• Tidak ada hasil yang ditemukan

Sirket-gizli-gercekler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Sirket-gizli-gercekler"

Copied!
36
0
0

Teks penuh

(1)

ŞİRKET

GİZLİ GERÇEKLER

GÖZLEM & ANALİZ

(2)

GİRİŞ

Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’nın yönetim kadrolarında yer alanların görev alış tarihleri, 1967-68 yıllarını kapsıyor. Bu yıllar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kaos ortamına sürüklenişin önemli kilometre taşıdır.

MİT’in üst düzey yöneticileri “A Takımı” olarak tanımlanıyor. MİT Müsteşarlığı görevini sürdüren Şenkal Atasagun’un, “32 yıllık arkadaşım” diye söz ettiği sağ kolu, istihbarat yardımcısı Miktat Alpay, operasyon yardımcısı Emre Taner ve personel yardımcısı Sadi Sağdam MİT Müsteşar Yardımcıları olarak A Takımı’nı oluşturan isimler.

MİT’in ‘A Takımı’nda görev alan bu ekip, Hiram Abas & Mehmet

Eymür ikilisinin yakın adamları olarak kilit noktalarda bulundular. Abas &

Eymür ikilisinin Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ne denli yararlar sağladıkları bilinmektedir (!) Adı geçen ikiliden Hiram Abas, faili meçhul bir cinayette can verirken Eymür ise, bir kanun kaçağı olarak ABD’ne sığınmış ve CİA’e danışman olmuştur.

MİT Müsteşar Yardımcıları arasında en fazla öne çıkan isim olan Miktat Alpay, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1965 yılında fakülte öğrenci derneği seçiminde CHP’lilerin adayı olarak seçime katılmış, ancak kazanan, sağ görüşlülerin adayı Cevdet Yücel Fenercioğlu olmuştu. 1965 yılında Urfa’da stajyer hakim olarak görev yaptı.

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile Miktat Alpay’ın göreve gelişleri oldukça ilginç. 1997 sonunda dönemin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın Paris Büyükelçiliği’ne atanması kararlaştırıldığında, boşalan göreve getirilmesi düşünülen aday isimler arasında Şenkal Atasagun ile Miktat Alpay yer almışlardı.

O dönemde MİT’in Londra temsilciliği görevinde bulunan Şenkal Atasagun’dan yana ağırlığını koyan Mesut Yılmaz sayesinde MİT Müsteşarlığı görevine atandı. Atasagun, MİT bünyesinde yetişen ilk Müsteşar unvanını da elde etmiş oldu. Miktat Alpay ise; MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine devam etmişti.

Miktat Alpay, MİT’in CİA ve FBİ ile en üst düzeyde diyalogunu yürütmek üzere Washington’a gönderiliyor. Bu yeni göreve atanmasının nedeni olarak ileri sürülen gerekçe de oldukça ilginç; son aylarda Ermeni ve Kürt

(3)

meselelerinin Türkiye’nin gündemini bu kadar meşgul etmesi, bu konuların diplomatlar dışında, ABD’de devlet işleyişinde önem taşıyan noktalara anlatılması ihtiyacını doğurmuştu (!) Eğer Türkiye, Washington’da derdini iyi anlatamazsa, dünya sahnesinde istenilen etkiyi gösteremiyor demekti! O halde yapılması gereken şey şuydu: Öyle bir temsilci gönderilmeliydi ki, gerektiği zaman (CİA Başkanı George) Tenet de dahil her kapıyı açabilmeli ve Türkiye’nin tezlerini anlatabilmeliydi. Yani Miktat Alpay, Türkiye’nin tezlerini en üst düzeyde anlatılmasını sağlamaya en uygun uzmandı (!) Peki ama MİT Müsteşar Yardımcısı (MİT içindeki en önemli görevi Meydanın gerçek patronu olmaktır) Miktat Alpay, Türkiye’nin tezlerini en üst düzeydeki ABD devlet kadrolarına en iyi şekilde anlatabilecek, yeterli, etkili, diplomasi ve akıcı ‘lisan’a sahip (midir?) Ne gezer! Kendileri hiç İngilizce bilmezler. Ancak tercüman ne güne duruyor? Üstelik çok gizli konularda Türkiye’nin tezlerini anlatacak olan istihbarat uzmanının bu gizli konularda yanında bir de tercümanın tanıklığında görev yapmasından daha doğal ne olabilirdi ki (!)

Amerika gibi bir ülkenin dünyayı dize getirmeyi ve kontrol altında tutmayı başaran CİA gibi bir istihbarat örgütü karşısında tek sözcük İngilizce bilmeksizin Türkiye’nin tezlerini en iyi biçimde anlatıp savunulması elbette akıl çizgisinin dışına taşar.

MİT İstihbarat Yardımcılığı görevine ABD’ye atanan Miktat Alpay’ın yerine Cevat Öneş getirildi.

26 Kasım 2000 / Pazar akşam saatlerinde Ankara MİT Karargahına davet edilen dört gazeteciye Müsteşar Şenkal Atasagun ile yardımcısı Miktat Alpay’ın yaptığı açıklamaların medyada yer alarak Türk kamuoyuna yansıması 28 Kasım 2000 tarihinde gerçekleşti ve Ankara kulisleri bu açıklamalarla karışırken, Türk kamuoyunda halkın olumsuz tepkilerine neden oldu.

26 Kasım 2000 / Pazar akşam saatlerinde Ankara MİT Karargahına davet edilen dört gazeteci şu isimlerden oluşuyordu: Sabah gazetesi Ankara temsilcisi Murat Yetkin, Hürriyet gazetesi Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Milliyet gazetesi Ankara temsilcisi Fikret Bila ve Star gazetesi Esen Ünür. Ulusal yayın yapan onca medya kuruluşu ve onca gazeteci arasından özenle seçilerek açıklama yapılmış olması da dikkat çeken önemli bir noktadır. Ayrıca, demokratik rejimlerde böylesine önemli açıklamalar yapılırken ‘muhalif’ yayın organlarının temsilcileri ile ‘bağımsız’ yazarların dışlanamayacakları bilinen bir gerçektir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci içindeki Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının belirlenmesinde önemli ve kaçınılmaz bir rol üstlenmek durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Resmi İstihbarat Örgütü sorumlularının ‘demokratikleşme’ çabalarına bakış açılarını ve ‘demokrasi’ anlayışlarını da gözler önüne seren bu ayrımcılık anlayışı, ‘düşüncenin ifadesi özgürlüğü’nden yana olduğunu iddia eden Türkiye için olumsuz bir ‘kanıt’ teşkil etmiştir.

(4)

MİT’in medya organlarına yerleştirdiği ‘ajan gazeteciler’ de böylece deşifre olurken, Kürtçe TV yayını olması gerektiğini savunabilen MİT’in Cumhuriyet devrimlerine bağlı, bağımsız gazeteci ve yazarlara karşı tavrı da kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

MİT, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni örnek alarak, 60 kişilik genç yeteneklerden oluşan bir ‘kurmay heyeti’ oluşturmaya çalıştığını açıkladı.

MİT, iç istihbarattan çekilip tümüyle dış istihbarata yöneleceğini açıkladı. MİT’in bir başka açıklaması daha vardı ki; tüm Türkiye’yi derinden sarsıp çeşitli düşüncelere yöneltti. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, yardımcısı Midat Alpay ve teşkilatın sözcüsü Cem Koca’nın da hazır bulunduğu basın açıklamasında, devletin Kürtçe televizyonu kullanması düşüncesinde olduklarını açıkladı.

Müsteşar Atasagun, PKK’nın hafife alınmaması gerektiğini, PKK’nın Filistin modelini uygulamaya yöneldiğini, Abdullah Öcalan’ın idam edilmesine karşı olduklarını, kullanmaktan yana olduklarını açıkladı.

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Tele-vole programlarının adamı komünist yapacağına inandığını da açıkladı.

MİT Müsteşarı ve yardımcılarının yaptığı bir başka açıklamaya göre de Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından 25 Şubat 1999 tarihinde hazırladıkları bir Raporu, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında sunduklarını, bu Raporun ‘kültürel alandaki önlemleri’ içerdiğini dile getirdiler.

Cumhuriyet tarihine bakıldığında, şu gerçek belirir: MİT, özellikle kültürel alanlarda önlemler almış, aydın Kemalist nesilleri çeşitli, asılsız suçlama ve karalamalarla fişleyip yaşamlarını perişan etmiştir. Şimdi bu gerçeklerden yola çıkılarak; MİT’in kültürel alandaki önlemlerinin yeni nesilleri perişan etmeye, ulusal çıkarlara aykırı gelişmelere neden olacak sonuçları yaratmada yeni bir plânlamaya yöneldiğini söylemek, gerçek dışı sayılamaz. MİT’tin üst düzey yönetici ve sorumlularının medya aracılığı ile kamuoyuna yaptıkları tüm bu açıklamaların ardında yatan ‘gerçek’ nedir?

MİT Müsteşarının Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantı gününden (29 kasım 2000) bir gün önce, ulusal çıkarları derinden ilgilendiren konular kapsamında açıklamalar yapmış olması tesadüf olarak kabul görebilir mi? Cumhuriyet tarihinde MİT’in gazetecilerle tanışarak görüş bildirmesi ilk kez Orgeneral Teoman Koman döneminde yaşanmıştır. Ancak bu Koman’ın

‘Ben, devletin sesiyim’ kimliği ve iddiasıyla ile ortaya çıkması anlamında

gerçekleşmemiştir.

