3
Ağustos 1492 güü, güneşin doğmasına çeyrek kala, Pinta, Nina ve Santa Maria adlı gemiler yola çıktı. Gemiler altı günde Kanarya Adalarına ulaştılar. Gomera'da kısa bir konaklamadan sonra, 6 Eylül'de Kolomb ve arkadaşları bilinmeyene doğru Eski Dünya'dan ayrılıyorlardı. Yolculuğun ne kadar süreceği belli değildi, bu yüzden Kolomb, arkadaşlarının cesaretlerini yitirip korkmamaları için öcedenhesaplanan süreden daha kısa süreli bir yolculuğu dikkate aldı. Alize rüzgarlarının da desteği ile gemiler engelle karşılaşmadan yol
alıyorlardı. 16 Eylü günü gemidekiler, çok yeşil bir ot topluluğu farkettiler. Dalgalar Sargossa Denizi'ne girildiğii belirtiyordu. Rüzgar azalmış, dalgalar yavaşlamıştı. Günler geçip giderken endişeler atıyordu.
Gemiciler bir daha geri dönemeyecekleri korkusu ile
ayaklanmak üzereydiler. 11 Ekim'de rüzgar şiddetlendi, denizde karaya yaklaştıklarını gösteren dalagalar oluşmaya başladı. Gece kimse uyumamıştı, herkes bir ışık bekliyordu. Kolomb bir ışık
gördüğüne inanmıştı. 12 Ekim günü, sabahın ikisinde, Pinta'nın gözcüsü Rodrigo de Triana, Kristof Kolomb tarafından San Salvador (kurtarıcı Aziz) adını alacak olan Bahama Adaları'ndaki Guanahani
mercanadasını göstererek "Kara, kara!" diye bağırdı.Yeni bir çağ açılıyordu...
Marco Polo'nun
bahsettiği adalara
çıktığını zanneden
Kolomb, Büyük
Han ve Cipango
halkı hakındaki
konularla
karşılaşmayı
umuyordu. Yerliler
onu şaşırtmıştı;
"Onlar orta
boydalar,
vücutları çok
orantılı, aslan
derisi gibi kızıla
çalan bir tenleri
var ve eğer
giyimiş olsalar
bizim gibi beyaz
tenli olurlardı.
Özellikle
kadınlarını güzel
kılan uzun ve
siyah saçları
dışında
vücutlarında tüy
yoktu..."
Birbirinden hiç haberi olmamış bu iki insan grubunun karşılaşması, Bahamaların muhteşem mercan kayalıklarında
gerçekleşti. İlk temaslar oldukça dostça ve neşeli geçti. Kristof Kolomb kıyı
günlüğüne ilk notlarını kaydetti. Bu izlenimler, şaşkınlığını ve hayretini anlatır. Fakat Kolomb, Hristiyanlaştırma ve sömrgeleştirme niyetini aklından çıkaramıyordu: "Kendimi onların dostluğunu kazanmak için zorladım, zira bu insanların güç kullanarak değil de, sevgiyle bizim kutsal dinimize geçeceklerini sezmiştim. Aralarından birkaçına eğersiz eşyalarla, kırmızı şapkalar ve boyunlarına taktıkları camdan kolyeler verdim. Bu onların çok hoşuna gitti ve bize öylesine
benzediler ki harikaydı.Daha sonra içinde bulunduğumuz sandalların yanına yüzerek gelip, papağanlar, yumaklar halnde pamuk ipliği,
mızraklar ve bizim onlara verdiğimiz çeşitli eşyaar karşılığında cam
inciler, çıngıraklar gibi çeşitli eşyalar getiriyorlardı. (...) İyi huylu ve iyi hizmetçi olmak zorundaydlar. Söylenenleri çabucak
tekrarladıklarını farkettim ve onları kolayca hristiyan yapabileceğime inandım, zira bana onların hiçbir dini yokmuş gibi geldi."
Büyük Han'ın krallığını ve cennet toprağını arayan Kolomb, yerlilerin güzellikerine vurulmuştu: "Onlar analarından doğduğu gibi ıplak idiler, kadınlar bile... Gördüğm bütün insanlar gençti ve hiçbiri 30 yaşından büyük değildi. Hepsi iyi yapıdaydı,
vücutları çok düzgündü ve çok zarif yüzleri vardı."
YAMYAMLAR
İkinci yolculuğunda
Kolomb yamyamların
tören tarzlarını görmüştü.
Fakat Yeni Dünya'da
olanları anlamaları için
16. yüzyıl Avrupa'sında
gösterilecek olan
yamyam sahnelerini
gözlemleyememişti.
Amerigo Vespucci bunun
detaylarını veren ilk
kişidir. "Uysal
vahşilikleri" yanında
yerlilerin korku veren
tarafları da ortaya çıkmıştı:
"Evlerinde tuzlanmış ve
kirişlere asılmış insan eti
bulunan bir köyde yirmi
yedi gün kaldım. Biz, onla
bu sapkın
alışkanlıklarınan
kurtulmaları için ikna
etmeye çalışıyorduk."
D
aha çok bir kara devleti görünümünde olan Osmanlı Devleti, Marmara Denizi ile olan ilgisi, Rumeli kıyısında bazı yerleri işgal etmesi ve oralara yerleşmesi ile kendini denize dönük bir politika izlemekkonusunda zorunlu hissetmiştir.
Nitekim, Ege Denizi ve Karadeniz kıyıları ile Akdeniz sahillerindeki ülkeler, Osmanlı topraklarına katıldıkça, donanmaya ve deniz gücüne duyulan gereksinim artmaya
başlamıştır. Bu cümleden olarak, Gazi Orhan Bey zamanında (1326-1360) Osmanlı donanması Karasi Beyliği donanmasına dayanarak tedrici surette artmıştır.
Osman ve Orhan Gaziler devrinde, Marmara Denizi'nin Anadolu sahillerinde
Osmanlıların Karamürsel, İzmit, Gemlik vs. gibi yerlerde iki deniz üssü bulunduğu kesindir. Kaldı ki eskiden "Prenetos" denilen Karamürsel kasabasıyla civarının fethinden itibaren, İzmit körfezinin güney sahillerinde Selçuklular devrinde "Emaret'üs Sevahil" tarzında bir Amiral sancağı kurulmuş, hatta bu sancağın ilk beyi olan Kara Mürsel Bey burada kendi ismini taşıyan bir gemi tipi yaptırarak hızlı bir ince donanma vücuda getirmiştir.
Hammer tarihinde (Cilt I-Fasıl II) bu gemilerin savaş gemileri olduğundan ve kendi zamanına kadar bu tipe "Karamürsel gemisi" denildiğinden söz edilmektedir. Kara Mürsel'in oluşturduğu bu donanma, Marmara yöresinde egemen bir durum sağlamış olup, Osmanlı denizciliğinin ilk devri olarak önemlidir.
Süleyman Paşa'nın 1354 yılında Rumeli'ye geçip Çanakkale Boğazı sahillerinde kesin olarak
yerleşmesinden bir süre sonra, Osmanlı Bahriyesi merkezinin İzmit Körfezi'nden Gelibolu'ya geçtiği ve Selçuklulardan sahil beylerine geçen an'ane gereğince de İzmit Körfezi'nden sonra Gelibolu sancak beyliğinin ittihaz edildiği
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte İzmit Körfezi'nin eski önemini birdenbire yitirmediğini, daha sonraları da burada gemiler
yapıldığını ve tersane bulunduğunu gösteren çeşitli kayıtlar vardır. Osmanlılar ilk zamanlarında
Karamürsel'de ve Karasi Beyliği'nin Osmanlı topraklarına katılmasından sonra Aydıncık (Edincik) yöresinde de bir tersane kurmuşlardır. Daha sonra İzmit'in Bizans'tan alınması ile de İzmit (Kocaeli) Tersanesi oluşturulmuştur.
Osmanlı donanmasının akın faaliyetinden çıkıp yavaş yavaş deniz aşırı fetihlerde önemli rol oynamaya başladığı devir, Fatih Sultan Mehmet devridir. (1451-1481) Nitekim Fatih, donanmanın önemini takdir ederek fetihten sonra tersaneyi önce Kadırga Limanı'na, daha sonra da Haliç'e naklettirerek, kurduğu ilave göz'ler (gemi yapım tezgahları) ile yeni bir donanma inşasına önem vermiştir. Osmanlı Devleti'nin Yakındoğu ve Doğu Akdeniz'de yükselişi ve Türk denizciliğinin dünya çapında bir gelişme göstermeye başlaması, II. Bayezid devrinde (1481-1512) olmuştur. II. Bayezid, babası II. Mehmet (Fatih), oğlu I. Selim ve torunu Kanuni Sultan Süleyman arasında oldukça renksiz bir yer almasına karşılık Osmanlı Devleti'nin bir deniz politikası
olması gerektiğini anlayan ilk Osmanlı
sultanıdır. Zira II. Bayezid, açık denize elverişli bir denizciliğe sahip olunmadığı sürece, Venedik Cumhuriyeti ile açık denizde baş edilemeyeceğini ve dolayısıyla devletin geleceği için çok önemli olan Doğu Akdeniz hakimiyetinin sağlanamayacağını gayet iyi anladığı gibi, ekonomik faktörler de devleti böyle bir politikaya, ister istemez, götürüyordu.
