• Tidak ada hasil yang ditemukan

tarikat şeriat

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "tarikat şeriat"

Copied!
25
0
0

Teks penuh

(1)

TASAVVUF / Şeriat-Tarikat-Hakikat-Marifet

İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi; insanın içinde yaşadığı dış dünya, diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne Şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir.

Emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat; bu düsturlara riayettir. Hakikat; Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise; Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için bu geçitleri kullanmak şarttır.

Siz değerli gönül dostlarımızla bundan sonra tasavvufi konuları ayet ve hadisler ışığına, Allah dostu Mürşidi kâmillerin Vehbi ledünni ilminden istifade ederek daha tesirli bir hale getirmeye çalışacağız. "... Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." (Şuara Suresi, 62)

ŞERİAT

Allah-u Teâlâ Hazretleri;

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim” (Maide/3) buyuruyor.

Ve yine Cenab-i Zülcelâl Hazretleri;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır”(Ali İmran /85) buyuruyor.

İşte ayetler ile bildirilmiş Hak katında tek geçerli din olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye “Şeriat” denir. Şeriat; dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna “Din-i Nizam” da denilir. Bu cepheden bakıldığında; İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O, her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek; yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir.

Şeriat olmadan tarikat olmaz. Binaenaleyh, şeriatı olmayanın; tarikatından da, hakikatinden de, marifetinden de söz edilemez. Öyle ki, mertebeleri ikmal ettikten sonra şeriatı ihmal ve ifsat ederse kişi; o, tarikatı da, hakikati de, marifeti de ifsat etmiş ve fesada vermiştir.

Şeriat’ın hududunun dışına çıktığı halde hâlâ kendisini, Sırat-ı Müstakim’de zannediyorsa, kişi, hüsranda kalanlardan, helâk olanlardan ve mülhidlerden olur. Dall ve mudillerden olup, şeytanın arkasına takılanlardan olur.

Muhterem Üstadımız Abdullah Baba (ks) Hazretleri;

Şeriat; Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’nin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah Şeriatı yani Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflara bezendirerek, insanlara bildirmiştir. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye Şeriat denir, buyurmuşlardır.

İman edip de kendini şeriata uyduran Müslüman’dır. Şeriatı kendi arzularına ve keyiflerine uydurmak isteyen imansızdır. Bunlar bilmezler ki, Allah-ü teâlâ; şeriatları, nefsin arzularını, keyiflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şeriat, kendisinden önce gelen şeriatı nesh etmiş ve değiştirmiştir. En son gelen şeriat bütün şeriatları değiştirmiş, daha doğrusu şeriatların hepsini kendinde toplamıştır. Kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan şeriat, Muhammed-ül Mustafa aleyhisselâtü vesselamın şeriatıdır.

Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular:

TARİKAT

Tarikata gelince: Allah-u Teâlâ Hazretleri: “Ve biz sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac (yol) tayin ettik” (Maide – 48) buyuruyor. Burada ki yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kâmilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş ve Peygamber (sav) Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır.

Ayette geçen “MİNHAC”; suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf âlimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı”değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta, “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu. Tarikat, nafile ibadetlerin simgesidir. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü

(2)

olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesidir. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesiledir. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcıdır.

Üstadım buyurdu ki:

Tarikatın, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah (sav) Efendimizin Hz. Aliyyü’l-Mürteza’ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah (sav) Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur’an tilaveti yapıyorlardı, Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah (sav) Efendimizin yanına geldi. Efendimiz (sav):

─Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu. Hz. Ali Efendimiz:

─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi (sızı verici azabı) düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet (manevi yakınlık) peyda edecek, Allah’a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi.

Efendimiz (sav) de:

─Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; “La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de.

Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların İmamı olarak Hz. Ali (ra)’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu;

─Ya Ali, Şeriat emir ve nehyimdir. İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik (Allah’a giden yol)’da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç’ta hüccettir (Allah katında kurtuluş sebebidir). Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; “Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!” Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever.

İşte Tarikat; Şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah (sav) Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Hakikate ulaşmak için öncelikle, İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadede kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nafile ibadetlere devam etmek gerekir.

Ehl-i sünnet vel cemaat akidesine göre İslam fıkhının dört asıl kaynağı; kitap, sünnet, icmaümmet, kıyası fukaha’ya sımsıkı sarıldıktan ve farz, vacip ve sünnetleri eksiksiz olarak yerine getirdikten sonra kötü ahlak ve alışkanlıklardan kaçınıp, güzel ahlaklara donanmaya, zikrullah, nafile ibadet ve tatlarla meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile tarikatın aslı durumunda olan şeriat arasında bir ayrılık yoktur. Muhakkak ki tarikat; şeriat-ı garra-i Ahmediyye’ye sımsıkı sarılmak, ahlak-ı Muhammediye ile edeblenmek, ehl-i sünnet vel cemaat akidesine kuvvetlice sarılmak, çokça Allah’ı zikretmek amellerin en faziletlisi “Nerede olursan ol Allah (cc) seninle beraberdir. “Nerede olursanız olun Allah (cc) sizinle beraberdir” ayetlerine uygun olarak daimi bir huzur ve murakabeyle devam etmektir.

Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur:

HAKİKAT

Hakikat kelime mânası olarak bir şeyin aslı anlamını taşır. Hakikatten maksat, her şeyi Allah-ü Teâlâ’nın rızası için yapma hâlini kalbe yerleştirmektir. Şerîatın (dinîn) emirlerini yapmak, tarîkatın ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlaması içindir. Nefis temizlenmedikçe ve kalp Allah-ü Teâlâ’dan başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakikî iman hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakikî imana kavuşmak lâzımdır. İşte bu hakikat makamında olur.

Talib olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime’yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri o kimseye;

“Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir” (Fecr / 27,30) buyurur.

Allah (cc) razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah (sav) Efendimizi görür, piranları görür. İşte buna da hakikat denilir.

Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat’a girmek isteyen kimseye “TALİB” denilir. Bu kişi, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman,

(3)

üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usûlleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talib, “MÜRİD” olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkeb bir hale doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç âlemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp âleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevî irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zatların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse, gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır.

Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zatın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular:

MARİFETULLAH

Mürşid, Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib’de, biri meşrik’te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer, onları ikaz ve irşadda bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zülcelâl Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de, dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur; “Kalk”der. İşte Marifetullah da budur.

Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle “Kamil İnsan” mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhid denizinin derinliklerine dalıp, ‘Fenafillâh’ mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız, İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile konuyu belgelemek üzere buyurdular ki:

Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur (Buhari). Allah da fani olmanın yoluna da, Marifetullah denir.

Mürşid, Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib’de, biri meşrik’te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşad da bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de, dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur; “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur.

Yunus Emre Hz.lerinin de; “Şeriat, Tarikat yoldur varana

Hakikat Marifet andan içeri”, buyurduğu budur.

Demek ki Şeriat, Kur’ana tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat, Rasulullah (sav) Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da, Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.”

Şeriat ayrı Tarikat ayrı değildir, bir misal daha verecek olursak: Bir tas sütü düşünün; süt var, sütün suyu var, yağı var, kaymağı var. Bunun hepsi nasıl sütün aslındansa Tarikat, Hakikat ve Marifet de Şeriatın aslındandır. Şeriatın içerisinde özdür. Çalışıp daha takva olmaktır. Şeriat su, Tarikat süt, Hakikat yağ, Marifetullahta kaymağıdır.

TASAVVUF / Marifet’te On Makam 1. Edep

Edep iki kısımdır. Biri âdâb-ı muaşeret dediğimiz aileden başlayıp cemiyete doğru ve cemiyetin her tabakasında kendine mahsus ve hemen hemen herkesin bildiği terbiye kurallarıdır.

Çocukların ebeveynlerine, talebenin üstadına, askerin komutanına gösterdiği edep bu guruba girer. Bizim burada değinmek istediğimiz edep ise:

(4)

Mevlamıza karşı olan hürmet, saygı ve ta’zimin karşılığı olarak gönüllerimizde hâsıl olacak edeptir ki o gönlüne Hakk’tan başkasını koymamak ve O’nun rızası dışında olan şeylerden gönlü daima muhafaza ederek, vakti boşa harcamamak, Huzur-u Rabb’il Âlemine durduğu vakitte bu edebin mahsulü olarak temiz ve güzelce namazı eda edebilmektir.

Edebe riayet insana huzur ve sükûnet hâsıl eder. Edebe riayetsizlik de insanın manevi, yüksek mertebelere kavuşmasına engel olur. Bundan dolayıdır ki bazı büyükler, edebe riayet konusunda çok titiz davranmışlar, yalnız oldukları zamanlarda dahi ayaklarını uzatarak yatmayı bile edebe aykırı görmüşler ve senelerce bu hâl üzerinde yaşamışlardır ki gönüllerindeki hakiki edep tecelli eylesin… Büyük zâtlardan birine sormuşlar:

─Allah’a (cc) kulları yaklaştıran edepler hangileridir? Şöyle cevap vermiş.