Demokratik yönetimlerde çeşitli kurumların sorumluları görüşlerini saptarlar ve hükümetlerine iletirler. Bu görevlerinin doğal ve kaçınılmaz bir parçasıdır. Hükümetler ise; tüm görüşleri topladıktan sonra, politika belirler

(5)

ve gereğinde kamuoyuna açıklamalarda bulunur. Bunun dışında bir gelişme sergilenmesi düşünülemez. Türkiye’de demokratik bir Cumhuriyettir ve devlet görevlerinin yerine getirilmesi için görevlendirilmiş bir hükümet iş başındadır. Hükümet susmuş MİT görüş beyan etmiştir ki; bu yöntem demokrasinin işleyişi ve ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. MİT, durup dururken birden bire ‘Devletin Sesi’ olarak ortaya çıkmıştır. MİT, bir kamu kuruluşudur ve devlet olarak değerlendirilemez. Hele ki; demokratik, hukuk düzeninin hakim olduğu hiçbir rejimde böyle bir gelişme sergilenemez.

MİT Müsteşar yardımcısı Miktat Alpay, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasından yana olduğunu ancak Yugoslavya gibi olmasına da karşı olduğunu dile getirmesi de oldukça ilginç bir tespit olsa gerek. Miktat Alpay’a göre; Atatürk’ün bizlere gösterdiği yol Batı’dır. Doğu ise tehlikelerle doludur. Batı’ya gitmenin yollarını aramak gereklidir (!) MİT’in geçmiş dönemlerdeki faaliyetleri incelendiğinde ise; Batı’ya ulaşmanın yolları, Türk aydınlarını, gazeteci, yazar, sanatçı ve entelektüel birikime sahip insanlarını asılsız suçlama ve karalamalar sonucu perişan ederek, Türk ve dünya kamuoyuna yanlış tanıtmaktan geçmektedir.

MİT’in öteden beri özellikle ‘kültürel alanlardaki önlemleri’ Türkiye’nin Cumhuriyet devrim ilkelerine, Kemalizm’e ve ulusal çıkarlara aykırılıklar taşıdığı sayısız olay, belge ve dokümanla tarihsel süreç içinde gün ışığına çıkmaktadır. Bellidir ki; MİT kadrolarının kültürel alanlara özel bir ilgisi vardır. Ancak dikkat çeken bir başka özellik, MİT kadrolarının her dönemde kültürel donanımdan yoksun portrelerden oluşmuş olmasıdır.

MİT’in Cumhuriyet tarihinde göze batan bir başka başarısı da sayısız naylon illegal örgütler kurmuş olmasıdır. Kurulan bu naylon örgütler sayesinde ‘örtülü ödenek bütçelerinin’ içi boşaltılmış, kişisel servetler hanesine kazandırılmıştır. Bundan başkaca da toplumun kutuplara bölünmesi sağlanmıştır. Yaratılan bu kutuplaşmalar, naylon illegal örgütler ve taşeron cinayet şebekeleri sayesinde MİT kadrolarında görev alanlar, Türkiye’nin milli güvenliğini sağlayan efsane birer kahramana dönüşebilmişlerdir.

Bu çalışma, 21. Yüzyıl dünyasında arzulanan ‘objektif’ ve ‘bağımsız’ düşünce üretilmesi prensibinden hareketle; ulusal çıkarlar, milli güvenlik gerekçeleri göz önüne alınarak ve Cumhuriyet Devrim İlkeleri ışığında günümüzün aynalara yansıtılmasından daha çok; yaratılmak istenen gelecekteki Türkiye’nin vizyonu, bugünden gözler önüne serebilmek amacından hareketle hazırlanmıştır.

(6)

MİT 2000

28 KASIM

KAMUOYUNA YANSIYAN AÇIKLAMALAR

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısı Miktat Alpay, MİT Karargahında Sabah Ankara Temsilcisi Murat Yetkin, Hürriyet Ankara Temsilcisi Sedat Ergin, Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila ve Star Ankara Temsilcisi Esen Üner’e çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Kürtçe Tv’ye yeşil ışık yakan Atasagun, “Apo’yu nasıl kullandıksak Kürtçe’yi kullanırız” dedi. İşte çarpıcı açıklamalar:

Atasagun: Kürtçe Tv bir hükümet meselesi, hükümetin kararı. Hükümet

sorarsa söyleriz. Güneydoğu’da çok rahat Medya Tv seyrediliyor. Olayları kendi açılarından ve yalan yanlış aktarıyorlar. Rakip çıkarsa iyi olur mu, olmaz mı?

Alpay: Oradaki vatandaşı kazanmak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

İstiyorsanız derdinizi anlatmanız lazım. Ben, 1965’de Urfa’da hakimlik stajımı yaparken vatandaşla anlaşmak için Arapça, Kürtçe tercümanlar kullanmak zorunda kalınıyordu. Bugün de öyle. Adamın ana dili Kürtçe, Türkçe anlamıyor. Türkiye’nin doğrularını nasıl anlatacağız, işaretle mi? Onu kazanmak istiyorsak, ona ulaşmamız lazım. Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarı için Apo’yu nasıl kullanıyorsak, Kürtçe’yi de kullanırız. Bunu da başkalarının bizden istediği şekilde değil, kendi istediğimiz şekilde yapabiliriz. Türkiye’nin çıkarları için bu konuda akılcı bir politika izlenmesi lazım.

Atasagun: Sahayı bölücülere bırakmamak meselesi.

Alpay: Sözcükler iyilik içinde, kötülük için de kullanılabilir. Türkiye

Cumhuriyeti akıllılık edip sözcükleri iyilik için kullanmanın alt yapısını kurabilmeli. Ama bu hükümetin işi.

Bu konuyu hükümetle görüşüyor musunuz?

Atasagun: Öcalan’ın asılması olayında nasıl kanaatimizi sordular ve

(7)

Peki bu konuyu MGK’da görüştüğünüzde askerlerle aranızda tartışma çıkıyor mu?

Atasagun: Hayır bu konuya en liberal bakanlar askerler aslında. Biz bu

konularda TSK ile yüzde 100’e yakın aynı düşünüyoruz.

Alpay: Türkiye Cumhuriyeti anaları kazanamadı. Ana dili sorun. Anaları

kazanabildiysek, mesele bugüne kalmazdı. Yıllarca yazdık sonuç alamadık.

Bir yer açık kaldı. “Kürtçe Tv hükümet kararıdır, sorulursa söyleriz” dediniz. Soruldu mu?

Atasagun: Soruldu. Biz de bu size açıkladığımız kanaatimizi verdik. TSK

ve Dışişleri ile de konuşuyoruz. Ciddi görüş ayrılığımız yok.

Peki olması önündeki engel ne?

Atasagun: Daha çok soru siyasetçilerden geliyor. 25 Şubat 1999’daki

MGK’da Sosyal Önlemler konuşulurken, siyasiler “Bunları nasıl söylersiniz?” dediler. Tabi bizim bürokrat olarak oy sorunumuz olmadığı için daha rahat konuşuyoruz.

Alpay: Biliyor musunuz? Apo şimdi bir Kürt Dil Kurumu kurma fikrinde.

Ortak bir Kürt dili oluşturmaya çalışıyor. Atatürk’ü taklit ediyor.

Atasagun: Son aylarda Ermeni ve Kürt meselelerinin Türkiye’nin

gündemini bu kadar meşgul etmesi, bu konuların diplomatlar, siyasetçiler dışında devlet işleyişinde önem taşıyan noktalara da anlatılması ihtiyacını doğurdu. ABD, Dünyanın şerif oldukça siz, Washington’da derdinizi iyi anlatamazsınız, dünya sahnesinde istediğiniz etkiyi gösteremiyorsunuz. Öyle bir temsilci gönderelim ki dedik, gerektiği zaman (CİA Başkanı George) Tennet da dahil her kapıyı açabilsin ve Türkiye’nin tezlerini, kanıtlarını anlatabilsin. Yani Miktat Bey’in Washington’a gidiş nedeni, Türkiye’nin tezlerini en üst düzeyde anlatmasına katkıda bulunmaktır. Washington son zamanlarda hep boş kaldı. Buraya gelen her ABD heyeti zaten yıllardır Miktat Bey’in yerini, MİT içindeki önemini, iki numara olduğunu biliyor. Miktat Bey'’n İngilizce sorununu ise, yanına kendi seçtiği, dile çok hakim daha genç bir arkadaşla çözüyoruz. Kafalarda 'sürgün’ diye anlaşılırsa biz üzülürüz. Çünkü öyle değil, tam tersi.

Atasagun: PKK’yı bazıları hafife alıyor. Biz, almıyoruz. Hala yurtdışında

dört bin-dört bin beş yüz, yurt içinde beş yüz kadar silahlı adamları var. Bu güç orada kaldıkça, PKK’da silahlı bir tehdit olarak ortada kalır.

Alpay: PKK şu anda istediği zaman silahlı eyleme başvuracak bir kadroyu

el altında tutuyor. Bu güç kalkmadığı sürece bizim için tehdit olacak. Hem bu güç duruyor. Hem de ‘demokratik cumhuriyet, barış’ diyor. Bu olmaz. Silahlar teslim edilmedikçe bu olmaz. Zaten böyle bir masaya PKK ile oturup konuşma filan da olmaz. Başka temsilciler kendiliğinden çıkacaktır ortaya. Ama yine de bu eylemsizlik halinin devamı bizim için kardır.

(8)

Atasagun: Medya Tv’yi takip ediyoruz. Sayım günü Adana’daki olayları

“intifada” olarak öne çıkardılar. Şimdi Filistin modelini uygulama niyetleri var gibi. Şantaj olarak elinde tutmak istiyor.

Yapmak istedikleri sizce ne?

Alpay: PKK Kendi sorununu Kürt sorununa mal etmeye çalışıyor.

Kendisini Kürtlerin tek temsilcisi göstermek istiyor. Yaparken de terörist kimliğini unutturmak istiyor.

