•
ŞEKiL
v • •
DEGIŞTIRME
Küresel ve Bireysel Dönüşüm için Teknikler
J ohn Perkins
Türkçesi: Özcan Bayrak
© KURALDIŞI YAYINCILIK John Perkins
Şekil Değiştirme
Shapeshifting
Türkçesi: Özcan Bayrak Yayın Yönetmeni: Nil Gün
ISBN 978-975-275-142-2
Ekim 2009, İstanbul
Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla © 1997, John Perkins
Yayıncının yazılı izni olmadan herhangi bir alıntı yapılamaz
Yayın Koordinatörü: Gülşen Ülker
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Ebru Öner Kitap Matbaası 'nda basılmıştır
Kuraldışı Yayıncılık
Fener Kalamış Cad. No: 93n 34726 Kadıköy-İstanbul Tel: 0216 449 98 05 pbx Faks: 0216 348 00 69
[email protected] www .kuraldisi.com Dağıtım
Alemdar Mah. Çatal Çeşme Sok. No:JO Kaı:2 Fırat Han Cağaloğlu-İstanbul Tel: 0212 513 81 57 Faks: 0212 51l62 52
İÇİNDEKİLER
Giriş ... ... . . ... . . . 9
1 . KISIM YUKARIDAN BAKIŞ 1 Mayaların Bakışı ... 1 5 2 Amazon'da Bir Şirket Yöneticisi.. ... . . ... 2 1 3 Enerjinin Maddesi ... 29
4 Bedevi Çölü ve Kumların Verdiği Ders ... 39
5 Kurumsal ve Bireysel Şekil Değiştirme ... .48
6 Bugimanlarla Şekil Değiştirme ... 58
7 Esrimenin Doğası ve Hayallere Karşı Fanteziler. ... ... 65
8 Bir Kelle Avcısından ve Andlı Bir Şifacıdan Alınan Dersler . . . ... ... . . ... 76
9 Kamu Hizmetleri Endüstrisini Dönüştürmek ... ... 86
2. KISIM İÇERİDEN BAKIŞ
1 1 Bir Amazon Şamanı Kayboluyor.. ... 109
12 "Öteki" Olmak ... ... 1 1 7
1 3 Ölümcül Bir Virüsü Dönüştürmek ... ... 1 37
14 Enerji Küreleri ... ... 145
15 Yerli Büyükleri Konuşuyor ... 158
1 6 Zaman ve Mekanda Şekil Değiştirme ... .170 Sonsöz ... 1 8 1
Teşekkür ... . . . ... . . . ... 193
Muazzam bir güç hissettim. İnsanın savaştan usanmasına, teslim olmak istemesine neden olan bir güç illüzyonu değil di artık bu. Astrain tekrar fısıldadı bana ... Dünyayla karşı karşıya kaldığımda daima bana karşı kullanılanlarla aynı silahları kullanmam gerektiğini söyledi. Bir köpekle ancak köpeğe dönüşerek yüzleşebileceğimi.
Paulo Coelho
Son kırk beş gününde, en büyük coşkunun
birliğimizi hissetmeyle ilgili bir şey olduğunu bize öğreten ve tüm acrlarına rağmen bana hu kitabın hazırlanmasında
GiRiŞ
ÜÇÜNCÜ KİTABIMIN YAYINLANMASINDAN kısa bir süre sonra Mia
mi'deki 1 995 Uluslararası Kadınlar Konferansı'nda konuşmam istendi. Davet edilen beş yazardan dördü erkekti. Benim konu başlığım, yerli kadın şamanların dünyanın geleceğine olan muh temel etkileriydi. Uluslararası Kadınlar Konferansı 'ndaki beş konuşmacının dördünün erkek olmasında bir dengesizlik var gi biydi. Kürsüdeki zamanımın bir kısmını bir kadına vermeye ka rar verdim.
Henüz on iki yaşında olmasına rağmen kızım Jessica'nın bu zamanı gayet iyi kullanacağına inanıyordum. Yerlileri ilk kez sekiz aylıkken ziyaret etmişti. Nakış işlemeli eteklerini kuşaklarına sı kıştırıp dizlerine kadar girdikleri gölde elbise yıkayan bir grup Ma ya kadını Jessica'yı elden ele gezdirirken, henüz bir yaşını doldurmamış bir bebeğin nasıl bu kadar büyük olabildiğine hayret etmişlerdi. Şaşkınlıklarını izleyişimizi karım Winifred hala anlatır. Jessica daha sonra And dağlarında Quechua şamanlarıyla eğitim yaptı, Guatemala'nın dağlık arazilerinde bir ateş seremonisinde ini siye edildi ve Amazon'un derinliklerinde yaşayan bir kelle avcıla rı klanını ziyaret eden ilk yabancı grubun üyelerinden biriydi.
"Söylemek istediğim üç şey var" dedi Jessica Miami'deki din leyicilerine. "Birincisi, dünyamızı yıkımın eşiğine getirecek dere cede bir kirlenmenin neticesinde benim kuşağımın tarihteki diğer tüm insanlardan daha ağır bir yükün altına girdiğini hissediyorum. İkincisi, bu durumu değiştirmek için geri dönüşüm ve diğer geçici
çevresel önemlerden çok daha fazlası gerekiyor. Ve üçüncü olarak da, biz kadınların bunda büyük bir rol oynaması gerekiyor. Biz bes leyenleriz. Her şeyin ötesinde, dünyayı onurlandınnak ve hep bir likte sürdürülebilir yaşam biçimlerine yönelmek için kendimizi dönüştünnemiz gerekiyor."
Tüm dinleyiciler gibi ben de çok etkilenmiştim. Fakat diğer lerinden farklı olarak ben, Jessica 'nın samimi bakış açısının ve tutkulu isteğinin kaynağının, onun genç hayatını çok etkilemiş olan "şekil değiştiriciler" olduğunu biliyordum.
Biz insanlar tarih boyunca hem bireysel hem de kitlesel olarak şekil değiştinneyi, kendimizi dönüştünnenin en etkili yollarından biri olarak gördük. Bir Lakota Sioux savaşçısı, daha iyi bir avcı ola bilmek, ailesine yiyecek, giysi, yakacak ve yay kirişi sağlayan hay vanın ruhunu onurlandırmak için bufalo şekline girerdi. Büyük kabileler algılarını ve yaşam biçimlerini köklü bir şekilde değişti rerek kendilerini buzullara, sellere ve diğer çevresel değişikliklere uyarlamışlardır.
Modern kültürler bunları bırakıp insanın çevresini kontrol ede bileceği düşüncesini benimsemiştir. Avın yerini sanayileşmiş çift likler, mezbahalar ve entegre et tesisleri almıştır. Taşan nehre göre kendimizi ayarlamaya çalışmak yerine su setleri kuruyoruz. Hem bireyler hem de topluluklar, genellikle "çevre" veya "doğa" dedi ğimiz şeyden ayrıymış gibi yaşıyor.
Ama şimdi, yeni bir milenyumun başında türlü krizlerle kar şılaşıyoruz. Kirlenmiş hava ve suyumuzun, fakirlikle mücadele deki yetersizliğimizin, şiddete, intihara, uyuşturuculara ve diğer yıkıcı davranışlara artan eğilimimizin acı bir şekilde farkında ola rak, şimdi bizi neyin beklediğini merak ediyoruz ...
Ama durun! Geçmiş için yas tutup gelecek için endişelenme zamanı değil. Son yıllarda artan farkındalıkların ve geliştirilen teknolojilerin sunduğu tüm olağanüstü olasılıklara kapılarımızı açma zamanı. İyimserlik zamanı.
Tarihte fiziğin mucizelerini kullanan, merkezi ısıtmalı ve hava landırmalı evlerde yaşayan, Ay'a seyahat eden ve televizyondan her şeyi izleyen ilk insanlarız. Neye sahip olduğumuzu ve neyin eksik olduğunu biliyoruz. Doğrudan deneyimlerimize dayalı
ola-rak, gelişimin getirdikleri ve götürdükleriyle ilgili bilinçli tercihler yapabilecek ilk insanlarız. Ekonomik genişlemenin meyvelerinin buna her zaman değmediğini öğrendik. Daha önce bu gezegenin hiçbir vatandaşı, elektrik (ve sera gazı) üreten santrallerin, bizleri birleştiren (ve bir zamanlar kutsal olan toprağımızı yok eden) oto yolların, süpermarket ve alışveriş merkezlerinin raflarında inanıl maz bir çeşitlilik sağlayan (ve nehirlerimizi ve bedenlerimizi zehirleyen) kimyasalların faydalarını (ve maliyetlerini) değerlen direbilecek bir konumda olmamıştı.
Bizim için bu günler umut ve iyimserlik zamanı çünkü kendimiz ve evimizle ilişkimiz hakkında çok şey öğrendik. Neil Arms trong'un Ay'daki ayak izi "insanlık için büyük bir adım"ın sembo lü olabilir ama oraya ulaşmamız binlerce yıl aldı ve bu süreçte evrenin efendileri olmadığımızı anladık. O ayak izi unutulmaz bir sembol olmakla birlikte, asıl adım ruhumuzun derinliklerinde atıl dı. O adımı attığımızda kendimizi değiştirmemiz için de bize ola ğanüstü fırsat sunan yeni bir boyuta girdik.
Bu kitap tüm biçimleriyle değişim -şekil değiştirme- üzerinedir. l . Kısım' da farklı şekil değiştirme türlerini, her birini gerçek leştirmenin tekniklerini ve bu değişimlerin nasıl meydana geldi ğiyle ilgili teorileri öğreneceksiniz. Hepimizin hücresel bir seviyede şekil değiştirme, kendimizi jaguarlara, çalılara veya ilişkide bulunduğumuz başka bir forma dönüştürme yeteneğimi zin olduğunu keşfedeceksiniz. Aynca hepimiz varlığımızın en çok saygı gösterdiğimiz ve ön plana çıkarmak istediğimiz haline doğ ru ilerleyebilir, böylece davranışlarımızda, algılarımızda, refahı mızda, sağlığımızda, görünüşümüzde ve kişisel ilişkilerimizde köklü değişimler gerçekleştirebiliriz.