Türk denizciliğinin parlak devrini yaşatan Barbaros Hayrettin Paşa, 1534 yılında fiilen başladığı "Kaptan Paıalık" görevinde, 12 yıl süreyle pek büyük ve önemli seferler, birçok zaferler
kazanmıştır. Bunlar : Tunus seferi, Mayorka seferi, Apulya seferi, Venedik seferi, Adalar Denizi ve Akdeniz seferi, özellikle 1538 yılında 122 gemi ile Andrea Dorya'nın 600'den fazla gemiden oluşan Haçlı donanmasına (302 adet savaş gemisine) karşı Turgut Reis ve diğer reislerle beraber kazandığı zafer ve Fransa Kralı'nı korumak için yaptığı Nis
seferidir.Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze'de Haçlı donanmasını bozguna uğrattığı bir sırada, başka bir Osmanlı filosu, Hadım
Süleyman Paşa kumandasında Hindistan'da Diyu kalesini kuşatmaktaydı. Birbirinden çok uzak mesafelerde bulunan iki Türk filosunun aynı anda zafer
kazanması, tarihte ender rastlanan bir olay olup, bu da Türk deniz gücünün XVI.yüzyılda ne kadar büyük olduğunu gösterir. Hadım Süleyman Paşa'nın Hint
Okyanusu'ndaki bu girişimini Piri
Reis, Murad Reis ve Seydi Ali Reis sürdürmüşlerse de, Portekizlilerden çok, doğa olaylarının deniz gücünü engellemesi yüzünden, esas hedefleri olan Hindistan topraklarını Osmanlı
egemenliğine sokamamışlardır. Üstün yetenekli Türk
denizcilerinin Hint Okyanusu'nun hırçın ve sert dalgalarına yenik düşmelerinin en önemli nedeni, Akdeniz gibi nisbeten sakin ve kapalı bir deniz için yapılmış olan Osmanlı kadırgalarının,
okyanusun hırçın doğasını yenmek imkanını bulamamış olmasıdır.
Osmanlı ülkesinde deniz
coğrafyacılığı da önemli bir atılım yapmıştır. O zamanlar Osmanlı donanmasının Hint sularına ve Atlas Okyanusu'na ulaşmaları dolayısıyla Hint Seferleri sonucunda iki Türk amirali çok ilginç deniz coğrafyası eserleri vermişlerdir. Bunlar Piri Reis (vefatı 1554) ve Seydi Ali Reis (vefatı 1562) dir.
Sultan Abdülmecid'in saltanatı devrinde (1839-1861), 1842'de tersanede ilk buharlı gemi olarak Seyr-i Bahri yapılmış, 1843'de ileride Seyr-i Sefain'i oluşturacak olan Fevaid-i Osmaniye, 1851'de Şirket-i Hayriye, 1859'da Haliç Vapurları şirketi kurulmuştur. 1829'da Uzun Mehmet tarafından Ereğli'de bulunan kömür
madenleri, ilk defa tersane tarafından işletilmeye başlanmıştır.
ürk tarihi boyunca tüm tarih yazıcıları, genelde o ani iktidara hoş görünme sevdası ile tarihi gerçekleri göz ardı etmişlerdir. Özellikle Osmanlı tarihçilernde bunu açıkça görmekteyiz; hükümdarın yenilgilerinden neredeyse hiç söz edilmezken en küçük bir galibiyet dahi uzunca anlatılır.
Ancak, cumhuriyet ile gelen modernizenin bu anlayışı bozacağı inanılmaya başlandı, haksız da sayılmazdık aslında. Anca, hiçbir şey bizim istediğimiz gibi gitmeyecekti... Cumhuriyetin ilk yıllarında patlak veren Şeyh Said isyanı gibi anti-cumhuriyetçi ayaklanmalar, ister istemez tarih bilimcilerde bir taraf seçmeye itecekti. Örnek vermek gerekirse, özellikle 1980 dönemine kadar olan tarihçiler Osmanlı'yı kötüler, Atatürk'ü yüce gösterirlerdi. Hatta, bizzat İsmet İnönü'nün demeçlerinde, Atatürk'ün birçok fotoğrafındaki pozlarının defalarca denenerek bulunduğu söylenmektedir. Hatta Sakarya Meydan
Muharabesi sırasında çektirdiği fotoğraflardaki pozlar dahi defalarca denenerek oluşmuştur.
Atatürk ile ilgili yanlış bildiklerimiz, bunlarla da bitmiyor. Yıllardır ilkokuldan beri bizlere öğretilen Ali Rıza Efendi'nin fotoğrafı, aslında o sıralarda Selanik'te bulunan Asakir-i Mansure ordusundan bir askerin fotoğrafı. Bizim
tarihçilerimiz, bu şekilde Atatürk'ün millete daha çok sevdirileceğini düşünerek büyük hata yapmıştır. Can Dündar'ın yaptığı "Mustafa" filmine bazı cahil
mukabilinden insanların tepki göstermesi de bunun apaçık kanıtıdır, insanlarımız Atatürk'ün doğru öğrenmedi... Bir diğer yanlış, halen ders kitaplarında kalın puntolar ile yazlı olan "Atatürk'ün doğduğu ev" resmi... Hani şu 6-7 Eylül olaylarının da baş sebebi... Bilmeyenler için bir daha söyleyeyim; 6-7 Eylül
Kenan Evren bir röportajda...
Bize yıllarca Atatürk'ün doğduğu
ev olarak yutturulan bu ev, aslında
Atatürk'ün ara sıra kaldığı bir
evden başka birşey değildi.
olaylarının görünürdeki sebebi, Atatürk'ün sözde evine bomba atılmasıydı. Bunu duyan halk galeyana gelip azınlıklara saldırmıştır. Neyse...
İşte o ev bile Atatürk'ün değildi. Zira
Atatürk'ün evi, o büyük ve şaşalı evden çok daha küçük idi. Dönemin tarihçileri için bu kabul edilemezdi, Atatürk nasıl olurda böylesine küçük bir evde doğabilirdi? Nitekim, şimdi o gerçek ev Yunan hükümeti tarafından yıktırılmıştır.
Bizlere Atatürk'ün babası Ali
Rıza Efendi olarak gösterilen
bu kişi, aslında o sıralarda
Selanik'te bulunan bir ordu
mensubundan başka birşey
değildi...
smanlı tarihinde azdır bu tip şehirler... İki üç nesil boyunca alınamayan, asrın en büyük sultanlarının eli boş döndüğü şehirler... İşte bu şehirlerin başında, şüphesiz ki o gelmektedir; Belgrad...
Aslında bilinçlerimizdeki Belgrad, diğer yüzlerce Osmanlı şehrinden farksızdır, Osmanlı nasıl Budin'i veya Atina'yı almışsa, orayı da kolayca almıştır. Ancak gerçek tarih, bize hiç de öyle söylemiyor...
Belgrad, Orta Avrupa için bir kilit konumundaydı, ayrıca haçlı ordularının başlıca konağı bu şehirdi. Neredeyse tüm Avrupa sancaklarının dalgalandığı bu şehrin burçları, yine birçok Avrupalı devletin askerleri tarafından korunurdu.
Viyana'daki gibi, yine bir nehir(Tuna) tarafından yan cepheleri korunmakta, şehrin giriş kapıları ise dar ve sıcak geçitlerde korunmaktaydı. Bu sarp kaleye gözlerini dikecek olan ilk Osmanlı sultanı ise, Doğu Roma fatihi 2. Mehmed olacaktı...
Fatih, İstanbul'un fethinin ardından gözlerini Macaristan'a çevirmişti. Lakin rakip,
oldukça dişliydi. Neredeyse 20 yıldır Osmanlı ile savaşa savaşa bilenmiş, soylu bir asker olan Hunyadi Yanoş,
Osmanlı ile çarpışacğı anı bekliyordu. Yanoş, Fatih'in Macaristan için Belgrad'a
saldıracağını biliyordu; ordusuyla beraber Belgrad civarına gelerek Fatih'i beklemeye başladı.
Yanoş'un tahmini tutmuştu, Fatih 100 bin kişilik ordusu ile Sırbistan'ı ezip geçmiş, Belgrad'a yaklaşıyordu. Osmanlı ordusu, Belgrad
yakınlarındaki bir kaleyi emniyet amaçlı olarak
gece baskını ile Osmanlı ordusunu püskürtmüş, hatta Fatih'i
yaralamayı başarmıştı. Fatih, İstanbul'a eli boş dönüyordu. Belgrad hayalini kuran bir diğer Osmanlı sultanı ise, Fatih'in oğlu 2. Beyazid idi. Boğdon
Voyvodası'nı fethe çıkan Beyazid, Kili ve Akkerman kalelerini zaptedip hızla Belgrad'a yürümeye başladı. Belgrad burçlarının gözüktüğü sıralarda gelen Papanın "cem sultan" tehditi, onu bu hedefinden vazgeçirip İstanbul'a dönmesine sebep olacaktı. Beyazid'den 20 yıl kadar sonra tahta, en büyük ideali Macaristan ve Avrupa diyarları olan bir sultan geçiyordu; Kanuni Sultan
Süleyman... Dedesi Fatih'in başaramadığını yapmak, Belgrad'ı ele geçirmek sevdası ile sefere çıkan bu 26 yaşındaki genç sultan, devasa Osmanlı
ordusunu Belgrad surlarına saldırttı. Osmanlı sancaklarının Avrupa'nın kalbine dikilmesi için tek yol olarak gözüken Belgrad, Avrupa'nın "muhteşem" diye anacağı Sultan Süleyman
karşısında tutunamıyordu. Sultan Süleyman'ın Ağustos 1521'de Tuna üzerinden yaptığı ağır
bombardıman, Belgrad'ın da düştüğünü tescilliyordu. Kimilerinin "alınmaz" dediği o kalede artık Osmanlı sancakları dalgalanacaktı...