Bir de AB konusu var. Kimi diyor ki, “Türkiye AB’ne yaklaştıkça bölünme tehlikesi artar” kimi de “Hayır diyor” Siz ne diyorsunuz?

Atasagun: Atatürk’ün bize gösterdiği yol Batı’dır. Doğu tehlikelerle dolu.

Batı’ya girmenin yollarını arayacağız. Demokrasiyi tüm kurallarıyla kabul etmemiz lazım. Bir Avrupalı bazı şeyleri nasıl kabul ediyorsa biz de edeceğiz.

Peki bunları hükümete, MGK’ya söylüyor musunuz?

Atasagun: Görüşümüzü sorduklarında söylüyoruz. Bakın, Öcalan’ı getiren

de biziz, asılması için en büyük mücadeleyi veren de biziz. 10 Ocak’taki Bakanlar Kurulu’nda Başbakan Ecevit, taslağını bizim hazırladığımız metni okudu. Bunu kendimiz için değil, ülkenin menfaati için yaptık. Apo’yu herkes kullandı. Biz neden kullanmayalım?

PKK’nın hedeflerine ulaşması açısından HADEP’i nasıl değerlendiriyordunuz?

Atasagun: 18 nisan seçimlerinden sonra HADEP’in kazandığı yerleri harita

olarak MGK’na çıkardık. Bu biliniyor. Ama sorunun özün yine de ekonomik. Bırakın Doğu’yu, düşünün ki siz Ankara’nın varoşlarında yaşayan altı çocuğu olan, evine ekmek götüremeyen birisiniz. Akşam televizyonda Tele-voleleri açtığınızda Türkiye’de altmış kişinin nasıl yaşadığını görüyorsunuz. Ben de olsam belki komünist olurdum. Tabi, Apo’nun 20 senedir orada bir etkisi olmadı dersek yalan söylemiş oluruz.

Alpay: HADEP ya bölge partisi olarak kalacak, ya da Türkiye partisi

olacak. Türkiye’nin partisi olursa mesele kalmaz.

Atasagun: Mütedeyyin kitleyle şeriatçıları birbirine karıştırmamak lazım.

Türkiye’de şeriatçılar var. Yüzde beş ila sekiz arasında şeriatçı var. Destekçileri de bölgede bu sistemle yaşayan ülkeler.

Alpay: Mütedeyyin insanla şeriatçı arasında ayrım yapmadığımız sürece

şeriatçıların ekmeğine yağ sürüyoruz. Geçenlerde bir arkadaşımın cenazesi vardı. Camiye gittik, hınca hınç dolu, huzurlu bir ortam var. Bunların hepsi mürteci değil. Ama onları kullanmak isteyenler aralarında. Burada önemli görev Diyanet İşleri’ne düşüyor. Mehmet Nuri (Yılmaz) hoca iyi çalışıyor

(9)

aslında. Ama cami cemaatini kazanmakta Türkiye Cumhuriyeti başarılı değil, şeriatçılar başarılı.

***

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, bu göreve Koalisyon hükümetinin ortakları arasında yer alan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın sayesinde atanabilmiştir. Atasagun’un yaptığı açıklamalar ise; Mesut Yılmaz’a ait görüşlerin kamuoyuna yansımasının hemen ardından gerçekleşmiştir. Özetle; MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, ulusal çıkarlara aykırı olması nedeniyle kamuoyunda geniş ve olumsuz yankılar uyandıran açıklamalarıyla ‘sahibinin sesi’ olmuştur. Açık ve nettir ki; Atasagun’un ‘ahde/vefa’ duyguları oldukça gelişmiş ve duyarlıdır (!)

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un kamuoyuna yansıyan görüşlerini dile getiren açıklamalarının medyada yer aldığı tarihte Başbakan Bülent Ecevit’in bir açıklama yaparak “Yetkilerini aşmadı” demesi ise; koalisyon hükümeti, TBMM ve TSK-Hükümet ilişkilerinde doğabilecek kriz ortamının önüne geçilebilmesi çabası olarak değerlendirilmesi doğru olandır. Bu durum, Mesut Yılmaz ile işbirliği içinde olan MİT yönetim kadrolarının kontrolünde olan medya kullanılarak, kamuoyuna çarpıtılarak yansıtılmış ve Atasagun’un ‘sahibinin sesi’ olduğu gerçeği perdelenerek, Ecevit ‘günah keçisi’ gösterilmiş, politikada deneyimli Ecevit’in hükümet ortağı MHP ile aralarındaki görüş ayrılıklarını Atasagun’un açıklamalarıyla duyurmaya çalıştığı izlenimi uyandırılmıştır.

Aşağıdaki gelişmeler anımsandığında görülecektir ki; MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un gerçekten de ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ilişkisinde ‘sahibinin sesi’ olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Yıl: 1976

Yunanistan AET’ye tam üyelik için başvuruda bulundu. Brüksel Türk Büyükelçisi Tevfik Saraçoğlu, Ankara’ya bir telgraf çekerek şu mesajı iletti: “Türkiye’nin tam üyelik için derhal başvuruda bulunması gerek.”

Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti iktidarda. İktidar ortakları Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş, bu telgrafa yanıt vermek yerine 70 cent bulabilme çareleri aradılar.

Yıl: 1975

Başbakan Bülent Ecevit, AET dosyasını rafa kaldırdı.

YIL: 1978

Başbakan Bülent Ecevit, AET ile ilişkilerin askıya alındığını açıkladı.

YIL: 2000

Başbakan Bülent Ecevit, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin ağır koşulları karşısında konuyu askıya alabileceğinin işaretlerini ‘ima’ ediyor.

(10)

MİT Müsteşarı Atasagun ve yardımcısı Miktat Alpay’ın yaptığı açıklamaların ardından; yıllardır zaten MİT’in kontrolündeki medya organlarında görev yapan yazı işleri redaktörleri ile Medya içinde görevlendirilmiş ‘ajan gazeteciler’ tarafından desteklenerek kamuoyu oluşturulmasına özenli bir çaba gösterildiği yapılan yayınlarla su yüzüne çıkmış bulunmaktadır.

***

*

15 Ekim 2000 / Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan:

“.. HADEP’in konumu kilittir.” (...) “.. HADEP demokratik çözümü geliştirmeli, köylere kadar demokratik hareket geliştirilmeli. (...) “HADEP ile MHP birbirine yakınlaşmada duygusal engeller aşılmalı.” (....) “Aydınların bu demokrasi meselesinde yoğunlaşması gerekirdi.” (...) “... Nasıl bir Türkiye’den nasıl bir Türkiye’ye.. “ (...) “..HADEP hep Kürtlerden olmasın. Türkler de olmalı..”

*

24 Kasım 2000 / HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın Kongre

konuşması:

“... Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor; biz de değişiyoruz. HADEP asla ayrılıkçı ve bölücü bir parti değildir. Artık demokrasiyi ve barışı boğan korkulara, güvensizliklere gerek yok..”

*

25 Kasım 2000 / MİT Müsteşar Yardımcısı Miktat Alpay:

“HADEP ya bölge partisi olarak kalacak, ya da Türkiye partisi olacak. Bölge partisi olarak kalırsa yüzde 4-5’te kalır.”

*

15 Ekim 2000 / Terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan:

“.. 4 ciltlik mitolojiyi öneririm. Gordon Child’in kitaplarını öneririm. Bol bol okuyun. Eğitimle ilgili çalışmalar yapın. Kadının demokrasiye katılımı çok önemlidir. Demokrasi sahnesine çekilmesi önemli. Ortadoğu’da dini gericilik, fundamentalizm büyük kaybettirdi. Demokratik Ortadoğu toplumunun gelişmesi, sosyalist demokrasisiz olmaz. Ama sosyalizm de demokrasisiz olmaz.” (...) “..neolitik devrim

Zagros Toros hattındadır. (...) Neolitik devrim, bir kadın devrimidir ve bu coğrafya da oluşmuştur. Fırat, Dicle ve Zap’ın doğduğu yerde gelişmiştir. Buralarda başlar ve Çatalhöyük’e kadar gider. İlk tarımı, hayvancılığı kadın geliştirir. Mesela iki leoparla tek başına kendisini korur. Ovalarda yapılan kazılarda hep kadın heykelleri çıkar, çünkü orada kadın egemendir. Kadın egemen bir toplum vardır. (...) Sümerler’in ortaya çıkışıyla devletin, sınıfların, din, siyaset,rahiplik gibi üst kurumları da oluşunca kadın adım adım kendi egemen konumundan uzaklaşmıştır.”

25 Kasım 2000 / MİT Müsteşar Yardımcısı Miktad Alpay:

“Türkiye Cumhuriyeti anaları kazanamadı. Ana dili sorun. Anaları kazanabildiysek, mesele bugüne kalmazdı. Yıllarca yazdık sonuç alamadık.

(11)

*

20 Kasım 2000 / Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin televizyonu KTV,

(Kürdistan Televizyonu)Türkçe yayına başlayacağını açıkladı. Türkiye’deki Kürtçe televizyon yayını tartışmalarını yakından izlediğini söyleyen KTV’nin Genel yayın Yönetmeni Karuhan Akce, Türkiye’de Kürtçe yayına başlanmasının yararlı olacağını savunan konuşmasında, “Terör olayının ortadan kaldırılmasına ve Türkiye’de istikrarın sağlanmasına katkısı olacağına inanıyorum” dedi.

Kuzey Irak Selahattin kentindeki eski bir otel merkezinden yayın yapmakta olan KTV Genel Yayın Yönetmeni Karuhan Akce, amaçlarının Türkiye’deki insanlara K.Irak’ta olup bitenleri duyurmak olduğunu ifade ederken, “Biz Kürt halkının geleceği için bağımsız yayın yapıyoruz” dedi.