2. Kısım, benimle birlikte Amazon yağmur ormanlarında se yahat eden grupların başından geçen önemli olaylan, 1 . Kısım'da anlatılan çeşitli şekil değiştirme türlerinin her birini kapsayan de neyimleri anlatmaktadır. Köklü bedensel ve zihinsel değişimler geçiren ABD'li saygın tıp doktorları ve bilimcilerle tanışacaksı nız. Ve Jessica'nın Miami konuşmasında ifade ettiği türde derin bir dönüşüm meydana getiren bir kurumu tanıyacaksınız.
1 . ve 2. Kısım' da, şekil değiştirici haline gelmenizi sağlayacak teknikleri göreceksiniz; tek yapmanız gereken Viejo Itza ve di ğer şekil değiştiricilerin önerilerine kulak vermek.
Bu kitapta bir dizi hikaye anlatılmaktadır ve hepsi gerçektir. Benim için hikaye anlatıcılığı yazmanın en kolay yoludur. Ve hi kaye anlatımı, şekil değiştirici geleneğinin bir parçasıdır.
1. KISIM
YUKARIDAN
BAKIŞ
1 . B Ö L Ü M
MAYALARIN BAKIŞI
BüYÜK TAŞ PİRAMİT tıpkı bir volkanın sabah göğünde yükselme
si gibi orman örtüsünden yukarı tırmanıyordu. Çok uzun bir süre varlığını koruyacak şekilde yapılmış bir anıt olarak, onu yok et mek için Meksika Körfezi 'nden kasırgalar gönderen tanrılara, yüzyıllardır ondan bir şeyler koparan, tüm yeşim taşlarını, altın larını çalıp sadece kayaları bırakan hırsızlara, yüksek duvarların da ve tepesindeki oyma figürde kök salan bitkilere yenilmemişti.
Piramit manzaranın doğal bir parçası, ormanın akrabası gibiy di ama insanlar tarafından planlanmış, her taşı insan elleri tarafın dan yerleştirilmişti. Daha önce tamamen bakir bir orman durumunda olan Yukatan'ı bereketli tanın arazileriyle, muhteşem şehirlerle ve mimari başyapıtlarla dolu bir bölgeye dönüştüren bir sihirbazlar medeniyetinin yaratımıydı.
Mayalar bataklıkları kuruttular. Bataklıklarda bir zamanlar timsahların hüküm sürdüğü yerlerde insan kültürünün yayılması nı sağlayan devasa ada platformlar inşa ettiler. Bugün bizim kul lanmakta olduğumuzdan daha doğru olan bir takvim geliştirdiler, kendi yazı dillerini yarattılar, Akropolis 'te bulunabilecek benzer leri kadar zarif tapınaklar, güzellik ve görkemde Mısır'ın en iyi lerini aratmayacak piramitler inşa ettiler.
Bu sihirbazlar daha sonra arkeologları, filozofları, antropolog ları ve şairleri daima şaşkınlığa sürüklemiş olan en gizemli şeyi yaptılar.
Bu inanılmaz bir dönüşüm başarısıydı. Sihirli değneğini salla yarak annesinin rahmindeki yuvaya dönen yaşlı bir büyücü gibi, bu kültür, bataklıklardan yükselmek için çağlar boyunca uğraşan bu insan medeniyeti, kendini atalarının zamanına geri götürmüş tür. Mayalar şehirlerinden ayrılmış, anıtsal piramitlerini, muhte şem resimlerle dolu kitaplarını, sofistike takvimlerini ve mimari sırlarını cangılın insafına terk edip ormanlarına dönmüşlerdir. "İnsanlar bu dünya üzerinde ne kadar zamandır yürüyor?" diye sordu Viejo Itza bana. Arkamızdaki ağaçların karanlık duvarı ile önümüzdeki piramidin gölgesi arasında bir köprü kuran güneşlik alanda, tanrıların, insanların ve zamanın testlerinden geçmiş bu büyük taş anıtın zirvesindeki sabah ışığındaydı gözlerimiz.
Viejo İspanyolca'da "yaşlı" anlamına geliyor. Itza ise Mayaca
bir isim. İlk kez yirmi yıl önce hayatıma giren rehberimin adıydı bu. Şimdi farkına varıyorum da ilk tanıştığımızda o kadar yaşlı değildi ve ona takılan ad aslında bir şifacı-filozof, öğretmen ve Şaman'a verilen bir saygı unvanıydı. Belki aynı zamanda Maya mizahını yansıtıyordu; Viejo yürüyebilmek için eğri büğrü bir bastondan yardım alıyordu.
Yıllar içinde görünüşü fazla değişmemişti. Ağarma işaretleri veren saçları halil arkadan küçük bir atkuyruğuyla bağlıydı. Çiko lata gözlerinin yanlarındaki tebessüm çizgileri hariç, yüzünde hiç kırışıklık yoktu. Gözlerinin hep hayat tutkusuyla parladığını çok iyi hatırlıyorum; sevgiye, hikaye anlatımına, hayvanlara, orman lara ve insanlara duyulan bir tutku. Aynı sandaletleri giyiyordu veya en azından stili aynıydı. Tıpkı yerel bir bitkinin beyazımsı liflerinden yapılmış, ona bol gelen pantolonu ve gömleği gibi. Omzundan sarkan örme çantayı o yirmi yıl boyunca taşımış oldu ğuna yemin edebilirdim.
Sorusunu düşünmem gerekiyordu. Yanıtı okumuş olduğumu biliyordum ama iş sayılara geldiğinde unutkanlaşma gibi kötü bir özelliğim var. Boğumlu bastonunun ucunu önümüze çıkan bir yaprağa sürdü. "Bir milyon yıl mı?" diye tahminimi söyledim.
"Fena değil" diyerek gülümsedi, kolları ve bastonu yukarı ve ileriyi gösterene kadar doğruldu. Bulunduğum yerden bakınca, kolları piramidi içine alıyordu. Birkaç adım atarak piramidin göl gesine geçti, ben de onu izledim. Gölgenin serinliğine şükran du yuyordum. "Aslında rakamların bir önemi yok" diye devam etti. "Pek çok felaket atlattık. Efsanelere göre biz insanlar beşinci ya ratımdayız, daha önce dört yıkım gördük." Durdu. Hava durgun du, sanki doğa da dinlemek için durmuştu. "Her defasında bizi çukurdan çıkaran, senin 'kahin' olarak da düşünebileceğin şekil değiştiriciydi."
Viejo Itza basamağın dibine kadar yürüdü ve tırmanmaya baş ladı. Bacağıyla ilgili hikayeyi hatırladım.
Gençliğinde arkeolojik bir araştırmada bir kazıcı ekiple birlik te çalışmak üzere işe alınmış. Bir akşam bir iş arkadaşının piramit lerden birinin tepesine kadar yarışma teklifini kabul etmiş. Çılgınca koşarlarken kayıp düşmüş. Onu bulduklarında öldüğünü düşünmüşler. Mayalı bir şifacı onu hayata döndürmüş. O olaydan sonra Viejo Itza artık farklı biri haline gelmiş. Okumayı öğrenmiş, o şifacının çırağı olmuş ve ruhlarla sohbet etmeye başlamışlar. Ona "bilge kişi" anlamında "Sabio" diye hitap etmişler ama adı nın önüne Viejo'yu koymuşlar.
Güvenilmez kayalar üzerinde tırmanarak onu izliyordum. Bazıla
rı bıçak gibi sivri ve keskindi, bazıları ise dokunur dokunmaz parça
lanıp dökülüyordu. Piramidin beni kendinden uzak tutmak için bunları bilinçli olarak yaptığını düşünüyordum. Başta bu fikri gü lünç, basit bir paranoya olarak gördüm. Ama daha önce kolaylıkla çıktığım zamanlan hatırlayınca merak etmeye başladım. Bir şey fark lıydı. Bazen yeni seviyelere ulaşabilmemiz için kaderimizin önümü ze çıkardığı zorluklara dayanmamız gerektiğini düşünerek kendimi teselli etmeye çalıştım. Viejo ltza'nın düşüşü onun hayatını dönüştür memiş miydi? Bu beni ürpertti ve o katmanlı duvarları daha dikkat li bir şekilde tırmanabilmek için kendimi yavaşlamaya zorladım.
Bir kuş-insan gibi olan bu adama yetişmeye çalışmaktan vaz geçtim. Yaşına ve yaralı bacağına rağmen zahmetsizce tırmanı yordu. Bir ara onu incelemek için durdum. Yılan gibi sürünüyordu sanki ve tüm vücudu kayayla birleşmişti. Bu eski piramitte
evin-"Burada otur" dedi yanımdaki düz çıkıntıya elini koyarak. "Yaklaştık sayılır. Biraz dinlenelim."
Oturdum. Gözlerimi onun, kayanın ve bana nerede olduğumu hatırlatmayacak şeylerin üzerinde tutmaya dikkat ediyordum. "Tekniğin harika" dedim.
Kendi kendine güldü. "Teknik hiçbir şey" dedi yavaşça. "İşin sırrı ruh. Ne zaman bir şey varlığımızı tehdit etse kahinin insan lanmızı kurtardığından bahsetmiştim az önce, hatırlıyor musun?"
"Şekil değiştirici. Hatırlıyorum."
"Bu piramit mükemmel bir sembol." Etrafına baktı beni de ay nı şeyi yapmaya davet ederek. Baktım ama yalnızca yakındaki şeylere odaklandım. "Atalarım kendi kendini yok eden bir mede niyet yaratmıştı. Muhteşem piramitler. Muhteşem sanat eserleri. Hayatı hiç olmadığı kadar uzatan ilaçlar. Zavallı arazinin kapasi tesi zorlandı. Nüfus kendi kendini sona getirmek üzereydi. Tüm o zenginliğin insanlann ruhuna yaptıklanndan bahsetmiyorum bi le. Maddi her şeyleri vardı ama dünyanın kendisiyle bağlantıları nı yitirmişlerdi; Ruhla. Bilgeler bunu gördü. İnsanlara daha tatmin edici ve derin bir yaşama yönelmeyi öğrettiler."
Ayağa kalktı, bastonunun ucunu taşa bastırarak etrafımda bir daire çizdi. "Tırmanmaya devam ederken ruhunun piramidin ru huyla birleştiğini hisset."
Sonra gitti. Kelimeleri bilincime sızarken bir an yalnız kaldım. Ayağa kalkarken yukarıdan tekrar sesi geldi. Şahinle ilgili bir şey söylüyordu. Göğe baktım. Mavi bir deniz gibiydi, bulutlar gözden kaybolmuştu. Bir kuş aradım ama herhangi bir yerde herhangi bir hareket yoktu.