Belgrad'ın fethi, Osmanlı akıncılarının Fransa'ya kadar gitmesini sağlayacak, Kanuni'nin Viyana sınırlarına dek ilerlemesine yol açacaktı. Türk asrı, yani 16. asır, Belgrad'ın fethi ile artık başlıyordu!
K
onstantinapolis... Konstantinapois'i kuşatan haçlı ordusunda bulunan Villehardouin adlı Fransız soylu, not defterine şunları yazmıştır: "1203 yılında İstanbul'a ulaşan haçlılar, güçlü kulelerle desteklenmiş yüksek surları, muhteşem saraylaı ve kiliseleri görmeden önce dünya üzerinde böylesine büyük bir kentin olduğunu bilemezlerdi. Saray ve kiliseler kimsenin tahmin edemeyeceği kadar çoktu. Ayrıca şehir, tüm dünya şehirlerinden daha görkemliydi. İstanbul'da yaşayan hiçbir Rum bunu yadsıyamazdı. Şehirlerine "şehirlerin sultanı" ünavını vermişlerdi." İstanbul, Ortaçağ'ın en büyük şehriydi. Ayrıcalıklı konumu sebebiyle yarım milyonu geçik nüfusu vardı...Şehir, imparatorun konuğu, patriğin oturduğu merkez ile dini ve dünyevi yaşamın odak noktasıydı. Bu durum, lüks malların tüketimini kamçılıyordu. İmparatorun işliklerinde, piyasaya sürülmesi yasak olan ve sadece kralın
kullanabileceği eflatun renkli kumaşlar üretilirdi. Kuyumcuların, fildişi oymacılarının,
dokumacıların ve sarrafların bulunduğu "Mese" adından bir pazar da mevcuttu. Ayrıca Araplar, Ermeniler, Gürcüler, Ruslar gibi onlar çeşitli ırk da eyalet beyinin gözetimindeydi.
Mallar Balkan ülkelerinden, Rusya ve Asya'dan gelirdi. İmparatorun izni ile Venedikliler, Cenevizliler ve Pizalılar Haliç'e yerleşmişlerdi. Vergi ödememe ayrıcalıkları olası, yerli halkın kıskançlığını uyandırırdı. 200.000 metrekareden fazla alan kaplayan İmparatorun Sarayı tek kelime ile muhteşemdi. Ancak aynı şeyler halk için söylenemezdi. Zira halkın evleri depreme
dayanıksız, caddeler pislik içerisinde ve genellikle kalabalık haldeydi. Şehirde her zaman bir
VEBA FELAKETİ
K
ara veba, 1348 yılında Avrupa'yı kasıp kavurdu. Cenevizli tüccarlar tarafından Kırım'dan getirilen hastalık, çok hızlı bir şekilde tüm Avrupa'ya yayıldı. Heryerde ölü sayısı korkunç biçimde artıyordu. Birkaç ay içerisinde veba, zaten açolan halkın 1/4'ünü öldürdü. 1350 yılında salgın uzaklaştı ancak tam olarak kesilmedi. Yüzyılın sonuna kadar her on yılda bir tekrar yaşandı.Veba'nın, günahlar yüzünden Tanrı'nınyer yüzüne
gönderdiği bir ceza olarak düşündü. Veba umutsuzluğa ve çaresizliğe sebeb oluyordu. Birçok yerde dilenciler ve yahudiler, kuyuları
zehirlemekle suçlanıp öldürüldüler. Birçok yerde tarikat üyeler, pişmanlıklarını Tanrı'ya belirtmek için sokaklarda kendilerini kırbaçlayarak dolaştılar. Hastalığın sebebi aslında bir pire idi. Çöp dolu sokaklarda siyah farelerin, sıçanların birden çoğalışı vebanın habercisiydi. Aslında veba basilinin portörü fare değil, onun paraziti olan pire idi. Fareden insana geçen pire, hastalığı başlattı.
VEBA FELAKETİ
B
azı kesimler tarafından tarihimizde Çengiz Hanlığı yabancı bir hanedanmış gibigösterilmektedir. Son zamanlarda buna Timur hanlığı da dahil edilmiştir. Oysa ki tarihi belgelere baktığımız zaman Çengiz ve Timur’unda Türk olduğunu görürüz. Türkler ile Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber, Çengiz Han, Moğol değil, Türktü. Çengiz’in Türklüğü tarihi geleneklerin dışında, tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Prof. Zeki Velidi Togan, 1914’de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde(18. Sf.) ve
1946’da çıkardığı “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve değerli tarih kitabında(66. Sf.) Cengiz Kaan’ı 1221’de ziyaret eden Çaohong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi
nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz’in Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şato’lar ise, bilindiği üzere eski Gök Türklerinden inen büyük bir uruktur. Çengiz’in tipi hakkındaki tarihi belgeler de(uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınkine uymaktadır. Çengiz’in aile adı olan “Börçegin”, “Böre Tegin”in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi ise “Tengiz”, yeni “deniz” kelimesinin moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçede “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca “ç” ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedirler.
Çengiz ailesi hiç şüphesiz eski Türk geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri
Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanla Türk Geleneklerinin devam etmekte olduğu
Çengiz’in oğullarından Çagatay ve
Ögedey’in adlarında görülmektedir. ”Çaga” ve “Öge”, bilindiği gibi, Türkçe kelimelerdir.
Neden Cengiz Düşmanlığı?
Şimdiye kadar Çengiz çocukları, bizim tarihimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan gibi
gösterilmiştir. Gerçeğe uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hakimiyeti altında yaşadığını da kabul etmek gerekir ki, bu da şimdiye kadar hiçbir zaman bağımsızlığını kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü
ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği çağdaş müvverihler tarafından kabul edilen Çengiz Han kültür ve ülkü bakımından bir Türktü. Onu yabancı gösteren şey, XIII. Yüzyılda artık Müslüman bir millet olan Türkler arasında eski dine bağlı kalan bir azınlığa mensup oluşu, bir de Moğollar üzerinde hakim bir ailenin ferdi olarak Arap ve Acemler tarafından Moğol diye ilan edilişidir.
Cengiz Soyu İlhanlılar
İkinci hanedanımız olan İlhanlıların en büyük hizmeti Anadolu ve Azerbaycan’ı kesin suretle
Türkleştirmesidir.Çünkü XI. Yüzyıl başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin
Anadolu’ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus yüzyıl kadar da Latin ve Cermen Avrupasına karşı amasız savunma savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı.I. Kılıç Arslan’ın haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti elli bin kişiyi ancak buluyordu.İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır’daki hakim Türklerin başına gelen “erime” felaketine uğramamaları, İlhanlıların Anadolu’ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve
Anadolu ile Azerbaycan’daki yabancıları büyük ölçüde sürmeleriyle kaabil olmuştur.Bunu vahşet sayan
Avrupalıların Türkistan’da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini topyekün öldürten Makedonyalı İskender’e “Büyük” sıfatını vermelerinin mantıksızlığın ve biraz bize karşı olan kinin
mahsülüdür.Avrupalılar bütün Asya milletlerini yenebildikleri halde Türklerin tek başlarına bütün batı dünyasına karşı yüzyıllarca süren şerefli mücadele ve savunmasını unutamıyorlar.Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar.İlhanlıların Azerbaycan’ı kesin olarak
Türkleştirmeleri Acemleri de garip iddalara sevk ediyor:
Onların fikrince “Moğollar” Azerbaycan’ı alıp Acem olan ahalisinin diline iğneler sokmak suretiyle halkı “Türkçe” konuşmaya
zorlamışlardır.Bir milletin, diline iğne sokulduğu için yabancı bir dili topyekün öğrenerek konuşmaya başlamasının gerçekle bağdaştırılmasındaki gülünçlük
meydandadır.İlhanlılar zamanında bu devlet Tebriz ve Meraga civarında idare olunmuştur. Nasıl İznik, Konya, Kayseri, Bursa, Edirne, Ankara şehirleri başkentlik yapmışsa,
Azerbaycan’ın şehirleri de bir zamanlar aynı vazifeyi görmüştür.Bu hareketliliğin, enerjinin ve gençliğin alametidir.Nitekim milletimiz XX. Yüzyılın medeni milletleri içinde göçebe halka malik tek milletse bu onun geriliğinden çok yaşama kabiliyetini ve gençliğini
gösterir.Anadolu’da bizden önceki Hitit vesair milletleri mahveden sıtma gibi hastalıklar Türkleri yok edemedi, edemeyecek.
