• Tidak ada hasil yang ditemukan

Mukadderat Ve Icabat

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Mukadderat Ve Icabat"

Copied!
55
0
0

Teks penuh

(1)

1-KADRİ:

Üstaddan sonra, kendisinden tebliğ aldığımız ilk ruh dostumuzdur. Dünyadan ayrılmış

olduğu tarih bizim hesap edemeyeceğimiz kadar çok eski ve belki tarihten evvelki devirlere

kadar gider.Bu gün kendisinde hiçbir beşeri hüviyeti kalmamıştır.Binaenaleyh Kadri ismi de

takma bir isimdir.Bu zattan elde ettiğimiz istifadeler sonsuzdur.Halen de kendisinden

nurlanmaktayız.Kadri’ye medyumluk yapan sevgili arkadaşımız R… Ö… dir.Kendisinden

izin almadığım için ve tevazuu dereceside bence malûm bulunduğu için bu kıymetli dostum

hakkında fazla bilgi vermeyeceğim.

2-AKIN:

Gene beşerî hüviyetini çoktan beri kaybetmiş çok kıymetli bir ruh dostumuzdur. Kendisinden

bilhassa, metapsişik ve ilmî bilgilerin kıymetli anahtarlarını aldık.Ve çok faydalandık.Bu

muhterem ruha vasıtalık yapan medyom,kıymetli arkadaşlarımızdan Bn. Nezihe Bayurgil’dir.

N. Bayurgil Eczacıdır. Halen bir anne olan bu kardeşimiz ismi gibi nezih ve asîl bir ev

kadınıdır. Eşi bu kitabın neşrini doğrudan doğruya deruhte eden sevgili dostumuz Muammer

Bayurgildir.

3-MUSTAFA MOLLA:

Binlerce yıllık tebliğatına hâlen devam etmekte olan çok kıymetli ve çok itimat ettiğimiz

büyük bir ruh dostumuzdur. Bu muhterem zat da diğerleri gibi beşerî hüviyetini çoktan, belki

gene bizim hesap edemeyeceğimiz kadar eski zamanlardan beri kaybetmiş bir

varlıktır.Binaenaleyh onun ismi de diğerlerininki gibi sırf bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak

maksadı ile tertiplenmiş uydurma bir isimdir.Bu muhterem ruha vasıtalık yapan zat sevgili

dostumuz Macit Aray’dır.Macit Aray öğretmendir ve İzmir’de bulunmaktadır.Kendisi

varlığının mühim bir kısmını medyomluğunun icaplarına bağlamış takdir ettiğimiz bir

arkadaştır.

4-ŞİHAP:

Halen Türkiye Metapsişik cemiyetinin manevi yardımcısı ve yol göstericisi olan bu varlık çok

muhterem sevgili ruh dostumuzdur. Kendisinden her sahada istifade ederek ve gene ondan

aldığımız ilmî ve ahlâkî bilgilere dayanarak yolumuza devam etmekteyiz.Bu zatın hüviyetinin

de diğerleri gibi beşerî hiçbir vasfı kalmamıştır.Bizden kendisinin ne kadar uzaklaşmış olduğu

bizzat kendi tebligatı miyanında bulunan şu manzum kıtası çok açık olarak anlatır: (sayfa 6)

<<Ol dünya mektebin bitirdim çoktan beri,

<<Muhtelif seryattan birçok ilâmım var. (sayfa 6)

<<Gezdim, dolaştım bir zaman şemsü kameri, (sayfa 6)

<<Nuru aşkı ilâhîden, pâk ilhamım var.

<<Ol ilhamı sizlere sunmağa amadeyim.

<<Yeter ki nuşe ehlolun ben bir badeyim.>>

Bu kıtadaki mâna, bu varlığın beşeri hüviyetinin çoktan kaybolmuş bulunduğunu

gösterir.Hattâ araya bir sürü diğer alemlerin hüviyetlerinin de girip çıkmış olduğunu ifham

eder.Esasen onun tebligatının her kısmındaki derinlik ve kudret bunu bize bilvasıta olarak da

anlatmaktadır.

Şihap kelimesi de diğerleri gibi uydurma bir isimdir. Yani dünyada evvelce bu isimde birisi

yaşamış ve sonra ölmüşte de bizimle gene aynı ismi kullanarak konuşmağa başlamış gibi bir

hâl burada yoktur. Diğer ruh dostlarımızın da nasıl isim isimlendirilmiş oldukları hakkında bir

fikir verebilecek olan Şihap dostumuzun, kendisini isimlendirme hâline dair olan kayıtları

onun tebliğlerinden çıkararak arz ediyorum:

(2)

<<B.R. – Kendinize bir isim takacaktınız?

<<Şihap-Onu bir deneyelim. Dostum, bir deneyelim. Biraz evvel de söylediğim gibi

medyomunuzun karışık zihnî durumu bilmem ki iyi netice verecek mi? Fakat denesek hiçbir

şeyi zayi etmiş olmayız. Arzum, ismimi manzum olarak medyomunuza söyletmek idi.Bunu

biliyorsunuz.Geçen sefer medyomunuz kısmen heyecanı,kısmen de zihnî ve bedenî

rahatsızlığı sebebi ile beceremedi bu sefer inşallah muvaffak olur.Ne demiştik:

<<Gelin siz bana bir kervan deyin,

<<İlâhî yolda hep reân deyin,

<<Ezelden başlamış yola sonu ebette,

<<Durmayacak, durmadı hiç bir zaman deyin.

<<Dem oldu o kervan vardı bir göle,

<<Döndü, veda etti geçtiği çöle,

<<Öyle bir göl ki tek katrası bin ummanı nur,

<<Yayardı civarına hep haz ve huzur…

<<Bırakın da bunun sonunu nesren söyleyelim. Çünkü yukardaki manada pek kusur etmedi

amma, nazmı ve vezni bozdu. Pek basit bir usul ve vezin kullanmama rağmen! Eh, ne

yapalım. Medyomunuzun bugün kaabiliyeti yoktur. Ama gene bir gün bunun sonunu nesren

söyleyeceğim.

<<O bahsolunan kervân susuzluk ateşiyle, pek tabiî nurlu, feyizli olan o göle atılmakta

hiçbir zaman tereddüt göstermedi. O atılış bin nurlu, feyizli su zerrecikleri saçtı etrafa. Öyle

su zerrecikleri ki deminde söylediğim gibi, her biri bin ummanı nur… Bu zerreciklerden,

Şihaplardan bir tanesi arzınıza düştü. Size nasip oldu. (sayfa 7)

<<Şimdi desem ki benim ismim Şihaptır. Sanmayın. Beni, manzum olarak söylediğim

kısımda da ifade ettiğim gibi kervan farz ederseniz o kervanın suya atılışından; muazzam

nurlu, feyizli göle atılışından sıçrayan bir zerresini, o gölün bir zerresini Şihap telâkki

ederseniz ve onun bir zerresinin size nasip olduğunu Allaha şükrederek kabul ederseniz Şihap

isminin pek bana ait olmadığını anlarsınız.

<<Oğlum, istediğim, daha doğrusu bana bir namı müstear olarak takmak ismi Şihap olarak

kabul ediyorum. Ne dersiniz?

<<B.R. - Muvafık.

<<Şihap – Eh.. Peki. Şu halde ben, demin de söylediğim gibi Şihap oldum. Allahın izni ile

vazifemi liyakatle başarır yani size faydalı olur, bir az kolunuzdan tutup yan yana

yürüyebilirsem günün birinde bu Şihap ismine bihakkın lâyık olmak lütfu bana verilir.>>

İşte bütün ruh dostlarımızın isimleri aşağı yukarı böyle sembolik kıymetlerin birer

ifadesidir. Yukardaki kıymetli Şihap dostumuzun verdiği misal de bunu bize çok güzel

gösteriyor.

Bu kıymetli varlığa vasıta olan medyom sevgili dostlarımızdan Reşat Bayer isminde bir

banka şeflerinden bir zattır. Kendisini tanıyanlar ondaki samimiyet ve dürüstlüğün derecesini

takdir etmekten geri kalmazlar. (sayfa 8)

M. MOLLA: Şubat 2,1949

<<İnsan o derece hür bir varlıktır ki isteklerine mümanaa edecek bir irade şöyle dursun,

onları terviç ve teshil eyleyecek her türlü avamil halk olunmuştur.>> (sayfa 34)

<<Her muhitin, her zamanın ve her hâlin bir icabı vardır.>>Üstad. (sayfa 37)

AKIN: Ağustos 14,1948 MEdyom:Nezihe BAyurgil

(3)

<<Söylediğim gibi, bütün kâinatın büyük bir devri ve gidişi vardır. Her şey şüphesiz

birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini, hem de müntehasını teşkil

eder. Hem illeti, hem de neticesidir. Bu bakımdan her şey, bütün hareketler, kâinatın bütün

gidişi, her tesadüf edeceğiniz hâdise plânlanmış ve çizilmiştir.>> (sayfa 38)

AKIN: Ağustos 24,1948

<<Bütün dünya nizamı kurulmuştur, demiştim. Bu nizamın başlangıcı ve sonunu

bilmiyoruz.>> (sayfa 38)

AKIN : Temmuz 31, 1948

<<Bütün hâdiseler birbirine bağlıdır. Bir evvelki, bir ondan sonrakini hazırlar. Ve netice

daima yükseğe doğrudur.>> (sayfa 38)

Bu şemanın esasını bize bize ruh dostlarımızdan Akın vermiştir. İlliyet prensibinin

zincirlerini, hudutsuz bir kainatı dolduran namütanahi mikâplar teşkil eder.Taktim ettiğimiz

şemada, birbirir üzerine mevzu 3 kat mevcut(a-b-c) Beher katta birisi önde , diğeri arkada

olmak üzere dizilmiş mikâplar bulunmaktadır(d-e). Beher sırada dörder adet mikâp

vardır.)F-G-H-İ) ve (f-g-h-i). Bütün bu teşekkülü hudutsuz ve nihayetsiz bir mekân içinde, her

tarafından uzatırsak namütanahi sayıda, daha doğrusu sayısız mikâplar elde ederiz. Bunu

kâinatımız farz edelim. Bu mikâpların her birinde 8 tane köşe var. Ve bu köşeler, birbirine

mücavir bulunan mikâplarda müşterektir. İşte bu köşelerin her birini, illiyet prensibi

zincirinin, daha doğrusu şebekesinin bir halkası olarak kabul ediyoruz. Ve mikâpların

dılilerini de bu halkaları veya hâdiseleri birbirine bağlayan münasebetler gibi telâkki

ediyoruz. (sayfa 38,39)

KADRİ : Nisan 27, 1947

<<Herkes ektiğini biçer. Yapılan iş ne kadar güç olursa onun getireceği iyilik de o kadar

büyük olur.>> (sayfa 41)

KADRİ : Mayıs 5 1947

<<Herkes kendi ektiğini biçer, demiştim. Sizde şimdi ekiniz. Bunlar tomurcuk açacak.