"Şahin ol" kelimelerini duydum. Azmimi arttırarak gözlerimi sonsuzluk gibi görünen göğün muhteşem enginliğinde tutmaya zorladım. Bir ayağımı kaldırıp bir yere dayadım. Kayanın sağ lamlığını hissettim. Aynı şeyi diğer ayağımla da yaptım. Kolları mı göğe kaldırdım. Önümdeki kaya tabakasına baktım. "Bir kerede bir adım" dedim kendi kendime. Şahini düşündüm. Dün yanın üzerinde uçarken piramide, ona tırmanan iki adama baktı ğımı hayal ettim. Başımdaki güneş ışınını hissettim. Hedefime yakın olduğumu biliyordum.
Sonunda tepeye ulaştığımda terden sırılsıklamdım. Kendimi son çıkıntıdan yukarı çekip zirvedeki dar tabakanın üzerine serildim. Güneş henüz yükselmemişti ama sıcaklığı yoğun bir şekilde hisse diliyordu. Gözlerimi kıstım ve direnip durduğum şeyi yapmalarına izin verdim; aşağı bakmak. Çok aşağıda, geniş yeşil cangıl bir pa pağanın kanatları gibi yayılıyordu. Görüntü dönmeye başladı. Göz lerimi tekrar Viejo Itza'nın taştan bir jaguar heykeli üzerine tünediği yere çevirene kadar fena şekilde başım dönmüştü.
"Atalarımızın zamanındaki görünümünü koruyor" dedi gü lümseyerek. Viejo'da tek bir damla ter yoktu.
Onun ayaklarının olduğu yere doğru kaydım ve vücudumu bir gölge şeridine sıkıştırarak oyma heykele yaslandım. Viejo'nun ellerinin omuzlarıma dokunduğunu hissettim. Elleri sırtıma doğ ru kaydı. Kaslarıma masaj yapan parmakları genç bir savaşçının kiler gibi güçlüydü.
"Ama dünya o zamankiyle aynı değil." Ufukta güneşin altın daki bir noktayı işaret etti. "Şehir. Binlerce insan. Arabalar ve fabrikalar. Zehirli hava." Parmağı, dünyanın sının gibi görünen ince yeşil çizgi üzerinde hareket etti. "Ve orada, zehirli nehir. Bir felaket zamanına girdik. Diğer dört zamanda olduğu gibi türümüz tekrar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya."
Aklıma başka bir cangıl, başka bir adam, yıllar önce hayatımı değiştiren bir an geldi.
"Eğer hayatta kalmaya devam etmek istiyorsak bizi çukurdan çıkarabilecek olanları dinlememiz gerekiyor."
"Şekil değiştiriciler" demişti yıllar önce cangılda hiç bekle mediğim bir şekilde karşılaştığım o adam. İlk kez duyduğumda bir şirket yöneticisinin ve dünyevi bir adamın ağzından çıkan bu kelime beni şok etmişti.
2 . B Ö L Ü M
AMAZON'DA BİR ŞİRKET
YÖNETİCİSİ
KNUT THORSEN'le ilk kez 1968'de Amazon cangılında karşılaş tım. O sırada ikimizin de orada olması şaşırtıcı bir tesadüf gibi görünüyordu. Yemyeşil yağmur ormanı içinde olmasına rağmen Sucua'da çamurun yavan kahverengiliği hakimdi.
Sucua 'nın iki meşhur caddesi vardı ve ikisi de Katolik kilisesi ne çıkıyordu. Bu caddeler evlerle ve sabun, şeker ve şişeli içecek ler satan tiendalarla çevriliydi. Elle yontulmuş dikey levhalardan yapılma tiendalar boyasızdı. Üzerlerinde yalnızca benek benek yo sunlar ve her yerde rastlanan kahverengi çamur vardı. Caddelerin kenarlannda ayak sürüyerek yürüyen insanlar mestizolardı; Kuzey Amerika keşif efsanelerinin ilham verdiği bir gelecek peşinde And dağlarından göç etmiş Kızılderili ve İspanyolların fakir torunları. Tüm hayallerine rağmen buldukları şey daha da fazla fakirlikti. Ağaçlan kestikten sonra tanın toprağının erozyona uğradığını ve çamurdan dolayı hiçbir ekin ekemediklerini gördüler. Misyon için çalışarak veya petrol, maun ağaçlan ve altını yağmalamak için ge len yabancılara hizmet ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Ye terince para biriktirebildiklerinde bir tienda açıyorlardı.
Bazen ziyaretçilerin gözüne ormanda yaşayan, savaştaki vah şilikleriyle ve kelle avcılıklarıyla tanınan Shuar kabilesine men sup bir kadın veya adam çarpardı. Mestizolardan hemen ayırt edilebiliyorlardı. Sadece kaslı bedenleri, Asyatik kökenli olabile cek yuvarlak yüzleri, burunlarına yakılmış kabile dövmeleri, alın üzerinde düz kesimli siyah saçları, tüylü kolye ve kollukları, or man kedileri gibi yumuşak, gururlu yürüyüşleri yüzünden değil. Sadece ziyaretçileri tatmin edecek kadar giysi giyme gelenekle rinden de değil. Shuarları Sucua'daki diğer tüm insanlardan ayı ran asıl özellik temizlikleriydi. Çamurlu lastik çizmeler ve kirli pantolonlar giymiyorlardı. Çıplak ayaklan ve bacakları, erkekle rin peştamalları ve kadınların etekleri lekesizdi.
O günlerde Sucua kolay ulaşılabilen bir yer değildi. Cuen ca ·dan kalkan bir uçakta yer ayırtmanız gerekiyordu. İspanyol ko lonisi olan bu şehir And dağlarında, yaklaşık iki bin beş yüz metre yükseklikte bir vadide bulunuyordu. Son İnka Kralı Atahual pa'nın doğduğu eski bir kale üzerinde kurulmuştu. Sucua ve Cu enca birbirinden yüksek bir dağ dizisiyle ayrılıyordu. İkinci Dünya Savaşı 'nda kullanılmış olan DC3 'ün bu zirveler üzerin den uçabileceğine güvenilmiyordu. Uçak bunun yerine dağlarda ki bir vadi boyunca kıvrımlar yaparak ilerleyen bir nehri izliyordu. Pilotlar "kronometreli jokeyler" olarak biliniyordu çünkü radar ları olmadığı için gösterge paneline yapıştırılmış bir kronometre ye güveniyorlardı. Havalandıktan yirmi saniye sonra on derece sağa, elli iki saniye sonra da yedi derece sola dönmeleri gerekiyor du. Pilotlardan biri bana, "En açık günlerde bile daima saati kul lanman gerekiyor. Buranın havası aynı Shuarların ruh halleri gibi değişken!" demişti.
Knut Thorsen'le karşılaştığım gün Sucua'da yalnızca bir ziya retçiydim. Cangılın içlerinde yerleşmiş olduğumuz yerden izinle gelen bir Barış Gücü gönüllüsüydüm. Görev yerimle karşılaştırıl dığında bir metropolis gibi görünen yerde bir Cumartesi gecesi ge çimıek için gelmiştim.
Sucua'nın tiendalarından bazıları bira satıyordu. Biranızı alıp papazın haftadan haftaya eski bir mazotlu jeneratörü çalıştırarak Hollywood filmleri oynattığı kilise okuluna götürebiliyordunuz.
Jeneratörün gürültüsü oyuncuların seslerini bastınyordu. Doğumum dan önceki zamanlarda müttefik kuvvetlerin Normandiya çıkarma sı öncesinde İngiltere sahillerinde beklerken vakit geçirmek için izlediği, yüzlerce yerinden kopmuş ve tekrar yapıştınlmış siyah-be yaz filmler de vardı izlediklerimiz arasında. Ama bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan o paçavra ekrandaki görüntülerin sizi ça murdan uzaklaştırmasıydı. Nerede olduğunuzu unutabiliyordunuz. Sonra papaz kararan ekranın önüne geçip hepimize bir sonra ki sabah ayinine katılmamızı tembihliyordu.
Neyse ki bu fırsatı kaçırdım. Pazar sabahı uçak pistine gittim. Orada çok ilginç bir manzarayla karşılaştım: Sundurmanın göl gesinde dolmakalem gibi dik bir şekilde durmakta olan, uçağın inmesinin beklendiği çamurlu zemini izleyen, gri takım elbiseli bir gringo. Ona yaklaşırken bu görüntünün Sucua için bir ilk ol duğunu düşündüm. Sonra bu kişinin filmi izlemeye neden gelme diğini merak ettim.
Geride durup onu izledim. Siyah ayakkabıları çamurla kaplan mış, pantolonunda da çamur lekeleri vardı. Temiz bir sakal tıra şı, kısa kesimli bir saçı vardı. Duruş şeklini de göz önünde bulundurarak bir ordu mensubu olduğunu düşündüm. Kollan göğ sü üzerinde sıkıca kenetliydi. Hava pistinin öbür yanındaki yağ mur ormanına dosdoğru bir şekilde baktı. Belki de mestizoları izliyordu; üç tanesi çamurda öküzleri götürüyordu. Hayvanları inen uçakların meydana getirdiği izlerin yanındaki kazıklara bağ ladılar. Onların ötesinde, cangılın kenarında dolanan bir Shuar ai lesi vardı; bir adam, karısı ve en küçükleri kadının göğsüne yaslanmış üç küçük çocuk.
Yaklaşırken gringo hareket etmedi. "Günaydın" dedim İngiliz ce olarak.
Vurulmuş gibi arkasını döndü. Sonra beni görünce yüzü bir gülümsemeyle ışıldadı. "Günaydın gerçekten!" Elini uzattı. Göz leri parlak maviydi. "İngilizce konuşuyorsun. Ne kadar harika! Adım Knut Thorsen." Konuşmasındaki hafif aksandan bir İskan dinav olduğunu düşündüm.
Kendimi tanıttım. Benimle karşılaşmaktan duyduğu ferahla mayı gizlemek için hiçbir şey yapmadı. "Tanrım, kayboldum.
Bil-diğim birazcık İspanyolcayla yolumu bulurum sanıyordum. Ama pek işe yaramış görünmüyor." Etrafa baktı. "Burada ... " Durdu, doğrudan gözlerime baktı. "Bir Barış Gücü gönüllüsü. Ne kadar güzel! Karşılaşmış olmamız benim için ne büyük, ne iyi bir şans. Uzun zamandır mı buradasın?"