Köy ve kasabada sıtmadan kırılanların yerine derhal yayla ve dağdaki göçebeler işgal ederek siperde ölen askerlerin yerini tutan yeni
kuvvetler gibi tarih ve zaman içindeki
vazifelerini almaktadırlar.Yüzyıl süren İlhanlılar hanedanı sırasında yanlış tarih telakkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beğinden başka bir şey değildir.
Timur
Yine yanlış tarih telakkisi Temir’in yabancı, Tatar ve düşman sayılması sonucunu
doğurmuştur.Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre Aksak Temir Bek Kunlar, Gök Türkler ve Çengiz gibi mefkurevi Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir
hükümdardır.Onu, bizim yani Türkiye Türklerinin milli düşmanı saymak
yanlıştır.Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı’nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir.Ankara Savaşı’nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu.Bu kadar insan vatan haini miydi?Bu kadar çok vatan hainin bir araya gelmesinin imkanı var
mıydı?Onlar bu kavgayı bir hanedan ve bir otorite kavgası sayıyorlardı.
Aksak Temir Bek umumi Türklük bakımından suç işlemiş midir?Bunu tartışmayı bir yana
bırakıyorum.Çünkü her insanda kusur
bulunabileceğini kabul ediyoruz.Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz birçok kişinin kusurları yok muydu?Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından bir takım hatalı hareketler yapmıştır.Fakat O ilerisini görebilen bir insandı.İslav tehlikesini görmüş ve Yıldırım’a Rus-Leh-Lit-Van sürüsünü müştereken imha etmek teklifini
yapmıştır.Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu
reddetmiştir.Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Bir Türk şairinin dediği gibi: "Bütün Türkler bir olsa, başkalaşır giderler…"
MERT ALTAŞ mert@farklitarih.com
ürk tarih basını, özellikle son 10 yılda büyük atılımlar gerçekleştirdi. Artık her yayın organında tarihi eserlere
ulaşabiliyoruz. Tabii bu gelişmelerde TRT'nin payını da vermek gerek; zira TRT, diğer kanalların reyting uğruna magazin haberleri yaptığı bir ortamda, gerçekten muazzam bir içeriğe sahip olan BBC belgesellerini bıkmadan usanmadan yayınlamıştır. Şimdi bu rolü NTV üstlendi. Neyse..
İşte bu büyük gelişmelere belki de en kapalı olan kurum, aslında bu yeniliklerin demirbaşı olması gereken bir yer; Türk Tarih Kurumu... Aslında Türk Tarih Kurumu ile ilgili pek birşey söylemeyeceğim; bu yazımı okursanız görüşlerimi az buçuk anlayabilirsiniz.
TTK'nın düştüğü son durum gerçekten çok üzücü. Ne tasarım ne de içerik olarak doyurucu olan yayınlarını satabilmek için %50'lere varan indirimlere gitmekte. İşte Türk tarih basınını temsil etmesi gerektiği yerde daha da örümcek ağı tutturan bu kuruma güzel bir alternatif var; Tarih Vakfı...
***
Ad değişikliğinden önceki uzun ismi ile Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Türkiye'de barış, karşılıklı anlayış ve çağdaş tarih bilincinin gelişmesi amacı ile 1991 yılında 264 aydın tarafından kuruldu. 1992, 1995, 1998, 2000 ve 2003 yıllarına 5 Olağan Genel Kurul gerçekleştirdi. 2000 yılında kadar
Medeni Kanun değişikliği uyarınca Vakıflara üyeliğin kaldırılmasına kadar her yıl %10 yeni üye alarak 2000 yılında üye sayısını 632'ye çıkardı. 2005 yılı Nisan ayında gerçekleştirdiği Olağanüstü Genel Kurul ile ismini Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı'ndan Tarih Vakfı'na değiştiren ve logosunu yenileyen vakıf bu güne kadar bir çok önemli proje etkinliğe imza attı. 15 yıllık tarihinde toplam 56 proje, 20 sergi, 10 kongre, 7 konferans, 33 sempozyum, 32 atölye, 78 söyleşi, 23 panel
gerçekleştiren Tarih Vakfı, 163 sayı Toplumsal Tarih Dergisi ve 59 sayı İstanbul Dergisi yayınladı. Tarih Vakfı yayıncılık faaliyetleri kapsamında alanlarında
SON ÇIKANLAR
Yeniçeri
İmparatorluğun Son Akşamı'nın yazarı Hakan Kağan’dan heyecan dolu yeni bir roman: Yeniçeri
TİMAŞ yayınları, 256 sayfa, 13,5x21 cm, İthal, İlk Baskı Tarihi: Eylül 2009
Tarihi Değiştiren
İmparatorluklar
‘Tarihi Değiştiren
İmparatorluklar’ sizi nefes kesen bir maceraya
çağırıyor!
TİMAŞ yayınları, 512 sayfa, 13,5x21 cm, İthal, İlk Baskı Tarihi: Haziran
çok büyük bir boşluğu dolduran İstanbul
Ansiklopedisi ve Sendikacılık Ansiklopedisi gibi iki dev eserin yanında toplam 320 kitap yayınlandı. ***
Vakıf gerçekten önemli akademik yayınlara imza atıyor. Akademik tarih türünün öncülerinden olan Toplumsal Tarih Dergisi'nin yannda çeşitli kitaplara da ulaşabileceğiniz bu vakıf, sergilerden kongrelere dek birçok projeye de hizmet ediyor.
Atatürk'ün ardından bir türlü eski kalitesini
yakalayamayan Türk Tarih Kurumu için bence en iyi alternatif, Tarih Vakfı'dır. Bu vakfa maddi/manevî destek olmak, inanın bana, sokakta vatanseverlik nîdaları atmaktan çok daha büyük bir iştir.
Türk Tarih Kurumu'na acil şifâlar, Tarih Vakfı'na da başarılar diliyorum... ISBN: 978-605114-065-0, Barkod: 9786051140650, 1. baskı 9 TL 2009 ISBN: 978-975-263-987-4, Barkod: 9789752639874, 1.baskı 19,50 TL
imaş’ın Popüler Tarih serisinin lokomotifi Tarihi Değiştirenler, bu kez imparatorlukları masaya yatırıyor. Yazar Ali Çimen sizleri, Asya steplerinden rengârenk ipeklerle süslü Çin saraylarına; Avrupa’nın rutubet kokulu şatolarından güneşten kavrulan Yunan kıyılarına; Bizans’ın gizemli kiliselerinden Arap yarımadasının gölgeli cami avlularına; devasa dalgalara beşiklik eden Okyanuslardan dünyanın en el değmemiş diyarlarına; Afrika’nın balta girmemiş topraklarından Hindistan’ın nemli vadilerine; Avrupa’nın kasvetli sokaklarından Moskova’nın dış mahallelerine; Amerika’nın dört bir köşesinden Kore’nin sarp dağlarına, Vietnam’ın güneş geçirmeyen ormanlarına uzanan; dünyayı avuçlarınızın arasına alacağınız bir serüvene ortak olmaya davet ediyor.
Gelin,
Çin’in iki bin yıllık imparatorluk geçmişinin ilmek ilmek örülüşüne tanıklık edin, Çin’i alt üst eden ayaklanmaların, suikastların ve saray oyunlarının bir parçası olun!
Büyük İskender ile boğazı geçip Pers diyarlarına girin, Asya steplerini aşın, ormanlarında fillere karşı savaşın. Perslerle bir olup Persepolis’i İskender’e karşı savunun!
İslam ordularının bir parçası olun; hak için kılıç sallayın. Emevilerle Endülüs kapılarına dayanın, Avrupa tarihini değiştirin!
Sezar’la bir olun Roma yürüyün! Senato’daki dedikodulara kulak kabartıp, Romalıların arasına karışın. İmparatorları alkışlayıp, idamlarına şahit olun, Roma’nın kan üzerinde yükselişini izleyin. Bizans şövalyeleriyle bir olun, Konstantinopol’ün surlarından düşmana ok atın; Fatih Sultan Mehmed’in cengâverleri arasına karışıp Konstantinopol’ün surlarını aşın, çağ kapayıp çağ açın! Hunlarla bir olun, Avrupa’yı tir tir titretin; Roma’nın kapılarına dayanın, Papalar sizden af dilesin. Moğolların saflarına karışın, taş üzerinde taş bırakmayın, atlarınız çatlayana dek dünyayı fethe soyunun!
Gelin; tarihi okumayın, bizzat yapın…
Timaş Yayınları 512 sayfa
13,5x21 cm İthal
İlk Baskı Tarihi: Haziran 2009 ISBN: 978-975-263-987-4 Barkod: 9789752639874, 1.baskı
www.farklitarih.com www.dergi.farklitarih.com ıllardan 1930, aylardan Kasımdır.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'i Samsun'da gergin bir hava karşılar. Tren istasyonundan itibaren yolun iki tarafı asker ve polislerce sarılıdır. Heyette bulunan Ahmet Hamdi Başar içlenir bu hazin duruma: Koskoca Gazi, sevgili Samsun'una "adeta bir düşman şehrine" girer gibi mi girmelidir?
