve bunun için yaratılmış olan itaatkâr varlıklardır.

Allah-u Teâlâ onların bu suâllerine cevap olarak:

“Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” buyurdu. (Bakara: 30)

Yani sözünü ettiğiniz bütün fesatlara rağmen, insanı yaratmaktaki hikmeti sizin bilmediğiniz şekilde ben bilirim. Onların arasından peygamberler göndereceğim. İçlerinde sıddıklar, şehidler, sâlihler, âbidler, zâhidler bulunacaktır.

(35)

İlk İnsan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın Yaratılışı:

Meleklerle olan bu konuşmadan sonra, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Zülcelâl Vel-kemâl Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı yarattı.

Âyet-i kerime’sinde:

“Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” buyuruyor. (Âl-i imran: 59)

Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve nümuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk nümunesini yaratan O’dur. Âdem

Aleyhisselâm’ın yaratılışında Allah-u Teâlâ’nın

kudretinin tecellileri kat kattır

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki biz sizi yarattık.” (A’raf: 11)

Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik. Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.

(36)

“Sonra size şekil verdik.” (A’raf: 11)

Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari) İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.

İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi. Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu.

Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.

Nitekim Âyet-i kerime’de:

“O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır.”

buyuruluyor. (Nuh: 14)

Bunları yapan o güzel Yaratıcı, ululama ve saygıya layık değil mi? O insanları başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?

(37)

Toprağın Merhaleleri Ve Ruh Verilme:

Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir:

1– Âdem Aleyhisselâm’ın vücud buluşunun ana maddesinin toprak oluşu.

Âyet-i kerime’de: “Allah onu (Âdem’i) topraktan

yarattı.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 59)

Yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek insan cinsini yaratmıştır. Burada başlayış unsurunun toprak olduğu belirtilmiştir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde; Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm’ın

neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan

buyurmuştur:

“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve kolay, kimi güç, kimi kötü, kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta

(38)

2– Toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilmesi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:

“O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır.” (Secde: 7)

Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. O’nun her yarattığında bir başka güzellik vardır. Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor: “O ki, insanı sudan

yarattı” (Furkan: 54)

Yalnız “Hakir su” denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken, hayatın kaynağı olan ve gökten indiği bildirilen sudan yarattı.

“Onların arasında soy ve hısımlık meydana getirdi.” (Furkan: 54)

Birincisi, soy kendilerine nisbet edilen erkeklerdir. Zira nesep babalara âittir. İkincisi, kendileri sayesinde

akrabalık kurulan hanımlardır. Nesep sayesinde

birbirleriyle kaynaşırlar, evlilik akrabalığı sayesinde de aralarında sevgi ve muhabbet olur. “Rabbin her şeye

kâdirdir.” (Furkan: 54)

Çünkü O, tek bir maddeden çeşitli uzuvları ve değişik özelliklere sahip bir insanı yaratmayı ve o insanı, erkek ve dişi olmak üzere farklı sınıfa ayırmayı takdir

(39)

3– Çamurun süzülerek özleştirilmesi:

Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık.” (Müminun: 12)

Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.

4– Çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Biz onları (insanı) özlü ve yapışkan bir çamurdan yarattık.” (Saffat: 11)

Nutfenin gıdadan, gıdanın da suyla toprağın

karışmasından olması sebebiyle, insanların hepsi

çamurdan yaratılmışlardır. Çamur, su ile karışık bir toprak olduğu için Allah-u Teâlâ onu yapışkanlık sıfatı ile vasıflandırmıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tabi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.

(40)

5–Çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişmiş olması.

Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:

“Andolsun ki biz insanı pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattık.” (Hicr: 26)

İnsanın aslını ve ilk ferdini herhangi bir misli ve benzeri olmaksızın, diğer fertlerin yaratılış çekirdeğini de içinde taşımak üzere kara balçıktan yarattık.

O kurumuş çamurun esası; su ile çok zaman karışmış ve rengi siyahlaşmış, su ile çok durmaktan kokmuş, sonra da kurumuş çamurdur.

6– Çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı.” (Rahman: 14)

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.

Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.

(41)

7– Ruh verilerek yaratılışın kemale ermesi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:

“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr: 29 - Sâd: 72)

Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.

Ruh Allah-u Teâlâ’nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.

Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahluk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nisbet etmiştir.

İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hale gelmiştir.

Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.

(42)

Merhalelerdeki Hikmet ve İbret:

Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir. İnsan anılmaya değer hiç bir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?” (İnsan: 1)

Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır

duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden,

şekillendirildiği hal üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir. Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm’dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.