Dört aydır Ekvator'da görevli olduğumu anlattım. "Ama bu rada değil. Biraz daha içeride."
"Cangılın içinde mi?" İnanmamış gibi kafasını salladı. "Shu-arlarla mı?"
·'Evet. Shuarlar var."
"Peki, doğru mu? Gerçekten kelle avcıları mı?"
Geleneksel olarak Shuarların hala zaman zaman bazı ritüeller için düşmanlarının kafalarını kopardığını ama geleneklerinin hız la değişmekte olduğunu anlattım. Kendi merakıma dayanamaya rak soruverdim: "Takım elbiseli bir adamın Sucua'da ne işi var?"
Sıkılgan bir şekilde ceketine ve pantolonuna baktı. Kravat tak madığını fark ettim. Açık mavi gömleğinin yakası açıktı. Hemen yanında siyah derili, küçük, zarif ve sade bir valiz vardı. "Ah, bu elbise! Kendimi aptal gibi hissediyorum." Elini birkaç kez ceke tinin üzerinde fırça gibi salladı. "Ama açıkçası tek elbisem bu. Çantamda ceket için yer de yok, o yüzden giymem gerekiyor." Bunu söylerken ceketi yavaşça çıkardı. "Bu sıcakta sanırım taşı sam daha iyi olur. Karımın buna karşı çıkmasına, bir yerde unu tacağım diye uyarmasına rağmen hem de." Ceketini kolunda dikkatle katlarken durdu. "Neden mi buradayım? Dünya Banka sı için fizibilite çalışmaları yapan bir danışmanlık firmasında ça lışıyorum. Paute Nehri 'nde potansiyel bir hidroelektrik santrali alanına bakıyordum."
"Paute mi?"
'·Evet. Biliyorum, buraya pek yakın değil ama aynı su toplama havzası. Masraflarım için makul bir yolculuk. Ayrıca ... " diye gü lümsedi, " ... bir Amazon kasabasını ziyaret etmek istiyordum. Shuarlan görmek istediğim için." Cangılın kenarındaki ailenin ol duğu yere doğru salladı başını.
Sıcak beni iyice etkilemeye başlamıştı ve dün gece bol miktar da bira içtiğimden beri daha tek fincan kahve içmemiştim.
Sundur-manın arkasındaki birkaç bakımsız masaya doğru ilerledim. "Adam şimdi bize oradan birer kahve getirir. Bir fincan iyi gelir."
Endişeli bir yüzle uçak pistine baktı. "Uçak her an gelebile cek durumda değil mi?"
Ona kronometreden ve değişken hava koşullarından bahset tim. "Bir keresinde bir hafta beklemek zorunda kalmıştım."
Yüzü şimdi bir mahkumunki gibiydi. "Cuenca'da bu uçuşun her gün yapıldığını söylemişlerdi."
"Havanın müsaade etmesine bağlı."
Gözleri göğe döndü. "Elbette. Geç olsun güç olmasın." Sonra döndü ve masalardan birine gittik.
Sonraki iki saat boyunca kendimizden, geçmişimizden ve mes leğimizden bahsettik. Norveçliydi. Mühendislik ve işletme dere celeri aldığı Massachussetts Teknoloji Enstitüsü'ne gidebilmek için İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra ABD'ye taşınmıştı. Boston merkezli prestijli bir danışmanlık firmasına girmiş, şirket ortağı olmuş ve şimdi de başkan yardımcısıydı.
"Hayatımdaki tüm iyi şeylere rağmen ... " diye itiraf etti, "hiç düşünmeden seninle yer değiştirmeyi isterdim."
"Neden?"
"Gençsin, hızlı bir değişimin meydana geleceği büyüleyici bir dünyada olgunlaşıyorsun. Türümüzün hayatta kalması senin ve çağdaşlarının vereceği kararlara bağlı olabilir." Gözleri sundurma, hava pisti ve benim aramda dolaşıp duruyordu. "Shuarlar gibi kül
türlerden doğrudan bir şeyler öğrenmek gibi az bulunur bir fırsat
yakalamışsın."
Bu bana garip geldi. Barış Gücü'ndeki öğretmenlerim hep bi zim Shuarlara bir şeyler öğretebileceğimizden bahsediyorlardı, asla tersi değil. Ondan bunu açıklamasını isteyemeden başka bir şey haykırdım.
"Uçak geliyor."
Yüzü neşeyle doldu. Sandalyeden fırlayıp keyifle bağırabi leceğini düşündüm. Sonra, sundurmadaki diğer herkes gibi din lemeye konsantre oldu. Hemen sonra bana doğru eğildi, ağzı neredeyse kulağıma değecekti. "Hiçbir şey duymuyorum" diye fısıldadı.
"Shuarlar her zaman uçağın sesini hepimizden önce duyar." "İlginç" dedi. "Doktorlar bunun hakkında ne derdi acaba, me rak ediyorum." İçeceklerimizi ödedi ve aceleyle sundurmadan ay rıldık. Parlak güneş ışığına çıkmamızla birlikte korkunç bir böğürtü yükseldi. Öküzlerden biri yere yığıldı. Öküzün üzerine çullanan mestizonun kolu kalkıp inerken elindeki bıçak parlıyordu.
"Neler oluyor böyle?" diye sordu Knut.
"Hayvanları öldürüyorlar." Prosedürü anlattım. Önce uçağın ineceğinden emin olana kadar bekliyorlardı. Sucua'da soğutma diye bir şey olmadığı için, hayvanları erken kesen çiftçi epeyce para kaybediyordu; belki de bir yıl içinde göreceği tek nakit pa rayı. Adamlar ağırlığı azaltmak için şimdi öküzlerin kafalarını ve toynaklarını kesmek için çılgınca uğraşıyordu.
"Aman tanrım ... " Dikkatle izliyordu. "Uçağı beklediklerini an-lamıştım ama bu ... " Omuzlarını silkti. "Barbarca görünüyor ama sanırım bu sadece benim bakış açım. Peki, gökyüzünü bulutlar kaplarsa ne olur?"
"İndikten sonra uçağın tekrar ayrılması gerekiyor. Pilot kendi kazancı açısından bu çiftçileri hayal kırıklığına uğratmaktansa fır tınalar ve dağlar karşısında şansını denemeyi tercih ediyor."
"Peki ya biz?"
"Eğer havayı sevmediysen burada kalabilirsin."
Göğe baktı. Durduğumuz yerin batısındaki dağların üzerinden siyah bir bulut geçiyordu. Bulutun sağ tarafında gümüş bir nokta göründü ve bize yöneldi. "İşlerimizi hızlandırmak için elimizden geleni yapalım."
Çamurda ilerledik. İniş alanındaki izlere yaklaşırken hayvanla rın kanlarından dolayı nemli toprağın koyu kırmızıya büründüğü bir bölgeye girdik. Mestizolar birbirlerine bağırıyorlardı. Hava kan ve dışkı kokuyordu. Geçmiş deneyimlerimden biliyordu!fl ki can gıl üzeıinden yaklaşmakta olan uçağa odaklanmam en iyisiydi. Fa kat Knut'un hala mestizoları izlemekte olduğunun farkındaydım. Eski DC3 uçağı sarsıntıyla sert zemine temas etti. Bizim oldu ğumuz yere ulaştığında tekrar hava pistine yönelecek şekilde ya vaşça döndü. Pervanelerin yarattığı hava akımı bizi neredeyse yere yıkacaktı. Uçak durur durmaz adamlar uçağa koşuşturdular.
Kapılar açıldı. Şişkin çuval bezinden torbalar dışarı fırlatıldı. Ah şap sandıklar aşağı indirildi ve hızla oluşan bir insan kuyruğuyla sundurmaya taşındı.
Bizim yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Sadece bekledik ve izledik. Sonra Knut'un söylediklerini hatırladım. Ona döndüm. "Az önce Shuarlardan bir şeyler öğrenmekten söz etmiştin; az bu lunur bir fırsata sahip olduğumdan. Bundan neyi kastettin?"
Derin mavi gözlerini gözlerime çevirerek bir an düşündü. "Dünyamız daha önce hiç görülmemiş şekilde değişiyor." Dört adamın iki ağır demir sandalyeyi hızla uçağa taşıyışını izlemek için durdu.
"Sandalyeler bizim için" diye açıklama yaptım. Diğer adam lar öküzlerin kanlı parçalarını kapıdan geçirmeye çalışıyorlardı. Siyah bir böcek gibi pantolonuna yapışmış olan bir çamur par çasını eğilip bir fiskeyle temizledi. "Bizim kültürümüzde, biz en düstriyel insanlar çok garip bazı şeyler yapıyoruz." Dönüp bana baktı. "Ben bir mühendisim ve bir hidroelektrik santrali kurmak için buradayım. Ama ben bile görebiliyorum ki dünyanın geri ka lanı bizim izlediğimiz yolu izleyemez. Kaç tane nehre bent çeke biliriz? Kaç tane araba üretebiliriz? Kaç ormanı kesip otoyol yapabiliriz? Kaç insan benimki gibi evlerde yaşayabilir? Bunun sonsuza kadar gidebileceğini düşünmek aptalca. Bizim yaşama biçimimiz mantıksız ve sürdürülemez. Ümit senin gibi genç in sanlarda. Ama okuduğunuz üniversitelerden öğrenemezsiniz bu nu. Hepsi geçmişin fikirlerine bağlı. Başka bir yere bakmanız gerekiyor. Shuarlar gibi halklara."
Söyledikleri beni gafil avlamıştı. Bu sözler benim gibi işletme fa kültesinden yeni mezun olmuş biri için radikaldi. Kongre'nin bana kelle avcılarından ders alayım diye para vermediğinden emindim.
"Kolay olmayacak" diye devam etti. "Hiç şekil değiştiren, gi zemli teknikler kullanarak kendilerini ağaçlara veya hayvanlara dönüştüren adamları duymuş muydun? Şekil değiştiriciler. Shu ar arkadaşlarına sor, anlatsınlar. Tüm o teknikler kültürünüzü, kül türümüzü değiştirmek için tek çözüm yolunu sunuyor olabilir."
Bir adam bize doğru koştu. "Sinyorlar, çantalarınızı alın. Ay rılma zamanı! Hemen kalkıyoruz."