Gerginlik akşam yemeğinde had safhaya varır. Vali Kâzım Paşa'dan başka Samsunlu bir Allah'ın kulu yoktur sofrada. Gazi'nin "Belediye Reisi nerede?" sorusu üzerine Başkan Boşnakzade Ahmet Bey apar topar getirilir sofraya. "İçelim!" der Cumhurbaşkanı, Ahmet Bey su bardağını kaldırır. Zaten sinirli olan Gazi çıkışır: "Ne o Reis beyefendi, yoksa rakı günah diye içilmiyor mu?" Cevap, "Hayır efendim, yemek yemiş bulundum da!" olur. "Ya" der Mustafa Kemal, "Demek bizim geleceğimizi bilmiyordunuz?" Ahmet Bey'in cevabı "Geleceğinizi biliyordum da, yemeğe çağrılmamıştım." olur. Bunun üzerine Gazi'nin gözleri Vali'ye çevrilir ve Başkan'ı neden haberdar etmediğini sorar. Cevap yoktur. Cevap vardır aslında ama nasıl versin Kâzım Paşa? Samsun Belediye Başkanlığı seçimini CHP'yi hezimete uğratan Serbest Fırka adayı açık farkla kazanmış, dahası Ankara'da bunun "sorumluluğu" Vali'ye yüklenmiştir. Aslında 1930 Kasım'ında Türkiye'de herkes patlamaya hazır bomba gibidir. İlk
yıllardaki iyimserlik havası, 1927-28 mevsimindeki kuraklık ve 1929 dünya ekonomik bunalımının ülkeyi vurmasıyla tersine dönmüş, ödemeler dengesi açık vermeye başlamıştır. Tarım fiyatları dibe
vurduğu için köylünün ürünü elinde kalmıştır. Esnaf derseniz, burnundan solumaktadır. Halk vergilerin ağırlığından şikayetçidir.
Yurt gezisine Atatürk'le beraber çıkan Hamdi Başar, CHP'nin bir ahtapota dönüşerek çıkar kuyularının başına çöreklendiğini "İstismar ve zulüm gün geçtikçe şiddetleniyor." diye
anlatıyordu. Anadolu'da Atatürk'ün önüne atlayıp "Açız!" diye bağıranlar az değildi. Meclis
kürsüsünde ise Serbest Fırka'nın Başkanı Fethi Okyar'ın dertli sesi duyuluyordu: "Gidin bakın, İzmir'in köylerinde insanlar ot yiyor."
Okyar'ın İzmir köylülerinin ot yediklerini haykırmasının üzerinden sadece 3 gün geçmiştir ki, Menemen olayı patlak verir. Gazi'nin
başsağlığı bildirisindeki öfke okları, Kubilay'ı öldürenlerden çok, eylemcileri destekleyen Menemenlilere yönelmiştir: "Kubilay şehit olurken, gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki halktan bazılarının alkış tutarak olayı uygun bulduklarını belli etmeleri (...) utanılacak bir durumdur."
Ancak asıl sorulması gereken soru yine ıskalanmıştır: İyi de neden çoğu Rumeli ve Girit göçmeni olan Menemen halkı "gericileri" desteklesin? Bunun sebebini sormadan ve dahi aklı başında bir cevabını vermeden işin içinden kimse sıyrılamaz. Bir başka deyişle halkın da desteklediği Menemen
www.farklitarih.com www.dergi.farklitarih.com
olayını bir irtica kalkışmasına indirgemek, sorunun yüzeyinde oyalanmak demekti. Asıl sorun, halkın ekonomik çöküşten duyduğu
memnuniyetsizlik, ikincisi ise Cumhuriyet devrimlerinin yıktığı ümmet kimliği yerine, aynı hızla bir millet kimliğini inşa edemeyişiydi. Nihayet CHP'lilerin diz boyuna çıkan yolsuzlukları, 'yiyicilikleri', devletin kaynaklarını yeni bir sınıfa aktarma konusundaki gayretleriydi.
Nitekim Serbest Fırka'nın fikir babası Ağaoğlu Ahmet, Kubilay'ın katillerini destekleyen halkı suçlamakla bir yere varılamayacağını, asıl suçlunun aydınlar olduğunu acı acı
haykırıyordu: "Biz Cumhuriyet'i kendi başına bıraktık ve kendi şahıslarımız, işlerimiz ve menfaatlerimizle uğraştık! İşte netice!"
Düşünün ki, bunu söyledi diye
"Cumhuriyet" gazetesi Ağaoğlu Ahmet Bey'i rejim düşmanı ilan etmişti; CHP Fethi Okyar'ı iftira atmakla suçlamış, Atatürk dolaylı olarak Serbest Fırka'yı sorumlu tutmuş ve kapatılmasını istemişti.
Ancak Menemen'de isyancıları alkışlayanlar bir sonuçtu. Göçmenlik psikolojisinin tezahürüydü. Kötü yönetimin ve yolsuzlukların,
çürümüşlüğün, devleti ele geçirmiş aç gözlü bir oligarşinin yağmasından duyulan rahatsızlığın ürünüydü. Aş ve işinden olmuş kitlelerin Menemen'in payına düşen tepkisiydi. Ot yiyen köylünün isyanıydı.
Yoksa aralarında daha namaz kılmayı ve abdest almayı bilmeyenlerin, hatta Allah'ın İstanbul'da olduğunu
zanneden cahillerin bulunduğu katillerin Müslümanlıkla bir
alakalarının bulunmadığı sır değildi. Ancak irtica, 28 Şubat'ta olduğu gibi hortumlamaları örten bir perdeydi. Onun arkasından ne işler yürütüldü? Asıl mesele orada.
Aşar neden kaldırıldı? Kitaplarımızdaki klişelerden biri daha: Cumhuriyet yönetimi Aşar vergisini kaldırarak köylünün sırtından ağır bir yükü almış oldu. Ancak bir dakika. Hakikaten bir lütuf olarak mı
kaldırılmıştı Aşar?
Önce zamanlamaya dikkat! Aşar, Şeyh Sait isyanı devam ederken Fethi Okyar
hükümetince kaldırılmıştı. İkincisi, bütçe gelirinin yüzde 22'sini oluşturan Aşar'ın kaldırılması, Hazine'yi boşaltınca hemen dolaylı vergiler getirildi. Arazi vergisi yüzde 0,6'dan 4,8'e
yükseltildi, yani yaklaşık 8 kat artırıldı. Bu da yetmedi, tuz, şeker ve gazyağı fiyatları yükseltilerek hazinenin Aşar'dan doğan kaybı
giderildi. Vergiler sadece kılık değiştirmiş oldu. Hükümet bir eliyle verdiğini öbür eliyle almıştı.
Oysa Aşar'ın kaldırılmasının sebeplerinden biri şuydu: Vergiler o tarihlerde "mültezimler", yani vergi müteahhitleri eliyle toplanırdı. Doğu'da
mültezimler aşiret reisi olan şeyhlerle yakın ilişki
içindeydiler ve onlara dinî bir vergi olan Aşar'dan ciddi bir kaynak aktarılıyordu. Aşar'ın kaldırılmasıyla Şeyh Sait gibi "Şıhlar"ın gelir kaynakları kurutulmuş oluyordu. Neyse, daha fazla kafanızı karıştırmayayım. En iyisi siz yine Aşar'ın kaldırılmasıyla Türk köylüsüne büyük iyilik yapıldığını tekrarlamaya
devam edin.
Meğer İnönü "Nutuk"u da yasaklamış!
Gazi Mustafa Kemal'in "Nutuk"u 1927'de 2 cilt halinde basıldı basılmasına ama ertesi yıl harf devrimi yapılınca yasaklı kitaplar listesine girmekten kurtulamadı. Böylece 1934'te Latin harfleriyle basılana kadar tam 7 "Nutuk"suz yıl geçirildi. 1938'de 3. baskısını yapan "Nutuk", İnönü'nün uzun cumhurbaşkanlığı
döneminde bir daha matbaaya uğrayamadı. "Nutuk"suz geçen 12 İnönü'lü yıldan sonra nihayet Demokrat Parti devrinde tutukluluğu sona erdi. 1950'de ilk cildi basıldı, 2. cildi 1952'de, 3. cildi ise 1959'da çıktı. . Meğer "Atatürkçü" İnönü ve "Kemalist" CHP'si yalnız paralardan ve pullardan Atatürk resimlerini kaldırmakla yetinmemiş, "Nutuk"u da yasaklamışlar...
on aylarda daha da arttı ama yıllardır Türkiye’deki hukuk sisteminin ‘tefessüh ettiğini’ (kokuştuğunu) gösteren bir dizi olay yaşıyoruz. ‘Cumartesi Anneleri’ tam 14 yıl, 54 mevsim, 223 haftadır, her cumartesi günü, İstanbul’da kayıplarını istiyorlar. Aylardır başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere, gösterilerde taş atan çocukların büyükler gibi yargılanmaları ve terör kanunları uyarınca ağır hapis cezalarına çarptırılmaları da ‘vak’ayı adiyeden’ oldu. Hrant Dink ve Rahip Santoro davaları, adeta görünmez bir el tarafından sonsuza kadar oyalanmaya çalışılıyor. Ne
Güneydoğu Anadolu’da asit kuyularına atılmış binlerce insanımızın, ne polis veya gardiyan dayağıyla ölen evlatlarımızın hesabını sorabiliyoruz.