Not: Kuzey Irak’ta halen 30 kadar televizyon Kürtçe olarak yayın

gerçekleştirmektedir. Mesut Barzani yönetimindeki bölgede KTV, Gulan

Tv, Herim Tv adlarında üç televizyon yayın gerçekleştiriyor. Aynı bölgede

Türkmenlerin günde yedi saat yayın yapabilen TERT adlı kanalında haber bültenleri Arapça ve Kürtçe olarak da yayınlanmaktadır. Bunlardan başkaca

Celal Talabani yönetimindeki Kuzey Irak bölgesinde KYP’ye ait bir

televizyon bulunmaktadır.

Yukarıda yer verilen beyanlar ve bilgiler dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki; Türkiye ile Kuzey Irak’ta gelişen olaylar, gerçekte ‘tek

merkezden’ gerçekleştirilen yönlendirme, oluşum sağlama, kontrol altına

alma ve yönetmedir.

Terörist Abdullah Öcalan’ın okuyup taraftarlarına önerdiği kitaplar ile MİT Müsteşar Yardımcısı Miktat Alpay’ın dört ajan gazeteci aracılığıyla kamuoyuna yansıttığı görüşler arasında paralellik, şunu göstermektedir: MİT Müsteşar Yardımcısı tarafından Abdullah Öcalan’ın bazı kitapları okuması ve taraftarlarına önermesi sağlanmıştır. Ancak, söz konusu kitapların Müsteşar Miktat Alpay’a kimler tarafından önerildiği meçhuldür (!) Gerçekte bu meçhul adresin, Washington merkezli Ankara Bürosu olduğundan, aklı başında hiç kimse kuşku duyamaz.

Terörist Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak getirildiği Türkiye’de hapsedildiği İmralı Cezaevi’nde Türk aydın ve yazarlarının kitaplarını okuduğu belirlenememiştir. Oysa ki Öcalan, “Anadolu toprakları üzerinde 200 yıllık bir hastalık” olarak tanımladığı Kürt milliyetçiliğine yaşamını adamış sözde bir dava adamı görünümündedir. O halde; kaçınılmaz olarak Anadolu topraklarını yabancı yazarlardan çok daha iyi bilen Türk ya da Kürt kökenli Türk yazarların kitaplarını neden okumamaktadır? Çünkü, harekat Washington’un Ankara Merkezli adresinden yönlendirilmektedir. Bunun sonucu olarak da Washington’un Ankara Merkezli kültürü, görüşü ve çıkarlarına uygun olan kitapları, yazar sıfatı kazandırılmış siyasal/psikolojik savaş teorisyenlerinin kaleme aldığı kitapları okumalıdır ki; senaryolara uygun modellerin yaşama geçirilmesindeki ‘aktörlük’ görevini yerine getirebilsin.

(12)

Gerçekte ‘naylon’ bir dava adamı, sahte bir terörist, siyasal/psikolojik savaş aktörü olan Abdullah Öcalan’ın tutuklanarak cezaevine konmasıyla birlikte başlayan bir süreç vardır ki; Öcalan bu süreçte birden bire ‘doktriner/entelektüel’ karakteri canlandırmaya başlamıştır (!)

Yıllarca Suriye topraklarında silahlı bir yaşam sürdüren sahte terörist, gerçek kukla Abdullah Öcalan’ın elindeki silahı bir an olsun bırakıp kaleme el atmayı ve kültürel alanda faaliyet göstermeyi hiç akıl etmemiş; İmralı Cezaevine girer girmez kitap okumaya merak sarmış, taraftarlarına kitaplar önermeye başlamış ve ‘yazar’ olup çıkmıştır ki, bu değişim oldukça dikkat çekicidir.

***

MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile yardımcısı Miktat Alpay’ın yaptığı açıklamalardan ötürü Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıp hüküm yiyen pek çok düşünce insanı bulunmaktadır. Bu isimler arasında Kürt kökenli Türk vatandaşı olan ünlü yazar Yaşar Kemal de yer almıştır. Çok yakın bir tarihte Fransa’da ölen ve oraya gömülen Kürt kökenli Türk vatandaşı, protest müziğin öncüsü Ahmet Kaya, benzer istemleri dile getirdiğinden ötürü, DGM tarafından hakkında dört ayrı dava açılmıştı. Kürtçe eğitim, Kürtçe şarkı, Kürtçe kitap, Kürtçe dergi, Kürtçe gazete ve Kürtçe televizyon yayını olması gerektiğini savunan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, kim olduklarına bakılmaksızın ve hiçbir ayrım gözetilmeden uygulamadaki yasalar çerçevesinde Cumhuriyet Savcıları tarafından açılan davalar ile yargı önünde hesap vermişlerdir.

Konumuz içinde yer alan gelişmeler olup biterken Türkiye vurguncular tarafından soyulan, milyonlarla ifade bulan vatandaşlarının sefalet içinde yüzdüğü, her türden sosyal güvenceden yoksun olarak yaşam mücadelesi vermeye çalıştığı bir ülke durumundadır.

Yakın tarihte İran’da, Şah yönetiminin sürdüğü dönemde, ‘Ben, devletin sesiyim’ iddiasını katı biçimde sergileyen Pehlevi’nin resmi istihbarat örgütünün uygulamaları sonucu İran bir gecede kökten/dinci bir rejime sarılıvermiş ve Şah Pehlevi koca dünyada sığınacak tek bir ülke bulamadığından kahrından ölmüştür.

Bugün Türkiye’de mevcut rejim ‘devrilme’ ve ‘ortadan kaldırılma’ gerçeği ile karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. Cumhuriyeti koruma görevi Cumhuriyet Savcılarına aittir. Mevcut rejime ve mevcut yasalara aykırı beyanlarda bulunarak, kendi seslerini ‘devletin sesi’ gibi gösterenler, Cumhuriyet Devrim İlkelerine tümüyle aykırı, ulusal güvenliği hiçe sayabilen istemleri uygulamaya koymaya kalkışanlar kim oldukları ve hangi görevde bulunduklarına bakılmaksızın, hiçbir ayrıcalık gözetilmeden ‘adalet’in bağımsız kollarına teslim edilmelidir.

Gelişmeler kanıtlamaktadır ki; terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a ulusal çıkarlara aykırı ve milli güvenliği ortadan kaldırmaya yönelik taktikler

(13)

geliştirilerek sunulmakta ve Öcalan’dan bu doğrultuda yarar sağlanmaktadır.

Terör örgütü PKK ve taraftarlarına, Kuzey Irak ve Türkiye içindeki silahlı terör gruplarına mesaj iletilmektedir. Mesajı ileten ise; MİT Müsteşarı ve Yardımcıları olmuştur. Gerçekleşenler; özde, ‘kılavuzluk’tan başkaca bir şey değildir. Başsız kalan terör örgütü PKK ve yandaşlarına başarı kazanabilmelerinin yolları, MİT üzerinden, CİA’in Türkiye işbirlikçilerce işaret edilmiş ve amaçlanan mesaj ulaştırılmak istenen noktalara iletilmiştir. Özetle; hukuk plâtformunda ‘suç’ işlenmiştir. Ve bu suç ‘alenen’ sergilenmiştir. Cumhuriyet Savcılarının görevden kaçınmaksızın gereğini yerine getirmeleri, gerekli bir zorunluluğa dönüşmüştür.

***

DİL OLMADAN ULUS, VATAN VE DEVLET OLMAZ

Dil, hafife alınıp önemsiz gösterilemez. Dilin şakaya gelir yanı yoktur.

Dil olmadan ırk olmaz.

Ortak bir dil olmadan, kültür yaratılamaz, ulus oluşturulamaz. Dil olmaksızın vatan kurulamaz.

Dili olmayan bir halk topluluğunun devleti olamaz.

Dilin yaratıcıları duygu ve kültür derinliği olan üretkenlik yeteneğine sahip şairler ve romancılardır. Bu nedenle de her dilin ulusal onuru olarak kabul edilen edebiyatçıları vardır. Bu edebiyatçıları da dünya insanlığı, ‘evrensel’ bir değer olarak kabullenir ve eserlerini tüm insanlığın ortak değeri olarak kabullenir.

Bir ülkenin birkaç dili olabilir, fakat böyle bir ülkede ulus-devlet oluşturulamaz. O ülkede ulus oluşumu gerçekleşemez. Zaten bu türden devletlerin ulusal onur olan edebiyatçılardan yoksun oldukları görülür. Türkler, tarih boyunca çeşitli devletler kurmuşlardır. Bu devletlerde resmi dil Türkçe olmuştur. Türklerin kurduğu ve tarihe karışıp yok olan devletler günümüze değin varlığını koruyamamıştır, ama Türkçe hep var olabildiği, yaşatıldığı, ölmediği için de tarihe gömülen devletlerle birlikte Türk ırkı yok olup gitmemiş, yeni yeni devletler kurmayı başarabilmişlerdir.

İnsanlık tarihini boyunca tüm medeniyetleri derinden etki altına almayı başarabilmiş olan Türkler, bunu dillerine borçludur. Kaçınılmaz olarak da tüm dünya medeniyetleri Türk dili olan Türkçe’ye borçludurlar.

Sanat, bilim, kültür, matematik, astronomi, kimya, tıp, edebiyat, şiir, vb her alanda insanlığa birikim hizmeti vermiş olan Türkçe’nin Cumhuriyet Türkiye’sinin resmi dili olarak kabul edilmiş olması basit ve ilkel bir milliyetçilik gerekçesinden ibaret değildir.