Meyvelerini toplayacaksınız. Burası yani spatyum, o tomurcukların canlandığı yerdir. Sizlerin

(4)

meyvelerini bende görmekle şeref duyacağım. Her yaptığınız işin izleri birer ok gibi burada

aksediyor.>> (sayfa 41)

KADRİ : Ağustos 26, 1949

<< Dünyada her hareketin kendine mahsus bir hedefi mevcuttur. En ufak bir işin tesirinin;

senelerce sonra meydana gelecek bir hâdisenin bir noktada başlangıcı, bir inikâsı olması

mümkündür. Fakat ne yapılan o işten insanda kalan bir hatıra mevcut bulunur, ne de bu yeni

hâdisenin zuhurunun eski ile bir münasebeti aranabilir.

<<İnsanlar hayatlarında, en küçük hareketlerinin bile hiçbir zaman neticesiz kalmayacağına

kani olurlarsa işlerindeki nizam, onları uzun zaman felâketlere karşı korur. Ve yanlarındaki

yüksek varlıkların yardımları ile de bir takım bâdireleri kolaylıkla atlatabilirler.

<<Her şeyin sebebini aramak, insanların tecessüs hassaları icabından olmakla beraber, bu

arayışlarla nadiren hakikati bulmak çok az kimseye müyesser olmuştur. Her işin muhakkak bu

dünyada, yapılan bir hareketle alâkasını bulmak imkânsızdır. Çok büyük bir plânın yalnız bir

noktasından başlamak ve yalnız bilinen mahdut kısımlarını mütalâa ederek bir neticeye

varmak çok defa insanı büyük müşküller içinde bırakır.>> (sayfa 41-42)

KADRİ : Ekim 13, 1949

<<Hakka hürmet etmek, onun karşılığını beklememek, verileni almak, aldığını kabul etmek,

kendine lâyık olanı seçmek insanlık için büyük bir fazilettir. Herkes dünyada kendisine

verileni kabul etmesini bilseydi, bu günkü dünyanın şekli başka türlü olurdu. Herkes kendi

kıymetini daima yüksek takdir etmek, eline geçeni münasip görmemek, çok üstününü

istemek, lâyık olmadığı saltanata erişmek sevdası iledir ki tuttuğu yolun dışına çıkmıştır.

<<Ne ekersen muhakkak onun karşılığını görmen zarurettir. Az çalışana çok verilmesi bazı

zarurî sebepler ilcasi iledir. Herkes ne kadar çalışırsa onun karşılığını beklemek ve beklediği

kadar da almak zorundadır. Gelen senin beklediğin bile olmasa sana en münasip düşen odur.

Onu kabul et ki hiç olmazsa daha yükseklere hak kazanmış olasın.>>

HACI ALİ : Ağustos 29, 1949

<<Size şu kadar bildireyim ki kâinatınızda, yani gerçek içinde bulunduğunuz, gerek

hazırlamak istediğiniz âlemlerde bir hâdiseyi (neden, ne için) diye sormak arzusunda

bulunuyorsanız o hâdiseyi ilk olarak ele aldığınız zaman onu muhakkak diğer hâdiselere bağlı

olduğunu bilin ve ona göre neticelere varın.>>

ÜSTAD :

<<(Tabiat kanunları, bütün avalimde tecelli eden iradei ilâhîe kanunlarıdır) (sayfa 45)

AKIN :

<<Tabiat kanunları, ilâhî irade kanunlarıdır.>> (sayfa 46)

KADRİ : Ocak 15, 1947

<<Varlıkların takip ettikleri birtakım kanunlar ve nizamlar vardır. Bunlar âdeta bir ders

programı şeklinde ve birbirini müteakip yapılması hazırlanmış hâlde ve muntazam olarak

cereyanı temin edilmiş bir vaziyettedir. Ne olursa olsun, bu programda hiçbir şekilde

fedakârlık icrasına imkân ve ihtimal mevcut değildir. Bazıları buna tabiat kanunları derler.

Fakat muhakkak ve hakikî olan bir şey varsa bu, aksamadan cereyan eden bir harekettir.

(5)

<<İşte bütün âlemler bu nizama tâbi olarak daima kolaydan güce doğru birtakım terakkiler

göstererek akıp gitmektedirler. Bu şekilde muntazam bir terakki ve inkişaf, varlıkların

yükselmelerini ve âlemlerin nizamlarını meydana getirir.>> (sayfa 48)

ÜSTAD : Temmuz 12, 1936

<<Evvelce söylediğim gibi kanunu tabiat dediğiniz kaideler o kadar çok, o kadar

mütenevvidir ki bunların birinin neticesi diğer birinin neticesine uymayabilir. Fakat bu iki

netice de birbirine benzemekle beraber gene kanunu tabiatın mevlûdudur.>>

Keza

ÜSTAD : Mayıs 31, 1936

<<Evvelâ şunu söyleyeyim ki tabiat kanunları, sizin ihata edemeyeceğiniz derecede çok

şümullü ve muğlaktır. Binaenaleyh bir kısım tabiat kanunlarına muhalif gibi görünen bir

irade, diğer bir takım tabiat kanunlarının tesiri ile kendini tahakkuk ettirir.>> (sayfa 49)

MUSTAFA MOLLA : Şubat 21, 1948 Medyom : M: Aray

<<Size önceleri de tekrarladığım gibi insan buraya da (spatyoma,B.R.) gene kendi irade ve

istekleri dahilinde ve isabetli ve isabetsiz karar ve istekleri ile geliyor. Hâtta buradan yukarıya

gitmeniz veya tekrar dünyanıza dönmeniz gene sizin istekleri…(elimdeki kitapta devamı yok

sayfa 56 son paragraf)

<<Allah nasıl olur da sizi ancak kendi isteği dahilinde çevirip idare eder ki o takdirde ne

şahsiyetinizin, ne de hayatınızın manası kalır. Dikkat etmiyor musunuz: sizin için Allahın

hâkim olan tarafı değil, fakat sadece kanunları vardır. Bu kanunlar ne Allah’tır ne de insan!

Hâdiselerin cereyanı ise ne Allah’la ne de böyle kalbî bir hüküm ihtizası ile tespit olunmuş

herhangi bir şekil ve suretle alâkadar değildir. İnsan ilelebet hürdür.

<<İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte olduğunu, ruhen ne kadar ve

nasıl derinleşip âdeta sonsuzluğu teneffüs eder, hâle geldiğinizi pekâlâ anlıyorsunuz. O hâlde

ne için fenalıklara, sukuta rıza gösteriyorsunuz? Bu da mı Allahtan?

<<İyi hâller Allaha doğru, fakat kötü hâlleriniz kime doğrudur? Ne için düşünmezsiniz ki

Allah bize nihayetsiz bir hürriyeti şahsiye ve iktidarı ruhiye verdiği hâlde bütün âmal ve

seviyelerinizi anacak onunla kabili ifade görüyoruz?

<<Bu dâva ezeli bir cidal safhasıdır. Yaşayacaksınız. Pek iyi, pek fena. Fakat muhakkak

gayeye uygun düşecek seviye ve idraki illâ istihsal etmeniz lâzım ve mecburidir. İster bin kere

dünyaya gelin, ister bir kere. Ne elde ederseniz sizin içindir.

<<Allah, Allaha küfredenleri helâk ediyor mu? Onların sizden daha müreffeh olduklarına

çok kere şahit olmuyor musunuz? Bu, ne mâna ifade eder?>> (sayfa 57)

MUSTAFA MOLLA : Nisan 1, 1948 Medyom: Macit Aray

<<İlâhi ihsan nedir? Bu sual bizden size doğru sorulursa ne gibi bir cevapla karşılaşırız,

diye merak ve endişe duymaktayız. İhsanın insandan öteye varma tahammül ve tecellisi

olduğunu unutmamalısınız. Öyle bir idraki pürfeyze nail olacaksınız ki buna ihsan

diyebilirsiniz. Öylece ve her türlü hakikat perdelerinin bir bir kaldırılmasına nasip oluyor. Ve

bu uzun yolda (tekamül yolunda B.R.) size şek ve şüphenin zararlarının devamına artık

müsaade edilmiyor.

<<İhsan bir kere, yüreğinizde açılmış, bir ilâhi cihete doğrulmuş temennilerin dua ve

yalvarmalarla birlikte vüsunuz dahilinde çalışmanızın bir armağanı demektir. Böyle bir şeye

mahsar olmanın imkânları ne türlüdür ve derece olabilmelidir? Asıl size burada izah

(6)

<<İhsanı ilâhinin tabiatta varlıklara, her şeye şamil olduğunu izaha da lüzum yoktur,

zannındayım. Evvelemirde bu, insanın şahsen her türlü dünya endişelerine rağmen en az bir

sahi zihni ile anlayabileceği bir hakikattir.