─Rubûbiyyetini bilmek, emirlerine itaatle amel etmek, kötü dediklerinden kaçınmak, her zaman hamd etmek ve sıkıntılı zamanlarda sabretmektir.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberimiz (sav)’e medh ve senasında: “Şüphesiz ki Sen en yüce bir ahlak üzerindesin” (Kalem/4) buyurması O’nun üstün edep anlayışı sebebiyledir.

Sözlerimize şu beyitle son verelim;

Edep bir tâc imiş, Nur’u Hüdâ’dan Giy ol tâcı, emin ol her belâdan

İlim meclisinde aradım, kıldım talep İlim ne geridedir illâ EDEB illâ EDEB

2. Korku

İman gibi korku da kişiden hiç ayrılmaz. İmanın kaybolması ile o da kaybolur. Bu korku

Tasavvuf yolunun başından beri vardır ve Allah’ın sevgisinden mahrum olma korkusuna dönüştüğünde en ileri seviyeye ulaşır. Bu, manevi makamların yol açtığı bir korkudur.

Allah’ı seven kişi, kendisindeki bu korkudan Allah’ın hoşlandığını bilir. Çünkü Allah kendini sevenlerde kendi korkusunu görmeyi arzu etmekte ve bundan hoşnut olmaktadır. Eğer bu korku ondan gidecek olursa, kendini güvende görebilir ve bu güven duygusundan ötürü yasakları çiğneyebilir. Kaldı ki kendini güvenlik içinde görmekte yasaklanmıştır.

Allah (cc) şöyle buyurur:

“Hayır, zaten tükenip gitmiş insanlardan başka kimse Allah’ın ince tertibine karşı güvenlik içinde göremez kendini!”

Süleyman ed-Darani :

“Korkunun ayrıldığı gönül harap olmuştur demektir”, buyurmuştur.

Tasavvuf ehline göre; korku yağmuru kalbini ıslatmadıktan sonra ona muhabbet suyu içirilmez. Kendisini güldüreni bilmeyen kimse, ağlatanın da kim olduğunu bilemez. Yusuf’un cemalini müşahede edemeyen kimse Yakup’u ağlatan şeyin ne olduğunu bilemez. Aslında korkan, ağlayıp gözyaşını silen değil, azap alacağı şeyleri terk eden kimsedir.

Abdulvehhab eş Şarani Rabia-tül Adeviyye’yi kastederek der ki:

“O çok ağlar ve çok üzülürdü. Hatta cehennem adını duyduğu vakit bir müddet baygınlık geçirirdi. Gözyaşlarından secde mahalli âdeta küçük bir su birikintisi gibi olurdu. Sanki cehennem yalnız kendisi için yaratılmıştı. Bu korkunun sırrı; ateşten başka her güçlüğün bu uzaklıktan daha kolay olduğunu bilmektir.”

3. Perhizkârlık (Az Yemek, Az Uyumak, Az Konuşmak)

Az Yemek: Bunlardan birincisi olan az yemek; insan nefsinde bulunan şehevi istek ve arzuları öldürür. Şöyle ki alınan fazla gıda vücuda çokça enerji ve şehvet gücü verir. Dil durmadan konuşmak ister. Çok konuşunca arada sırada yalan söylemek, dedikodu yapmak, boş konuşmak ister. Yaparda… El bir şeylere vurmak, kötü işler yapmak, harama uzanmak ister. Ayak da boş durmaz, meyhane, kahvehane fitne fücur yuvalarına gitmek ister. Nefise gelince, haram helal demeden şehvet alemine dalmak ister. Bütün bunları yapınca gönül kabarır, gururlanır, ibadet ve itaatten zevk almaz olur. İşte tüm bu fenalıklar çok yemenin neticesidir. Az yemek tüm bunları engeller. Bütün uzuvlar kuzu gibi olur. Peygamber Efendimiz (sav):

“Amellerin Efendisi açlıktır…” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin günlerce aç kaldığı olurdu. Abdullah Baba Hz.leri de öğünlerini çok az bir yemekle geçiştirirdi. Hatta nefse hoş gelmesin diye tüm yemekleri birbirine karıştırırdı ki tatlarına ayrı ayrı varıp ta çok yenilmesin… Çünkü çok yemek nefsi azdırır, nefis azınca tasarruf aklın elinden çıkar. Böylece gönül gözü veya nurunu karartıp kapatır. Peygamber Efendimiz (sav):

(5)

Çoğumuz “Allah’ım nefsimizi açlıkla terbiye etme”, deriz. Bu gelişi güzel bir cümle değildir aslında şöyle ki;

Allah (cc) nefisleri yarattığı zaman, nefse:

─Benim ve kendinin kim olduğunu biliyor musun, diye sordu. Nefs:

─Ene ene, Ente Ente ( ben benim, Sen Sensin) diye cevap verdi. Bunun üzerine Yaradan, nefsin cehenneme atılmasını emretti. Nefs bin yıl yandı. Sonra yine Yaradan’ın huzuruna getirildi. Rabb yine sordu:

─Benim ve kendini kim olduğunu öğrendin mi? Nefs yine:

─Ben benim, Sen de Sensin diye cevap verdi. Bu durum üç defa tekrarlandı. Nefs tam üç bin yıl cehennemde azap gördü. Yinede senlik, benlik davasından vazgeçmedi. Bu sefer Yaradan gıdasının kesilmesini emretti. Nefs feryat ederek:

─Beni Rabb’imin huzuruna çıkarın, dedi. Nefs Yaradan’ın huzuruna getirildi. Yaradan:

─Ey Nefs! Söyle bakalım Ben kimim, sen kimsin, diye sordu. Nefs cevap verdi:

─Sen benim Mevlâmsın. Ben ise Senin aciz bir kulunum…

İkincisi Az Uyumak: Az uyuyan kişide iradelerin özü meydana gelir. Allah-ü Teâlâ Hazretlerine karşı ibadet ve taatında samimiyet artar.

Rasulullah (sav) az uyur ve gecenin büyük bir kısmını ibadet ile geçirirdi. O’nun geceleri namaz kılmaktan ayakları şişerdi, bizim ise çok uyumaktan gözlerimiz şişiyor. Rasulullah (sav) erken yatar gece kalkıp ibadet eder, güneş doğana kadar uyumazdı. Sonra kuşluk vakti kaylüle uykusuna yatardı. Şeyh Şibli (ra) şöyle buyurmuştur:

“Benim gerçek kulum, öleceğini unutmaya ve geceleri uyumayıp tesbihi ile horozları uyandırandır.”

Üçüncüsü ise Az Konuşmaktır. Nefs, insana boş konuşmayı, maleyâni anlatmayı emreder. Şunu bilmek lazımdır ki yüksek makamlara erişenlerin çoğu; dillerini tutup, ağızlarına geleni söylemeyen kimselerdir.

Hz Ebu Bekir (ra) boş konuşurum korkusuyla ağzında devamlı bir çakıl taşı bulundururdu. Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bedeninizdeki iki et parçasını günahlardan koruyun. Bunlardan biri diliniz diğeri ise kalbinizdir.”

“Ben hikmeti sükûtta buldum, hâlbuki insanlar onu çok konuşmada arıyorlar. Çok konuşma ile beraber hikmet nasıl bulunur?”

Az yemek, uykunun azlığı, az uykuda az konuşmaya sebep olur. Her kim Cenab-ı Allah’ı tanımak istiyorsa ağzını çok konuşmaktan, midesini çok doldurmaktan ve gecelerini uyku ile geçirmekten sakınsın!

4. Sabır ve Kanaât

Sabır Tüm Hayrın Esasıdır. Cenab-ı Hakk, Peygamber Efendimize ve bizlere sabrı emretmiştir. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey mü’minler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara /153) Sabır üç şeyde olur:

Birincisi, Allah’a itaat etme ve O’na karşı kulluk görevlerini yerine getirmede sabır göstermektir. İkincisi, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve günahlardan uzak durma noktasında sabırdır. Üçüncüsüne gelince, o da hayatın musibet ve belalarına karşı gösterilen sabırdır. Sabırlı olmakta bize iki şey yardım edebilir. Biri Allah’ın sabır konusundaki emridir ki;

Allah-ü Teâlâ;

“Hepinizi mutlaka sınayacağız ki üstün gayret gösterenleri ve sabredenleri ayırabilelim…” (Muhammed / 31) buyurmuştur.