(14)

Türk dilinin 5500 yıl öncesine ait müstakil bir dil olduğu bilimsel verilerle kanıtlanmış ve dünya tarihçileri tarafından kabullenilmiştir. İlk ana Türkçe dil ise daha da eskidir. Altay dillerinin 8500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilinmektedir.

Yaşayan dünya dilleri arasında en eski yazılı belge dili ise; yine Türkçe’dir. Anadolu’da Artvin ve Erzurum’da bulunan mağaralarda 4000-5000 yıllık Runik Türk yazıları bulunmuştur.

Anadolu coğrafyasında Türk varlığı 1071 Malazgirt Savaşı’ndan çok önce M.Ö. 3500 yıldır kesintisiz sürdüğü dil ve tarih bilimi verileriyle kanıtlanmıştır.

Bu nedenle Cumhuriyet Devrimleri Türkçe’ye sahip çıkmakla temelde tüm Türk dünyasına ve büyük bir tarihsel birikime sahip çıkmıştır.

Ebedi Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk Dil Kurumu”nu kurmuş olması büyük önem ifade eder. Yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin değil tüm Türk ırkının dili olan Türkçe, süreç içinde ve kasten sadelik ve özden çıkartılarak kirletilmiştir. Günümüz Türkiye’sinde devletin resmi yayın kuruluşlarında dahi özensiz bir Türkçe kullanılması, Türkçe’nin argolaştırılması utanç verici büyük bir ihanettir.

Şu bir gerçektir ki, Türkler tarih boyunca, yurt tuttukları toprakları çok sevmişler, uğruna can vermişler, çocuklarını hiç düşünmeden feda etmişler ve yaşamlarını vatanlarına adamışlardır. Ve Türkler vatan topraklarından daha çok Türkçe’yi sevmişler ve korumuşlardır. Türkçe’yi vatanından bile daha çok sevmeyen bir kişinin, Türk kökenli olduğu öne sürülemez. Çünkü, dil yitip giderse bir daha geri gelmez, bir daha yaratılamaz, yaşatılamaz ve insanlık dilleri içinde yer alması gerçekleşmez; bu mümkün olmayandır. Ama yeni toprakların elde edilip vatan yapılması her koşulda mümkündür; imkansız değildir.

Bu gerçeği bilen siyasal/toplumbilimci teorisyenler, M.Ö. 2500 yıllarına dayanan Ortadoğu kültürünün –yer yüzünün en eski mitolojisi- ilk tohumlarının atıldığı Anadolu toprakları üzerinde yaşayan çeşitli etnik grupların kökenlerini bilimsel olarak incelemiş, özümsemiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmaya uygun halk topluluklarından oluşan ulusu bölerek üniter devlet yapısını çökertme yönünde harekete geçmişlerdir. 1950’li yıllardan başlatılarak örtülü bir biçimde sürdürülen siyasal, psikolojik ve kültürel savaş dönem dönem siyasal/ideolojik anlamda değişik karakterlere büründürülmüştür.

Tüm dünyada edebiyatçıların eserleri karşısında mükafatlandırılırlar. Çünkü, dili canlı kılıp yaşatan ve geliştirip insanlığa kendi kültürlerini sunanlardır. Türkiye Cumhuriyet tarihi incelendiğinde çok net olarak görülür ki; Türk dilinde eserler veren şair, romancı ve yazarlar cezalandırılmışlardır. Bunun temel nedeni Türkiye’nin diline yönelik savaş açılmış olmasıdır. Bu savaşın taşeronluk görevini ise; MİT üstlenmiş, düzenlediği Resmi İstihbarat Raporları ile devlet, rejim ve millet düşmanı

(15)

göstermeyi başararak, tümünün yaşamını perişan etmiş, eserlerinin yasaklanma ve imha edilmesi gerekçelerinin altına ilk imzayı atan kurum olmuştur. Türk edebiyatında MİT Raporlarıyla fişlenmemiş ve cezalandırılmamış tek bir Türk yazarı yoktur.

Bir dilin yok edilmesi, kendi içinde yozlaştırılmasıyla başlayan uzun bir süreçtir ve yer yüzünden bir ırkının yok olmasıyla sonuçlanabilecek en büyük insanlık suçunun ilk adımlarıdır.

Tarihe gömülmüş pek çok ‘ölü dil’ mevcuttur. Bu dillere sahip ırklar ve kurdukları büyük medeniyetler de yok olup gitmiş bulunmaktadırlar.

(16)

MİTOLOJİ

Mitoloji adı verilen ‘söylemler’ ile büyük ‘destanlar’; umut, istek, gereksinim ve korkularıyla insan doğasını; en geniş anlamda insanlığın durumunu yansıtır. Özellikle yaratılış söylemleri ‘köken’ sahibi olma duygusunu tatmin eder. Mitolojik kahramanlar, insanların önüne çeşitli ve çok zengin davranış modelleri sergiler.

Mitoloji, kültürel sorulara yanıt verir. Özellikle, “Ben, kimim?” ve “Yaşamımı nasıl değerlendirmeliyim?” sorularını yanıtlar. Böylece insanlığı birleştiren ‘ortak’ konuları ve farklı yaşam biçimlerini yansıtırlar.

Adına mitoloji denilen edebi değer birikimleri, insanların bilgisini, anlayışını ve başkalarını değerlendirme olanaklarını zenginleştirir.

Mitolojinin incelenmesi sonucunda, her kültürün ayırt edici yönleri ortaya çıkar.

Mitoloji edebiyatı incelendiğinde görülür ki; her kültürün kahramanları vardır.

Günümüz insanlığı da kişisel istemleri ile başkalarına karşı sorumlulukları arasında bir uzlaşmaya varabilmek için, seçim yapma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Amaçlara ulaşılması cesaret ve kararlılığa bağlıdır. Mitolojik kahramanların incelenmesiyle, büyük işler kadar kültürel karakterlerin de önemli olduğu gerçeği görülür.

Mitoloji, bir çok yaratıcı entelektüel çabaya ilham kaynağı olmayı sürdürmektedir. Edebiyat, müzik gibi sanatsal alanlarda olduğu kadar, tarih, din, psikoloji, antropoloji ve arkeolojiyi de beslemektedir.

Tarihin en eski destanı olarak kabul edilen “Kılgamış Destanı” 12 destandan oluşur. “Dede Korkut Destanı” ise; iki destandan oluşmaktadır.

“Altay Yaradılış Destanı”nda anlatılan Tufan ile kutsal kitaplarda yer alan

Nuh Tufanı aynıdır. Kutsal kitaplarda yer alan Nuh Tufanı’nın kaynağını Sümerler’den aldığı bilimsel olarak kesinleşmiş ve tüm bilim adamlarında ortak görüş birliği ile onaylanmıştır. Dünyaya medeniyetin ilk ışıklarını saçan bur ulusun dili ve kültür açısından ne denli zengin bir görkemliliği sahip olduğu bilim çevrelerince tartışmasız olarak kabullenilmiştir. Türk mitolojisi, yeryüzü insanlığı için rehber niteliğine sahip ilk ve en önemli yazılı belgelerden oluşmaktadır.

(17)

Mitoloji, geçmişte olduğu gibi, gelecek zamanlara da biçim vermeyi sürdürecek denli zengin bir güce sahiptir. İnsanlık tarihinin en eski edebi birikimi olan mitoloji, bitimsiz bir kaynak olarak işlevselliğini korumaya devam etmekte ve siyasal savaşların en güçlü cephesi oluşturmaktadır. Mitolojide yer alan kahramanlar, olağan üstü yeteneklere sahip olmakla birlikte hiç birisi kusursuz olmayışlarıyla dikkat çekerler. Fakat kahramanlık yetenekleri kadar zayıflıkları da öğretici niteliklere sahiptir. Bu özellikleri nedeniyle mitolojik kahramanlar, sıradan insanların benzer psikolojik ihtiyaç ve çelişkileri olduğundan, kişilerin kendilerini kolaylıkla kahramanlarla özdeşleştirebilmelerini olanaklı kılarlar.

Mitolojik kahramanların pek çoğu ‘ölümsüzlüğü’ reddeder.

Gılgamış, ölmekten öylesine çok korkar ki; ölümsüzlüğün sırrını aramaya

koyulur ve tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Güçlüklere göğüs gererek elde ettiği başarılarından tatmin olmayı öğrenir.

Bir başka mitoloji kahramanı Akhilleus, onurlu bir ölüm, uzun ve anlamsız bir yaşam arasında tercih yapmak zorunda kalır. Savaş alanında onurunu yitirdiğini anladığında ise yaşamı seçer.

Hektor korkaklığın lekesiyle yaşamaktansa ölümü seçer.

Mitolojide yer alan kahramanlardan Herakles, görevlerini tamamladığında ölümsüzlüğü elde edeceğini bilir, ama alçak bir kraldan emir almayı reddettiğinden görevlerinden kaçınır.

Ölümsüzlük olanağını geri çeviren Odyssecus, yaşamın süresinden çok niteliğine değer vermektedir.

Kürt Ulusalcılık Hareketinin naylon başkanı Abdullah Öcalan, Kenya’da yakalanmasıyla birlikte başlayan yargı sürecinde, vatana ihanet suçundan idama mahküm olmasıyla; içine yerleşen ölüm korkusunu yenmenin efsaneleşmeyle mümkün olabileceğini algılar.. Ve efsaneleşecek bir kahraman olmakla ölümün üstesinden geleceğine iyice inanır. Öcalan, Kürt Ulusalcılık Hareketi’nin Kürt mitolojisini oluşturacağına ve bu mitolojinin en büyük ve baş kahramanı olduğundan çok emin görünmektedir. İçine sürüklendiği konumda kendisine uygun gördüğü tavra bürünebilmektedir. Ölümü göze alan kahramanların şan ve şeref sahibi olduklarını, güvenliği tercih edenlerin ise; her ikisini de yitirdiklerini anlayan Abdullah Öcalan, kendisini kullanan ve onu güçlü kılan güçleri bile artık küçümsemekte ve onlara tepeden bakabilmektedir.