<< Biz, bizden evvelini ve sonrasını tâyinden acizken ne ile iddia edebiliriz ki umuru

dünyeviye ve uhreviye meselelerinde ilâhi mesağın, birinci âhengi teşkil etmediğine inanalım.

Elbette bir türlü tasavurdur. Ve o da bizden üstün, bizden sonradır. O hâlde kati hakayıkın

zuhuru gene onun iradesine vabestedir. Böylece düşünün: hangi imkân vardır ki Allah katında

bir sır olsun? Bunun hiçbir sebebi mevcut olamaz. En ufak bir cehitle en yüksek bir irade

arasında netice itibari ile büyük farkların zuhurunu görmenizden tabiî bir şey olamaz. Bir

daldaki meyvenin alınması bile bir cehte mütevakıftır. Bu cehit işte size elmayı getirmiştir.

Fakat bu elmayı dala getiren kimdir? Siz sadece almaktasınız. Amma düşünmelisiniz ki bizde

kendimize göre bir şey ihzar edebiliriz. Tabiat karşınızda bütün gizli çalışmaları ile neler

veriyorsa siz de ruhen öylece yükselme emeli ile dolmalısınız. Ve isteyecekle-(… Elimdeki

kitapta son satır yok sayfa 60)

AKIN : 31.7.1948

<<Her ruh kendi kabileyi nispetinde ve ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının tatbikatı

sahasında yer alır>>

AKIN: 14.8.1948

<<Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tatbikata memur değiller midir?>>

AKIN: 28.8.1948

<<Her ruhun kendisine göre vazife şekli vardır. Ve ruhlar yükseldikçe tabiat kanunlarından

istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kâinat nizamının tatbikinde en ufağından en büyüğüne

kadar bütün ruhlar bilerek veya bilmeyerek kendi imkânları dahilinde vazifelenmişlerdir

MUSTAFA MOLLA : Ekim 11, 1949 Medyom : M.Aray

<< B.R: - Yüksek varlıkların, ilâhi irade kanunlarının tatbikatında birer âmil, birer vazifedar

olduklarını sanıyoruz. Buna ne dersiniz?

<<M. Molla – Eğer bunu siz anlayabiliyorsanız ve gerçekten samimiyetle hakikatin nüansına

varabiliyorsanız hemen ve kati olarak söyleyeyim ki evet. Fakat bir şey anlamadan bir türlü

bunun garabetinden kurtulmağa muvaffak olmadan sınırlı düşünenler için bunda, hayır,

mânası vardır.>> (sayfa 65)

KADRİ : temmuz 5, 1948

<<Tabiat kanunları o kadar kuvvetlidir ki insanlar bunlarla mücadele edecek vaziyette

değildir. Yalnız, o kuvvetleri, kendi lehlerinde ve istifadelerine yarayacak şekilde kullanmak

akıllığını göstermiş olanlar, hayatta çok muvaffak olurlar.

<<Bu kudretleri, gittikleri istikametten geri çevirmek için mücadelede bulunmak boş yere

hareket etmek demektir. Bunların gidiş yollarını değiştirmek sureti ile onlardan büyük

istifadeler temin edilir. Meselâ kuvvetli akan bir sudan asrınızın tekemmülü nispetinde

istifade etmek kolay ve herkes için yapılması mümkün bir iştir. Fakat bu suyu büsbütün

durdurmağa çalışmak doğru değildir.

<<Günlük bütün hâdiselerde size müessir olan kuvvetleri kendi tarafınıza çekmeyi bilirseniz

ondan fayda görürsünüz. Bir günlük hayatınızda sabahtan akşama kadar tabiattaki kuvvetlerin

üzerinize ne şekilde müessir olmakta bulunduğunu bir kere düşününüz. Evvelâ güneş, açık

havadaki cereyanlar, akan sular, içtiğiniz sular, rüzgârların istikametine nazaran kendi

mevkiiniz, bulunduğunuz yerde, yattığınız yerlerde, yıldızlara ve aya karşı olan vaziyetiniz

(7)

üzerinde durur ve bunları kontrol edebilir ve sizin için en istifadeli cepheyi kendinize

verebilirsiniz. Bu kudretler muzur değil, çok büyük faydalar vererek üzerinize, kendi

kudretlerinden birer parça eklerler. Bunların tersini yaparsanız o kuvvetler sizi yere serer.

Bunun için dikkatli olunuz.>> (sayfa 69)

KADRİ : Eylül 3, 1947

<<Hiçbir kudret ezelî kanunun dışına çıkamaz. Her şeyde bir tedriç kaidesi vardır. Hayatta,

bütün varlıklar her isteklerine birden nail olmak imkân ve fırsatını bulsalardı bütün âlemlerin

hiç birisine lüzum kalmazdı. Bunlar (arzunun dışında vaki olan hadiseler) geçilmesi zaruri

olan sarp, dik ve bazen kayalık, bazen de güneşli yollardır.>> ( sayfa 69)

ÜSTAD : Mayıs 5, 1936

<<İnsan iradesinin tabiat kanunları karşısında mevkii, o kanunlara tevafuk ettikçe tesirini

göstermesi, muhalefet ettikçe göstermemesi, şeklindedir.

<<Evvelâ şunu söyleyeyim ki tabiat kanunları sizin ihata edemeyeceğiniz derecede çok

şümullü ve muğlâktır. Binaenaleyh, bir kısım tabiat kanunlarına muhalif gibi görünen bir

irade diğer bir takım tabiat kanunlarının tesiri ile kendisini tahakkuk ettirir. Her iki takdirde

de, eğer maksadı hayır ise ona göre, şerre matuf ise gene ona göre akıbete vasıl olur. ( sayfa

70)

KADRİ : Mart 8, 1949

<<Hayatta maruz kalınan hâdiseler, birer mecburiyetin eseridir. Her işte muhakkak bir

sebep aramak lâzımdır. Bu sebebin aranması esasa tesir etmemekle beraber, siz ona lüzumlu

kuvveti vermek mecburiyetinde olduğunuzu hissedip, bir emek sarf ederek bu işi yürütmeniz

lâzım.

<< İnsanlar başıboş, yalnız başına bir yerde bulundukları zaman etraflarına bakınarak hiçbir

şey düşünmeden bir istikamet takip ederler. Ve yürümeye başlarlar. O yolda saatlerce

yürüdükten sonra karşılarına, senelerden beri görmedikleri bir arkadaşları çıkar. İşte bu yola

sapmak ve düşünmeden yürümüş olmak o arkadaş ile temas hazırlayıcı bir ön harekettir. Bu

sebebi görüp düşünen insan karşılaşacağı diğer vakaları daha tertipli takip edebilir.

<<Büyük ormanlarda, karanlık gecelerde yolunu şaşırmış olan kimse ne bir yıldız, ne bir iz

bulamayıp burada vahşi hayvanlar tarafından parçalanmak ve ölmek tehlikesi ile karşılaşır.

Bunlar, hiçbir ümidin kalmadığı zamanda mânasız gibi yaptıkları bir yürüyüş ile necat yolunu

bulmuş ve hayatlarını kurtarmışlardır. Onların o yolu buluşları ne bir talihtir, ne de tesadüf.>>

(yazar notu: Bu sözler, bilgileri noksan olanlar için sebepsiz ve maksatsız görünen hadiseler in

hakikatte böyle olmayıp bir kâinat nizamı içinde plânlı bir tertip ile vukua geldiğini

göstermektedir)

<<Burada onun ( ormanda yolunu kaybedenin) erişmeğe mecbur kaldığı bir çok hedeflerin

mevcudiyeti ve kendini kurtarmak için cehdetmiş bulunması esasi bahis mevzuudur. Arzu ile

azim birleşir ve tâyin edilen yol üzerinde de bulunulmuş olursa muvaffak olmamak için hiçbir

sebep ortada kalmaz.>> (sayfa 71 son iki paragraf ,sayfa 72)

KADRİ : Temmuz 30, 1947

<<Ne zaman bir çıkmaza tesadüf eder de bunun mâna ve sebebini bulamazsanız bunun

ismine siz mukadderat, dersiniz. Onun belki izah edilecek sebepleri vardır. Ve belki

mukadderat, yahut sizin el emeğiniz mahsulüdür. Bu bir yoldur ki bâzılarına karanlık,

bâzılarına alaca aydınlık, bazılarına günlük güneşliktir.

<< Geri dönülmez bir istikametin içinde yuvarlanan bir varlığın her an karşılamaya mecbur

olduğu engellerin ismi mukadderattır. Bunların çizilmiş bir çevresi olduğunu, her hareketin

muhakkak bir aksinin mevcut bulunduğunu bilmek ve anlamak da bâzıları için

mukadderdir.>> (sayfa 74)

(8)

<<Bütün kâinat, zincirleme olarak yayılan ilâhi irade kanunlarının icaplarının

tecelliyatından başka bir şey değildir.>> ( sayfa 102)

HACI ALİ :

<<İmkânlar elinizdedir. Bu imkânları kullanmakla ilerde neler bulacaksınız! >> (sayfa 102)

KADRİ : Haziran 28, 1948

<<İnsanlar, yapacakları iş hakkında kendilerine bir nizam vermeli, bir yol çizmelidirler.

Oğlum, sen ne olmak istiyorsun, diye çocuğa sorarlar. O da kendi sevdiği mesleği söyler.

Onun kabiliyetini ana ve babası düşünür. Muvafıksa teşvik eder, değilse yerine başkasının

geçmesine gayret eder.