İkincisi de, sabır karşılığı elde edilecek mükâfatın büyüklüğünü bilmektir. Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlar sıkıntılara karşı sabrettikleri için kutlu bir bahçe ve ipek giysiler ile ödüllendirdik.” (İnsan /12) Kalbin ahireti görür gibi bilmesi ve şüpheden kurtulmuş kesin doğru ve sağlam inanç sabrı arttırır. Çünkü gönül gözüyle görülen hakikatlerin büyüklüğü, sıkıntı ve yorgunluğu hissetmeyecek derecede kişiyi meşgul eder. Sabır kişiye kanaât etmeyi de öğretir. Kanaât tükenmez bir hazinedir. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip kendilerine verilenlere kanaâtle güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Peygamber Efendimiz (sav)’in ve Ehl-i Beyt’in kanaatleri bütün ümmete ders olacak niteliktedir. Onlar

(6)

çoğu gün sadece su ve hurma ile iktifa ederlerdi. Birkaç gün aç olup Hakk’a niyaz etmeyi, bir gün bir miktar yeyip Hakk’a şükretmeyi severlerdi.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur.

“Cenab-ı Hakk beş şeyi yine beş şey üzerine koymuştur: İzzet ibadette, zillet masiyette, heybet gece namazlarında, hikmet boş midede, zenginlik ise kanaattedir.”

5. Utanmak (Hayâ)

Hayâ Allah’ın (cc) kullarına lütuf ve ihsanıdır. İman ile hayâ birbirinin kardeşidir. İmanın olduğu yerde hayâ da olur. “Hayâ imandandır” hadis-i şerifi bunun delilidir.

Allah’tan hayâ etmenin anlamı ise:

“Allah’ın, iç yüzünü biliyor olmasından dolayı kalbin sıkılmasıdır.”

Kişi bütün hareket ve davranışlarında Allah’ın gözü önünde olduğunu ve hiçbir davranışın O’na gizli kalmayacağını bilirse, utanmanın değerini arttırmış olur.

Halk içinde yapmaktan utandığın şeyi Hakk ile birlikte iken yapmak ne büyük bir cüretkârlıktır ve ne büyük hayâsızlıktır.

Utanma insanı tüm nefsanî günahlardan alıkoyar. Kişi günaha meyledecek olsa utanç duygusu onu durdurur. Bilir ki onu gören ve onun gizli âşikar her şeyinden haberdar olan, Yüce Allah vardır. “Hayâ etmiyorsanız istediğinizi yapın” hadis-i şerifi ile bu kastedilmektir.

Utanmanın belirtisi sevinç ve neşenin göstergesi olan davranışlardan kaçınmaktır. Bunun Sünnet’le delili şudur:

Peygamber Efendimiz (sav)’in baldırını örten elbisesi açılmış bir halde oturuyordu. O, bu haldeyken içeri Hz. Osman (ra) girdi. Peygamber Efendimiz toparlanarak baldırını örttü. Ardından: ─Kendisinden meleklerin bile utandığı insandan Ben nasıl utanmayayım? buyurdu. Malik b. Dinar utanma duygusunu; “Tuvalete gittiğim için Allah’tan utandım da, O’ndan ölünceye kadar rızkımı, besinimi ağzımdan emip duracağım çakıl taşı yapmasını diledim” sözleriyle ifade eder.

TASAVVUF / Marifet’te On Makam (2.Bölüm) 6. Cömertlik

Cömertlik, insanın cennetlik olmasını sağlayan sebeplerden birisidir. Zira cimrilik şeytandandır, cömertlik ise Rahmandan... Allah cömerttir cömertleri sever. Allah kullarını mü’min, münafık ayırmadan nimetlerinden cömertçe dağıtarak rızıklandırır. Ve kullarının da cömert olmasını ister.

“Sevdiğiniz mallardan Allah yolunda harcamadıkça, fazilet ve üstün sevaba erişemezsiniz.”(Al-i İmran /92)

Cömerdin az ibadeti, cimrinin çok ibadetinden üstün olduğu gibi, cömert cahil de cimri âlimden üstündür.

Hadis-i şeriflerde buyruldu ki:

“Allah-ü Teâlâ cömerdi, gece gündüz ibadet eden cimriden daha çok sever.” (Tirmizi) “Allah katında cömert bir cahil, cimri âlimden daha üstündür. Çünkü cimrilik en ağır hastalıktır.”(Dare Kutni)

O halde Allah’ın bize verdiği imkânlardan biz de muhtaçlara verelim. Borçluları borçtan kurtaralım. Açları doyuralım. Çıplakları giydirelim. Düşkünlerin ellerinden tutalım ki yarın çaresiz kalırsak Allah’ta bizim elimizden tutsun.

Cömerdin imanı kuvvetli, cimrinin imanı ise zayıftır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

“Cömertlik iman sağlamlığından ileri gelir. İmanı sağlam olan Cehennem’e girmez. Cimrilik; şekten, şüpheden meydana gelir. (İmanda) şüphesi olan da Cennet’e giremez.”(Deylemi)

“Bir kulun kalbinde cimrilikle iman bir arada bulunamaz.” (Nesai)

“Cömert; Allah’a, insanlara, Cennet’e yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir.” (Tirmizi)

“Cömert olun ki Allah-ü Teâlâ da size cömertlik etsin! İyi bilin ki cimrilik küfürdendir, küfrün yeri de Cehennem’dir.” (Deylemi)

Cömerdin kazancı, malı bereketli olur. Cömertliği nispetinde malı artar. Misafirin rızkı ile geldiği, kırk gün bereket bıraktığı, sadaka vermekle malın eksilmeyeceği hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Müslüman, cömert olmaya çalışmalı, cimrilikten sakınmalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Aman cimrilikten son derece sakının! Sizden öncekileri cimrilik helak etmiştir.” (Müslim) “Allah-ü Teâlâ’nın evliyasının hepsi cömert ve güzel ahlâklıdır.” (Dare Kutni)

(7)

“Ebdal denilen evliya, çok namaz kıldığı, çok oruç tuttuğu için değil, cömertlik ve halka nasihat etmeleri sebebiyle Cennet’e girer.” (Ebu Nuaym)

Abdullah Baba Hz.leri cömertleri ve cömertliği çok severdi. Evine gelen bir misafirin karnın doyurmadan asla bırakmazdı. Fakirlere yardım edilmesini, ihtiyacı olanların ihtiyaçlarının giderilmesi, hatta borç verilen paranın eğer güç yetirilebiliyorsa, gücü olmayandan geri alınmayıp helal edilmesini nasihat ederdi. Allah ondan razı olsun…

7. İlim

İlim; zahiri ilim ve bâtıni ilim olmak üzere iki çeşittir. Bu makamda zahiri ilimden daha ziyade bâtıni ilim üzerinde durmaya çalışacağız.

Okuma yazma bilmeyen ancak ilmi yönden bizleri hayrete düşürecek derecelere sahip birçok büyük zât vardır. En önemlisi Rasulullah (sav) ümmi değil midir? Öyle olduğu halde O’nun ilmine erişmek başka hangi kula nasip olmuştur? Peki, nedir bu ilmin özü ve kaynağı?

Bu ilmin kaynağı Allah-u Teâlâ Hazretleridir. “Biz kendi nezdimizden bir ilim öğrettik.” (Kehf 65) ayet-i kerimesi buna delildir. Bu ilim Hızır (as)’a verilmiştir. Allah-u Teâlâ Hz.lerinin Hızır (as)’a doğrudan ve özel olarak verdiği ilim anlamına gelir.

Bu ilme sahip olan zâtlar bizlerin aklının eremeyeceği bilgi ve keşiflere sahiptir. Okumalarına gerek kalmadan, bilgiler kendilerine ilham olunur.(Birde “Marifet” adı verilen ilim vardır ki, buna daha sonraki makamlarımızda değineceğiz.)

Abdullah Baba Hazretlerine mürşid-i kâmil’lik görevi verildiğinde kabul etmemiş ve sebebini şöyle açıklamıştır:

-Ben ümmiyim (medrese eğitimi-dini bilgiler eğitimi almamış), insanlara faydalı olamam. Ancak Bana Ledün İlmi verilirse bu vazifeyi kabul ederim.

O’nun bu talebi kabul edilmiş ve kendisi bu ilimle şereflendirilmiştir. Efendi Hazretlerine sorulan hiçbir soru Allah’ın izni ve inayeti ile cevapsız kalmamıştır. Bazen soruyu sormaya gerek kalmadan, karşısındakiler gereken cevapları almışlardır. Bu ilim ile sadece bilinenler dışında kaynaklarda yazılı olmayan bilgilere de erişmiştir.