Gizli güçlerce Kürt Ulusalcılık Hareketi’ne naylon başkan olarak atanan Abdullah Öcalan’ın, mitolojiyi etüt etmeye başlamasıyla birlikte ‘anaerkil toplum’ yapısını keşfettiği de ortaya çıkmıştır. Meşru anlamda evlilik gerçekleştirmemiş olan Öcalan, mitolojik bir kahraman olduğu kanısındadır ve doğurganlık özellik taşıyan kadınların geleceğin yaratıcısı olduklarının bilincine ermiş görünmektedir. Bu nedenle, tüm Kürt kadınlarını ‘hamile’

(18)

bırakmayı başardığında, onların dünyaya getireceği Kürt soyu ile birlikte sonsuza değin ölümün üstesinden gelebilmeye koşullanmıştır.

Abdullah Öcalan’ın kadınları hedef alan söylemlere yönelmiş olmasının gizemi işte bu gerçeğin gölgesinde gizlenmektedir.

Büyük tanrılar, Öcalan’ın geleneklere hiç saygısı olmadığını keşfetmişti. Öcalan’ın yüreğine kutsal davulu istediği gibi çalabileceği inancı yerleştirildi. Ve bir gün, kendisi için ölümün üstesinden gelebilmenin tek yolunun kahramanlıktan geçtiği masalına da inandı.

Ölümden kaçmaya çalışırken nasıl yaşanması gerektiğini gören Abdullah Öcalan, gün gelecek kendisini yaratan büyük tanrıların sırlarını açıklayacak (mı?)

İnsanların en akılsızı onun nasıl kurtulabileceğini keşfetti, ama bu keşif hiçbir işe yaramadı, çünkü o büyük tanrıların oyuncağıydı ve insanların en akıllısının ülkesine ihanet etmişti.

Öcalan’ın efsaneleşip ölümün üstesinden gelerek kurtulabilme şansı tanımak istemeyen insanların en akıllısı, onu yaratan büyük tanrıları ile birlikte yok etmeye karar verdi.

İnsanların en akıllısı, çok iyi biliyordu ki; sonsuz yaşam arzusuna kapılanları uyku, yumuşak bir sis gibi sarardı. Tanrıları var eden şey ölümsüzlük özelliği değil miydi, o halde gün gelecek onları da yumuşak bir sis gibi uyku saracaktı. Uyku ise; ölümün bir başka adı değil midir?

Pentagon’a ve ABD’nin resmi kuruluşlarına evrensel boyutlu strateji pencereleri açan ünlü RAND örgütünün sözde altın beyinli uzmanlarının denetimine girerek, dünya nimetlerinden yararlanma ihtirasına kapılan işbirlikçiler; 1950’den başlayarak Kemalizm tarlası Anadolu toprakları üzerinde nifak tohumları ektiler. 1920’li yıllarda Anadolu topraklarına serpilen Kemalizm tohumların köklerinin 1300 yıl öncesine, mitolojinin çivi yazılı kil tablet edebiyatına değin uzandığını göremeyen kör ve cahil işbirlikçiler, Anadolu topraklarına ve üzerinde yaşadıkları vatana ihaneti açıkgözlük sandılar. Oysa ki, basit bir aç gözlülükten başkaca bir şey değildi yaptıkları. İhtirasların kör ve enayi kıldığı işbirlikçi hainler, tarihi kendilerinin yazabileceğine öylesine inanmışlardı ki, eli kalem tutan kim varsa faili meçhullerde yok ettiler. Ancak, tarih kendi kendisini çoktan yazmıştı bile.. Hem de İsa’dan önce 2100’de..

Türkiye’nin Cumhuriyet Devrim İlkelerine sımsıkı bağlı, demokrasiye gönül vermiş altın beyinli insanlarını, Pentagon’un emrindeki RAND’ın kör ve cahil işbirlikçileri yok etmeyi başarabilecek (mi?) Hayır. Bu mümkün değildir. Dünya mitolojisinde bu gerçeğin sayısız örnekleri vardır. Onca zulüm ve katliam bunu bir türlü başaramamıştır. Mitolojinin tanrıları bugün yaşamıyorlar, ama onları kaleme alanların yarattığı mitoloji sonsuza değin insanlığın kılavuzu olmayı sürdürecek. Mitoloji içene yeni kahramanlar kabul ederek, daha çok zenginleşecek.

(19)

Öcalan ve onu yaratan RAND’ın büyük tanrılarının mahvoluşu, Kürt Ulusalcılık Hareketi mitolojisinde yer alarak, akrabalık bağları içinde kanlı etnik ayrılıkçılığının ihanet entrikalarının sonuç getirmeyen bocalayışını tüm insanlığa nesiller boyu ibret belgesi olarak aktaracaktır.

Türkiye, 21.yüzyılda geniş halk yığınlarının, mesleksiz bireylerine teknik bir devlet örgütü oluşturarak servis vermek zorundadır. Geçmiş tarihte 600 yıl süreyle Osmanlı hanedanının kapı-kulu olarak yaşamayı benimsemiş, günümüzün yoksul Türk halkını bugün de Batı dünyasının hizmetinde kapı-kulu olabilme yarışından kurtarmak zorundadır.

Batı dünyası, 300 milyon nüfuslu zengin Avrupa topraklarına yoksul Türklerin göç zorunluluğu karşısında dehşete kapılmaktadır. Bu dehşet Avrupa ile tüm Batı dünyasının emperyalist dikkatlerini Türkiye’ye yöneltmektedir. Türkiye, bu gerçeği algılamalı ve değiştirmelidir.

Türkiye, Pentagon’a stratejik pencereler açma hizmeti veren RAND ve benzer kuruluşlarda beyinsel üretim gerçekleştiren uzman kadroların yerli işbirlikçilerinin ulus-devleti demokratik yapıdan kopartıp oligarşik yapıya dönüştürmelerinin önüne geçerek halkına gerçek demokrasiyi ve Cumhuriyet Devrim İlkelerini yaşatmak zorundadır.

(20)

KÜRT DİLİ

KÜRT KÜLTÜRÜ

İLKEL AŞİRET DİLİ VE GÖRENEKLERİ

Anadolu toprakları üzerinde yaşayan ve kendilerini etnik bakımdan Kürt kökenli olarak tanımlayan Türk vatandaşlarının sayısal verilere göre nüfusu 30 milyona yakındır. Asya’dan ilk göçlerle birlikte Hazar’ın güneyine yerleşen bir kavim olan Kürtler, Bahtiyari Kabilesinin bulunduğu bölgede yaşamaya başlamıştır. Eski İran Şahı Rıza Pehlevi’nin eşi Süreyya da bu kabileye mensuptur. Asya’dan göç ederek bugünkü İran sınırları içine yerleşen ve daha sonra da Anadolu'ya geçen ve etni bakımdan kendilerini Kürt olarak tanımlayan bu grup temelde Türk kökenlidir. Söz konusu olan bu nüfus, kendi içinde farklı lehçeler kullanmaktadır ve hepsi birden Kürt dili olarak kabul görür. Birbirine yakın lehçelere ayrılan Kürt dilleri içinde en yaygın olanları Kurmanci ve Zazaca’dır.

“Türkiye’de Kürt dili yoktur” denilmesi, bilime aykırıdır. Ancak, Kürt

dilinin ulusal bir dil olduğunu öne sürmek de bilime aykırı düşer. Kürt dili,

'‘aşiret dili” olmaktan öte geçemediği gibi, Kürt kökenli etnik gruplar

içinde dahi ‘ortak’ bir dil olabilme gelişimi gösterememiştir. Kürt kültürü diye öne sürülen söylemler arasında mitolojik ve edebi yazılı kanıt birikimleri mevcut değildir.

Dilbilimi açısından sözcükler Persçe ağırlıklıdır ve yüzde 75 Farsça etkisinde kalmıştır.

KÜRT YALANI DEMİRCİ KAVA EFSANESİ (!)

İran efsanelerinde İran’ı istila ederek İran Şahı Cemşid’i başından kuyruk sokumuna kadar testere ile kesip tahta oturtan Arap asıllı zalim Dahhak’tan ve onun Fars halkına yaptığı zulümden “Demirci Kava” isimli Kimmer Türkü bir kahraman kurtarmıştır.

Kimmer Türkü olan Demirci Kava, bir halk ayaklanması çıkartarak önderlik etmiş, Dimavend kentini basıp zalim Dahhak’ı öldürmüştür. Halk iktilali başarıya ulaşınca mazbut ve yiğit Türk genci Kava, demir ocağının başına geçmiş, Pers tahtına da Fars asıllı Ferudun’u geçirmiştir. İran devletini kuran Pişdadiyan Hanedanı işte bu Ferudun’un soyudur.

Karakum Çölü’nün kuzeyindeki Tanga’lar anavatanı olan Kimmerler, Sümerler’den sonra ikinci göç dalgası olarak Hazar Denizi’nin kuzeyinden

(21)

Kafkas Dağları’nı aşarak Anadolu’ya girmişler Hititleri yenerek Kızılırmak sınırına dayanmışlardır.

Kimmermler, Sümerler gibi medeniyet teşkil edememişlerdir. Ancak Orta Asya’da MÖ 300’de atı ehlileştiren ve ata binmeyi öğrenen Kimmerler, Anadolu’ya giren ilk atlı kavimdir.