<<Sen ne yapmak istiyorsun? Evvelâ bunu tâyin etmelisin ki ondan sonra yapacağın işler bu

tuttuğun yolda seni yetiştirici bir hâl iktisap edebilsin. Aksi hâlde nasıl yetişebilirsin?>>

(sayfa 104)

<< MUSTAFA MOLLA :Şubat 23, 1951 MEdyom : Macit Aray

<<Hayatınız doğrudan doğruya bir şuuri adap çerçevesindeki faaliyetlerinizin kadrosunu

teşkil eden bir cehitler kompleksinden başka bir şey değildir. O hayat, yolun mahiyetine

intibak eden bir su değil, bilâkis onun istikameti dahilinde, fakat ona galip bir tarz ve sa’y

mahlûku olan insanın kendi mucizesi hâlinde demektir.>>

<< Bu günkü beşeri tekâmül ancak ruh seviyesinin bir mucizesidir. Hiçbir zaman

mükemmel ve kâinatşümul bir prensibe, varması, insanın mukadderi bakımından vâsıl olacağı

bir netice değilse de bu yolda aramanın ve yorulmanın, tefekkür zavisyesinden ehemmiyeti

pek büyüktür.

<< İnsanın mukadderi, onun bizzat kullanmağa başladığı, kaadir olduğu bir iradenin

meyveleridir. Fakat bunun dışına çıkan her türlü ehval ilâhi murada tâbidir.>> (sayfa 104-105)

MEVLANA CELÂLETTİN : Şubat 23, 1951 Medyom : M. Aray

<<İnsan muhitinden çok şey alır. Fakat asla benliğindeki fezail veya fenalıkları bir hamlede

vermez. Veya cemiyet ianesi ile ihya ve ifna edemez. İçimizdeki ifriti sol elimizle beslerken,

sağ elimizle de semalara uçmak üzere benliğimizi teşyi etmekte olan gene biziz. İnsan ancak

kendi cürufunu kendi iradesi ile temizleyebilir.>> (sayfa 105)

MUSTAFA MOLLA : Mart 16, 1951 Medyom : M. Aray

<<Tekâmül yolunun mevanii o kadar fazladır ki… Hangi yerinden bahis açılsa nihayet

vaziyet birbirinin aynı gibidir. Meselâ, tembellik bir mâniadır. Ve biliriz, mânialar ya bizzat

kendi uyuşukluğunuzdan veya muhitinize, agâh olmadığınız sebeplerden dolayısı ile, hakim

bulunamayışınızdan, yani aşağı yukarı ruhi rükudetten doğan bazı sebeplerle izah edilebilir.

<< Bu mânialar, gene biliriz ki hayatınızı baştan sona kadar vasatınız mesafelerince ağları

içine almış bulunmaktadır. İradenizin ve hür yaratılmış olmanızın büyük sebeplerinden biride

budur. Zira insanı, yürüyeceği yolda gene kendi vasıta ve melekeleri takip eylemekte ve bu

yollar bütün karakterleri ile insanların iç ve dış yapılarında herhangi bir cepheye hitap

etmektedirler. Bu arada engellerinizin, yani iradi cepheye müteallik olan mâinaların çeşitli

tezahürleri ve isimlendirilmeleri bulunabilir. Bu gene tekrar edelim, tembellik, uyuşukluk,

yani bilmeden atalet bir başka tâbiri ile: isteklerin harekete geçmeyiş hâlidir. Bu hâl,

tecessüsleri lüzumsuz kılan ve binaenaleyh âdeta nebati bir plânda yaşanırmış gibi bir nevi

humma sayılabilir nevidendir.>> (sayfa 106)

MUSTAFA MOLLA : Mart 16 , 1951 Medyom : M .Aray

<<Kimi insanı dünyada bir oyun topu sanarak onu kör tesadüflerin esiri bir zavallı

hükmünde mütelâa etmeğe çalışır. Kimisi gökten inen yıldırımların, hiçbir kusuru olmayan

insana çarparak öldürülmesini ilâhi takdir diye anar. Bir başkası da takdir çok muğlaktır,

içinden çıkılamaz, diyerek bir sürü hurafeye, safsataya yol açacak meçhuller, düğümler

yaratır. Herkes kendine göre bir telâkkiye sahip de olsa ortada dosdoğru bir hakikat şeması

dururken sağa sola koşarak bilinmezliğe gitmenin bir hikmeti elbette mevcut değildir.

(9)

<<Mukadder evvelâ kendi çapınızda ve kendi yönünüzden ele alınması zaruri bir

meseledir.>> (sayfa 107)

AKIN : Temmuz, 1948 Medyom Nezihe Bayurgil

<<Keyfe tâbi bir cebriyeciliği artık kabul edemezsiniz. Kâinatta hâkim olan ilâhî irade

kanunları var. Bir sürü hâdiseler bu kanunların icabatı dahilinde birinden diğerine intikal

etmek sureti ile akıp giderler. Bu akış, ruhların yüksek melekelerini kullanmaları ile emniyet

altına alınmıştır. Tesadüf diye bir şey yoktur. Hâdiseler tabiat kanunları dahilinde, ruhların

kudretleri ile mütenasiben yürütülür ve ruh kendine ihtiyacı olana doğru gider.>> (sayfa 117)

MUSTAFA MOLLA : Ocak 18, 1950

<<Siz bir yokuştan aşağı inerken koşmanız nasıl tehlikeli ise, yokuş yukarı da aynı süratle

çıkmanız zorsa hâdiseler ve vasatlar birbiri ile öyle ayarlanmış bulunmaktadırlar ki herhangi

bir canlının şuuri veya insiyaki intibakları, mümkün olabilecek seyir takip etmekte gecikmez.

Yokuştan aşağı süratle iniş bir yuvarlanmayı, yokuş yukarı koşma bir takat tükenmesini icap

ettiriyor. O hâlde:

<<Mukader hâdiseler muhitlerle de size karşı, ikaz edici mahiyette mekanik vazife ve

ihtarlarını muhafaza ederler.>> (sayfa 118)

KADRİ : Ocak 22, 1951 Medyom : Ö…

<<Cihanı saran büyük kuvvet her zaman ve herkesin gözü önünde ve açık bir şekilde

tezahür etmez. Büyük kudretler, kendi vüsatlerine uygun bir şekilde çok evvelden hazırlanmış

bir intizamla ağır ağır ve tam zamanında müessir olacak bir surette hareket ederler. İşte bu

betaattir ki insanların gözünden bu büyük kudreti her an saklar ve onu görmeyen gözlere karşı

kalın bir perde ile örter. Bunların ani tesirlerinin dünyanızda hiçbir zaman, hiçbir varlık

tarafından müşahede edilmesine imkân yoktur. Her attığınız adımın sizi büyük bir kudrete

doğru sevk etmekte olduğuna, hayatınızın en büyük saadet ve kederinin izlendiği bir yolda

sizi hazırlayıcı bir noktaya doğru sürüklemekte olduğuna inanırız.

<<İşte tekâmüle doğru giden varlıklarda görülen düşünce ve olgunluk eserleri, bu büyük

kudretlerin hareket tarzlarına yaklaşmakta olduğunu gösterir. İnsanlar, kendi hareketlerinin

her safhasında ileride karşılaşacakları vakalar için, kendi mukadderlerine birer çizgi

çekmektedirler. Bunun için bütün varlıklar, işlerini Allaha sığınarak, en doğruyu düşünerek,

en güzeli seçerek ifa etmekle mükelleftirler. Bunun dışında neticedeki vukuatın, artık onların

elinde değil, kendi plânları icabında aranması lüzumu ortaya çıkar. Siz de işlerinizi geri

bırakmamak, aceleden sakınmak, sonunda da evvellere istinad eden noktaları aramak, onu

bulmağa imkân olmasa bile mukadderin tecellisini kabul etmek durumundayız.>> (sayfa 119)

KADRİ : Nisan 26, 1948 Medyom : Ö …

<<İnsanlar, muhtelif kudretler altında bu dünyaya gemliler ve daima birbirine zıt olan

tesirlerle mücadele etmek mecburiyetinde kalmışlardır. İnsanlar, her zaman, birbirinin aksi

olan işlerle karşı karşıya gelerek kendi kudretlerini göstereceklerdir. Hüsnü niyet; yalnız bir

arzu, içten gelen bir dilek ve manevi kudretlerle tahakkuk edecek bir kuvvettir. Bu, aynı

zamanda hareket hâline de inkilâp ettirilirse iyi bir iş olur. Yalnız düşünce ve fikir hâlinde

kalırsa iyi bir çiçek gibi saklanması pek uzun zaman sürmeyecek ve kalbin bir köşesinde

sararıp solacaktır. Kuru bir hüsnü niyet neticesiz bir işten başka bir şey olamaz. Onu

kıymetlendirecek, hareketlerdir. Bunun da sonu şayet o istek gibi güzel çıkmazsa

bu-mukadderdir. Fakat sen gene bu hareketlerinle onu istediğinin yoluna çevirmeğe azmetmekle

vazifeni yapmış bir amele, çalışkan bir talebe olursun.>> (sayfa 120)

Şihap sayfa 126 1. müsahede

<<Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle selamlarım. Bu akşam

size diğer bir sahne gösterildi. Bu, muhakkak ki, emin olunuz ki bir varlığın evvelki

(10)

muhitinizden pek yeni, çok yeni sizin zamanınızla bundan tam 27 dakika evvel (saat 19,10

dan 27dakika evvel B.R.) ölüm denilen hadise ile ayrılmış olan bir varlığın imajinasyonlarını

teşkil eder. İmajinasyon demekte yerinde olmuyor. Bu varlık henüz teşevvüş hâline

başlamamış bir vaziyette bulunuyor. Medyomunuzun gördüğü bu imajlar, tamamı ile bu

varlığın imajlarıdır. Size naklen verildi. Bu gün için belki bu imajlardan bir mâna çıkarmanız

mümkün olmayacaktır. Fakat bu varlığın teşevvüş hâlini de biraz sonra bütün fikirleri ile

ızdırap ve imajları ile nakledeceğimizi vaadederim. O zaman bu mukayese ilmi bir netice

verecektir, zannederim.