Hızla uçağa yöneldik. Uçağa çıkmamıza yardımcı olmak için kapının altına bir tabure konmuştu. İçeride kokpitin arkasına bı rakılan iki demir sandalyeyi bulmamıza yetecek kadar ışık vardı yalnızca. Zemin tamamen kanla kaplıydı. Yerleştikten sonra Thorsen elini sandalyelerimiz arasındaki boşluktan uzatıp koluma dokundu; "Şirketler dünyası değiştirilmesi kolay bir dünya değil. Onunla doğrudan savaşmanın anlamı yok. En iyisi ona sızmak." Motorlar çalıştı. Pencerelerden ormanın geçişini izledim. Ha valandık ve dağlara yöneldik.
3 . B Ö L Ü M
ENERJİNİN MADDESİ
BACAGIMDAN BİR SİNEGİ UZAKLAŞTIRDIM. Piramitten uzaklaşıp
cangılın üzerinde büyük bir daire çizdi ve döndü. Tekrar uzak laştırdım.
"Gölgeyi seviyor" diyerek düşünceye daldı Viejo Itza. "Gü neşe geçebilirsin."
Üzerimdeki taş jaguarın üstünde oturuyordu. Oraya tünemiş altındaki dünyayı izleyen bir şahini düşündürüyordu bana. Yaşa dığı o korkunç düşme olayından sonra o piramide o kadar kolay bir şekilde tırmanıp zirvesinde o kadar rahat bir şekilde oturması çok şaşırtıcı görünüyordu. Çoğu insan duygusal olarak hayat bo yunca yaralı kalır, yükseklikten sonsuza kadar korkardı.
"Şekil değiştirici tam olarak ne demek?" diye sordum. Yalnızca gülümsedi.
"Biliyorum" diyerek ben de gülümsedim. "Şamanlarla yaşa dım ve eğitim aldım. Ama bunu senden duymak istiyorum. Daha önce şekil değiştiricinin şamanla veya kahinle aynı olduğunu söy lemiştin ... "
Derin bir iç geçirdi. "Tam olarak söylediğim gibi değil. Şekil değiştiriciye bu isimleri verebilirsin. Ama tüm şamanlar ya da ka hinler şekil değiştirici değildir."
Sinek dizime kondu. Onu görmezden gelmeye çalıştım. "Şekil değiştiriciler şamandır. Ama bazı şamanlar şekil değiştirici değil dir. O halde şekil değiştirici şamanın veya kahinin bir altkümesi."
Eğri büğrü bastonunu hızlı hareketlerle kayaya sürttü. "Kelime ler. Tanımlanamayacak bir şeyi tanımlamaya çalışan kelimeler."
Sessizlik içinde oturduk. Sorularımı manasız bulduğunu bili yordum. Keşke sormamış olsaydım. "Sonuçta ben bir yazarım" de dim kendimi savunmak için. "Benim kullandığım araç kelimedir."
Kendi kendine güldü. "Şuraya bak" dedi sonunda ormanı işa ret ederek. "Bana ne gördüğünü söyle."
Parmağını izleyerek ağaç tepelerine baktım. "Cangıl. Ağaç yaprakları."
"Daha yakından bak. Orada. Şu kahverengi nokta."
Bakmamı istediği yere baktığımdan emin olmak için dizleri min üstünde yükseldim. Bu zor bir hareketti. Kafamı kaldırır kal dırmaz güneş gözlerime çarptı. Aşağıdaki ormanın yeşil genişliği kayboldu, ışıkla birleşti, güneşe akan büyük bir ırmağa dönüştü.
"Şimdi." Sesi beni teskin etti. "Tam şuraya bak."
Ona doğru eğildim ve kolundan aşağı baktım. Aşağıdaki ara ziyi istediğim herhangi bir şeye çevirebileceğim bir güce sahipmi şim gibi çok garip bir his duydum. "Cangıl" diye yanıt verdim yüksek sesle.
"Evet. Şimdi odaklan." İşaret parmağının ucunda ufuktan uf ka uzanan yağmur ormanının yeşil örtüsü vardı. Sonra başka bir şeyi fark ettim. Tam işaret ettiği yerde çok küçük, kahverengi, be lirsiz bir nokta. Gözlerimi kıstım ve dikkatlice inceledim.
"Ölü bir ağaç. Veya dal."
"Peki şuradaki?" Parmağı bir ağacın tepesine yakın parlak kır mızı bir daireye yöneldi.
"Bir çiçek, muhtemelen bir bromeliad."
"Şu?" Parmak, sineğin konduğu dizimden bir metre yukarıda ki ince bir dal parçasının üzerindeydi.
"Bir dal parçası."
"Aha" dedi. "Benim tanımlayamadığım şeyi deneyimlemiş oldun. Üç şekil deği_ştirici; bir Maya evinin çatısı, bir papağan ve bir böcek."
O bu isimleri söylerken ben yeniden baktım. Kahverengi bu lanıklık bana aynen daha önce göründüğü gibi, ölü yapraklar gi bi görünmeye devam ediyordu. Kırmızı nokta kaybolmuştu. Dal parçası ise kanatlarını açıp uçtu.
"Şekil değiştiriciler ... " diye devam etti, " ... pek çok şekle gi rer. Çevreleriyle harmanlanırlar. Zaman içinde değişime neden olabilirler."
Brezilyalı filozof Paulo Coelho'nun bir kitabı olan Hac'dan bir bölüm geldi aklıma. "Bir keresinde şeytanı yenmesi gereken bir adamla ilgili bir hikaye okumuştum" dedim Viejo ltza'ya. "Rakibi vahşi bir köpek şekline girmiş."
"Evet, evet!" Sesi heyecanla çınladı. "Şeytan şekil değiştirme de uzmandır."
"Bu adam, kahraman, hikayenin yazarı, Astrain adlı bir ruh rehberinin onun da kendisini bir köpeğe dönüştürmesi gerektiği ni söylediğini duymuş. Rakiplerimize, bize karşı kullanılanla ay nı silahlarla yanıt vermemiz gerektiğini söylemiş."
"Aynen öyle! Peki, o ne yapmış?"
Durup düşünmem gerekti. "Sanırım söyleneni yapmış. Evet, şimdi hatırladım. Köpeğe dişleri ve tırnaklarıyla saldırmış. Kö peğin yapmasından korktuğu şeyi yapıp boğazına saldırmış. O ka dar saldırganlaşmış ki, oradan geçen bir çobanı korkutmuş. Ama köpeği yenmiş."
"Elbette, şekil değiştirme sanatını öğrendiğin zaman. Köpek olmuş, şeytan olmuş ve onu onun oyunuyla yenmiş." Dönüp ağaç ların üzerine baktı. "Orada her zaman oluyor. Değişimin araçla rından biri. En güçlü, kesinlikle en etkili araçlarından biri. Şekil değiştirme yoluyla meydana gelen değişim güçlüdür."
Tekrar ayaklarının dibine oturarak omuzlarımı taş jaguara yas ladım. Gölge uzamıştı. Tüm bedenimi gölgede tutmakta biraz zor lanı yordum. Taş bile sıcaktı. Kendimi taşın ısısını alan bir kertenkele gibi hissettim. Hac'daki o bölümün beni ne kadar et kilemiş olduğunu hatırladım. Bu yaklaşımları kendi hayatımda uyguladığım, ateşe ateşle karşılık verdiğim zamanları düşündüm. Ama bunun şekil değiştirme olduğunu düşünmemiştim.
"Biz insanların beşinci yaratımda bulunduğumuzu söylemiş tim." Viejo Itza'nın öncekinden daha kısık gelen sesi beni ür küttü. Ama ona baktığımda hiçbir değişiklik görmedim. "Bir keresinde suyla mahvolduk. Kutsal Kitap'ta anlatıldığı gibi. Ma ya efsanelerinin siz Hıristiyanların inandığı şeylerle pek çok ben zerliği vardır. Ama şekil değiştiriciler bizi o felaketten kurtardı. Kutsal Kitap'ta anlatıldığı şekliyle Nuh yüzen bir ada yaptı ve ha yatta kalmaları için her türün bir çiftini kurtardı."
Ona Buzul Çağı 'nda insanlığın büyük bir donmuş su seli fela ketinden kurtulmayı başardığının bilim tarafından doğrulandığı nı anlattım.
"Bir de atalarımızın buzla savaşmaya çalıştığını düşün! Sopa larla ve taş baltalarla saldırdığını. Veya Nuh'un bir gemi yerine suyolları yaptığını düşün!"
O zamanın sopalarının, baltalarının ve suyollarının, günümüz de bilimin iklim değişikliklerine yanıt verme şekliyle eşdeğer ol duğunu düşündüm. Bunu ona söyledim.
"Evet" diye onayladı başını üzgünce sallayarak. "Günümüzde liderleriniz gerçek güçle olan temaslarını yitirdiler. Sadece fizik sel dünya bakımından düşünüyorlar."
Bilim ve ticaretin odağı olan fiziksel veya materyal gerçekli ğe paralel olarak mevcut olduğu şamanlar tarafından tanımlanan gerçeklikleri kastettiğini anladım. "Dünya onu nasıl hayal ediyor san öyledir" dedim, son kitabımın adını söyleyerek.
"Gerçekten öyle. Öyle çünkü şekil değiştirme hayalden do ğar" dedi. "Seni bambaşka bir aleme götürebilir."
Beni And dağlarında ve Amazon' da aldığım derslerin ötesine gö türmeyi önermekte olduğunu hissettim. Daha açık olmasını istedim.
"Hayalin öneminden bahsettiğin zaman mutlak bir şekilde haklısın. Hayal her şeydir. Hem hayal, hem de rüya. Kim olduğu muz ve nereye gitmek istediğimizle ilgili vizyonlarımız. İster ka bul edelim ister etmeyelim, bu hayatımızın her yönünü etkiliyor. Bunu bir kez anladığında, etrafa enerji yaymaya başlayacak bir konuma gelirsin. Şekil değiştirme işte o zaman olmaya başlar."
Hayalin hayatlarımızın çeşitli yönlerini etkileme gücü konu sunda neyi kastettiğini biliyordum: Sağlık, kariyer, refah,
diğer-leriyle ilişkiler. Kitabımın konusu buydu. Ama şekil değiştirme kısmını bilmiyordum. "Viejo Itza, şekil değiştiriciler gerçekten fiziksel şekillerini değiştirebiliyor mu?"
"Elbette."
"Bir hayvan veya bitki şeklini alabiliyorlar mı gerçekten?" "Bunu her zaman yapıyorlar." Sessizce güldü. "Buna kendin de şahit oldun."