8. Miskinlik

Allah dostları statüye, başkanlığa, makama, itibara ve arzulara sırtlarını dönerler. Dünyaya gönül vermemeye ve alçakgönüllü olmaya çalışırlar. Bu işin özü şudur: Adı sanı bilinmemek, bundan maksat yapılan iş ve ibadetlerde Allah rızası, arzusu olduğundan dolayı gözlerden uzakta gizlice ibadet etmek, tanınıp şöhret olmaktan sakınmaktır. Dışa akseden görüntüyü değiştirme, zahid olduğu anlaşılmasın diye zahidlerin giydiğinden farklı kıyafetler giymektir. Orta derecede iman ahlakı sergileme, bulunduğu manevi hali gizleme, zühdünü belli etmeme ve insanlar bu durumu fark etmesin diye halkın arasına karışmaktır.

Bu durumda kişi dünyadan ve yaşamdan bıkkınlık duyup, dünya ona dar geldiğinde yalnızlığı dost edinir. Tembel basit insanlardan uzaklaşır zahidlerle birlikte olmak ister.

9. Marifet

Allah’ın kendini yine kendi istediği kadar bildirmesidir. Kendini tanıttığı şekilde Allah’ı tanımandır.

İlim bir okyanustur. Ucu bucağı belirsizdir. Allah’ı bilen kişilerin kalbi bu okyanusun mahiyetini araştırmak ister. Ancak bunu tek başlarına başarmada acze düşerler. Bu noktada Yaradan devreye girer. Kul tüm emir ve yasakları aşıp takva boyutuna gelmiş ve Allah’a yaklaşıp rızasını kazanmışsa, Allah O’na kendi ilahi bilgilerinden ihsan eder. Bundan sonra Hak Teâlâ o irfan sahibine ilahi bir göz, kulak ve dil verir, soru ve cevaba başlatır. Böylece kul, yokluk halinden geçip varlık âlemine erdikten sonra Hakk varlığı ile var olur. O artık ilim okyanusunda istediği gibi dolaşır ve istediği limana uğrar.

Ehl-i Keşfin bütün mezheplere ve makamlara karşı anlayışı vardır. Onlar gerek ilahi makamlara gerekse yaratılmış ahvâle karşı anlayış sahibidir. Hiçbir şeye karşı bilgi yoksulu değildirler. Onların bilgisi her şeyi kuşatır.

Bu makamda kişi nur deryasına bırakılır. Damla deryaya düştü mü, derya olur. Her yerde her şeyde Yaradan’ı görür.

Bu mânâda bir şiir de:

Evvel âhir ne ki var, “HU” imiş Bâtın, zâhir ne ki var, “HU” imiş

(8)

En’am suresi 125. ayetinde mealen;

“Allah bir kimseyi hidayete erdirmek isterse, kalbini İslam için şerh eder, açar” buyrularak, marifet ilminin kulun kendinin istemesi ile değil, Allah’ın istemesi ve lütfetmesi ile kazanıldığı bildirilmektedir. Kul marifet makamında üç mertebeden geçer.

1. İlm-el Yakin: Bilgi ile bilmek 2. Ayn-el Yakin: Görerek bilmek

3. Hak-al Yakin: Gerçek yüzünü bularak bilmek. Bunu örnekle açıklarsak daha da anlaşılır olacaktır:

Şöyle ki;

Uzakta görülen duman bize ateş olduğunu bildirir. İlmen biliriz ki duman varsa ateşte vardır. Bu bilme derecesine “İlm-el Yakin” diyoruz.

Kişi dumanın çıktığı yere gidip ateşi gözü ile görürse buna “Ayn-el Yakin” diyoruz.

Ateşe yaklaşıp bütün hislerimizle onun yakıcılığını bildik ise hatta elimizi uzatıp yaktık ise buna da “Hakk-al Yakin” diyoruz. Bu son mertebedir ve marifet makamına ulaşmış olur. Abdullah Baba Hazretleri bu makamın lezzetlerini tatmış ve bizlere; manen göğe çıktığını, dünyayı, güneşi, ayı ve fezayı müşahede ettiğini anlatmıştır. O’nun anlattıklarını bugün en ileri seviyede olan ve bu işe yıllarını vermiş bilim adamlarından bile duymanın imkânı yoktur. Çünkü O’na marifet ilmini bahşeden Yüce Yaradan’dır.

10. Kendini Bilmek (Nefsini Bilmek)

Kulun nefsinin sıfatlarını bilip; zelilliğini, acizliğini ve zayıflığını müşahede etmesi ve onun terbiye edilip, güzelleştirilmesi, demektir.

“Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifi bu konuyu işaret etmektedir.

Kul henüz bu dünyada iken kendi kendisini hesaba çekmeli, nefsinin kötü duygu ve ihtiraslarını yok edip, onun yerine güzel duygu ve ihtirasları doldurup dolduramadığını kontrol etmelidir. Kendini hesaba çektikten sonra nefsinin kötü alışkanlıklarına bir daha fırsat vermemelidir. Nefsi onun değil, o nefsinin hâkimi, sultanı olmalıdır. İşte bunu başarabilen insan “Ölmeden önce ölmüş” demektir. Nefsinin cezasını kendi elleri ile bu dünyada verir, günah ve yasaklar çukuruna tekrar düşmez. Rasulullah (sav):

“Kim nefsini bilirse Rabb’ini bilir” buyurmuştur.

Nefsini bilmeyen insan onu himayede edemez. Nefis ipinden kurtulmuş hayvan misali sağa sola koşar, düşeceği çukurların, gireceği tuzakların farkına varamaz. Günahların içinde, taşıyamayacağı kadar büyük belalara maruz kalır. Bu kadar günahın ve belanın içinde Rabbi’ni hatırlamayı ve O’na ulaşmayı düşünmez.

Öyleyse, nefsini tanı, onu ıslah et. Nefsin derecesini basamak basamak yükselt. O’na kimin sultan olduğunu göster ki; Sultanlar Sultanını bulabilsin…

Ne güzel de söylemiş Yunus Emre; İlim ilim bilmektir

İlim kendini bilmektir Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır.

Bizleri Cenab-ı Zülcelâl Hz.lerine ulaştıracak kırk makamı sizlere nakletmeye çalıştık. Allah her şeyin en iyisini bilir. Rabb’im cümlemize bu kırk basamağı çıkmayı ve kendisi ile vuslatı nasip etsin inşallah.

TASAVVUF / Hakikatta On Makam

HAKİKAT’TA ON MAKAM

1. Tevazu Ehli Olmak (Toprak Olmak)

Alçakgönüllü olmak demektir. Mü’minler mü’minlere karşı alçakgönüllü olmalıdırlar. Sertlik gösterilecekse bu Allah’ın dinini inkâr edene karşı gösterilmelidir. Mü’mine karşı tevazu, kâfire karşı ise sertlik göstermek bir ibadettir.

(9)

“Tevazu göster, tevazu gösterildikçe meydana çıkar. Büyüyüp yükselirsin. Eğer tevazu göstermezsen; Allah’ı, peygamberlerini, velilerini, hükmünü, ilmini, kudretini, kaderini, dünyasını ve ahiretini bilmemiş olursun”

Tevazu Rahman’dan, kibir ise şeytandandır. Eğer alçakgönüllülük yüksek bir derece olmasaydı, Allah sevdiği kimseleri bununla nitelemezdi.

Sadece kullara karşı değil, Allah’a karşıda tevazu gösterin. Allah’ın öyle kulları vardır ki amelleri dağlar gibidir de yine de tevazu gösterir ve derler ki; “ Bizi cennete sokacak bir amelimiz bulunmamaktadır. Şayet cennete girersek, Allah’ın rahmeti ile gireriz. Eğer cehenneme girersek bu da Allah’ın adaleti iledir”. Bu konu ile ilgili Allah Rasulü (sav):

“Allah rızası için tevazu edeni,(kendini, Müslümanlardan üstün görmeyeni) Allah-u Teâlâ yükseltir.” (Bezzar) buyurmuştur.

Tevazu ehli olmanın önemini ve kibrin ne kadar çirkin ve yersiz olduğunu şu ayet-i kerimenin meali ne güzel ifade etmektedir:

“Yeryüzünü böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yaratabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra /37)

2. Eşit Nazar Etmek ( Yetmiş İki Milleti Ayıplamamak)

Yaratılmışların her birine aynı derecede önem ve değer vermelidir. Çünkü bu dünyada yaratılmış olan her varlığın üzerinde, Yaradan’ın nazarı vardır. Yaratılanı YARADAN’dan ötürü sevmenin gerekliliği, burada ortaya çıkmaktadır. İnsanların amellerine bakarak onları yermek ya da övmek, halis kullara yakışmaz. Neyin hayırlı neyin şerli olduğunu ancak Yüce Yaradan bilir. Şöyle bir rivayet ile konumuzu biraz açalım:

“Zamanın birinde, adamın biri sürekli sarhoş dolaşırmış. Etrafındakiler de onu gördüklerinde ayıplar:

─Tüh sana yazıklar olsun, deyip bağırırlarmış.