Şihap 2. müşahede sayfa 128

<<Size, bir müddetten beri başladığımız, tahminimize göre sizlerin istifadenizi sağlayan

tecrübelerimize bugünde, bir numune vermek sureti ile devam ettik. Bu zavallı varlık bundan

bir iki ay mukaddem, size gene burada tanıtılmıştı. O varlık henüz teşevvüş hâline bile

girmemişti. O gün bu noktayı bildirmiştik. Bu gün şu anda teşevvüşün derinliklerinde

kıvranmaktadır. Kendisine dua etmek sizler için bir vazife olmalıdır. Bu zavallı varlık

dünyanızda hiç de basit tanınmayan, hattâ âlim, fâzıl denebilen ve arkasından bir çok

talebeleri koşan bir varlığın tâ kendisidir. Yolundan kendisi istifade edememiş olmakla

birlikte, bir çok insanı hakikaten tekâmül yolunda teşvik edici rolleri olmuş ve bu varlık

sayesinde bir çok insanlar muvaffakiyetten muvaffakiyetlere atılmıştır. Halbuki kendisi de

yazık ki yola koyduğu insanlara uyup muvaffakiyet gösterememiş, netice elde edememiştir.

Bizde biliyorsunuz ki, her gelişimizde bu noktayı tebaruz ettirdik. Her şeyden evvel iç

varlığını dinlemek, ıslâhı nefis lazımdır dedik. Islahî nefis etmedikten sonra sizlerden birçok

insanlar istifade etse bile, edecek olsalar bile siz gördüğünüz varlığın ziyetinde iseniz

alacağınız netice bundan ibarettir. Bu varlık da birçok insanları irşat etti amma bunu gaye ile

yapmadı. Eğer gayesi sırf onların menfaati için olsaydı bu gün ki vaziyete hiç bir surette

düşmezdi. O, bu yolda ancak bir şöhret ve menfaat kazanmak için yürümüştür. Bundan

başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla...

Bu numune üzerinde durulursa ıslâhı nefis için size çok mühim başarılar temin eder.

Hissediyorum, çok şükür hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en basit kusurlarınızı bile

bu numuneden ibret alıp düzeltmeniz mümkündür. Pek basittir, pek kolaydır.

Şihap 3 müşahede sayfa 130

Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle kucaklarım, selamlarım.

Bu akşam size, sizlere sunulan tecrübe ve bunun faili varlık huzurunuzda birinci defa değil,

üçüncü defa çıkarılıyor. Kendisi dünyanızdan pek kısa bir müddet evvel ayrılmış ve çok daha

kısa bir müddet sonra gene oraya dönecektir. Bu misal geçen celsemizin başında size verilmek

istenen misalin kendisini teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Aynı zamanda bu

mevzu, aynı celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir misal teşkil eder.

Diğer taraftan bu misal başka birçok noktalardan üzerinde durmanızı icap ettirecektir. Bu

noktalara siz temas ettikçe döneceğiz, konuşacağız. Bir nokta daha üzerine, celsemizin

sonunda konuşmamıza son vermeden evvel tekrar avdet edeceğiz.

Şu noktayı hatırlatmak isterim ki ( burada B.R.nin arada vaki olan müdahalesine işaret

ediyor. B.R.) Bu misaller verilirken siz bu varlıklarla temas etmek imkânına haiz değilsiniz.

Esasen bu ihtiyaç olsaydı başka şekilde arz olunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde

verilmektedir. Siz onları yalnız müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz sizin fikirleriniz

hiçbir zaman onlara ulaşamayacaktır.

KADRİ : Mayıs 24, 1948

<<Muvaffakiyet yalnız çalışma ile olmaz. Çalışma sebeptir. Bir çok hareketlerin bir araya

gelmesi, ve mukadderin çizdiği plânın çerçevesine girmiş bulunması iledir ki onların neticesi

(11)

olarak insan muvaffakiyete kavuşur. Biri eksik olursa ya çalışmandaki noksan, ya hüsnü

niyetin tam olmaması, yahut kaderinin bu işe müsait bulunmamasının neticesidir. Bunların

üçü de bir araya gelirse yine senin muvaffak olman için lüzumlu bâzı hususlara ihtiyaç vardır.

İşte bunlar da kendiliğinden muhtelif sebepler tahtı tesirinde olarak meydana çıkar ki buna da

bazıları talih, bazıları tesadüf derler. Ne talih, ne tesadüftür. Bunlar senin o yolda yürümeni

hazırlayıcı sebebi meydana getirmek için senin yaptığın mesainin garnitürleridir.>> ( sayfa

132)

ŞEMİ : Medyum : M. Aray

<< İyi dediğiniz sizin arzularınız, kötü dediğiniz de sizin arzularınız çerçevesinde

kalıplanmış, şekillenmiştir. Onlara, talihin bir sevki diye de bakabilirsiniz. Fakat bu talihte

ancak sizin arzunuzun kisvesini ifade eden başka bir tecellidir.>> ( sayfa 133)

MUSTAFA MOLLA : Şubat 9, 1951 Medyom : M. Aray

<<İnsan demek, kudretleri, arz plânındaki diğer canlılara nazaran en üstün mahlûk demektir.

Şu hâlde onlara tefavvukunuz maddi kütlenizin azameti ile değil, bilâkis manevî kudretinizin

vüsati ile ölçülürse ve hakikatte böyle olduğuna göre ruhi vüsatinizin ebedî seyir ve izan

yolundaki karakteri tezahür eder, zannındayım. O hâlde talihiniz sizi gene sizin iradî

kudretlerinizle olan nispetiniz ayarında karşılanır. Bundan mütevellit neticeler, Hâlikin size

müteveccih arzularının en iyi şekli tahakkukuna doğru yaklaşmanızı temine matuftur.>>(syf

133-134)

MUSTAFA MOLLA : Nisan 1, 1948 M. Aray

<<İmkânlar zuhur ediyor, farkındasınız. Fakat bunlardan hanginiz ne anladınız? Öyle

perişansınız ki bu tarafa doğru olmanıza asla mahal bırakmıyorsunuz. Size tecelliyi bu

hâlinizle mi vereceğiz?

<<Siz ufku ruyetinizi perdelemeyiniz. Anlamasını bildikçe en küçük hadiseler dahi

mânidardır. Bu bir keyfiyet ifade etmez mi ? Daha ileri tezahüratla, yani ihsanı Rabbani ile

buluşamıyorsanız, onu göremiyorsanız bundan bize ne? Bu ihsanlar tevali edip gidiyor ve

etmekte ve edecek.>> (sayfa 134)

KADRİ : 17/6/1949

<<Sarf edilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütanasip bir şekilde netice verir.

Hiçbir emek neticesiz ve mahsulsüz kalmaz. Şayet bu netice az olursa bu azlık yapılan

himmetin eksik kalmasından yahut, bulunduğu muhite uygun olarak seçilmiş olmasından ileri

gelir. Bu sebepler aranır ve bulunursa ya kuvveti attırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun

düşecek bir yerde hazırlamak daha iyi netice verebilir.

<< Dünyada hiçbir şeyin neticesiz kalmayacağına inanmış olan insanların daima, yaptıkları

işi iyi düşünerek boşuna bir hâline inkilâp etmemesi için kuvvetlerini verimli bir sahaya

hasretmeleri hem etraflarını, hem kendi emeklerini şuurlu bir duruma sokmaları ellerinin boş

kalmamasına intaç eder. Bunun için insan, kendi muhitine en müsait olacak tarzda kendi

hareketini tanzim ile mükelleftir. Bundan aldığı neticeye göre de hareketinin ya şeklini, ya

istikametini tebdil ederek ve daima ıslâha doğru adımlar atarak hem etrafını müstefit kılmayı,

hem de istikbale giden yolu daha dünyada iken başarır.>>

KADRİ : 24/6/1949

<<İnsanlar hayatla mücadeleden kaçınmamalıdır. Hayat onlara tecrübe sahası hazırladığı

için bundan kaçmak korkaklıktır. Ona katılmak, fakat bu atılışın da mânasını bilmek esastır.

Neden atılıyorsun? Ve neyi ümit ediyorsun? Ne elde etmek istiyorsun? Bunlara başlayarak

hareket dersen muvaffakiyet elindedir.

<<Hayatta mücadele edenler hiçbir zaman ne yapmak istediklerini doğru olarak tespit

etmemişlerdir. Edenler çok azdır. Bir tanıdığınıza ve güvendiğinize sorunuz: Neden bu kadar

(12)

çalışıyor ne maksatla kazanıyorsun deyiniz. Zengin olmak için, refaha kavuşmak, istikbali

temin etmek için diye cevap verirler. Yani hep dünya işinden bahsederler. Ben bu kazancı bir

silâh olarak kullanmak, önüme dikilen engelleri yıkmak için kullanacağım, onunla doğru yolu

bulmanın çarelerini arayarak yolları, yollarda saplanmış olanları kurtararak, başkalarının

diğerlerinin selâmetini, beşeriyetin menfaatini düşünerek hayat mücadelesine girdim.

Kazanırsam bu muvaffakiyet benim değil, beni buraya gönderenlerin ve arkada

bırakacaklarımın olacak, diye cevap vermezler. Eğer böyle cevap verirlerse o zaman hayat

imtihanında kazanmış bir talebe ve hakikî bir insan olurlar.>>(sayfa 139)

MUSTAFA MOLLA : 2/2/1948

<<Verilebilecek, yahut daha doğrusu kazanılacak âlem önceden istenmiş, tayin olunmuş bir

merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun ardından bir yeni feza

belirmektedir. İdrak iktidara göredir. KUDRETLERİNİZİN KENDİNİZE MEVUT

MERHALEYE SİZİ GÖTÜRMESİ İÇİN CEHİTİNİZİN TAHRİKİ GEREKTİR. Demek

istiyorum ki insan böylece mukaddere tâbi, fakat körü körüne değil, bilâkis istek ve

izanla.>>(sayfa 140)

KADRİ : 4/6/1947

<<Katillerin de bu dünya da birer vazifeleri vardır. Fakat bu vazifenin veriliş tarzının esasları

çok evvellere dayanır. Hiçbir ruh kendi isteği ile bir varlığın hayatını söndürmek istemez.