Elbette, haklıydı. Amazon avcılarının ağaçlara dönüştüğünü, görünmez olduklarını, ormana karıştıklarını görmüştüm. And şa manlarının kayalıklarda gözden kaybolup birkaç saniye sonra otuz metre aşağıda ortaya çıkmalarını izlemiştim. Birlikte bir ateşin ba şında oturduğum yaşlı bir Shuar kalkıp gölgeliklere doğru yürü müş, birden bir jaguar haline gelerek ormana fırlamıştı. Ama tüm bu deneyimlere her zaman mantıksal bir açıklama getirmiştim. Bel ki hipnoz ve bazen de özellikle Shuarlarda yaygın olan ayahuska bitkisi gibi bilinci etkileyen maddelerin tesiriyle yapılan etkileyici numaralar, muhteşem aldatmacalar, olağanüstü disiplin ve yetenek şovları gibi görerek bunları Houdini'nin başarılarına benzetmiştim. "İşte yanıldığın yer de o" dedi Viejo Itza düşüncelerimi oku muş gibi. "Ve eğer onların sadece bir şeyin görüntüsüne girdik lerini sanıyorsan yine yanılıyorsun."
"Öyleyse nedir peki?" "O şey oluyorlar."
Babacan bir şekilde gülümsedi bana. "Bunu nasıl yaptıklarını çok iyi biliyorsun. Aslında o diğer şeyler de olmuyorlar çünkü baştan beri o diğer şeyler. Onlar ve o şeyler aynı."
Beni biraz utandıran bu tartışmanın aynı zamanda canımı sık maya başladığını hissettim. Birkaç yıldır diğer her şeyle empatik birliğimizi kabul etmenin önemini vurgulayan dersler ve semi nerler veriyordum. Tam "new age" türü bir kavramdı. Entelektü el olarak bana anlamlı geliyordu ama şimdi bu kavramı bir bitkinin veya hayvanın fiziksel özelliklerini alma bağlamında dü şününce, kendimi şüpheciyi oynarken bulmuştum. Tanık oldu ğum onca şeye rağmen kendimi aynı evi paylaştığım kedi veya evin önündeki meşe ağacı olurken hayal edemiyordum. Ona bu nu açıkladım. Yalnızca güldü.
"O zaman olmaz. Yapabilmek için hayal edebilmen gerekir." Bana uzunca baktı. "Bunun bir tür hile olduğunu sanıyorsun. Ama seni temin ederim ki bunu hayal edebileceksin. Ve o zaman bunu yapabilecek duruma geleceksin."
Ben söylediği şeyin anlamını düşünürken ikimiz de sessizdik. Bu konular hakkında pek çok kez düşünmüştüm. Vardığım sonuç, kendimiz, sosyal ve kültürel kurumlarımız hakkındaki algılarımızı değiştirme yoluyla hayat tarzımızı da değiştirebileceğimiz yönün deydi. Başkalarında en çok onurlandırdığımız ve kendi yaşamla rımızda vurgulamak istediğimiz yönleri ortaya çıkarmak veya "paradigma değişimi" denen şeyi yaratmak için kullanıldığında, şekil değiştirmenin çok somut uygulamaları vardı. Bu sadece be nim için değil, aynı zamanda seminerlerime katılanlar için de ta mamen anlamlıydı. Birlikte seminer verdiğim çeşitli yazarlar, modem insanların fiziksel olarak şekil değiştirme ihtiyacının öte sinde bir gelişim gösterdiğini, eski ve "ilkel" halkların bu tür ye tenekleri olabileceğini ama teknolojik insanların artık bunlara ihtiyaç duymadığını ileri sürüyor. Bu tür yetenekleri hayat tarzımı za ve kurumlarımıza uygulamamız gerektiğini söylüyorlar. "Dün ya hayal ettiğin gibidir" tanımı, biz insanların yaşama şeklimiz üzerinde kontrole sahip olduğumuz anlamına geliyordu. Buna gö re, bireysel arzularımızı ve toplumsal önyargılanmızı değiştirerek kişisel yaşamlarımızı ve topluluklarımızı da değiştirebilirdik. Fa kat Viejo Itza'dan duymakta olduğum şey daha da devrimseldi.
"Sonuçta tamamen bir enerji meselesi" dedi, düşüncelerimi keserek. "Görüyorsun ya, modem insanlar genellikle kurumlar bazında düşünüyor. Enerjinizi okullarınızın, şirketlerinizin veya siyasi partilerinizin yönetimini değiştirmeye harcıyorsunuz. Ve iş ırmakları, dağları, bitkileri ve hayvanları değiştirmeye geldi ğinde, dünyanın parçalarını yakıta çeviren makineler kullanarak ve ortaya çıkan enerjiyi teknolojik bir sopa gibi kullanarak o can lıları bastırıyorsunuz. Ama eski insanlar ve şekil değiştiriciler enerjiye daha basit bir perspektiften bakar. Bilirler ki ateş yak mak için bir kibrit fabrikası kurmana gerek yoktur. Ateş om1anın içindedir ve tüm yapman gereken, iki çubuğu şekil değiştirerek ateşe dönüşene kadar birbirine sürtmektir."
Ayalarını birleştirip nazikçe birbirine sürttü. "Enerji. Enerji her şeydir. Biz enerjiyiz. Dünya, şuradaki ağaçlar, bu piramit." Ellerini ayırdı ve kafasından yukarı kaldırdı. "Evren. Enerji. Ev rendeki her şey. Eski insanlar fiziksel çevrelerine çok daha ya kındı. Bir ABD vatandaşı kendisiyle sosyal bir bağlantı arasında, sevgilisiyle, ailesiyle, kulübüyle arasında yoğun bir ilişki oldu ğunun farkında olmasına rağmen, aynı şeyin kendisiyle fiziksel çevre arasındaki bağlantı için de geçerli olduğunu anlayamıyor. Eski insanlar bu ilişkinin çok iyi farkındaydı." Durdu. Ben sessiz kalınca devam etti. "Karınla, kızınla olan ilişkine veya sahip ol duğun bir şirketin gidişatına etki edebileceğini düşünüyorsun. Bu sayede edebiliyorsun. Şekil değiştirici fiziksel dünyayla arasın daki ilişkiye etki edebileceğine inanır. O sayede etki eder. Her iki durumda da esas olan enerjidir."
"Ve inanç."
"Ve inanç. Ve bir şey daha. Niyet. Karınla ilişkini etkileme ni yetin olmalı. Şekil değiştirici de öyle." Boğazını temizledi. "Terimi genel anlamda kullanıyorum çünkü gerçekten ikisi de şekil değiştir medir. Her şeyin enerji olduğunu anlarsak, niyetin önemini de ko layca anlarız. Niyetin olmazsa enerjiyi nasıl etkileyebilirsin?"
Bunu biraz düşünmem gerekiyordu. "Bana öyle geliyor ki et kileyebilirim de."
"Evet. Ama felaketimsi sonuçlar ihtimaliyle birlikte." Fikirleri bana anlamlı geliyordu ama gerçekten bir meşe ağa cına dönüşme yeteneğim konusunda şüphelerim devam ediyor du. Düşünmek için daha fazla vaktim olana kadar bu konuyu bir kenara koymaya karar verdim. Buz çağlarından, sellerden, balta lardan ve su yollarından bahsetmiş olduğumuzu hatırlatarak gele cek bağlamında bunun ne gibi bir anlamı olduğunu sordum.
"Evet..." dedi yavaşça. "Şimdi sana bir soru. Şu anda türümü-zün varlığını koruması karşısındaki en büyük tehdit nedir?"
"Biz kendimiz."
"Buzul Çağı değil yani?"
"Yeni bir buzul çağına neden olabiliriz." "Kim?"
"Biz Mayalar mı? Amazon'daki arkadaşların mı?" Güldüm. "Hayır, elbette değil."
"Kim öyleyse?"
"Benim insanlarım. Biz Batılılar." Ama bunun doğru olmadı ğını biliyordum. "Kuzeydekiler. ABD, Avrupa, Asya'nın bazı parçaları."
"Anlıyorum. Peki, Brezilya, Arjantin ve Venezüella'daki tüm fabrikalar da buna dahil değil mi?"
"Onlar da."
"İnsanlığın varlığını sürdürmesi karşısındaki en büyük tehdit 'biz kendimiziz' derken tam olarak neyi kastediyorsun?"
Daha önce bunu epeyce düşünmüştüm. Düşüncelerimi düzen lemeye, ona ifade etmek istediğim şeyi aktarabilecek kelimeleri seçmeye çalıştım. "Komşularımızdan daha fazla üretip daha faz la tüketerek kendimizi mutlu edebileceğimiz kavramı, doğayı kontrol etme, her yerden yollar ve kaldırımlar geçirme ... Tüm bunlar kendi kendinin sonunu getiriyor. Söylemek istediğimi bi liyorsun, maddi zenginlik, ticari anlayış, ekonomimizin temeli haline gelen kapitalizm."
"Peki, bu kimin kavramı?"
"Çok eskilere gidiyor. Yunanlılara ve Romalılara. Hatta sanı rım daha da öncesine: Persler, Çinliler, Mısırlılar. Yüzyıllar son ra Aydınlanma Çağı dediğimiz dönemin filozofları geldi. Ve Adam Smith, Keynes gibi ekonomiciler..."
"Peki, bugün? Türümüzün varlığını kim tehdit ediyor?" Durdum ve derin bir nefes aldım. Cangılın karşısında daha önce işaret ettiği yere baktım; arabaları, fabrikaları ve zehirli nehriyle şe hir. Knut Thorsen'in söylediklerini hatırladım. Soluk mavi göğe baktığımda takım elbiseli hayalet adamların ağaçlardan yukarı yük selen görüntülerini görebiliyordum. "Yatırımcılar. Politikacılar. Şir ket yöneticileri. Reklfım ajansları. Televizyonlar. Firmalar."
"Aha! O halde bunlara dönüşmelisin! "
Güçlü bir hayal kırıklığı duydum. "Bu kurumsal bir şey, fizik sel değil."
"Jaguar olmamayı mı kastediyorsun?" "Evet.'"
Güldü. "Eğer istediğin şey oysa kendini bir jaguara dönüştür meni sağlayabiliriz. Ama toplulukların, kültürlerin, türümüzün varlığını sürdürmesinde şekil değiştiricinin rolünden bahsediyo ruz. Tehdidi kendin tanımladın."