12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı sırtından dokuz kurşunla öldüren ‘güvenlik’ güçlerinin, ‘meşru müdafaadan’ beraat kararının Yargıtay tarafından onanması ise hukuk sisteminin tefessüh ettiğinin son kanıtı. Aslında bu ülkenin kuruluşundan beri devletin yüce menfaatleri söz konusu olduğunda hukuk dışına çıkmak meşru görüldü. Bu hafta, Cumhuriyet döneminin en ‘hukuk dışı’
uygulamalarından biri olan ‘İstiklal Mahkemeleri Kanunu’ ve bu kanunun uygulamaları na bir göz atacağız. Bu mahkemeler günümüzün
‘çift başlı yargı’ sorununun da kaynağına işaret ediyor. Peşinen belirteyim ki, bu yazı pek çok
okuyucuyu tatmin edemeyecek. Meraklı okuyuculara kaynakçadaki hatıratları okumalarını şiddetle tavsiye ederim.
***
115 milletvekilinin katılımıyla en yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden ülkenin pek çok yerinde çıkan
ayaklanmaları ve asker kaçaklarını engellemek 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde, düzenin sağlanamaması üzerine, 1793’te, Fransa’da kurulan olağanüstü yetkilere sahip ‘İstiklal Mahkemesi’nden esinlenilerek ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu. Mahkemelere en büyük muhalefet, resmi tarih tarafından ‘İkinci Grup’
Ayşe Hür
diye adlandırılacak olan muhalif grubun lideri Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’den geldi.
‘Yalnız Allahtan Korkar’
İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal
Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar” yazan mahkemeler verdikleri
kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani
kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.
Asker kaçakları ile mücadele
18 Eylül 1920 - 31 Temmuz 1922 arasında görev yapan 12 mahkeme ile 1922 sonundan Mayıs 1923’e kadar görev yapan iki mahkeme olmak üzere toplam 14 İstiklal Mahkemesi, amaçları farklı olduğu için ‘Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ diye anıldı. Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde kurulan bu mahkemeler esas olarak ‘casusluk’, ‘bozgunculuk’, ‘asker kaçakları’, ‘eşkıya’, ‘saltanat yanlıları’ ve ‘isyancılar’ ile mücadeleyi amaçlıyordu. Ancak en önemli sorun asker kaçakları idi. ‘Her Türk asker doğar’ iddiasına rağmen sadece Sakarya Meydan Muharebesi sırasında tam 48.335 kişi asker kaçağıydı. Resmî verilere göre bu mahkemelerde, Hıyanet-i VatanHıyanet-iye Kanunu’na dayanarak, toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine 40 ila 100 değnek, malını mülkünü müsadere, para
cezası, yerine evden başkasının askere alınması, halka teşhir, hapis, evinin yakılması gibi çeşitli cezalar verildi. 1.054 idam cezası infaz edildi. Ancak bu sayılar gerçeğin ancak bir bölümüdür, çünkü bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıptır. Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergun Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalıdır.
Şark İstiklal Mahkemeleri
4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu’nu ile kurulan ‘İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ ise muhalefetin büyük direnişi ile karşılaştı. Kazım Karabekir “Islahatı İstiklal Mahkemeleri ile mi yapacaksınız” diye sorarken, Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesinin idam hükümlerinin infazını Meclis’e bıraktığını, dolayısıyla bu hüküm değişmeden kanunun görüşülemeyeceğini söylüyordu. Dersim Mebusu Feridun Fikri (Düşünsel) Bey “kanunun hükümetçe çok geniş yorumlanarak bütün olayların isyan ve ihanet gibi gösterilebileceğini, Cumhuriyet rejiminde hakların her şeyin üzerinde olduğunu ve hak ve hürriyetlerin hükümetin idaresine bırakılamayacağını bunun Teşkilatı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu” ısrarla belirtiyordu. Kavgaya varan ateşli tartışmalara rağmen, kanun 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Kanunla ile biri idam kararlarını uygulama yetkisiyle ‘Şark’ için Diyarbakır’da, diğeri idam yetkisi TBMM’nin onayı ile uygulanmak üzere Ankara’da olmak üzere, iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Diyarbakır’daki mahkemenin resmî adı ‘İsyan Bölgesi Mahkemesi’ idi ama ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ olarak anıldı. Ardından meşhur Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda dinî esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri ‘vatan haini’ ilan eden değişiklik yapıldı ve mahkeme göreve başladı. 21 Mart’ta, İsmet İnönü, Meclis Başkanlığı’na Divan-ı Harb-i Örfilerde verilen idam cezalarının da ordu, kolordu, bağımsız tümen ve müstahkem mevki komutanlarınca onaylanarak
uygulanmasını öneren bir önerge verdi. 22 kişilik muhalif grup bu teklifin de anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğunu söylediler ama önerge, hükümetin istediği
şekilde kanunlaştı. ‘Üç Aliler Divanı’
Ardından mahkeme heyetleri seçildi. İsyan (Şark) Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karasi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan) Beylerdi. Ankara İstiklal
Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip Beylerdi. Bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı. Ancak, görüleceği gibi adı veya göbek adı Ali olan iki üye daha vardı.
Şark İstiklal Mahkemesi’nin en genç üyesi Avni Bey, anılarında şöyle yazmıştı: “İstiklal Mahkemesi reisi ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek nasip olmadı. Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar
çekilirdi.”
Mahkemenin en sert üyesi Ali Saip Bey’di. Şark İstiklal Mahkemesi’nin aynen Ankara İstiklal Mahkemesi gibi sivil ve askerî tüm olayları yargılamasını isteyen Ali Saip Bey, bu konuda mahkemenin tek hukukçu üyesi Ahmet Süreyya Bey’le ters düşünce “Savcılıkla aramızda kanaat farkları var istifa ediyorum. Böyle çalışamam!” diyecekti. Sonunda mesele Ankara’ya aktarılacak, gelen cevaptan Ankara ‘devrimci uygulamaların’ sınırlandırılmasını istemediği anlaşılacaktı. Zaten Mustafa Kemal 16 Ocak 1923’de İzmit’te yaptığı basın toplantısındaki “İnkılâbın kanunu mevcut kanunlar üstündedir” diyerek, rotayı göstermişti. Hâkimler ile savcı arasındaki anlaşmazlık, “gerekirse kanunların üzerine çıkarız” görüşünün
üstün gelmesiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra, mahkemenin yetki bölgesindeki 14 vilayet ve iki kazadaki idari, adli, askerî her türlü sivil ve askeri dava bu mahkemelerde görüldü.
‘Sebilürreşadçı’ Eşref Edip Bey’in anıları
“Heybeli 1925 Mayıs ayı... Heybeli Ada’ya yeni göç etmişiz. Bir sabah vapura yetişmek üzere Denizcilik Okulu’nun yanından hızla iniyorum. Sokağın
karşısındaki polis karakolunda bir kaynaşma dikkatimi çekti. Yürüdüm. Bir polis bana doğru gelmeye başladı. Karşılaştığımızda, biraz karakola kadar gelmemi söyledi. Karakolda komiser ayakta geziniyordu. Biraz heyecanlı idi. Alınan emir üzerine tevkif edildiğimi tebliğ etti. Böyle bir şey beklemediğim halde hiçbir telaş
göstermedim. İçime korku da gelmedi. Korkacak ne var? Yarası olan gocunur...”
Cebeci’deki karanlık günler
‘Yarası olmadığı için gocunacak şeyi olmadığını’
düşünen bu kişi ünlü İslamcı dergi Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip [Fergan] idi. Eşref Edip, polis nezaretinde Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli karşısındaki Danıştay binasına giderken,
düşünüyordu: “Acaba neden gözaltına alınmıştı. Şeyh Said İsyanı ile bir ilişkisi yoktu ancak geçen günlerde Masonluk hakkında bir kaç yazı yayımlamışlardı. Acaba o mu infiale sebep olmuştu” sorularına cevap alamadan kendisini Ankara’ya giden trende buldu. Trenden inince doğru İstiklal Mahkemesi’ne, ardından da Cebeci’deki Tevkifhane’ye gittiler. Kendisini çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vurdular. Bir hafta yemek getiren erden başka kimse uğramadı yanına. Geceler boyunca tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledi. Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildi. Moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü
kafatasları, insan kemikleri ile dolu karar topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhtu gardiyanlar, akrepler,
çıyanlar... Sağda solda feryatlar, iniltiler... İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları. Zihnini giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçu neydi bir öğrenebilseydi...
Unutulan yazar
Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geldi. Eşref Edip’in hücresini ziyaret ettiğinde “Aaaa! Sen burada mısın?” dedi. “Bizi unuttunuz galiba!,” diye yanıtladı Eşref Edip, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorunuz.” “Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan istiyorlar.”
“Seni Şarktan istiyorlar” ne demek? diye düşündü Eşref Edip. Bunu daha sonra öğrenecekti. Şeyh Sait, idam yerine Edirne’de sürgün cezası verileceği vaadiyle kendisini isyana götüren nedenlerin başında TpCF’nin programı ve İstanbul basınının, özellikle de Sebilürreşad’ın hükümet aleyhine yaptığı yayınların geldiğini söylemişti. Şeyh Said’i ikna eden Ali Saip Bey’in kafasındaki plan, muhalif gazetecilerle Şeyh Said’i duruşmada karşılıklı çarpıştırmak ve böylece her iki tarafı da birbirinin silahı ile vurmaktı. Ancak siyasi durumun nezaketi yüzünden, Ankara bekleyememiş ve Şeyh Said ve 46 adamını acilen asmak zorunda kalmıştı.