Günümüze kadar Kimmerler’den intikal eden mağaralarda Türk Runik yazısıyla yazılmış yazıtlar kalmıştır. Erzurum/Karayızı’daki Cunni Mağarası’ndaki Runik yazıları ve Artvin/Yusufeli’nde “Savangin Mağarası’ndaki Runik yazılar bize Anadolu topraklarını feth etmiş Kimmerler’den kalmış eserlerdir.

Kimmerler, Proto-Türk olarak kabul edilen atlı kavimler medeniyetinin öncüleridir. M.Ö. 2000-5000 arasında yaşamışlardır. Altay-Hazar-Tibet üçgeninden çıktıkları ve Hazar Denizi’nin kuzeyinden dolaşarak Kafkas Dağları’nı aşarak Anadolu’yu zaptettikleri bilinmektedir.

Ulusal Kürt Hareketi, sanal bir kültürdür. Mitolojik verilerden yoksundur. Buna karşın Kürtler, bir Türk olan Demirce Kavala’yı kendilerine mal etmeye çalışmaktadırlar ve Kürt olduğunu öne sürerek, Kürt aşiret geleneğine tarihsel kök arayışında, tarihin gerçeklerini saptırarak, kendilerini savunabilecekleri Sanal Mitoloji yaratmaya çalışmaktadırlar. Türkiye coğrafyası Anadolu toprakları üzerinde Cumhuriyet Devrimleri ile birlikte medrese eğitimine son verilerek modern ve pozitif bilime dayalı eğitime geçilmesinin ardından; Arapça, Farsça ve Kürtçe eğitim tarihe gömülmüştür.

Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Kafkasya’da etnik gruplar arasında çeşitli lehçe farklılıkları ile kendi içlerinde konuşulan Kürtçe’nin entelektüel dolaşımdan yoksun olduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Kürtçe’nin entelektüel alanda ortak kültür birikimine sahip, edebiyatı olan bir dil olduğu savunulamaz. Savunulması da bilim ve kültür normlarına aykırıdır.

1923 LOZAN ANTLAŞMASI:

Madde: 39/4 – Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerek ticaret

ilişkilerinde, dil, basın veya her çeşit yayın konularında, açık toplantılarında dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.

Bu madde ‘Azınlıkların Korunması’ başlığını taşımaktadır ve Kürtler azınlık değildir. Ancak, bu maddede “herhangi bir Tür uyruğu” ifadesi yer aldığında ortada yoruma açık bir durum değerlendirmesi yapılabilir gerçeği doğmaktadır.

Bu madde 1919 tarihli Polonya Azınlıklar Antlaşması’nda da aynen yer almaktadır.

(22)

Madde: 39/5 – Türkçe’den gayrı dil konuşan Türk vatandaşlarına

mahkemelerde sözlü olarak savunma sırasında gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.

Türk mahkemelerine yazılı olarak Türkçe’den başka dilde savunma dilekçesi verilemez, ama sözlü savunma kendi dilinde yapılabilir gerçeği dile getirilmektedir.

Bu noktada gizli bir gerçeğin daha göz önüne serilmesi gereği vardır: Şöyle ki; Cumhuriyet Türkiye’sinin edebiyat tarihine bakıldığında, özellikle Kürt kökenli edebiyat ve sanat insanlarının hak etmedikleri halde yıldızlarının yapay yöntemlerle ve büyük bir özenle parlatıldığı, Türk kökenli, Cumhuriyet Devrimlerine bağlı, Kemalist, demokrasiye inanmış edebiyatçı, sanat ve kültür insanlarının, MİT kadroları tarafından karalama yüklü, siyasal-ideolojik ve özel yaşamlarına ilişkin yüzde yüz iftiralarla dolu resmi raporlar düzenlenerek fişlendikleri çarpıcı biçimde göze batar. MİT kadrolarının işaret edilen anlamda ve içerikteki resmi raporları sayesinde, etnik açıdan Kürt kökenli Türk vatandaşları arasında yer alan sanat, edebiyat ve kültür sahalarında ürün verenler; Türkiye içinde efsaneleştirilmiş ve dünya kültür plâtformuna itilerek, yıldızları parlatılmıştır.

Örneğin: Türk edebiyatının derinliği olan usta romancısı, gerçek bir milliyetçi ve vatansever Orhan Kemal, MİT marifetiyle yaşamı perişan edilirken, Kürt kökenli Yaşar Kemal MİT tarafından öne çıkartılmıştır. Türk şairi Orhan Veli, Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düşerek beyin kanaması sonucu kuşkulu bir ölümle yaşama veda etmiştir. Orhan Türk edebiyatında önemli bir kilometre taşı, döneminin en aydınlatıcı vatanseveri olan Sabahattin Ali, MİT’in düzenlediği bir komplo sonucu başı parçalanarak öldürülmüş ve kamuoyunda hakkında geniş dez/enformasyon uygulanmıştır. MİT’in faaliyetleri sonucu; aydınlanmacı, modern, Kemalist, demokrasiye gönül vermiş tüm Cumhuriyet Türkiye’si yazarlarının kitapları toplatılarak yasaklanan ve müebbet işsizlik ile açlığa sürüklenen uzun bir isim listesi çıkartılması hiç de güç bir iş değildir. Ve bu yazarların tümünün ortak özellikleri şöyle sıralanabilir: Türk ırkına mensup olmaları, Türkçe’nin gelişmesini sağlamaları, Türk Cumhuriyet kültürünü yansıtmaları, Türk ulusuna sahip çıkmaları, Türk ulusunu aydınlığa sürükleyebilmede büyük çaba göstermiş olmaları, Varlıklı olmak yerine var olma uğraşmış olmaları. Yaptıkları kutsal işten aldıkları zevkin, elde ettikleri kazancı kullanırken alacakları zevkten daha büyük olduğunun bilincinde oluşları.

Burada sözü edilen 60 yıldır sergilenen MİT gerçekleri; Osmanlı döneminde 600 yıl süreyle yaşanmıştır. Örneğin tek bir Divan edebiyatçısının kellesi uçurulmamış, saraylardan gelen ödüllerle engin bir yaşam sürdürürlerken, sazlarıyla halk kahvelerini dolaşıp Türkçe şiirler söyleyerek Türk halkının yanında yer alan ozanlar, kuru ekmeğe talim etmişlerdir.

Kürt nüfusunun Ortadoğu coğrafyasında dağınık biçimde, aşiret gruplarına bölünmüş olarak yaşamaları, entelektüel birikim sağlanmasına uygun bir ortamın gelişmesine olanak tanımamıştır. Cumhuriyet Devrimleri sayesinde

(23)

bilimsel, sanatsal ve kültürel alanlarda modern eğitime kavuşabilen Kürt kökenli Türk vatandaşları arasından çıkan edebiyat, müzik, sinema, resim, heykel alanlarında ürün verenler ise; etnik kökenlerinden yola çıkılarak, siyasal, ideolojik ve ‘ayrılıkçı’ faaliyetlerde Türk ulusuna ve Kemalist ideolojiye karşı kullanılmışlardır.

77 yıl süreyle, Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasında yaşayan herkesin ve her şeyin Türkleştirme dayatmasıyla karşı karşıya bırakıldığı söylemi siyasal bir yalandır.

1923’den beri iddia edilen kısıtlama, yasaklama, baskı ve şiddet yoluyla devlet politikası olarak herkesin ve her şeyin Türkleştirilmesi dayatmaları iddiaları gerçeği yansıtmış olsaydı; Türkiye’de Rum, Ermeni, Süryani, Arap, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut gibi etnik kökenli halk gruplarının varlığından söz edilmesi mümkün olamayacağı gibi, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının Cumhuriyet coğrafyası üzerinde ‘Kürt Ulusalcılık Hareketi’ne yönelmeleri de mümkün olamazdı.

Türkiye’de hiç kimse Kürtçe konuştuğu için yasalar karşısında ‘suçlu’ sayılamaz. Ancak, her Türk vatandaşı etnik kökeni ne olursa olsun resmi dil olan Türkçe’yi öğrenmek ve kullanmak zorunluluğundadır. Çünkü, Türkçe tarihsel birikimi ve zenginliği olan bir ulus dili olduğu gibi evrensel bir dil olma özelliklerine sahiptir. Bunlardan başkaca, Kemalist Cumhuriyet ideolojisi, Türkiye’de bilimsel, çağdaş ve modern bir dil devrimi gerçekleştirerek, Türk ulusunu kendi dilinde düşünme, okuma ve yazabilme hakkına kavuşturmuştur. Türk insanı bu doğal hukuktan kaynaklanan en doğal hakkını yalnızca 72 yıldır kullanabilmektedir ve bunu Kemalist Cumhuriyet devrimlerine borçludur.

Yasalara göre resmi dil olmaması halinde Kürtçe konuşulmasının yasak olmadığı Türkiye’de, Kürtçe konuşma özgürlüğünün devlet şiddeti ile bastırıldığının iddia edilmesi, siyasal amaçlı, içi boş ve pratik yaşamla ilgisi olmayan söylemdir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 77 yıllık tarihinde, 28 Kürt ayaklanması gerçekleşmiştir. 28 Kürt ayaklanması şu gerçeği sergiler: Kürtler hiçbir zaman kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin asli vatandaşı olarak görmemiş, sisteme uyum sağlamamış, resmi ideoloji ve buna bağlı politikalara hep karşı çıkmışlardır. Neden? Gerçek neden ise; emperyalist güçlerin Anadolu topraklarında binlerce yıldır kardeşçe yaşamış, birbirlerine akraba olmuş etnik grupların varlığından yararlanılarak Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalama isteğinden vazgeçmemekte ısrar etmeleridir.