Haklı olduğunu kabul ettiğimde bir kez daha hayal kırıklığımı yansıtmış olmalıyım.
"Üzülme" dedi güvenle, "ikisini de yapabiliriz." Sonra du rup yavaşça etrafa baktı, dikkati ayaklarımızın yakınlarına odaklanmıştı.
Gözlerim piramidin tepesini, Viejo'nun tünediği Jaguarın bu lunduğu tabakada onun gözlerini izledi. Kendimi dev bir kedi gibi düşünmeye çalıştım ama zihnimde modem bir şehrin merkezinde ki cam bir gökdeleni gördüm. Gökdelenden çıkan büyük bir buz tabakası tüm şehri ve yolları kaplayıp bir çöle kadar uzanıyordu. Zihnimde gördüğüm şehri tamdım ve Viejo'ya döndüm. "Her şeyin başladığı o eski yerlerde çalışmıştım."
Eğilip bir taş aldı. Taşı elinde çevirip büyük bir ilgiyle inceli yor gibi göründü ve sonra da onu bana verdi.
Güneşten dolayı sıcaktı ama başka dikkatimi çeken bir özelliği yoktu. Bir kızılgerdan yumurtası büyüklüğünde, kabaca dikdörtgen şeklinde ve hafif kırmızımsı renkteydi. Bir ucu yuvarlak, diğer tara fı ise sanki daha büyük bir kayadan koparılmış gibi çentikliydi.
"Bunu karnına daya" dedi.
Gömleğimi kaldırdım ve taşı kamıma bastırdım. Sıcaklığı iyi bir his verdi.
"Göbek deliğine."
Yuvarlak ucu göbek deliğime oturuncaya kadar taşı karnımda yuvarladım. Hemen annemin görüntüsü geldi aklıma.
"Gözlerini kapat. Kalbinle hisset."
Annemin genç yüzü bana gülümsedi. Altı ay önce ben Yuka tan 'a gitmek üzere ayrılmadan, hastanede felçli halde yaklaşık iki ay geçirdikten sonra seksen beş yaşında ölmüştü. Daha önce de nemiştim ama benim heyecanlı öğretmenim olduğu günlerdeki bir görüntüsünü ilk kez yeniden gözümde canlandırabiliyordum. Çok mutlu görünüyordu. Dikkatim annemin ellerine yöneldi. Tıp kı benim gibi o da bir taş tutuyordu.
Yıllar boyunca birlikte çalıştığım ve bana sık sık her insanın ve her şeyin birbirine bağlı olduğunu, taşın ruhuyla dağın ruhunun benim ruhumla ayrılmaz bir şekilde birleşik halde olduğunu söy leyen pek çok yerli insanın seslerini duydum.
"O taş ... " dedi Viejo, " ... senin şekil değiştirmedeki anahtarın olacak."
Gözlerimi açtım. Ağzımdan pek çok söz döküldü. Yakın za manda New York City'de verdiğim bir konferansın bir kısmını tek rarladım. O konferansta, vücudumuzdaki atomların geçmişinin Büyük Patlama'ya, dünyanın yaratıldığı yaklaşık on beş milyar yıl öncesine kadar uzandığı ve hiçbir atomun tek bir vücutta bir yıldan fazla kalmadığı bilgisini aktarmıştım. Sözlerimi, "Hepimiz gerçek ten biriz" diyerek bitirdim. "Ve pek çok hayata katılıyoruz."
Bana delici bir bakış attı. '"Eski yerlerde', 'her şeyin başladı ğı yerlerde' çalıştığını söylemiştin. Anlat lütfen."
4 . B Ö L Ü M
BEDEVİ ÇÖLÜ VE
K UMLARIN VERDİGİ DERS
KNUT THORSEN Ekvator'a gittikten sonra onunla iletişimim de vam etti. Barış Gücü 'ndeki görevim sona erdiğinde beni bir iş gö rüşmesi için Boston'a davet etti. Amazon'dan ayrıldım ve idari müşavir oldum.
İlk görevim gereği İran'a gittim. Tahran, kalkınma uzmanları ve şehir planlayıcılarının merkezi haline gelmişti. l 970'lerin baş larıydı. Ülke Şah tarafından yönetiliyordu. Şah ve danışmanları İran'ı İsa'dan üç yüz yıl önce Darius ve Büyük İskender'in za manlarındaki gibi tekrar bir dünya gücü haline getirmeye karar lıydı. Geniş petrol rezervleri bu mucizeyi finanse edebilecek gibi görünüyordu.
Dünyanın her yerinden çeşitli bilimlerin parlak zekaları ve ün lü isimleri Tahran 'a akın etti. Ağaçlarla çevrili caddelerdeki ka felerden çöl sınırındaki açık pazarlara kadar Paris'tekilerle yarışacak şehir heyecanla titriyordu. Gökdelenler, müzeler ve sa raylar arasında, hayatları ortaçağ serflerininkine benzeyen kor kunç yoksunluk bölgeleri de vardı ama bir kuşak sonra bu tür tüm kötü görüntülerin sona ereceği hissi, umudu hakimdi.
yazılmış notta bir restoranda Yamin 'le buluşmaya davet ediliyor dum. Bu gizemli kişilikle buluşma fikrinin cazibesine direneme dim ama bundan kimseye söz etmedim. Bindiğim taksi beni şatafatlı Kuzey Tepesi semtinde özel bir malikane gibi görünü mündeki binayı çevreleyen yüksek bir duvarın kapısına getirdi. Kapı açıldığında, altın şekillerle süslenmiş uzun, siyah, güzel bir elbise giyen göz alıcı bir İranlı kadın beni selamladı. "Amerikalı konuğumuz" dedi eğilerek, "Hoş geldiniz. Lütfen beni izleyin."
İçeri girdiğimde dış duvarın tahmin ettiğim gibi olmadığını büyük bir şaşkınlıkla fark ettim. Bir avlu yerine, alçak bir tavan dan sarkıtılmış birkaç gaz lambasıyla aydınlatılan karanlık bir ko ridordan geçtik. Koridorun sonunda ağır, ahşap bir kapı vardı. Eliyle işaret ederek kapıya yaklaşmamı istedi ve kapıyı açtı. İçe rideki görüntü nefesimi kesti. Bir elmasın içi gibi göz kamaştırı cı bir odaydı. Parlaklık gözümü aldı. Gözlerim alıştığında, bu parlaklığı meydana getiren şeyin sedeflerle ve yer yer mavi, ye şil veya kırmızı taşlarla bezenmiş duvarlar olduğunu anladım. Oda süslü bronz şamdanlara yerleştirilmiş beyaz mumlarla aydın latılıyordu. Sekiz veya on kadar masa vardı. Tıpkı duvarlar gibi her biri mücevherlerle, sedeflerle ve kristallerle bezenmişti. Ve masaların yarısı doluydu.
Özel tasarımlı lacivert bir elbise giyen, uzun boylu, koyu renk saçlı bir adamla el sıkıştığımı fark ettiğim sırada şaşkınlığımı henüz kontrol altına alamamıştım. Bıyığı ve gülümseyişi, çocukluğumda popüler olan, ismini hatırlayamadığım neşeli bir aktörü hatırlattı bana. "Ben Yamin. Sizinle tanışmak harika Bay Perkins" dedi, çok hoş bir şekilde. "Teşekkür ederim. Yoğun programınızı yanda ke serek davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hakkınızda çok şey duydum." Aksanı, İngiltere İngilizcesi ile Farsça'nın bir karı şımıydı. Oturduktan sonra beni nereden tanıdığını sordum ve "Tüm bu işlerde çok küçük bir oyuncuyum" diye ekledim.
Başını salladı. "Ah, hayır Bay Perkins. Çok mütevazısınız. Gençsiniz ve Şah'ın Ağustos'ta oluşturduğu danışmanlar grubun da yer alan az sayıda kişiden birisiniz. Sanırım henüz tam olarak işadamlığına soyunmuş biri değilsiniz. Belki de konumunuzun ve ülkenizin gücünü küçümsüyorsunuz."
Kendimi tuhaf ve tedirgin hissettim. Neticede Barış Gücü'ne Vietnam'a gitmemek için katılmıştım ve "Ağustos grubu" içinde bulunmam ise Sucua - Ekvator' daki tesadüfi bir tanışmaya dayalıy dı. Mütevazı olmamın nedenleri vardı ve zekam veya etki gücüm konusunda hayal görmüyordum. Konumumun "gücü" konusunda neyi kastettiğini sormayı başardım.
"Tahminime göre çok iyi biliyorsunuz ki devletlerimiz (sizin ki ve benimki) bu ülkeyi geri dönüşsüz bir şekilde değiştirmeye çalışıyor. Sizin devletiniz hem incelikli, hem de hiç incelikli ol mayan şekillerde inanılmaz bir güç kullanıyor.
Tereddüt etti. "Kumun renginin, bakanın nerede durduğuna bağ lı olduğuna dair bir deyişimiz vardır. Ülkenizin, benim kültürümü sizinkine benzer bir kültüre dönüştürmek istemesi için kendince ne denleri olduğundan eminim." Uzun bir iç çekti. "Çöl bir sembol. Çölün yeşile çevrilmesinin tarımdan çok daha fazla anlamı var."
"Yani itiraz ettiğiniz şey Çiçeklenen ÇölProjesi mi?" Nazikçe ve biraz da istihzalı bir şekilde gülümsedi. "Dediğim gibi çöl bir sembol. Sözünüzü kestiğim için bağışlayın ama neti cede bir yemek için buluştuk." Kafasını eğerek ünüyle çelişir gö rünen çok nazik bir saygı ifadesinde bulundu. "İzninizle her ikimiz adına bir seçimde bulunacağım. Size gerçek Pers mutfağı nı sunmaktan onur duyarım." Garsona işaret etti. Siparişi verdik ten sonra bana döndü. "Affınıza sığınarak size bir soru sormak istiyorum Bay Perkins. Kendi ülkenizin yerlilerini, Kızılderilile ri yok eden şey neydi?"
"Pek çok şey: Beyaz adamın hırsı, coğrafi olarak genişleme kararlılığımız, üstün silahlar ... "
"Evet. Doğru. Hepsi. Ama hepsi sonuçta doğanın yok edil mesine gelmiyor mu? Ormanlar yok olduğunda, Bufalolar öldü rüldüğünde, kabileler kendi topraklarından çıkarılıp belirli noktalara yerleştirildiklerinde Kızılderililerin kültürlerinin te meli de çökmüş olmadı mı? Görüyorsunuz ya, aynı şey burası için de geçerli. Çöl bizim doğamız. Çiçeklenen Çöl Projesi bi zim tüm hayatımızın dokusunu tehdit ediyor. Bunun olmasına nasıl izin verebiliriz?"