Yine birgün bu duruma, zamanın âlimi olan zat tanık olmuş. Ve halk:

─Ne yani sen bu adama kızmıyor musun, buğzetmiyor musun, diye sormuş. Âlim zat şöyle cevap vermiş:

─Ben o adama değil, işlediği günaha buğzediyorum, kızıyorum. Allah onu affetsin. Bu konu ile ilgili Rasulullah’ın (sav) bir hadisi de şöyledir:

“Kardeşine yardım et. O ister zalim, ister mazlum olsun.”, bu hadis-i şerif üzerine bir sahabe sordu:

─Mazluma yardım ederim, ama zalime nasıl yardım edeyim? Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:

“Onu yaptığı zulümden alıkoyarsın, işte bu zalime yardımdır.”

Bu iki rivayetten de anlayacağımız gibi kim olursa olsun; kimseyi hor görmek, ayıplamak, kulun haddi değildir. Son nefeste kimin imanlı gideceğini Yaradan’dan başkası bilemez.

Bakara suresinin 139. ayetinde mealen şöyle buyrulmuştur; “Bizim amelimiz bizim için, sizin ameliniz de sizin içindir.”

3. Elinden Geleni Esirgememek (Allah İçin Vermek)

Elde edilen bir nimet ancak başka bir nimeti terk etmekle elde edilir. Bu gerçeğe binaen eğer bize verilen mal, mülk, libaslarımızdan ihtiyacı olanlara Allah rızası için verirsek, O’nun karşılığının bize kat kat geleceğini bilmeliyiz.

Cenab-ı Allah (cc):

“Allah’a kat kat karşılığını artıracağı güzel bir ödünç ve takdimde kim bulunur?” (Bakara /245) buyurmuştur.

Evet, ihtiyacı olana vermek ve onlara infak etmekle, kişi Allah’a ödünç vermiş olur. Peki, Yaradan bunun altında kalır mı? Elbette hayır. O, bir verene verdiğini bin yapıp geri iade eder.

Bakara suresinin 261. ayetinde mealen:

“Mallarınızı Allah yolunda infak edenlerin misali: Her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir”buyrulmuştur.

Allah için verilen şeyde miktar önemli değildir. Zengin olmak şart değildir. Verilen bir tek hurma, bir lokma ekmekte olsa, o Rabb’in katında derecelerin en yücesi ile değerlendirilir. Allah cümlemizi O’nun rızası için yine O’na ödünç verenlerden eylesin…

4. Dünyada Yaratılmış Bütün Varlıkların Kendinden Emin Olmasıdır

(10)

“Mü’min bütün insanların emin olduğu kimsedir” devamında ise:

“Bütün Müslümanların, onun dilinden ve elinden emin ve salim olduğu kimsedir”, buyurmuştur.

Bu iki hadis bizlere mü’min olmanın vasıflarının en önemlilerinden birinin,“elinden ve dilinden” emin olunması gerekliliğini ifade etmektedir.

Hepimizin bildiği gibi Rasulullah (sav)’in lakabını o günkü insanlar “Muhammed-ül Emin” koymuşlardı. Elbette yaratılmışların içinde bu isme en layık olan Rasul-ü Ekrem’dir. Ancak şuna dikkat edilmelidir. O’na bu lakabı sadece mü’minler değil, dönemin en azılı müşrikleri de uygun görmüşlerdir. Çünkü Rasul-ü Ekrem tüm insanlara mü’min olsun, müşrik olsun, münafık olsun “Emin” vasfı ile muamele etmiştir.

Bizler de bu vasfı elde etmek istiyorsak; ne durumda olursak olalım yalan söylememeli, verilen emanete ihanet etmemeli, başkasına ait olan bir mala izinsiz el uzatmamalı, kimsenin canına kastetmemeli, namusuna ırzına dokunmamalı, iftira ve dedikodudan sakınmalı, kendimizin amel etmediği bir şeyi başkalarına tavsiye etmemeliyiz. (kendisi cimrilik yaparken başkasına cimriliğin kötülüğünden bahsetmek gibi) Bu vasıfları üzerimizde taşır ve hiçbir halükârda bunlardan taviz vermezsek, emin sıfatını kazanmış olur.

Rasulullah (sav)’in:

“Mü’minin hakkı ve vasfının şu olması gerekir ki insanlar mallarında ve canlarında ondan emin olalar”, hadisinin muhatabı bizler oluruz inşallah.

5. Cenab-ı Peygamber (sav)’i Nefsinden Çok Sevmek;

De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız Bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Âli İmran/31)

Yaratılmışların en güzeli, en yücesi, Yüce Yaradan’ın “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Yüce Yaradan’ın “Habibim”diye seslendiği Hz. Muhammed (sav) Efendimiz varlıklar aynasının içinde görünen en büyük nurdur.

Peygamber Efendimizin varlığı Yaradan’ı, Yüce Yaradan’ın varlığı da Peygamber Efendimizi (sav) hatırlatır bizlere. O, Yüce Yaradan’ın tüm güzel sıfatlarını ve isimlerinin tecellisini üzerinde toplamıştır. Yaradan, O’nu kendine sevgili edinmiştir. Sonra dönüp perdelerini açmış ve Rasulullah’a (sav) sevgili olmuştur.

Allah'ın dini de tevhid ve İslam olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede ancak bu din hâkim olur. O halde Allah'ı sevenlere; "Ben özümü Allah'a

teslim ettim, Bana uyanlar da öyle..." (Al-i İmran, 3/20) diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen

Rasulullah (sav)’e karşı gelmemek, O’nun gibi ihlâs ve samimiyetle; "Ben özümü Allah'a teslim ettim..." deyip dininde ve şeriatında O’na ve O’nun öğretim ve bildirilerine uymak ve O’nu örnek almak lazım gelir.

Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim ama emrini dinlemem, O'nun sevdiğini sevmem; O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri, O'nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki bu da; "Ben kendimden başka bir şey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem." demektir. Allah'ın Rasulü’ne uymak istememek; "Ben özümü Allah'a teslim ettim." dememek ve bu düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı sevmemek ve rahmetinden mahrum kalmaktır.

Hadis-i kutsi de Cenab-ı Hakk; “Levlake levlak, lemma halaktü'l eflak (Sen olmasaydın

âlemleri yaratmazdım” buyuruyor. Bir Müslüman’ı bu konu asla rahatsız edemez. Bilakis bu bizim

içim yüce bir devlettir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen; “Vema erselnake illa rahmeten lil

âlemin” (Enbiya 107) “Biz, Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” ayetinin muhatabı bir

Peygamberin (sav) yaratılışımıza sebep olmaması gibi bir düşünce nasıl olabilir? O’nu (sav) seven böyle bir şeyi nasıl düşünür? O’nu sevmeden Allah-ü Teala sevilmez. O’nsuz (sav) din olmaz, İslam olmaz, mü’min olunmaz. O’nun (sav) gelişini bütün nebiler müjdelemiştir. Allah-ü Teala, O’na “Habibim” (Sevgilim) dedi. İsmini isminin yanına yazdı.

Rabb’imiz ayetinde “Ve Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Yani, Ey Habibim Ahmed Resulüm Muhammed! Başka bir sebep için değil, ancak bütün âlemlere ve özellikle akıl sahibi varlıklara olan merhametimizden dolayı veya başka bir durumda değil, ancak âlemlere bir rahmet olarak Seni peygamber gönderdik: Senin peygamberliğin bütün varlıklara Allah'ın bir rahmetidir.

Ve Sen öyle kapsamlı bir rahmetsin ki bütün akıl sahibi varlıklara, o iyilik ve kurtuluş yolunu göstereceksin. Her iki dünyada mutluluk getiren dini Sen öğreteceksin ve bütün âlem bundan istifade edecektir. Buna rağmen şu rahmetten kaçan ve şu nura karşı gözlerini kapatan bedbahtlara yazıklar olsun! Ey Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilen Peygamber!

(11)

Ahzab suresinin 56. ayeti kerimesinde Rabb’imiz; O Rahmet Peygamberi için, her şeyi O’nun hürmetine yarattığı Habibi için;

“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de O'na salât edin ve tam bir teslimiyetle O'na selam verin.” Çünkü Allah ve melekleri Peygambere hep

salât eder dururlar. Allah Teâlâ rahmet ve nimet vermesi ile melekler istiğfarları ile ve hizmetleriyle Peygamberi daima ikrar etmektedirler. Bu sayede; "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır." (Ahzap/43) buyrulduğu üzere mü’minlere ilâhî feyz inmektedir.