İnsana gelince; Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.

(43)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Âdem Aleyhisselâm’ın çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı beyan buyurulmaktadır.

Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O’nun kudretinin yüceliğini gösteren bir çok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur. Âyet-i kerime’de:

“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)

İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların

yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.

Âlem-i Kebir:

Allah-u Teâlâ bu âlemi büyük bir ceset olarak vücuda getirdi ve o cesede ruh olarak Âdem Aleyhisselâm’ı koydu. Bu âlemden maksat Âdem Aleyhisselâm’dır. Âdem Aleyhisselâm’dan maksat ise insan-ı kâmildir.

(44)

Bu âlem görünüşte “Âlem-i kebir” yani büyük âlemdir. Fakat aslında “Âlem-i sağir” yani küçük âlem olup, “Âlem-i kebir” Âdem Aleyhisselâm’dır. Çünkü âlemde mufassal olarak ne ki varsa, hülâsa olarak Âdem Aleyhisselâm’ın vücudunda dürülmüştür ve mevcuttur. Arzın, melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsı insandır. Bunun için “Âlem-i kebir” denmiştir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:

“Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım.”

İnsanın bedeni maddi âlemden, ruhu manevî âlemdendir. Onun için bu iki âlemde mevcut olan her şey onda vardır. Yine bu sebepledir ki insan, bu iki âlem arasında bir berzahtır.

Ahd ve Misak:

Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır: “Ben

gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlukatı yarattım.” (K. Hafâ)

(45)

Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir. Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktAllah-ur. Zamandan da ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiç bir şey yoktu. bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.

Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:

“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)

Sonra varlığını ve kemalini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı. Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın belinden zürriyetini çıkarıp onları akıl sahibi yaptı ve onlara hitapta bulundu. İman ile emir buyurup, imansızlıktan nehyetti.

Onlar o anda zerreler gibiydiler.

Ubey bin Ka’b -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Allah

ruhlar âleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan suretini, konuşma kabiliyetini verdi. Sonra onlardan söz (ahid ve misak) aldı, buna bizzat kendilerini şahid tuttu.”

(46)

Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı.” (A’raf: 172)

Âdem Aleyhisselâm’ın neslinin sulplerinden

kıyamete kadar vücud bulacak zürriyetlerini birer birer çıkardı.

“Ve onları kendi kendilerine karşı şahit tutmuştu.” (A’raf: 172)

Kendi varlıklarından bile habersiz iken onların her birine şuhûd ve şehadet fıtratını, kendi varlığında Hakk’ın mevcudiyetini duymak ve duyurmak, itiraf etmek kabiliyetini verdi. Hâlikiyetine ve Rubûbiyetine delâlet eden delilleri gösterdi. Hepsini varlığına ve birliğine şahit kılarken de:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. (A’raf: 172)

Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.

Hepsi de:

“Evet Rabbimizsin, buna şahidiz dediler.” (A’raf: 172)

(47)

Terbiye ve emaneti kabul edip, şahidliği taahhüd eylediler. Hiç bir şey değil iken şuurlu birer insan fıtratına geçip birer insan hüviyeti aldılar. Hiç bir muhalefette bulunmadan ilâhi takdire uydular.

İşte insan, Rabbi ile kendisi arasında vuku bulan böyle bir sözleşme altına girmiş ve kendi varlığında Rabbine şahitliği ve O’na kulluğu taahhüt etmiştir. Bu mukavele Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun dinine yönelmenin başlangıç noktasıdır.

Daha sonra, bu şahitliği ikrar ettiği halde yerine getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar edenler, kendilerine yaratılıştan ihsan edilen fıtratlarını ve akitlerini bozmuş, kendilerine yazık etmiş olanlardır.

“İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” (A’raf: 172)

Kıyamet gününde bütün işlerin neticesi en ince teferruatına kadar ortaya çıkınca hiç kimse itiraz edemeyecektir. Bir ferdin kalkıp da Allah-u Teâlâ’nın kitabından haberdar olmadığını söylemesi hiç bir mesnede dayanmaz ve hiç bir mânâ ifade etmez.

“Veya: ‘Daha önce babalarımız Allah’a şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen nesildik. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk eder misin?’ dememeniz içindi.”

(48)

Onlara karşı delil olabilecek hususlar bulunmuş olsaydı, onlar Allah-u Teâlâ’ya karşı delil getirerek bu sözleri söylemiş olacaklardı.