Bunlar acı olmakla beraber yapılması bâzıları için zaruri olan mecburiyetlerdir. Ve plânın bu

şekilde devamını da lüzum ve ihtiyaç bazen vardır. Bunun, bâzı ruhlar için ne kadar büyük

işkence teşkil ettiğini tâ o zaman burada, yani dünyaya gelmeye hazırlandıkları bir zamanda

anlarlar. Bazen böyle bir vazifeyi üzerine almamak için burada direnenler vardır. Onlar büyük

bir azabın acı izlerini üzerinde taşıdıkları bir zamanda yeniden böyle bir mecburiyetle

karşılaşmayı hiç arzu etmezler. Ama bunu kabul etmek, bir vazifenin ifası bakımından bir

kıymet arz eder. Ve ister istemez bu yola sürüklenirler.

<<Fakat böyle bir vazifeyi alıp muvaffakiyetle başarabilen ruhlarda vardır. İşte onlar bu çok

elim imtihandan muvaffakiyet kazanarak çıkacak varlıklardır. Bütün hareket, onların bu katli

irtikâp edici bir şekilde hazırlanmış olmasına rağmen, ruhun sönmez kaynaklarından fışkıran

yüksek kudretlerinin ani feveranları onların bu muvaffakiyetli hareketi göstermelerinde

müessir olmuş ve bu vazifeyi yapmalarından mütevellit bir azapla karşılaşmaları ihtimali

yerine bir mükâfata nail olmuşlardır.>> (sayfa 143)

KADRİ: 21/5/1947

<<Ben başta ne dedim? Hatâ, sizin her gün karşılaştığınız, başınızı her gün vurduğunuz ve

vuracağınız bir taş dedim. Hatâ bir yol göstericidir. Sizin vicdanınızı ve ruhunuzu parlatıcıdır.

Fakat dediğim şekilde hatadan istifade ederek doğru yolu görmek ve hatayı düzeltmek şartı

ile… Bu suretle hatadan edilecek istifadeleri ilerleterek yükselmek ve yükseltmek lâzımdır.

Hatayı olduğu gibi bırakmak doğru değildir. Hata olmasaydı tekamül olmazdı. Cehennem

hüsnü niyetliler için yapılmış diye bir darbı mesel vardır bilir misiniz? >>

<<Bu cehennemin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Fena niyetli veya fenalığı vazife

edinmiş olanlar müstesna olmak üzere hiçbir kimse fenalık etmek istemez. Bir insan iyilik

için bir harekete teşebbüs eder ve neticede bu teşebbüsünün, iyilik yaptığı insanın aleyhine

netice verdiğini görür. İşte hatayı yapmıştır. Fakat üzülür, ezilir, bunu düzeltmek için yollar

arar, günlerce uykusu kaçar, ıstırap çeker ve ıstırabı artıkça da ruhu yükselir, tekâmül eder.

Fakat bazısı da bu yaptığı işin karşısındakine fenalık yaptığını görünce hiçbir üzüntü

duymadan oh olsun, der. Bir daha da hiç kimseye iyilik yaparsam da bana lânet olsun, der.

Onun burada ettiği iyilik esasen ne bir iyiliktir, ne bir fazilet. O fenalığın daha açık olarak

tecellisine şahit olmak için böyle bir imtihana tâbi tutulmuştur fakat vermiş olduğu kararla da

ve yaptığı işle de bu imtihanda muvaffak olamamıştır. Bunlar hep birer tecrübe, birer

(13)

Keza aynı celsede muhterem dostumuz sormuş olduğumuz sualin cevabı da bu noktayı tenvir

etmektedir:

<<B.R. – Bir insan iyi maksatla bir işe teşebbüs etse fakat o işte bir hata yapmasının

muhtemel olduğunu da düşünse ve o işi yaptıktan sonra da hata tahakkuk etse o insan mesul

mudur?

<<KADRİ – Bilirse o işi yapmaması lâzım. O işe neden girdi? Eğer bir takım mecburiyetler

araya karışmışsa ve bu yüzden o işi yapmaktan kaçamamışsa mazurdur. Fakat bunlar öyle

uzun şeyler ki… Bunlar hep birer kader. Bunların çoğu evvelce ( yani geçirilmiş âmellerin

neticelerine göre B.R.) çizilmiş bir planın içinde geçmiş hâdiselerdir. Acaba bu adamın böyle

kendisini hatalara zorla sürükleyen bir mesleği seçmesi ve istemeyerek böyle bir işe girişmesi

bir sebebe dayanıyor mu? Neden o adam o muhakkak o mesleğe girmek mecburiyeti içine

düşmüştür? Bunlarında ayrı ayrı sebepleri var. Şayet o adam hüsnü niyeti ile, hatalara

düşeceğini anlayarak bu işten kaçınmış, fakat buna rağmen gene o mesleğe intisap etmek

zorunda kalmışsa demek ki o anda bundan kaçmak onun elinde değildir. Yani bu, onun için bir

mukaddermiş ve onun için bu yolu tutmak mecburiyeti varmış. O bu yolda hatalara düşecek

ve bu yüzden de ıstırabını çekecek ve böylece, ıstırabın hayırlı kamçılarını yiyerek asıl doğru

yolu bulacaktır.

<<Bu adamın yalnız bir hataya düştüğünü anlaması, hatta bunu evvelden görmesi bile bir

fazilettir. Hatayı yapmadan görmek onu yapmamaya çalışmaktır. Elde olmayarak yapılmışsa

bu hata ona ıztırap çekmesi için mecburen yaptırılmıştır. Onun bu hatayı hemen anlayarak

mecrasını bozması ve hareketlerini düzgün bir yola sevk ederek yükselmesi lazımdır. Fakat

bilerek ve elinde olarak o hatayı devam ettirmek değil.

<< Bir de hatalardan korkarak mesleğini terk etmek vardır. Ben size intihar eden için ne

yazdırmıştım? İşte burada da aynı hâl vardır. Bu suretle hareket eden birisi korkaktır.

Korkağın yeri yoktur. Görecek, bilecek, hatasını tashih etmeye çalışacak tashihini istediği

hâlde muvaffak olamadığı hatalarının da azap ve ıstırabını duyacak, bu ıstırapların içinde

boğulacak, ezilecek fakat o gene hüsnü niyetle hatadan kurtulmak yolunda gösterdiği cehit ve

gayretlerle nasıl olduğunu bilmeden doğru yolunu bulacak. Böyle yapmayıp da hata

yapacağım diye işi yarı yolda bırakıp dönerse bu yol asla onun doğru yolu olmayacaktır. Ve

asıl bu döndüğü noktadan itibaren kuyuların girdaplarına düşmüş bulunacaktır.>>( sayfa

143-144-145)

ŞEMİ : 4/3/1948

<<siz evvelden beri yapılması icap edenlerin derin bir lâkaydi içinde ihmalini kabullendiniz.

Vardığınız netice de bu günkü ahvalinizdir. Öyle mi? (sayfa 148)

KADRİ : 12/ 4/1948

<< En küçük bir hareket bile birkaç sene sonra eserini gösterecek mühim bir işin

başlangıcını teşkil etmektedir. Hiçbir hareket dünya da ne sebepsiz,ne de maksatsızdır. Bir tek

adım atılırken dahi bunun mutasavver bir kaderin tecellisi için sarf edilen bir emek olduğunu

kabul etmek lâzımdır. Bu kadere ( yani ilahi irade kanunlarının icabatına B.R.) giden yollarda

ki çiçekleri çiğneyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp zahmet etmek yine sizin elinizdedir.

<< Ne olursa olsun, hüsnü niyetin, insanların felâhı ve necatı için en kıymetli ve kestirme bir

yol olduğuna inanmak icap eder. Hüsnü niyet olunca kin ve intikam ortadan kalkar, kötülük

maksatları tamamen silinir. Yaptığınız işin neticesi bazı icaplarla kötüde olsa siz o zaman bu

işten her zaman kendinizi terbiye etmek imkânını kazanmış olursunuz. Kıymetli varlıklar

doğruların yardımında bulunmaktadırlar. İnsanlar hareketlerinin mükâfatları ile hemâhenk,

kötü işlerinin cezaları ile de müşterektirler.>> (sayfa 151)

(14)

<<İhda olunacak her saat, geçmiş saatlerin mahiyetine bağlıdır. Verilebilecek, yahut daha

doğrusu kazanılacak alem önceden istenmiş, tâyin olunmuş bir merhaledir. Öyle ise her

isteğin ardından bir ufuk, her ufkun ardından bir feza belirmektedir.>> (152)

MUSTAFA MOLLA :

<< Siz buraya (yani spatyuma B.R.) her şeyinizle gelirsiniz. Yani iyinizde kötünüzde

beraberinizde… Bundan anlayınız ki olması mümkün olduğu kadarsınız. İsteğinizi

hayatınızda iken tâyin ve tespit ediyorsunuz. Burada da ona göresiniz.>> (sayfa 152)

KADRİ : 17/06/1949

<<Sarf edilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir şekilde neticelenir. Hiç

bir emek mahsulsüz ve neticesiz kalmaz. Şayet bu netice az olursa bu azlık, yapılan himmetin

eksik kalmasından, yahut bulunduğu muhite uygun olarak seçilmemiş bulunmasından ileri

gelir. Bu sebepler aranır ve bulunursa ya kuvveti artırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun

düşecek bir yerde hazırlamak daha iyi netice verebilir.