Ey iman edenler! Sizler O’na salât ve selam getirin, selamlayarak teslim olun. Dualarla O’nun üzerine Allah'ın salâvatını, rahmetini ve bereketini niyaz edin. Ve selam vererek O’na hürmet edin. Ve hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin…

Ey Şahi Risalet, Sultan-ı Kevneyn! Buyruldu şanına “Levlake levlak..” Ey Nur-i Nebüvvet, Ceddülhaseneyn! Senin için var oldu zemin ü eflak.

Rasulullah (sav)’e çıkan her yol, bizi Yaradan’a götürür. Yaradan’a ulaşmak istesek de, Rasulullah (sav)’den geçmek gerekir. Kul; Allah’ı tanımadan Rasulü’nü tanıyamayacağı ve O’nun nuruna ulaşamayacağı gibi, Rasulullah (sav)’in yoluna girmeden de Yaradan’a ulaşamaz.

Cenab-ı Allah; manevi âlemde “Habibim” ismini dâhi, kendi isminden ayırmamıştır. Hz. Âdem (as); cennet kapısının üzerinde “LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMED-ÜN RASULULLAH” yazdığını rivayet etmiştir bizlere. O’nun nurunu bulmak, bütün varlığını O’nun manevi şahsiyetinde yok etmek anlamına gelir. Bu da O’nun sünnetlerine tam riayet etmek ve tüm hareketlerini benimseyip, O’na en küçük meselede bile aykırı harekette bulunmamakla mümkün olur. Allah cümle mü’minlere Allah’a ve O’nun izni ile Rasulullah (sav)’e ulaşmayı nasip etsin inşallah…

TASAVVUF / Hakikat'ta on Makam (2. Bölüm)

6. Sohbette Hakikat Sırlarını Söylemek

İç içe yaratılmış âlemler, tabiattaki sonsuz akıl erdirilmez intizam… Kuşun havada uçabilmesinden tutunda, dağların hareket halinde olmasına, güneşin enerjisinin kaynağından tutunda, bir bebeğin dünyaya gelişine kadar, aciz insan aklının alamayacağı ve akıl sır erdiremeyeceği kâinat kitabında yer alan hakikat sırları…

Bu esrarlarla dolu kâinat kitabını ancak mürşid-i kâmil olan zâtlar okuyup, altlarında yatan gizli anlamları ve sırları bizlere iletebilirler. Bu, kitap okumakla elde edebilen bir ilim değildir. Bu ilime ancak Rasulullah (sav)’in hidayeti ile hidayete ermiş; ilim, amel, ahlâk ve mearifi O’ndan almış kişilerin sohbetleriyle erişilir. Bu, göğüsten göğse geçmiş, kalpten kalbe dökülen bir ilimdir. Bu ilme sahip olmak kadar onu insanların anlayabileceği şekilde ifade etmekte önemlidir.

Bu ilme sahip olan kişi elbette bildiklerini başkalarına nakletmelidir. Ancak bu ilmi naklederken karşısındakinin anlayabileceği bir dil kullanmalıdır. Hz. Ali bu konuda:

“Herkese anlayacağı şekil de hitap edin. Yoksa Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını mı istersiniz?” demiştir. Öyleyse sohbetlerde hakikat sırları anlatılmalı ancak sohbete katılanların anlama kapasiteleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Hakikat sırları anlatılmalıdır ki insan ne kadar yüce bir yaratıcı ile karşı karşıya olduğunu bilsin ve O’na lâyığı ile ibadet ve şükretsin. “Allah’tan ancak âlimler korkar”, (Fatır/28) ayet-i kerimesi ve Rasulullah (sav)’in:

“Benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz” hadis-i şerifi, bu hakikatleri anlatmanın önemini gösteriyor bizlere…

7. Seyr-i Sülûk

Lügatte “Seyr” gezmek, “sülûk” da yürümek ve gitmek anlamındadır. Seyr-i sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlaki eğitimdir. Bir başka ifadeyle tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçirdiği safahata verilen isimdir. Seyrin evveli sülûk nihayeti ise vusüldür. Sülûk; tahsil, mücahede, nefi ve isbat demektir.

Tasavvufta ise; müridin tarikat prensipleri çerçevesinde yapmış olduğu ibadet, dua, riyazet, mücahede, halvet, tefekkür neticesinde ruhun derece derece saflaşması ve ilahi hakikatleri kavramasına engel olan perdelerin kalkıp asli berraklığını kazanması demektir.

(12)

Seyr-sülûk kırk yaşına gelmeden başlamaz. Çünkü Peygamber (sav) Efendimize vahiy o yaşta gelmeye başladı. Ayrıca bu yaşa gelinceye kadar insan, yaş ağaç veya rutubetli ev gibidir. Yani hamdır. “Hamdık, yandık, piştik elhamdülillah”, dedikleri de budur. İnsan arzularının oturduğu yaş kırk yaşıdır. Bu yaşa kadar şeytan ve nefis insandan ümidini kesmez. İnsanın bu yaşa kadar arzuları, hevası, şehveti, dünyaya meyli çoktur. Bu meyil nefsi disiplin altına almaya müsaittir, fakat seyre müsait değildir. Onun için dervişe lazım olan bu yaşa kadar nefis meratiplerini geçmektir. Zaten “Kırk yaşına gelip de namaz kılmayanın vay haline!”, denmesinin sebebi de budur. Bu yaşa gelinceye kadar dervişin nefsi mutmainneye gelmesi, onu seyre müsait hale getirir. Biraz öncede belirtildiği gibi

insanın, buraya kadar rutubetli oda gibi olmasının sebebi, nasıl ki öyle olan bir odayı ısıttıkça nem yapar, insanı hasta yapar, ısınacağım derken kişiyi hasta ederse; aynı öyle, insan da nefis

meratiplerini geçmeden seyre başlarsa yine böyle eksik kalır. Kişinin nefis meratipleri ile seyri beraber yürür dedikleri de budur. Yani kişi kırk yaşına kadar nefsen olgunlaşır, kırk yaşıyla birlikte seyre başlar, ikisi beraber yürür demektir.

Cenab-ı Allah, Fatiha suresinde bu durumu izah etmiştir. Fatiha suresi yedi ayettir ve “Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz” dediği de budur. Bu ayet nefsi mutmainneye işaret eder. Buraya kadar derviş dahi, Allah’dan başka dost arar ve dünyadan ve içindekilerden ümidini kesmez. Ancak bu makamda Allah’dan başka dost ve yardımcının olamayacağını idrak eder; işte bunu anlamak için hem nefsi mutmainne lazım hem de kemal-i yaş lazımdır. O yaş da kırk yaşıdır.

Seyr-i sülûkta ihlâs, sıdk ve sabır bu yolculuğun esasıdır. Seyr-i sülûkun da bu esaslara riâyet etmeyen kimse, menzile ulaştığını sansa da yolu kesilmiştir. Hareket edip ilerlediğini düşünsede, yerinde saymaktadır.

Kişinin Allah’a seyr-i sülûku ancak sahih iman, yerleşen akide, ilâhi hududa riayet eden kalp, Şeriat’a uygun amel ve Rasulü Ekrem’i örnek alan güzel ahlak iledir.

Ahiret yolcusunun, bu yoldaki engelleri aşıp makamlara ulaşması için, nefsiyle pek çok mücahedeleri vardır. Ayrıca zikir, murakabe, muhasebe ve halvet gibi yapacağı işleri vardır. Çünkü Allah’a ulaşmak, yalnız bir heves ve arzu ile elde edilemez. Kuvvetli inanç, takva, azimde sadakat ve gayede ihlâs ister. Ancak bu sayededir ki; Allah-ü Teâlâ, sâlike kâmil bir marifet ve gerçek kalp saadeti ikram eder.

Seyr-i sülûku anlatmak için şair diyor ki;

Bu seyrü sülûkunda başkasına iltifat etme; Çünkü Allah’tan başka her şey başkadır. Allah’ın zikrini kendine kal’a edin

Mertebeler sana parladıkça sen oradan geç Zira biz de bütün aşamalardan geçtik. Ve senden başkasını istemem, Ne surete kıymet veririm,

Ve ne de senden bir saniye ayrılırım.

Seyr-i sülûkta makamları atlamak konusunda mürşid-i kâmilin önemi ortaya çıkar. Mürşid-i kâmil yönlendirici, yol gösterici konumundadır. Mürşid-i kâmili olmayan bu makamları çıkamaz ya da çıkmaya çalışırken sapıtır.

8. Sırrını (Kerametini) Saklamak

Yolunu sapıtmış çoğu kimse, tasavvuf ehlinin, seyr-i sülûktan maksadının kerâmete ulaşmak olduğunu söylerler. Bu velilere atılmış büyük bir iftiradır. Bunun tam aksine veliler riyadan korunmak için kerâmetlerini gizlemeye çalışırlar.