Halbuki her zürriyetin kendi başına bir taahhüdü, bir sözleşmesi vardı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına doğrudan doğruya şahit olmuşlardı. Fakat onlar şahitliklerini yerine getirmediler ve şirke düştüler. Mümin olanlar ise ezeli imanlarını dünyada açığa çıkarmaya muvaffak oldular ve ebedi saâdete erdiler.“İşte

biz âyetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf: 174)

Bu misakı açıkladığımız gibi âyetleri de açıklıyoruz ki, insanlar onları düşünsün, bâtılda ve babalarını taklitte ısrardan vazgeçsinler.

“Umulur ki dönerler.” (A’raf: 174)

Belki onlar böylece fıtratlarının icap ettirdiği noktaya dönerler, Allah-u Teâlâ’ya verdikleri ahde sarılırlar, vahdaniyet ve ulûhiyetini tasdik ederek hidayete nâil olurlar.

(49)

Meleklerin İmtihanı:

Melekler bir çok şey öğrenmişlerdi. Âdem Aleyhisselâm ise bilgin değildi, bir şey öğrenmemiş, bir öğretici ile de karşılaşmamıştı. Yüzünü Yaratana çevirdi, gönlünü her şeyden çevirerek Rabbine yöneldi.

“Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara: 31)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu cisimleri ona göstererek

“Bunun adı dağdır... Bununki güneştir... Bu sudur... Şu denizdir...” diye ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.

Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah’ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim irfan sahibi oluşudur.

Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili bütün bilgileri, onlara isimler vermesine dayanır. Bunun içindir ki, Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin isimlerinin öğretilmesi, onlarla ilgili bilgilerin de öğretilmesi mânâsına gelir. Zira “İsim” daima “Müsemmâ” ya, yani verildiği şeye işaret eder ve

(50)

Allah-u Teâlâ meleklere Âdem Aleyhisselâm’ın hepsinden daha bilgili ve anlayışlı olduğunu göstermeyi murad etti ve onları imtihana tâbi tuttu.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Sonra da o eşyayı meleklere göstererek ‘Eğer sâdıklardan iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin?’ dedi.” (Bakara: 31)

Onların kanaatlerini tasrih ederek, şüphe ve

tereddütleri silmek lütfunda bulundu. Melekler,

kendilerine has ilim ve mârifetlerinin genişliğine rağmen, bu hususta bilgileri olmadığı için cevap veremediler. Allah-u Teâlâ’nın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin hudutlu olduğunu kabul ettiler.

“Sen münezzehsin, seni tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yok. Şüphesiz ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin dediler.” (Bakara: 32)

Çünkü her şeyi en ince teferruatıyla bilen, ilmi her şeyi ihata eden, yaratmasında, öğretmesinde, dilediğine verip dilediğine vermemesinde sonsuz hikmet sahibi olan ancak O’dur. Aslî ve hakiki sebep ancak O’nun iradesidir, hikmet de onun gereğidir. Bu itirafta meleklerin, yeryüzünde bir halife yaratmasıyla ilgili ilâhî iradenin sebep ve hikmetini Allah-u Teâlâ’ya bırakmak mânâsı da vardır.

(51)

Allah-u Teâlâ meleklerin bu tenzih tesbihinden sonra onun halifeliğe layık olduğunu onlara göstermek için Âdem Aleyhisselâm’a şöyle hitap etti:

“Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!” (Bakara: 33)

Âdem Aleyhisselâm bu emr-i ilâhi’ye imtisal ederek, Allah-u Teâlâ’nın kendisine bahşettiği ilim sayesinde:

“Vaktaki Âdem bunların isimlerini onlara haber verdi.” (Bakara: 33)

Allah-u Teâlâ’nın kendisine öğretmiş olduğu eşyanın isimlerini sıralayınca üstünlüğü de ortaya çıkmış oldu.

Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere, eşyanın isimlerini teker teker sayıp özelliklerini belirtince Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Size demedim mi ki, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Açıkladığınızı da gizli tuttuğunuzu da bilirim.” (Bakara: 33)

Gizlisiyle açığıyla gaybı bildiğini, açığa

vurduklarını ve içlerinde gizlediklerini de bildiğini onlara hatırlattı.

(52)

Allah-u Teâlâ’nın önce Âdem Aleyhisselâm’a sonra da meleklere yönelttiği bu hitapta, insanın diğer mahlukata nisbetle çok daha şerefli bir mahluk olduğuna açık bir işaret vardır. Bu imtihan neticesinde Âdem Aleyhisselâm’ın üstünlüğü ve hilâfete lâyık olduğu ortaya çıkmış oldu.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı

yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) öğretti.” (Rahman: 1-4) Âdem Aleyhisselâm, yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilmediğini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı.