<<Dünya da yapılan hiçbir şeyin neticesiz kalmayacağına inanmış olan insanlar daima

yaptıkları işi düşünerek boşuna bir emek hâline inkılâp etmemesi için kuvvetlerini verimli bir

sahaya hasrederler ve hem etraflarını, hem kendi emeklerini şuurlu bir duruma sokmak sureti

ile ellerinin boş kalmamasını temin ederler. Bunun için insanlar kendi muhitlerine en müsait

olacak tarzda kendi hareketlerini tanzim ile mükelleftirler. Bundan aldıkları neticelere göre ya

şeklini, ya istikametini tebdil ederek ve daima ıslâha doğru adımlar atarak hem etraflarını

müstefit etmeyi, hem de istikbale giden yollarını temizlemeyi dünyada iken başarmış

olurlar.>> (sayfa 156)

MUSTAFA MOLLA : Şubat 19, 1949

<< Daha ne kadar zaman var olacağı bilinmeyen bu şartlar içindeki âleminizin ileri hâllerini

kendi varlığınızdan anlayabilmelisiniz. O dünya size göredir. Ve sizinle mütenasiptir.

Dilerseniz dünyanızın da bir harabe olmasını tahakkuk ettirmek elinizdedir. Dilerseniz

dünyanızı nispeten cennet yapmakta elinizdedir.

<<Ancak bu ikinci şıkka göre yaşanan âlemi takdise lâyık bir hayat sahnesi şiarı ile

vasıflanmış hâle getirdiğiniz zaman hakikî dünya olur. İstemezseniz o dünya şayanı merhamet

bir raddede kalır ve size muhteşem bir mezarlıkta olur.>> (156 sonu-157)

ŞİHAP : ağustos 14, 1951

<< Çün baktığın miratta kendin görürsün,

Ancak sen sana lâyık olan yolda yürürsün.>>

ŞİHAP : Ağustos 16, 1951

<< Ol dünya mektebin bitirdim çoktan beri,

Muhtelif seyyarattan pak ilâmım var.

Gezdim dolaştım bir zaman şemsü kameri

Nuru aşkı ilahiden, pâk ilhamım var

Ol ilhamı sizleri sunmaya âmâdeyim,

Yeter ki nuşa ehlonun ben bir bâdeyim.>> ( sayfa 157)

ŞİHAP: Mart 27, 1952

ŞİHAP :Eylül 11, 1951

<< Merhaba ey hazirun, ey ezeliyetin muzlim yerlerinden binbir meşekkatle buralara kadar

erişen ve ebediyetin nurlu, feyizli yollarına pürtehalük atılmak arzusu ile memlü olan

dostlarım.

<<Bilesiniz ki beşeriyet, o kendi kulaklarını tıkayan, gözlerini yuman, âdeta âlemi mânaya

karşı kendi kendini parmakları ile kör eden beşeriyet anacak siz ve sizin gibiler sayesinde –

(15)

belki kendilerini birkaç adım ötede bekleyen uçurumdan kurtarabilecektir. Yeter ki size bu

vazife, bu yüksek ilâhi vazife verildi sanmayınız. Bu vazife siz, LİKAYAT KESBETTİKÇE,

MÜSTEHAK OLACAĞANIZ NİSBETTE peyderpey hail olacaksınız. Liyakat babında

evvelki sözlerim kulaklarınızda kalmış olsa gerek. Liyakat ıslâhı nefisle kabil olacak bir

iştir.>> ( sayfa 158)

ŞİHAP : Mart 27, 1952

<<Dostlarım, buraya müdavemette bulunan arkadaşlarınızın ekserisinin fikrini zahiren haklı

olarak kurcalayan mesele, benim burada gelip konuştuğum hususların hiç de müstesna

fevkalâde birer mahiyet taşımadığıdır.

<<Diyorlar ki bu sözler, bu fikirler esasen malûmdur, biliniyor. Bu mevzuda sizinle bir kere

daha konuşmuştuk. İş bu kadar basit olsaydı kendilerine hak vermek lâzım gelirdi. Evet,

benim söylediklerim şimdiye kadar mükerreren söylenmiş basit veya birisi tarafından

söylenebilecek vadidedir. Ancak, üzerinde durulacak nokta şudur ki eğer bütün bu sözler

yalnız söylenmek gayesi ile tekellüm edilmiş olsaydı ve iş yalnız bu kadarla kalsaydı

dünyanız bugün ki seviyesine hiçbir zaman gelemezdi.

<<Bir çok sözler söylendiyse bunlar mütemadiyen tekrar teyit ve tekit edilmesi muhakkak

sizin efal ve harekâtınız üzerinde bazı tebeddülât ve iyiliğe matuf kazançlar temin etmesi ve

sizi tekâmüle çabuk adımlarla yürütmesi içindir.

<<Şimdi bütün bu söz ve sohbetleri sizler ve içinizden bazıları duyup, düşünüp kendilerinin

de bilmekte olduklarını söyleyebilirler. Ve onların bunda haklı oldukları da muhakkakdır.

Fakat bu sözlerin onlar tarafından yalnız bilinmesi onların tekrar söylenmemesine kâfi bir

sebep teşkil eder mi ? Onların nasihat, irşat ve sözlerinin noksansız olarak hangilerini

yapmışlardır? Herhangi bir mevzu olursa olsun içinizden biri çıkıp da: Ben bu mevzuda

kusursuzum diyebilir mi? Kendisini bu nasihatlerimden müstağni edebilir mi addedebilir mi?

Bu imkânsızdır.

<<Bizim söylediğimiz sözler basittir. Onların tatbiki ise pek az insan tarafından kabil

olabilmiştir. Bunu da söylerken büyük bir müsamaha ile konuştuğumu bilesiniz. İş bu kadar

mı? Hayır. Nail olmak istediğiniz nura kavuşmanız için bir taraftan da liyakat sahibi olmanız

lâzım geldiğini mükerreren söylemedim mi? Cehit ve gayretinizdir ki sizi garıkı feyzi nur

edecektir. Cehit ve gayretsiz hiçbir ilhama ulaşamazsınız. Ne verilirse liyakatınız oranında

verilir. Buradaki sözlerim emin olunuz ki içinizden ancak 5-10 arkadaşın liyakat seviyesini

aşmamaktadır. Bunları fevkalâde ve dünyada söylenmiş sözlerden farklı görmeyenler henüz

maalesef O , (5-10) arkadaş seviyesine de varamadıkları için bu iddiaya saplanmaktadırlar.

Henüz bu irşada lâyık olsalardı bundan istifade yolunu hemen bulacaklar ve bu istifade

yolunu hemen bulacaklar ve bu nasihatleri zihinlerine, benliklerine nakşedeceklerdi. Onlar

burada kendi liyakatleri üstünde irşat olunurlar da bunu anlamazlar. Zaten lâzım olan ilâhi

tecelli de buradadır.

<<Size ilk mülâki olduğumuz gün ne demiştik? (1- Şihap’ın ağustos 14,1951 tebliğine

bakınız) <<Çün baktığın miratta kendin görürsün, ancak lâyık olduğun yolda yürürsün.>>

dememiş miydik? İnsan baktığı aynada kendisini göremezse lâyık olduğu yolu nasıl bulacak?

Diğer bir celsede de gene aynı mevzua temas etmiş ve medyomun manzum olarak söylediği

bir sözün sonunda denmiştir ki : << Ol ilhamı size sunmağa amadeyim, yeter ki nuşa ehlonun

ben bir bâdeyim.>>

<<Biz bâdeyi herkese uzatırız. Onu elimizden lâyık olanlar alır. Lâyık olmayanlar o bâdeye

elini değdiremez, mahrum kalır.

<< Hiçbir gayeye bir hamlede varmak mümkün değildir. Ancak ehli idrak olmayanlar

gayeye bir hamlede varabileceklerini sanarlar. Ve beyhude uğraşılar dururlar. Her şeyde bir

tedricin ve bu tedriçte büyük sayu gayretin lâzım olduğunu hatırdan çıkarmayınız.>>( sayfa

158-159)

(16)

TEBLİĞ : Haziran 5, 1952

<< Bomboş kafalı insanlar biliyorum. Süratle bir yolda koşsalar, koşsalar nereye varırlar?...

Kafa boş olunca göz görmez ki … Göz kör olunca önündeki uçurumlara düşmek içten bile

değil?... Biz bazen koştuk, amma bomboştuk… Bazen coştuk… Coştuk amma murada

ulaştık…

<<Allah… Büyük Allah. Her zaman düşenlere elini uzatır. Bundan en ufak bir şüpheniz

olmasın. Amma, bunlar herkesçe takdir ediliyor mu ki?... İnsan oluyor düşüyor da, bu

düşmesine sebep olan boşluğunu, körlüğünü görmüyor da, kendi gözünü kapatmış çapaklarını

görmüyor da gene Allah’a isyan ediyor… Allah, diyor, bana yardım etmedi… Allah kimseden

yardımını esirgemedi ki… Yalnız Allah’a yalvarmasını, ona yönelmesini bilmek lâzım…

İnsan düşünce Allah’a ne kadar candan yalvarırsa yalvarsın bu hiçbir netice vermez…

Yalvarmadan evvel bu sükutun sebeplerini, âmillerini bilmek lâzım … Koşan yorulur…

Bazen de yavaş gitmek lâzım gelir… Yavaşlık bazen temkin ihsan eder.>> (Sayfa 159-160)

ŞİHAP: Haziran 12, 1952

<<Bilirsiniz ki bundan bir müddet evvel geldik ve size dedik ki sizleri bir müddeti

muvakkate için terkeylemek zaruretindeyiz. Evet bu müddet bugün burada sona erdi. Ve size

saadet ve sevinçle avdet ettik.

<<Görüyor, anlıyor ve memnun oluyoruz ki bu münasebetin inkitaı ve müddeti tahmin

ettiğimiz gibi işe yaradı. Ve muvaffakiyet temin etti. Muvaffakiyet temin etti dedikse bunuda

mübalâğa ile ele almamak lâzım gelir. Haddi zatında pek cüzi. Hatta hiçbir muvaffakiyet elde

etmediniz. Elde edilen muvaffakiyet bu sahada değildir. Biraz derlendiniz, belki de

toparlandınız… Biz buraya avdet ettikse aldığınız küçük neticeden dolayı değil, bu yolda

büyük muvaffakiyet elde etme arzusu göstermeniz ve bunun içinde de cehit ve gayret sarf

etmeniz için kâfi gelmiştir.