Hikâyenin gerisini Eşref Edip’in son derece ilginç hatıratından okuyabilirsiniz.
‘Komünist’ Zekeriya Sertel’in anıları
Eşref Edip ve bir grup ünlü gazetecinin yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edildiği günlerde, Gülhane Parkı’nda eşi ve çocuğuyla piknik yapan Zekeriya (Sertel) Bey’in de hayatı, karşısına dikilen bir polis memurunun emniyete davetiyle değişecekti. Eşi Sabiha Hanım’la birlikte sahibi olduğu Resimli Ay dergisinde yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesi ile Ankara’nın ve bizzat Mustafa
Kemal’in tepkisini çekmiş olan Zekeriya Bey, ayrıca komünist olarak da tanınıyordu. O günlerde Resimli Ay’ın en önemli temalarından biri Milli
Mücadele’nin sadece birkaç kahraman liderin değil, işçisinden köylüsüne, memurundan askerine, kadınından gencine tüm halkın eseri olduğu, bu
adsız kahramanları anmak için de bir ‘Meçhul asker’ anıtı dikilmesiydi. Bu kampanyaya cevap gecikmemişti. Akşam gazetesinde ‘Üç Aliler Divanı’nın en ünlü üyelerinden ‘Kılıç’ Ali imzalı bir yazı çıkmış, yazıda, savaşı halkın değil Atatürk’ün yaptığı ileri sürülmüştü. “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir” diyen yazar “Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur” diyordu. Yazarın Mustafa Kemal’in en has yaverlerinden biri olması, Zekeriya Bey’in baltayı taşa vurduğunu gösteriyordu.
Terör Hakkında Sözleri
"Bu terör ya bitecek ya bitecek..." (Başbakanlığı döneminde terörle mücadelede kararlılığını vurgulamıştır.)
"Devletin gücünü anne şefkatiyle sararak getireceğiz..." (Şırnak'ta)
"Yaşama hakkından daha mukaddes bir insan hakkı yoktur..."
"Bayrak inmez, ezan susmaz..."
"Sakarya'dan, hatta komutanların bana söylediğine göre Plevne'den bu yana en büyük kara harekatı."
(TSK tarafından 1995'te icra edilen Çelik-1 Harekatı hakkında)
"O bayrak inecek, o asker gidecek..." (1996'da Kardak Krizi sırasında Yunan Hükümeti'ni geri adım atmaya zorlayan bir çıkış yapmış ve 24 saat içinde Yunan bayrağı Kardak Adaları'ndan inmiş, Yunan askeri de geri
çekilmiştir.)
"Can veririm ama çakıl taşı vermem." (Kardak Krizi sırasında söylediği bir sözdür. Bu sözü daha sonra miting meydanlarında sıklıkla tekrarlamıştır.)
Miting Sözleri
"Öyleyse haydi Türkiyem ileri..." (Çiller miting konuşmalarını daima bu sloganla bitirirdi. Kendisini dinleyenlere de bu sözü tekrar ettirirdi.)
Medya İle Kavga Sözleri
"Bir Cenab- Allah'ın bir de yüce Türk
milletinin önünde eğilirim, başka da kimsenin önünde eğilmem" (Medya ile başlattığı savaş sırasında kullandığı bu sözü yine her
konuşmasında sıklıkla tekrarlamıştır. Genel Başkanlıktan ayrıldığında da "bu sözün gereğini yerine getiriyorum" demiştir.) "Bunlara Türkiye'nin tapusunu verseniz Bulgaristan'ın tapusunu isterler." (Medya patronları için 18 Nisan 1999 seçimlerine giderken HBB televizyonunda katıldığı canlı yayında söylediği bir söz.)
"Beni kendi televizyonlarına çıkarmıyorlar. Başka bir kanala çıkınca da telefonla bağlanıyor, beni konuşturmuyorlar." (Aydın Doğan için HBB TV'de kullandığı bir söz.) "Bu kartelci medya eğer bir gün benim
hakkımda iyi bir şey yazarsa bilin ki bu bacınız teslim oldu..."
"Bunlara devletin bir çikolatasını ikram etmem."
"Ne yapacaksın? Herkesi susturdun, beni de mi susturacaksın?"
"Başım dik, dim dik ayaktayım. Başım göğe değecek kadar dik. Eğer bir kara noktam olsaydı, böyle birine bu mücadeleyi yaptırırlar mıydı?"
"Neden bunca iftira Çiller'e... Söyleyeyim. Çünkü Çiller partisini satmadı. Çünkü Çiller davasını satmadı. Çünkü Çiller demokrasi şehitlerinin kemiklerini sızlatmadı..."
Koalisyon Sözleri
1995 Seçimleri öncesinde ANAP'la koalisyon müzakereleri yapılıyorken Mesut Yılmaz'a "Evet Sayın Yılmaz, bakalım dersinizi çalıştınız mı?" diye sormuş, Yılmaz sinirlenerek görüşmeyi kesmiştir. 1995 Seçimleri öncesinde hemen her fırsatta "Mesut Yılmaz kaçtı", "Mesut Yılmaz kaçıyor", "Mesut Yılmaz kaçar", "Mesut Yılmaz kaçmasın sonra..." cümlelelerini sık sık kullanmış, bu şekilde Yılmaz'ı çıldırtmıştır.
Refahyol'un kurulduğu ilk günlerde: "Biz ihlasla geldik."
"Şimdi bize diyorlar ki neden Refah Partisi'yle koalisyon kurdunuz. Bunu bize soranların tarihin ve talihin vermediğini tepsi için de verip de
kurdurduğumuz o ANAYOL'un niye çöktüğünün hesabını vermeleri lazımdır."
1999 Kongresinde:
"Refah Partisiyle koalisyon kurup adil düzeni çökerttik. Eğer ben o koalisyonu kurmasaydım ilk seçimde tek başına iktidardı."
Susurluk Skandalı
"Bu millet uğruna, ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler..." (1996'da Başbakan Yardımcılığı yaptığı dönemde Susurluk Skandalı ile ilgili
yorumu...)
Polemikleri
Şevket Kazan için : "Bir kere değil iki kere şerefsiz..." 1999 Kongresinde: "Bugün herkes demokrasi
havarisi kesilmiş. Yerden bitme demokratlar bunlar, yerden bitme... Eğer bir partinin demokrasi adına söz söyleme hakkı varsa o da Kırat'tır, Kırat'tır,
Kırat'tır..."
Başbakan Bülent Ecevit'in, milleti ekonomik kurtuluş savaşına davet etmesi üzerine "Siz kimsiniz Sayın Ecevit? Mustafa Kemal misiniz, yoksa Vahdettin
misiniz? Damat Feritlerin hazırladığı
mütarekerelere imza atıyorsunuz, sonra da hangi kurtuluş savaşından bahsediyorsunuz?" dedi. Ecevit'in başbakanlığı döneminde hastaneye kaldırılması üzerine: "Yeltsin gibi çekil" "Atatürk öldü bu ülke çökmedi de Ecevit istifa edince mi çökecek."
Senin adın Yılmaz değil deccal olsa ne yazar... (28 Şubat sürecinde Mesut Yılmaz için sarfettiği bir söz...)
"Bugün orada bir Rus soykırımına giden bütün Çeçenlerin vebali bugünki iktidarın üstündedir." Okuduğu şiir nedeniyle mahkum olan Tayyip Erdoğan'a destek için miting meydanında Mehmet Akif'ten alıntı yaparak okuduğu şiir: "Zulmü alkışlayamam / Zalimi asla sevmem / Gelenin keyfi için kalkıp geçmişime sövmem / Hele hak namına haksızlığa ölsem evet diyemem..." Baykal'a: "Burnuma kötü kokular geliyor diyen
Baykal, burnunu tuta tuta kaçıyor."
"O gün çamurun üstünde oturmam diyenler bugün çamurun içinde debelenirken kendilerini af
yasasıyla kurtarmak istiyor." 1999 Kongresinde Yılmaz'a
'Köşk'ten inen Demirel siyasete döner mi' sorusuna: "Demirel'in dönüşü ütopya. Siyasette sular geriye akmaz."
Milliyet'e: "Köyden gelmedim, tabiki yalıda oturacağım."
Kemal Derviş'e: "Siz bu hükümetin ömrünü uzatmak için gönderilmiş bir pilsiniz."
28 Şubat Süreci
İpim cebimde geziyorum. (28 Şubat sürecinde yaşanan ara dönemden korkmadığını ifade eden sözü. Daha sonra çeşitli platformlarda
tekrarlamıştır.)
"Ayrılmış mı? Benim bir bilgim yok." (Kendisine en yakın isimlerden biri olan Meral Akşener'in 28 Şubat Sürecinde DYP'den istifasına bu yorumu getirmiştir.)
Partisinde yaşanan ardarda istifalar üzerine: "Evimizi ateşe vermeyin."