Hiçbir devlet vatandaşının sadakatini zorla sağlamayı başaramamıştır. Milli birlik/beraberlik de zorla sağlanamamıştır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez 12 döneminde mahkemelere Kürtçe ifade verme yasaklanmıştır. Bu yanlış uygulama ise; olağan üstü bir dönemde gerçekleşmiş olduğundan demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne mal edilmesi olanaksızdır. Cumhuriyet Türkiye’si vatandaşlarını sadakate zorlamamıştır, milli birlik ve beraberliğe zorlamamıştır. Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ulusal ve demokratik bir

(24)

modeldir. Ve Kemalist ilkeler açıklıkla belirlemiş ve karşı çıkmıştır ki; zorlamalar devlete zarar verir. Bu nedenle Kürtler veya başka azınlıklara yönelik bir devlet zorlamasından söz edilmesi siyasal bir yalandan başkaca bir şey değildir.

Türkiye, aynaya bakarak öz eleştiri yapmalı, 21. Yüzyılda çok daha güçlü ve gelişmiş bir ülke olabilmelidir. Bu nedenle bu noktada dile getirilmesinde yarar görülen gerçeklere de değinilmesi gereklidir. Stratejik coğrafi konumu, muazzam kültürel ve ekonomik kaynaklara sahip olmasına karşın, izlenen yanlış politikalar sonucu Türkiye’nin kayıpları sayılamayacak denli çoktur. Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz ve Ege uygarlıklarının beşiği topların sahibi olan Türkiye, anayasal vatandaşlık bilincine sahip demokratik bir toplum yaratmayı başaramamıştır. Kayda değer anlamda ekonomik, sosyal, bilimsel ve kültürel atılımlar gerçekleştirememiştir. Dinamik ve enerjik atılımlar gerçekleştirecek güçten yoksun, hantal ve geri kalmış bir ülke durumunda kalmıştır. Dünya platformunda ciddi bir ağırlık elde edememiştir. Kendi içinde sevgi, saygı ve diyalogu esas alan dinamik ve etkili bir güç olmayı da başarabilmiş değildir. Yönetim kadroları totaliterlik merdiveniyle demokrasiye tırmanabileceklerini sanmış, hep kafalarının üzerine çakılarak düşmüş, yaralanıp berelenmişler ve hatta son nefeslerini dar ağaçlarında vermişlerdir. Modern Türkiye’nin Kemalist ideolojisi, gelenekleri, devlet yapısı, yasaları ve alışkanlıkları samimi demokratik taleplerin gerçekleştirilmesine uygundur. Türkiye 21. Yüzyılın ilk yıllarında parçalanma tuzaklarına takılmaksızın, yukarıda işaret edilerek dile getirilen sorunlarının üstesinden gelebilmelidir. Sorunların üstesinden gelebilmenin formülleri ise, Kemalizm’de vardır.

Anadolu toprakları üzerinde binlerce yıldır varlıklarını, inanç, dil ve geleneklerini koruyabilmiş tüm etnik gruplar, demokratik Türk yasaları karşısında eşit koşullarda yaşama hakkına sahiptirler ve bu hakları yasalarla güvence altındadır. Etnik köken olarak Kürt olduğunu savunan Türk vatandaşları pratik yaşamda diğer etnik gruplardan ayrıcalıklı değildirler. Şu halde kendilerini Kürt olarak tanımlayan ve Türkiye nüfusu içinde 30 milyonu bulan insanların, Türk ve Türkiye Cumhuriyeti karşısında ayrıcalıklı bir konuma erişme talebinde bulunmaları doğal karşılanamaz. Bu kapsamdaki taleplerin demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, ideoloji ve sistem sorunları ile ilgisi de olamaz. Talepler parçalanmayı hedefleyen stratejik taktiklerdir. Kürt kültürü, Kürt dili, Kürt kimliği, Kürt milliyetçiliği, Kürtçe eğitim hakkı, Kürtçe yayın hakkı gibi talepler ‘Kürt özerkliği’ sonucuna uzanan, yani parçalanma zincirin halkalarıdır.

Aklın yoluna konserve fikirler ve içi boş kavram lâbirentleri ile tuzaklar kurulmaya çalışılmaktadır. Tuzakların kaygan zeminlerinde ise, ‘mantık’ ayakta kalmakta güçlük çeker. Tam 72 yıl önce gerçekleşen harf devrimi sonucu Türkiye’de dil, yazı ve kültür devrimi gerçekleşmiş ve bu devrim de diğerleri gibi hukuk normları içinde gelişip serpilerek Anayasa’daki yerini almıştır. Bundan başkaca Anadolu toprakları üzerinde binlerce yıldır kendi dili yasaklanmış olan Türk ulusu, diline kavuşmanın kıvancı ile sevince

(25)

boğularak onurunu kazanmıştır. Binlerce yıl süreyle Farsça, Arapça, Osmanlıca gibi, kendisinin olmayan, çeşitli Ortadoğu halklarının dillerinin karmasını bir aranjmanı ‘dil’ diye, halka dayatan iradeyi yıkarak öz dili Türkçe’ye kavuşan Türk ulusu; tarihte yaşadığı dil yoksunluğu durumuna düşmek istemiyorsa Türkçe’sini korumak, geliştirmek zorundadır. Buna da hakkı vardır. Türkiye emperyalizme karşı verilen savaşın mağlubu değil ‘galibidir’ ve kendi kurallarını masaya koyup kabul ettirme hakkını elde etmiş taraf olarak her konuda olduğu gibi ana dilini de koruma hakkına sahiptir.

Anadolu coğrafyasını yurt edinen Türklerin öz dili olan Türkçe, tarih incelendiğinde görülür ki; kısa sürelerle resmi dil olarak kullanılabilmiştir. Osmanlı dönemi 600 yıllık bir tarih sürecini kapsar. Bu sürç içinde yani 600 yıl, Osmanlı Hanedanı’nın kulları durumunda tutulan Türk ırkına mensup halk yığınlarının ‘alfebe’si olmamıştır. Osmanlının kulu olarak yaşatılan Türk ırkına mensup halk, sahibi olduğu Anadolu toprakları üzerinde 600 yılını okuma/yazma bilmeden ve kendi dilinde konuşamadan yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bu gizli gerçeğin nedeni ise; Osmanlı yönetim kadrolarını işgal eden yabancı uyruklu ve imtiyazlı aydınların uyguladığı politikada aranmalıdır. Bu gizli gerçek, başlı başına ve bir düzine doktora tezi düzeyinde araştırmaya kaynak olabilecek zenginliktedir.

Gutenberg’in matbaayı icadı İstanbul’un fethi dönemine rastlar. İlk gazete ile ilk romanın yazılışı 16. Yüzyılda gerçekleşirken, 19. Yüzyılın ilk yarısında II. Mahmut döneminde Türk ırkı matbaa ile tanışabilmiştir. Türklerde edebiyat ‘Tanzimat’ döneminde başlamış ve Fransa’nın etkisine kapılmıştır.

Kemalist Cumhuriyet Devrimleri, Türk’e öz dilini kazandırmıştır. Geniş Türk halk kitleleri, Atatürk sayesinde kendi dilinde okur/yazar olmaya başlayabilmiştir.

Ebedi Önder Mustafa Kemal’in “Türk Dil Kurumu”nu kurmuş olması, ulus diline verdiği önemi kanıtlar.

Anadolu coğrafyası tarih boyunca Türk ulusunun anayurdu olarak korunmuş, buna karşın öz dili korunamamıştır. Atatürk, bu yoksunluğun da üstesinden gelmiş, Türk ulusuna dilini kullanabilme hakkını kazandırmıştır. Türk yazarları yalnızca 72 yıldır öz dillerinde düşünüp yazabilmektedir. Türk insanı yalnızca 72 yıldır ana dilinde eğitim görmekte, düşünce yeteneğini kullanabilmekte ve konuşabilmektedir.

Binlerce yıldır Türkçe'nin ‘halk dili’ olarak kullanılabildiği Türkiye coğrafyasında, Kürt dilinin resmi dil olarak kullanıldığı hiçbir dönem yoktur. Osmanlı hanedanlığında ‘kul’ durumunda olan Anadolu halkını oluşturan -Türkler de dahil olmak- üzere tüm halk grupları kendi dillerinde okur/yazar olamamışken, günümüzde Kürt dili ve kültürünün varlığından söz edilerek Kürt dilinde eğitim ve yayın özgürlüğü talebinde bulunulması tarihsel gerçeklere aykırı ve bilimsel destekten yoksun bir taleptir.

Referensi

Dokumen terkait

Keterlibatan atau keikutsertaan pihak swasta merupakan sebuah bentuk kontribusi dari pihak swasta dalam adanya sebuah pembangunan yang ditujukan untuk kepentingan

Hasil identifikasi dan analisis menunjukkan bahwa permasalahan yang dihadapi dalam pengembangan industri olahan buah meliputi : terbatasnya pasokan bahan baku, terbatasnya jumlah

Flipped learning adalah model pembelajaran yang membalik metode tradisional, dimana biasanya materi diberikan dikelas dan siswa mengerjakan tugas dirumah maka pada

Proses pelarutan pada batuan karst berpotensi menghasilkan air tanah, hal ini terjadi karena batuan tersebut memiliki porositas sekunder sehingga hasil pelarutannya

Kartu tanda peserta dibagikan pada saat

ri]GIATAN Fil'hr.ONCKIAN DAN POi’hNSI DA.-.iAHH,

Namun pendekatan yang diusulkan oleh Zoran dalam sistem perolehan citra, mempunyai satu kekurangan yaitu pendekatan yang digunakan adalah crisp, dengan pendekat- an ini ada

Berdasarkan paparan fakta diatas, maka penulis berminat untuk mengetahui perbandingan antara pemberian fentanil 1 µg/kg intravena dengan lidokain 1,5 mg/kg intravena untuk