Dişleri bembeyaz parladı. "Ah, evet. Kralımız Darius'un ve İs kender'in soyundan geldiğini iddia ediyor. Bu bir saçmalık elbet te. Gerçek şu ki ataları Bedevi 'ydi. Tören çadırı güzel bir örnek. Çok açıklayıcı. Şah'ın farkına vardığından çok daha fazla şey a� latıyor. Bedevi '}erden gelen bir adam neden çölü yok etmek istesin ki? Tahta çıkan, Şah'ların Şah 'ı, kralların kralı olduğunu iddia eden bir adam?" Durdu ve garsonun masada doldurduğu şarap kadehine dokundu. "Benim insanlarım çölün bir parçası. Şah 'ın baskıyla yö
netmeye çalıştığı bu insanlar çölün sadece bir parçası da değil, ken
disi." Şarap kadehini kaldırarak devam etti. "Sizi selamlıyorum Bay Perkins. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olduğunuzdan emi nim; cesur olmayan birini uzak tutabilecek şeyler. Burada bulunma nızdan onur duyuyorum. Cesaretinize içiyorum." Bardağı yavaşça dudaklarına götürdü ve büyük bir lezzet duyduğu belli olan uzun bir yudum aldı. "Gerçek Pers şarabı. Bence muhteşem! Şimdi size kü çük bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu bencilce düşkünlüğümü ba ğışlamanızı dilerim."
"Buraya gelme nedenim bu. İran'ın diğer yüzünü görmek, no tunuzda belirttiğiniz gibi."
"Çok doğru." Gözleri tüm odayı dolanır gibi oldu, sonra du varların birinin ortasındaki belirli bir noktaya odaklandı ama dö nüp orayı incelediğimde, bu olağanüstü odanın her santiminden daha dikkat çekici olan bir şey göremedim.
"Daha on yaşında bile değildim. Doğumumdan beri her yıl ol duğu gibi, bir haftalığına çöle giden aileme eşlik ediyordum. Ama bu sefer babam bana çok özel bir şey göstermeye söz verdi. Çölün bir sımnı öğrenmek için yeterince büyümüş olduğumu söyledi.
"Bir sabah erkenden, güneş doğmadan önce babamla birlikte çadırdan uzaklaştık. Çölde saatlerce yürüdük. Sıcaklığın dayanıl maz hale geldiği ve yorgunluktan öleceğimi düşündüğüm bir an da küçük bir vahaya vardık. Kumdan çıkıyor gibiydi. Bir cennet hayali şaşkın gözlerimin önünde gerçek oluyordu. Çöldeki küçük bir hurma ağacı kümesi arasında bir Bedevi ailesi yaşıyordu. Ça dırları bizimkinden farklıydı. Daha basitti ve üstü siyah bir gölge likle kaplıydı. Babamı tanıyorlardı, bizi sevinçle karşıladılar. Öğleden sonrasının büyük bölümü boyunca çadırlarında uyudum.
durumdaydım. Sonra aklıma bir şey geldi: Allah' a yalvardım. Ce vap vermeyince solucan gibi kumun içine girdim. Sıcaklığı garip bir şekilde rahatlatıcıydı. Sonunda ayağa kalktım ve orada öyle ce durdum. Tek başıma. İçimi bir sakinlik kapladı. Çöl sessizleş ti, rüzgar durdu. Belki de Allah sonunda beni duymuştu. İlk uyandığımda keçi derisi su kaplarından biri yanımdaydı sanki di ye hatırladım. Ayak izlerimi geri doğru takip ettim. Sabırsızlığa kapılıp koşmaya başladım. Rüzgar izlerimi silmişti. Yatakları gör me ümidiyle ufku taradım ... ama kumdan başka hiçbir şey yoktu.
"Ümitsiz bir şekilde koşuşturmaya devam ettim. Boğazım ya nıyordu. Sersemlemeye başladım. Daha fazla dayanamadım. Ye re yığıldım. Gözlerimi yeniden açana kadar orada ne kadar kaldığımı bilmiyorum. O anda izlerimi gördüm. Kendi izlerim! Ayak izlerimi bulmuştum. Yeniden enerji dolduğumu hissettim. İzlerin beni bir dairede dolandırdığını anlayıncaya kadar devam ettim. Çılgına dönmüştüm. Çığlık sesleri duydum ama kendi se sim olduğunu de hemen anladım. Oturdum.
"Kumlar etrafımda uçuşuyordu. Kumları düşündüm, hücrele rime, aklıma, hayallerime girmelerine izin verdim. Uyku bastırdı. Gözlerimi kapattım, korkuyu bıraktım, kendimi çöle açtım.
"O anda bir ses duydum. 'Çöl onu bir kez kabul ettiğinde müş fiktir' dedi ses. 'Onun bir parçası olduğunu öğrendiğinde.' Bu se si Allah 'ın sesi olarak kabul ettim. 'Asla acımasız değildir ama ona direndiğin zaman öyle görünebilir. '
"Gözlerimi açtım. Bedevi adam tepemde duruyordu." Yamin kadehini tokuşturmak için kaldırdı. Ben de kaldırdım. Kadehler masanın ortasında çınladı. "Beni babama geri götürdü." Gülüm sedi. "Vaha bir saatten az bir mesafedeydi."
"Tüm o süre boyunca Bedevi neredeymiş?"
"Yatağının içinde. Kumlarla kaplanmış olarak. Aslında ora daymış. Yanımdan hiç ayrılmamış."
"Tam bir inisiyasyon."
"Evet. Hiçbir zaman unutmayacağım bir deneyim. Hayatımı değiştiren bir ders."
"Öyle bir öğretmenin olduğu için şanslısın."
Konuşmadan önce uzunca durdu. "Bu kum dersini alsaydı Şah nasıl olurdu hep merak ederim."
5 . B Ö L Ü M
K UR U MSAL V E BİREYSEL
ŞEKİL DEGİŞTİR ME
"ŞAH' A NE owu?" diye sordu Viejo Itza hikayemi anlatmayı bi
tirdiğimde.
"Devrildi. ABD'de bize söylendiğine göre, Ayetullah Humey ni isimli bir fanatiğin yönettiği bir köktenci İslam hareketi tarafın dan tahttan indirilmiş. Ama aslında bundan çok daha büyük bir şey. Yamin'in tahmin ettiği gibi. Dev bir dip akıntısı. Bedeviler. Sıradan İranlılar. Şah kısa bir süre sonra öldü, ülkesi olmayan yal nız, acılı bir adam olarak."
"Şah Yamin'in aldığı eğitimden geçseydi her şey ne kadar farklı olurdu." Viejo ltza'nm sesi düşünceli, neredeyse üzgün ge liyordu. "Kumların verdiği ders! " Ayaklarına bakıyordu, yüzü gölgeler içindeydi, o yüzden ifadesini okuyamadım. "Çok öğre tici bir ders ... " Altındaki taş jaguara dokundu. "Burada, Maya'da olan şeyler de çok farklı değildi."
Açıklamasını istedim.
Güneşin giderek yükseldiği cangıla baktı. Üzerimizde birkaç bulut vardı, bir bebek arabasının üzerindeki güneşlik gibi. "Hika yeyi biliyorsun. İspanyollar gelmeden önce bu arazi ışıl ışıl
renk-lere bezenmiş muhteşem yapılarla kaplıydı. Bu kalıntılar o gün lerdeki zenginliğin yalnızca iskeleti. Ama o yapılar o zaman bile insanları içten kemiren bir çöküşün dışsal simgeleriydi. İspanyol lar geldiğinde muhteşem şehirler çoktan terk edilmiş, tekrar can gılın bir parçası olmuşlardı. Maya insanları hala buradaydılar, tıpkı bugün olduğu gibi ama ormanın derinliklerinde yaşıyorlar dı." Bir yeri işaret etti. "Tıpkı şuradaki, ölü bir dala benzettiğin ev gibi. Şehirler terk edilmişti."
Kalktı ve ellerini yanlara açıp altındaki ve etrafındaki araziyi kapsayacak şekilde bir dairede yavaşça dönmeye başladı. "Şekil değiştiriciler rahatsızlığı anladı, insanların doğaya hakim olma çabasını sürdürmeleri ve maddi hırslara teslim olmaları durumun da meydana gelecek felaketi önceden gördüler. Bu yüzden insan ları şehirlerden çıkarıp tekrar cangıla yönlendirdiler." Gözleri benim gözlerimle birleşti. "Antropologların ve tarihçilerin pek çok teorileri var; yıkıcı savaşlar, kıtlık, sel, kuraklık ... ama tüm bunlar yalnızca semptomlardı."
"Ozon tabakasındaki delik, eriyen buzullar gibi günümüzün iklimsel değişimlerine benzer şeyler ... "
"Aynen öyle. Semptomlar. Mayalar için asıl sorun, rahatsızlı ğın nedeni kültüreldi. Veya belki felsefi demek daha doğru olur." Tekrar oturdu. "Liderler insanların dünyanın kendisi olduğu ger çeğini göremiyorlardı. Doğadan ayn değiliz. Biz ve o biriz. Ma ya rahipleri ve krallar bunu unutmuştu. Egoları büyümüştü. Büyük piramitlerin tepesinde oturan, aşağıya yıldırımlar göndere bilen, arazileri kurutabilen, kendilerine devasa anıtlar yapabilen, doğaya hak.im olabilen tanrılar olduklarına inandılar. Hırsları sap lantı haline gelmişti."
"Şah'ınki gibi."
"Çiçeklenen Çöl Projesi. Kaç insan aynı hatayı yapacak?" A vuçlannı açtı. Bir yakarış hareketi. "Bilim insanlarınıza bak ... Hiç öğrenmeyecekler mi? Endüstriyelleşmeyle ilişkili kirlilik. Ozon azalması ve diğer sorunların teknolojiyle çözülebileceğini iddia ederken, tarihin mesajını anlamıyorlar mı? Binlerce yıldır çölde yaşayan ama onu hiç 'fethetmeye' çalışmamış olan Bede vileri dinlemeyi neden reddediyorlar? Bu bilim insanları,