Şeyh Ebu Abdullah El Kureyşi şöyle diyor; “Kişi günahlarının duyulmasından hoşlanmadığı gibi, kerametinin duyulmasından da hoşlanmazsa, keramet onun için bir rahmet olur.”

Zaten gerçek tasavvuf ehli olanlar öyle gelişi güzel keramet göstermezler. Ancak kâfirlerin karşısında İslâm’ı korumak, sapıkların ve münkirlerin sihir ve vesveselerini çürütmek, Müslümanları dinlerinde şüpheye düşürmeye çalışanları iptal etmek için keramet gösterirler.

Veli kul; “Ben keramete erdim” demeyeceği gibi kerameti ile de başkasına övünmez. Çünkü o, kerametin Yaradan’ın kendine bir lütfu olduğunu, bunun kendisinin değil, bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi olduğunu bilir.

Ancak kerametler bazen kendiliğinden Allah’ın fiili ile ortaya çıkar. Abdülkadir Geylani Hazretleri bu konu ile ilgili olarak şu hadiseyi anlatmıştır:

(13)

─Bütün veliler kerametlerini gizliyor. Sen ise açığa vuruyorsun. Bu neden böyle oluyor? Ona şu cevabı verdim:

─Yazık sana! Kerametlerim kendiliğinden çıkıyor. Havuzum doldukça Ben onu noksanlaştırıyorum. Eğer sel gelirse havuzum taşıyor, bütün bunlar Benim ihtiyârım dışında oluyor. Ben ne yapabilirim ki?

7. Münacat (Dua)

Kullarım Beni Sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.” (Bakara Suresi, 186)

Sevgili Peygamberimizin "Dua bir ibadettir".(Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 360). "Dua, mü'minin silahıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur. Dua ibadettir. Darlık zamanında Allah'ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin. Genişlik zamanında dua etmek kadar Allah 'a hoş gelen bir şey yoktur. Allah fazl'u kerem sahibidir. Bir adam ellerini O’na kaldırırsa, onları boş olarak geri çevirmekten utanır"

Dua kulluğun ruhudur ve halis bir imanın neticesidir. Dua eden kişi duası ile bütün âleme hükmeden bir Yaratıcı’nın olduğunu, O’nun en uzak istekleri de, en küçük dilekleri de yerine getirebileceğini, her halimizi görüp işitebileceğini ispatlar. Bu dünyada yalnız olmadığımızı, bir kerem sahibinin olduğunu gösterir bizlere…

Ayet-i kerimede meâlen:

“...Şüphesiz ki, Ben onlara çok yakınım. Bana dua edince, Ben de dua edenin davetine icabet ederim…” (Bakara / 186) buyrulmuştur.

Dua bazen ciddi bir istektir, sadece kalpten yükselir. Belki dudaklar bile kıpırdamaz. Kul tam bir tevekkül içindedir. Tıpkı Hz. İbrahim gibi… Bütün imkânların kesildiği anda kalpten yükselen duasına karşılık: “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selamet ol” emri ile davetine icabet edilmiştir.

Duanın ikinci bir şekli, duygunların lisan yoluyla Rabb’e ulaştırılmasıdır. Burada kul sadece halini arz eder, fakat istediğini dile getirmez. Tıpkı Eyüp (as) duası gibi… Eyüp (as)’ın “Ya Rabbi! Hastalığın Bana zararı dokundu ve Sen ErhamürRahimsin.” (Enbiya /83) duasına karşılık Cenab-ı Hakk, O’nu müptela olduğu hastalıktan kurtararak, duasına icabet etmiştir.

Bazen de kul hem halini arz eder hem de istediğini dile getirir. Tıpkı Zekeriya (as)’ın duası gibi… Zekeriya (as)’ın:

“Ey Rabb’im! Beni yalnız başıma bırakma, Bana yüce katından temiz bir nesil bağışla. Muhakkak ki Sen duaları işiticisin, Sen varislerin en hayırlısısın” duasına karşılık, zevcesi çocuk doğurmaya müsait hale getirilmiş, O’na hayırlı bir evlat ihsan edilerek, duasına icabet edilmiştir. Abdullah Baba Hz.leri de dua ile ilgili:

“Ey Rabb’im! Huzurundayım, Sen benim içimden geçenleri benden daha iyi bilensin. Halim Sana malum, Sen en hayırlıları bilensin. Lutfeyle…”diyerek dua etmek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihsan derecesine göre en belagatlı dualardan daha belagatlıdır, diye buyurmuştur.

Allah’a karşı özür, hamd ve övgü arz etmek duayı içine alır. Buna Yunus (as)’ın duasını örnek gösterebiliriz:

“Senden başka İlah yoktur. Seni tespih ve takdis ederim. Gerçekten Ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiya / 87).

Duadan maksat bildirmek değildir. Çünkü Allah bizim gizli, aşikâr her şeyimizi bizden iyi bilendir. Maksat kulluk göstermek, tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır.

10. Allah’a (cc) Ulaşmak (Kavuşma Bundadır)

“Kulum Bana nafile ibadetlerle o kadar yaklaşır ki Ben onu severim ve onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum”

Salikin seyr-i sülûku vuslat nimetiyle Allah’ta son bulursa, irfan ve tevhid denizinde kendisini öylesine gark eder ki zatı Hakk’ın zatında, sıfatları Hakk’ın sıfatlarında yok olur. Allah dışında hiçbir şeyi görmez olur. O’ndan başkasını gözü görmez, gönlü duymaz, aklı düşünemez olur. Bütün mevcudatta onların varlığını değil, Yaratan’ını görür.

Bu makama ulaşan kişi akıl âleminden çıkar, beşeriyet sıfatlarından uzaklaşır ve aşk âlemine dalar. Orada ne kadar cismani şey varsa, hepsi ruhanî olur.

Abdülkadir Geylani Hz.leri buyurdular ki:

“Eğer sen Allah’a kavuşmak istersen; dünyayı, ahireti, arşın altından toprağın derinliklerine kadar varlıkları bırak. Çünkü bunlar senin özünde birer perdedir. Ancak Allah Resulü müstesna” buyurmuştur.

(14)

“Vuslat müridin kalbini lekeleyen pas ve perdelerin, Allah’ı unutturucu duygu ve düşüncelerin giderilmesi ve gönül aynasının parlatılması, demektir. Gönül aynası parlatılan müridin kalbinden, Hakk’ın zâtı nuru bir güneş gibi yansımaya ve parlamaya başlar. Paslı, kirli olmayan cilalı ve sırlı bir aynada zahirî eşyaların bütün netliği ile yansıdığı gibi…” (Rûhü-t Tefasir)

TASAVVUF /Tarikat'ta On Makam

1. Pirden El Alıp, Tövbe Etmek Rasulullah (sav):

“Ümmetimin âlimleri beni İsrail peygamberleri gibidirler” buyurmuşlardır. Yani ümmetimin yolunu onlar gösterecekler demek istemiştir. Öyleyse bu yolu gösterecek olan âlimlere tabi olmak gerekmez mi? Şüphesiz bu zamanda yol yordam bilen bir mürşid mutlaka gereklidir. İşte bunun için Rasulullah (sav):

“Allah (cc) her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyecek bir kimse gönderir” buyurmuştur. Bu sebeple her Müslüman zamanın mürşidini bulmalı ve ondan el almalıdır. Bundan sonra yapılacak en önemli şey büyük bir içtenlik ve pişmanlıkla tövbe etmektir.

Cenab-ı Allah bir ayeti kerimesinde bizlere;

“Tövbe-i Nasuh ile Allah’a tövbe edin!” (Tahrim / 8) buyuruyor.

Zirâ kul, Allah’a dönüp günahlarından yaptığına pişman olur, bir daha günah işlememek kaydıyla tövbe ederse, Allah, onun geçmiş günahlarını mağfiret eder. “Çünkü Allah, onun tövbesini kabul eder. Çünkü O tevvab-i rahimdir.” (Bakara /37)

Allah Rasulü (sav)’de şöyle buyurmuştur;

“Günahtan tövbe eden günah işlememiş gibidir.” (İbni Mace)

Tövbeden murad; kişinin işlemiş olduğu günahlara ihlâsla pişman olması, Aziz ve Celil olan Hak Teâlâ’nın kapısına yönelmesidir. Zira bir kimse işlediği günaha pişman olursa, gönülden ihlâsla itizar ederse, Cenab-ı Mevla’nın affına sığınmıştır. İhlâsla özür beyan etme, sadakatle tevekkül kıyamet gününde yüzleri beyazlatır. Allah-ü Teâlâ şöyle der:

“Ey Benim kullarım! İhlâsla tevekkül sizden, kabul ise Ben’dendir.”