Partisi 28 Şubat sürecinde istifalarla sarsılıyorken: "Benim kafam giyotinin altında. Ama sizden dik durumda olmanızı istiyorum."
"Bir komutan iktidarın önüne bir tabela koymuş, ardından bir masa ve iskemle koymuş ve atanmış başbakan o iskemleye oturmuş. Ama şimdiye kadar seçilmiş hiçbir genel başkan onbaşı olma
şerefsizliğini göstermedi." (Çiller Samsun'da Mesut Yılmaz'ı ara dönem başbakanı olmakla suçlarken amacını aşan bu sözü sarfetmiştir. O dönemde pek çok onbaşı Çiller'e tazminat davası açmıştır. Çiller "siyasi onbaşıları kastettim" diye kendini savunmuştur.)
Seçim Hezimeti Üzerine
18 Nisan'daki seçim hezimetinin ardından kendisini istifaya davet eden muhaliflere: "Dere geçerken at değiştirmenin doğru olduğunu düşünmüyorum."
Yargılanma Tartışmalarına Tepkisi
"9 kez hesap verdim, 99 kez daha veririm.(Yüce Divan tartışmaları sırasında)
"Bir dolandırıcının iddialarına kaldılar." (Selçuk Parsadan'ın iddiaları nedeniyle hakkında soruşturma komisyonu açılmak istendiğinde)
Yüce Divan tartışmalarının yaşandığı dönemde: "Bir kara noktam olsaydı bana bu mücadeleyi yaptırırlar mıydı?"
MHP'yle Atışmaları
"Tatlı su milliyetçileri..."
"Bazlama - börek milliyetçileri..."
"Erkekti, ürkekti diye oy toplayanlar bugün Apo'nun asılmaması için af yasasını tartışıyor."
"ANASOL'un arkasına takılmış bir M'den ibaret kaldılar. me me diye dolaşıyorlar me me diye... (Çiller 1999'daki büyük kongrede bu sözle MHP'nin kuzu gibi me'lediğini iddia etmiştir.)
Terör Sorununa ve AB'ye Bakışı
Yılmaz'ın 'AB'ye giden yol Diyarbakırdan geçer' şeklindeki sözleri için: "Cloudia Roth'un ağzıyla konuşuyor. AB projesini marjinalleştiriyor. AB'ye evet. Ama Türkiye'nin Yugoslavyalaştırılmasına hayır."
FP'ye: "O gün 'Avrupa Birliği mi? Sizi gidi taklitçiler sizi diyenler; bugün Avrupa Birliği'nin kapısına oturmuşlar, bizi alsın diye dua etmektedirler."
3 Kasım ve Sonrası
"Ey Tayyip Erdoğan, Ey Tayyip Erdoğan... Gücün varsa, bilgin varsa, cesaretin varsa... Çık karşıma bu akşam televizyonlardaaa..."
"Bu nedir? Bir elin beş parmağı. Bunu ne yapacaksın? Bunların üstüne bir Osmanlı beşlisini indireceksin..." "Ha Ecevit'le Derviş, ha Baykal'la Derviş. Ha Ali - Veli, Ha Veli - Ali"
sırlardır konuşulan birşeydir bu; Osmanlı alevi soykırımı yaptı mı? Bir takım aleviler, Yavuz'n İran seferi öncesi kızılbaşlara yaptıklarını soykırım olarak görürken, bazıları böyle birşey olmadığını söyler.
Alevilik, İslam mezhepleri arasında en karmaşık olanıdır. Temel bir inanç sisteminin oluşmadığı ve her asırda farklılık gösteren bu mezhep, genel itibariyle Şii mezhebine yakınlığı ile bilinir.
Alevilerin büyük kısmının Mezopotamya ve Ortadoğu'da yaşadığı düşünülürse, bu toprakların hükümdarıOsmanlının ezeli rakipleri İran'a yakınlığı ile bilinen Aleviler hakkın pek de iyi düşünmeyeceği bir gerçek. Ama bu, bir soykırıma vea katliama gidebilir miydi? Safevi İran'ın Osmanlı içerisine muhbir sokabilmek için, fiziki e sosyal yapıları dolayısı ile Alevileri kullandığı biliniyor. Özellikle 2. Beyazid döneminde yüzlerce Alevi muhbirinin yakalandığını
arşivlerden anlayabiliyoruz. Yavuz Sultan Selim tahta geçtiğinde, tüm bu veriler ışığında Çaldıran seferine çıkmış ve muhbir olduğundan şüphelendiği Kızılbaşları öldürtmüştür.
Aleviler & Kızılbaşlar
Bu iki ol çok karıştırılmakta. Kızılbaşlar, Şii mezhebinin bir koluna mensup olup Alevilerden
bağımsızdırlar. Eğer Osmanlının önde gelen kişilerinin emirlerine bakarsanız, muhbir olarak öldürülenlerin büyük çoğunluğu İran asıllı Kızılbaşlardır.
Yavuz Sultan Selim'in şeyhül islamı Müftü El Hamza'nın Çaldıran'dan önce verdiği fetvada Kızılbaşlar hakkında şunları söyler;
Müslümanlar! bilin ve öğrenin ki şu kızılbaş toplumunun başkanları erdebil-oğlu şâh ismail´dir. peygamberimiz aleyhisselâmm şerîatini ve sünnetini ve islâm dinini ve din bilgisini ve kur´ânı küçümsedikleri ve de allah tâlâ´nın haram kıldığı günahlara helâldir dedikleri ve kur´ân´ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını tanrı sayıp secde ettikleri ve de hazret-i ebu bekir´e ve hazreti ömer´e sövüp halifelik halifeliklerini inkar edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatını ve islâmı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların şeriata karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer islâm âlimlerine göre tevatürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahi şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetva verdik ki adı geçen toplum kızılbaşlar-kâfir ve
dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o ***** dinlerine razı ve yardımcı olurlarsa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. bunları dahi öldürüp, toplumlarını
darmadağın etmek tüm müslümanlara vacip ve farzdır. müslümanlardan ölen said ve şehid olup cennete girer ve onlardan ölen aşağılık cehennemin dibindedir, bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan´la ister ok ile ve av köpeği ile olsun murdardır ve nikâhları gerekse kendilerinden ve gerekse başkasından alsınlar bâtıldır ve de bunlara kimseden miras yoktur.bir bucak halkı
bunlardan olsa da) allah yardımcısı olsun osmanlı padişahına gerekir ki bunların (kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını islâm gazilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilayette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vaciptir. ey allahım dine yardım edene sen de yardım et ve müslümanları hor göreni sen de hor gör...
Buradan şunu anlıyoruz; Çaldıran seferine çıkan
Osmanlı ordusu ve Yavuz birçok Kızılbaşı öldürmüştür, ancak Alevilere yönelik kastî bir katliamdan söz
edemeyiz.
Kaldı ki Yavuz'un Alevilere karşı bir soykırım planı uyguladığına dair hiçbir yazılı metin mevcut değildir. Amerikan'ın önde gelen üniversitelerinden Princeton Üniversitesi'nde görevli öğretim görevlisi Osmanlı-Türk
tarihçisi, Atatürk ve Türk tarihi uzmanı Prof. Heat Lowry katıldığı, 28 haziran 2009 tarihli Teketek isimli programda, hafif aksanıyla diyor ki;
"Yavuz Sultan Selim han'in alevileri kılıçtan geçirdiği üzerine elimizde kesin bir bilgi yoktur ama kılıçtan geçirmiş olsa bile haklı sebepleri vardır. O dönemde, malum; Osmanlı
İmparatorluğu ve İran'ın arasında ciddi
problemler vardı ve Anadolu'daki birçok Alevi İran adına casusluk faaliyeti yürütüyordu, ayrıca İran'ın kışkırtması ile ayaklanmalar ve isyanlar çıkarıyorlardı. Zaten kılıçtan geçirildiği üzerine konuşanlar bile sadece bu faaliyetlerin
içerisinde olanlar cezalandırıldı diyorlar." Ayrıca bakınız, 21 haziran 2009 tarihli Teketek programına katılan İlber Ortaylı diyor ki; "Yavuz'un Alevilerle bir derdi yoktu. Ayaklananlar ve İran ile görüşen, işbirliği yapanlara karşı çok sertti. Çünkü İran en büyük sıkıntısı ve düşmanıydı."
16. asır alevileri, günümüzün Kürtleri gibiydi. Eğer şu anda Türk ordusunun terörist örgüt PKK'ya lkarşı yaptıklarını soy kırım olarak görmüyorsanız, Yavuz'un işbirlikçi Aleviler hakkındaki düşüncelerine de birşey
söylemeyemezsiniz.
Kaldı ki, Yavuz'un azınlıklara karşı hiçbir taıntısı mevcut değildir. Hatta Kürtlere sefer dönüşü Özerklik verdiğini de farklitarih.com'da belirtmiştim. (bkz:
http://www.farklitarih.com/2009/08/osmanlda-kurtler-ozerk-miydi.html)
Tarihi çıkarım yaparken dönemin şartlarını göz önünde bulundurmalıyız. Yavuz dönemi, Osmanlının birçok yönden saldırı içerisinde bulunduğu bir dönemdir. Dolayısı ile Yavuz'un Alevilere yönelik bir soykırım denemesinden söz edemeyiz.