İnsanlığın atası olması sebebiyle Âdem

Aleyhisselâm’a “Ebül-beşer” denilmiş, Allah-u Teâlâ’nın seçtiği bir kul olduğu için de “Safiyullah” ünvanıyla anılmıştır.

Melekler ve cinler önce yaratılmışlardı.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet

edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Âdem Aleyhisselâm’ı Cuma günü ikindiden sonra bütün canlı yaratıkların en sonunda ve Cuma saatlerinin nihayetinde, ikindi ile akşam arasında

(53)

Âdem Aleyhisselâm’ın bütün mahluklardan sonra yaratılması, asıl maksat olduğu içindir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Üzerinize güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür. Âdem Aleyhisselâm o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu, cennetten o gün çıkarıldı. Kıyamet de o gün kopacaktır.” (Müslim: 854)

Âdem Aleyhisselâm cennetten kovulduğu için çıkarılmış değil, bazı vazifeler görerek sonra tekrar oraya dönmek için çıkarılmıştır.

(54)

Tâzim Secdesi:

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın bu yüce mevkini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini emir buyurdu. Bu emr-i ilâhi’ye uyarak bütün melekler secde ettiler. İblis ise kibir ve inadı yüzünden secdeye yanaşmadı, böylece kâfirlerden oldu. Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Bir zamanlar biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik.” (Bakara: 34 - İsrâ: 61 - Kehf: 50 - Tâhâ: 116)

Meleklere Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeleri emrolunmuş, melekler de ona secde etmişlerdir. Allah-u Teâlâ insanlığa öyle bir şeref bağışlamış ki; Âdem Aleyhisselâm’ın meleklere değil, meleklerin Âdem Aleyhisselâm’a secde etmesini emretmiştir.

“İblis hariç hepsi secde ettiler.” (Bakara: 34 - Kehf: 50)

Melekler Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’ine uyarak secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış, böylece Rabbinin emrine karşı gelerek büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştur.

“O ise yüz çevirdi, büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara: 34)

(55)

İblis her ne kadar meleklerin yaratıldıkları unsurdan değil ise de, onların yapmakta oldukları işleri yaptığı için meleklere yapılan hitaba o da girmişti.

“Meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblisten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.”

(A’ raf: 11)

Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ’yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın herhangi bir emir ve nehyini kabul ve tebcil etmek iman alâmeti olduğu gibi, bunun hilâfına hareket ise küfür ve tuğyan nişânesidir. Neticenin böyle olacağını Allah-u Teâlâ ezelî ilminde biliyordu. Bu itibarla da kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa bu secde emr-i şerif’ine kadar hiç küfrü geçmemişti. Mümkün olduğu halde itaat yolunu seçmedi ve o zaman bilfiil kâfir oldu.

Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Rabbin meleklere: ‘Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım.’ demişti.” (Hicr: 28)

Böylece onların kendilerini Âdem Aleyhisselâm’a hemen secde etmeleri hususunda daha önceden hazırlamış oldu.

Referensi

Dokumen terkait

Kegiatan pengumpulan data tingkat nyeri punggung bawah pada kelompok kontrol sebelum diberikan intervensi berupa pelatihan peregangan, memberikan hasil yang menunjukkan bahwa

Sasaran yang ingin dicapai dalam penelitian ini adalah menganalisis efektivitas pemberdayaan masyarakat dengan mengetahui perubahan kondisi pemberdayaan masyarakat sebelum

Menentukan parameter sebagai input Input yang digunakan dalam dalam penjadwalan komponen menggunakan algoritma simulated annealing selain waktu penyelesaian dan

Jadi, pendekatan yuridis empiris dalam penelitian ini maksudnya adalah bahwa dalam menganalisis permasalahan dilakukan dengan cara memadukan bahan-bahan hukum (yang

Tolok ukur sukses pengelolaan pembangunan adalah seberapa pesat nilai yang berlaku di masyarakat meningkatkan ikatan nilai tradisi seperti kekeluargaan, kegotong-royongan,

Sebelum adanya Hai online orang lebih terbiasa membaca majalah dengan perkembangannya teknologi Hai membuat media online yang di namakan Hai online lebih

Adalah suatu cara pengumpulan data dengan mengamati, mendengarkan, mencatat dan melihat secara langsung kegiatan atau aktifitas yang dilakukan oleh team pegawai pos

Selain itu, metode ini juga mengembangkan bagi peserta didik yang sudah memiliki keberanian berpendapat untuk meningkatkan kompetensi menjadi seorang “leader”