“Yetmiş sene yaptığınız günahlardan bir kere tövbe sizden, kabul etme Ben’den.” Zira Allah buyurur:

“O (Allah), kullarının tövbesini kabul eder.” (Şura / 25) Sanki Cenab-ı Zül Celal Hz.leri şöyle der;

“Ey Benim kullarım! Babanız Adem, Benim emrime muhalefet etti ve bir kere asi oldu. Ben ise onun tövbesini ancak iki yüz sene ağladıktan sonra kabul ettim. Sizin ise yetmiş senelik günahınızı bir tövbe ile kabul eder ve bütün günahlarınızı affederim. Ben günahkârların günahlarını affetmezsem, Benim rahmetim muattal olur. Ve Benim bir şeyi halk etmem noksan olursa, kudretim tamam olmaz ve Ben dua edenin duasını kabul etmezsem, saltanatım tamam olmaz.”

Yukarıda “Tövbe-i Nasuh”tan bahsetmiştik. Şimdi Mevlana Hazretlerinin Mesnevisi’nden Nasuh Tövbesi başlıklı hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyoruz:

Zamanın birinde ülkenin birinde Nasuh adında bir adam yaşardı. Kadınlar hamamında tellallık yapardı. Yüzü kadın yüzüne benzerdi. Tüyü tüsü yoktu. Çarşaf giyer, başını örter, yüzüne peçe sarardı. Erkekliğini daima gizlerdi. Sesi kadın sesine benzerdi. Bu sebeple kimse ondan şüphelenmezdi. Bu suretle padişahların kızlarını bile o yıkardı.

Tövbe eder tellallıktan ayrılmak isterdi ama kâfir nefis ve kadın tutkusu her seferinde tövbesini bozdururdu.

Bir gün arif bir zata gitti. Durumu anlattı:

─Dualarında beni de hatırla, diye yalvardı. Arif zâtta onun sırrını sakladı. Onun için dua etti. ─“Ey kötü yaradılışlı kişi! Eylediğin işten Allah sana tövbe nasip etsin” dedi. Dua yedi göğü geçti, kabul edildi. Çünkü şeyhin duası her duaya benzemez. Şeyh Hakk’ta yok olmuştur. O’nun sözü Hakk sözüdür. Allah onu bu pis işten bu günahtan kurtarmak için sebep halk etti, şöyle ki:

Nasuh bir gün hamamda tas doldururken, padişahın kızının kıymetli bir cevheri kayboldu. Tüm kadınların aranması emredildi. Tüm kapılar sımsıkı kapatıldı. Nasuh’un kalbini öyle bir korku kapladı ki anlatılamaz. Kendi kendine:

─Aman Allah’ım, şimdi benim gerçek halim ortaya çıkacak. Beni öldürecekler. Allah’ım nice tövbeler ettim, sonra tövbelerimi bozdum. Bana layık olan bela geldi beni buldu. Ey Allah’ım feryadıma

(15)

yetiş, kurtar beni bu rezillikten! Eğer bir kere daha günahımı örtersen tövbe edeceğim, ne olursa olsun tövbemden dönmeyeceğim, diye yalvardı.

O kadar çok “Ya Rabbi!” dedi ki duvarlarda, onunla bir “Ya Rabbi!” demeye başladı. O böyle inlerken; Yaradan’a yalvarırken bir ses duyuldu.

─Ey Nasuh herkesi aradık, sıra sende buraya gel.

Bu sesi duyunca Nasuh kendinden geçti. Adeta bedeninden ruhu çıktı. Olduğu yere yığılıverdi. Aklı başından gidince, canı Hakk’a ulaştı. İşte o zaman rahmet denizi coştu kabardı. Can bedenin ayıbından kurtulunca sevine sevine geri döndü. O sırada bir çığlık duyuldu:

─Cevher bulundu, diye…

Kendinden gecen Nasuh tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı. Herkes yanına gelip: ─Biz senden şüphelenmiştik, hakkını helal et, biz sana büyük kötülük ettik, dediler. Nasuh: ─Ben o dediğinizden de beter işler yaptım. Allah’ın rahmeti beni kurtardı. Benden özür dilemenize gerek yok. Rabb’im beni utandırmadı, günahımı ortaya dökmedi, bana tövbeyi nasip etti, dedi

Bundan sonra birisi geldi Nasuh’a:

─Padişahın kızı seni çağırıyor. O senden başka tellak istemiyor, dedi. Nasuh:

─Ben bir defa öldüm, tekrar diriltildim. Öyle büyük bir tövbe ettim ki canım tenimden ayrılmadıkça tövbemi bozmam, diye cevap verdi.

2. Mürid Olmak

Kulun, bir mürşid-i kâmile tâbi olup mürid olmak için çaba harcamasıdır. Çünkü Allah-ü Teâlâ Hazretleri;

“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Enbiya/7) buyurmuştur.

Tarikat şeyhlerini mürşid olarak tanımak, onların irşad ve işaretlerine göre özümüzü, sözümüzü ve davranışlarımızı düzenlemek şer-i şerife uygun, güzel ve herkes için lüzûmlu bir husustur.

Rasulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde;

“Aklı başında ve alim olan kimselerden, doğru yolu göstermelerini isteyiniz ki doğru yolu bulabilesiniz. Onları dinleyin, söz ve nasihatlerine uyun. Gösterdikleri yoldan dışarı çıkmayın. Aksi halde pişman olursunuz”, buyurmuştur.

Beyazid-i Bistami Hz.leri;

“Şeyhi olmayan kimsenin şeyhi şeytandır” diyerek bir mürşidin dergâhına mensup olup, ondan ders almanın önemini belirtmiştir.

Her mümine, kendisine uyulan ve yol gösterici olan kâmil bir mürşid gereklidir. Böylece onun eksik aklı mürşidin kâmil aklı ve himayesi ile takviye edilsin. O da böylece saâdetler yoluna ve kerametler basamağına ulaşabilsin.

İmam-ı Âzam Ebu Hanife (ra) vefatından iki sene önce, tasavvuf yolunu benimseyerek, kendi talebelerinden birine intisap edip ondan tarikat dersi aldığını; vefatı esnasında da “Ömrümün son iki senesi olmasaydı Numan helak olurdu” sözleriyle bir mürşide bağlanmanın ve ondan ders almanın önemini bizlere çok çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir. (Mektubât-ı Rabbani)

Allah bizleri mutlak müridlerden eylesin… 3. Ehl-i Tarike Benzemek

Saçı tıraş etmek, ehl-i tarikin giyindiğini giyinmektir. Yani kendini onlara benzetmektir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Hz.leri şöyle buyurmaktadır:

“Başlarını tıraş eder, saçlarını kırkar ve korkmazlar.” (Fetih /27)

İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah, peygamberleri vasıtasıyla insanlara kulluk görevlerini bildirdiği ve öğrettiği gibi, insanların kılık-kıyafet hususunda dikkat edeceği ölçüleri de belirlemiştir.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzâtılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır. Ehl-i tasavvuf, Efendimiz (sav) Hazretlerinin yaşantısını kendisine rehber olarak aldığı için bu yola giren kişi ehl-i tarikin hâli ile hâllenir.

Allah-ü Teâlâ (cc):

“Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının” (Haşr /7) ve “Allah'ın Rasulü’nde sizin için güzel örnekler vardır” (Ahzâb /21,33)

Referensi

Dokumen terkait

Melalui kegiatan diskusi peserta didik mampu menjelaskan sejarah berbagai sistem klasifikasi makhluk hidup dengam benar 4.. Melalui kegiatan diskusi peserta didik mampu

Satu Minggu menjelang bulan Ramadhan, mayoritas bahan-bahan kebutuhan pokok di Kisaran mengalami kenaikan meski tidak signifikan, hampir seluruh barang mengalami

Temperatur kerja pada mesin penetas telur menggunakan temperatur 38-39°C yang agak sedikiti lebih tinggi suhu nya dibandingkan dengan suhu 37,8°C pada saat awal umur

Organoklorin tergolong senyawa klorokarbon yang memiliki ciri khusus dan banyak digunakan dalam bidang industri, contohnya diklorometana, kloroform, dan karbon tetraklorida..

Kelelahan dari sisi persepsi menunjukkan adanya peningkatan untuk kriteria selang interval waktu berkendara sementara kelelahan dari sisi fisiologis tidak menunjukkan

Abstrak: Dampak Teori Domino di Negara-Negara Afrika Utara. Penelitian ini bertujuan untuk mengungkap keterkaitan revolusi di negara-negara Afrika Utara, terutama yang terjadi

Hasil penelitian ini adalah berupa  proposisi, yaitu “Jika sistem informasi klaim yang dimiliki oleh Asuransi Takaful  Umum Kantor Pemasaran Surabaya berjalan

Terdapat pengaruh positif dan signifikan status lima dimensi kualitas pelayanan menurut parasuraman et al., yaitu; keandalan, daya tanggap, jaminan, empati, dan bukti