<<İnsan uğraşır, bir ömrü feda eder de gene arpa boyu yol gidemez. Bu muvaffakiyetsizlik

değildir. Biz avdet ettikse bu hiçbir zaman için iyi bir netice aldınız diye değildir. Buraya

avdet ettikse ( ki bundan mesuduz, müsterihiz) gene içinizde gördüğümüz, sezdiğimiz bazı

alevler, nurlar ve ateşlerdendir. Bu sözümü de gene lehinize istismar etmeyiniz. Alev tabiri

biraz fazla olacak. Buna kıvılcım diyelim. İçinizde, ne yazık ki içinizde birkaç arkadaş içinde

az biraz kıvılcım gözüküyor. Avdet ettikse bu kıvılcım için avdet ettik. Bu kıvılcım biraz

evvelde söylediğim gibi mübalâğa ile ele alınmamalıdır. Fakat küçümsenmemelidir de.

<<Biliniz ki bu birkaç kişinin içindeki kıvılcım o muazzam dünyanızda pek mahdut

kimselerde mevcuttur. Biz de bunun için avdet ettik. Kaabil olsa da bu kıvılcımları alev hâline

getirsek. Kaabil olsa da onları içinizden alev hâlinde söksek de bir meşale gibi elinize

verebilsek. O zaman arkanızdan gururla bakacağız. İçinizdeki kıvılcım ister alev olsun, onu

söküp, elinize bir meşale gibi alıp bir taburun önüne düşmedikçe süratli tekâmül yoluna

düşmek isabetsiz bir iş olur. Kıvılcım ne kadar büyürse büyüsün, etrafına saçılmadan bir şey

ifade etmez. Tekâmül başkalarına nur vermekle elde edilecektir…

<<… Bittabi bizden size gelecek ilhamlar da bu hamlelerinizin nispeti dahilinde olacak.

Bunun hududu haricine ne ben, ne de burada üstümüzde veya benim derecemdeki varlıklar

aşamaz, taşamaz. Neye lâyıksanız bizlerden onu alacaksınız. Liyakatiniz oranında nispetinde

lâyık olduğunuz yardımı alacaksınız.>> ( sayfa 160- 161)

KADRİ . Mayıs 5, 1947

<<Herkes kendi ektiğini biçer. Bunu ben size söyledim. Ekiniz. Bunlar tomurcuk açacak.

Meyvelerini toplayacaksınız. Burası( Ruh âlemi B.R.) O tomurcukların canlandığı yerdir.

Sizlerin meyvelerini ben de görmekle şeref duyacağım. Her yaptığınızın izleri birer ok gibi

buraya da aksediyor. Ben onların iyi tesirlerini gördükçe seviniyorum. Size gelmemin sebebi

de budur.>>( sayfa 161)

(17)

ŞİHAP: Mart 20, 19... (net değil burada)

<<Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle kucaklar selâmlarım.

<<Bilirsiniz ki zaman zaman meclisinize gelerek dilimizin döndüğü kadar,

kudretsizliğimizin vüsatini, azametini nazarı itibare almadan kudreti ilâhiden söz açtık, adaleti

ilâhiden bahsettik, muradı ilâhiden kelam eyledik. Maksadımız sizlere müfit olmak

bulunduğuna göre Ulu Tanrı elbette ki bu cüretimizi nazarı müsamaha ile karşılayacaktır. Bu

gün de bu cürette devam ederiz. Ve size o takdiri ilâhi babında söz söylemeğe meyyal

bulunuruz.

<<Bu mevzuu intihaba geçen celse sonunda celse dışında iken arkadaşlarınızla yaptığınız

müsahabe sebep olmuştur. O müsahabe esnasında mukadderat var mıdır, yok mudur?

Şeklinde konuşuldu. Türlü fikir ve düşünceler ileri sürüldü. Bütün bu müsahabenin safahatı

bana medyomunuz delâleti ile intikal etmiş bulunmaktadır.

<< Evvelemirde mevzua girmeden önce şu noktayı belliyesiniz ki Mukadderat bahsi

mevzularının en başlılarından, en vüsatlilerinden biridir. Onun üzerinde ne kadar durulsa kati

neticeye varılamaz, pezirayi hitam edilmiş nazariye ile bakılamaz.

<<Mevzuumuza, mukadderat var mı, yok mu? Sualleri ile girmeyelim de biraz evvel

maksadımı irae ederken kullandığım terkiple, yani takdiri ilâhî ile sözlerimize iptidar

eyleyelim. Mukadderat kelimesi yerine takdiri ilâhî terkibini tercih eder ve kullanırsak

önümüzdeki ufuklar daha çok açılır ve maksada daha çabuk erişiriz.

<<Sathi görüşe sahip olan bazı insanlar birbirine: Mademki istikbalimize ait bazı hadisatı

fevkalâde bir şekilde evvelden görenlerimiz oluyor ve bazı rüyalarımız da tahakkuk ediyor, şu

hâlde bir mukadderat vardır. Ve bunlar daha ileri giderek derler ki mademki bir istikbal var,

mukadderat vardır.

<<Hayır dostlarım. Ebediyete kadar uzanan istikbalimiz mevcut olsun. Ve bunun bir kısmı

hakkında da evvelden bilgi edinelim. Bu, bir mukadderatın mevcut olduğunu ve bundan

kaçılamayacağını hiç bir zaman ispat etmez. Hiç bir zaman böyle düşünceye yer verilemez.

Böyle bir düşünce ile, kâinatı dolduran varlıkları iple oynatılan kuklalara benzetmeğe hiç

birimizin hak ve salâhiyeti yoktur.

<<Bütün kâinatı dolduran varlıkların her birinin taşıdığı ruh birer lemai ilâhîdir ki bunlar

kendi mukadderatlarını bizzat kendileri yaratmağa kadirdirler. İstikbalin ufak bir kısmını

evvelden görmemiz, anlamımız bunun ne başkaları, ne de Allah tarafından bizim için tekdir

edildiğine, mukadder kılındığına bir delil teşkil etmez. İstikbalimizden arada sırada mâlumat

sahibi olabiliyorsak bu bir mukadderin mevcut olduğundan değil, ruhumuzun kabiliyeti

nispetinde istikbalde temevvüç edebilme imkânlarımızın çoğaldığından neşet ede gelmektedir.

İstikbalini gören insan, mazisini hatırlayan, daha doğrusu mazisinde yaşayan insanın

yaptığından başka bir şey yapmış değildir.

<<Takdiri ilâhî sözünden muradımıza gelince: Bütün âlem ve kâinatları ve bu âlem ve

kâinatlarda yaşayan bedenli ve bedensiz varlıkları yaratan,Ulu Tanrı muhakkak ki her varlığın

bütün hayat safahatini en ufak teferrüatına göre bilir ve takdir eder. Bu biliş ve takdir ediş

Allah’ın varlıkları birer kurulu oyuncak gibi hazırladığından değil, kendi arzusuna göre

istediği hareketi ve efali almak için kurduğundan mütevellit değildir. Bu biliş ve takdir ediş

Allah’ın Mutlak Varlığı ile ilgili imtizaç etmiş büyük bir hâkikattir.

<<Dostlarım, Allah’ı, kendi hava ve hevesine ve kaprislerine göre tanzim etmek isteyen bir

çocuk durumuna düşürmek gafletine kapılmayalı. En basit bir akli selim bizi bu

düşüncelerden uzak tutacak kudrettedir. Eğer böyle olmasaydı, bizler ve sizler ve bütün

kâinattaki varlıklar birer bez ve mukavvadan hazırlanmış kuklalar kadar masum ve suçsuz

bulunurduk. Bu takdirde de ne tekâmül, ne de tekâmülü elde etmek için sarf edilen bunca

gayret ve çekilen bunca meşakkat yersiz olur, beyhude olurdu.

Referensi

Dokumen terkait

Benzer bir şekilde, gündelik deneyimimiz içinde hiçbir şey, ortalama insanın zihninin, bileşenlerinden biri olarak, bizim çok yüzlü dünyamızdan daha hakiki bir

ifade etmekten başka çıkar yol bulamadığı sado-mazoşizmi seçmiş olması dikkat çekicidir. Bu iki dürtüden bahsederken ve bilhassa da mazoşizmden bahsederken bu dürtülerin

Üretim sonrasında bölmeden çıkarma ve buna bağlı uygulamalar nedeniyle çalışma alanının büyük bir kısmında toprağın kütle yoğunluğu artmakta ve buna

Bu misallerdeki haramlık hükmü müebbeddir, bunlar birbirleri ile hiçbir zaman evlenemezler. Bir de geçici bir nedenle nikahlanması haram olan kadınlar var: Buna örnek:

Bu önlemler de, eşdüzey ortamlara uygun olacak şekilde, yani her bir cihazda kimlik doğrulama (authentication) ve şifreleme (encryption) işlemleri aynı yolla gerçekleşecek

(Çünkü nerede yaptığı seçimin icabını yerine getiremeyecek kadar güçsüz bir irade varsa, bu onun daha büyük bir iradenin gücüyle engellendiğine/geciktirildiğine

Fakat insan ruhu gizem barındıran bir yerdir , çünkü bir ampirist için tüm dinsel deneyimler, aklın özgün durumundan başka bir şey değildir.. Eğer dinsel dene­ yimlerin,

8 ile 14 µm aralığındaki dalga boyundaki bir nesnenin ısıl radyasyonu, bir ısıl pil yoluyla elektrik sinyaline çevrilmekte ve sonra bir çıkış sinyali olacak şekilde daha fazla