• Tidak ada hasil yang ditemukan

Bütün Yönleriyle Susurluk - Yazarlar Grubu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Bütün Yönleriyle Susurluk - Yazarlar Grubu"

Copied!
242
0
0

Teks penuh

(1)
(2)
(3)

BÜTÜN YÖNLER

İ

YLE SUSURLUK

Uluslararas

ı

Susurluk Konferans

ı

'na Sunulan

Bildiriler

Bu kitabın yayın hakları Analiz Basım Yayın Tasarım Uygulama Ltd. Şti.nindir. Birinci Basım: Haziran 1998

Teknik Hazırlık: Analiz Basım Yayın Baskı: Sistem Ofset

ISBN: 975-343-230-5

KAYNAK YAYINLARI: 251

ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM UYGULAMA LTD. ŞTİ. istiklal Caddesi 184/4 80070 Beyoğlu-İstanbul Tel: (0212) 252 21 56-252 21 99 Faks: 249 28 92

(4)

İ

Ç

İ

NDEK

İ

LER

SUNU

Ş

9

Uluslararası Susurluk Konferansı Açı

ş

Konu

ş

ması

Do

ğ

u Perinçek 13

Yeni Dünya Düzeni ve Mafya Gladyo Devletleri

Alpaslan I

ş

ıklı 19

Dünya Ekonomisinde Mafyala

ş

ma

Prof. Dr.

İ

zzettin Önder 21

Siyasetin Mafyala

ş

ması ve Hanedanlar

U

ğ

ur Dündar 28

Yeni Kriminal Burjuvazi: Rus Mafyası Örne

ğ

i

Jürgen Roth 36

Türkiye Ekonomisinde Uyu

ş

turucu ve Kara Paranın Yeri

Doç. Dr. Veysi Sevi

ğ

41

Ergenekon'u ABD Gözetiminde Türke

ş

ve Sunalp Kurdu

Erol Mütercimler 48

Türk Gladyosu: Kontrgerilla

Ferit

İ

lsever 57

ABD Yardım Programları ve Özel Sava

ş

Erol Bilbilik 66

Papa Suikastı ve Gizli Servisler

Jean-Marie Stoerkel 78

P-2

İ

talyan Gladyosu ve Ülkücüler

Paolo Di Giannontonio : 87

Ülkücülerin Avrupa Eylemleri ve Gerçekler

Tuncay Özkan : 90

Komünizmle Mücadele Derneklerinden MHP'ye

Hasan Fehmi Güne

ş

: 94

CIA, Dünya Antikomünistler Birli

ğ

i (Wacl) ve MHP

Jürgen Roth : 100

(5)

Hizbullah ve Gladyo

Mehmet Güç : 102

Gladyo'nun Son Aya

ğ

ı: Provokatif Sol

Arslan Kılıç : 109

1 Mayıs 1977 Provokasyonu ve Amerikancı Darbe

İ

çin

İ

stikrarsızla

ş

tırma Harekâtı

Hasan Yalçın : 113

Siyasal Suikastlar: Abdi

İ

pekçi'den U

ğ

ur Mumcu'ya

Tuncay Özkan : 124

Hukuk Devleti, Gladyo ve Susurluk Yargılamaları

Emcet Olcaytu : 133

İ

rangate ve Türkiye

Prof. Dr. Çetin Yetkin : 141

Yeraltı Ekonomisi ve Çeteler

Enis Berbero

ğ

lu : 156

Türk Siyasetindeki Uyu

ş

turucu Gölgesi

Nezih Tavla

ş

: 161

Nükleer Madde Kaçakçılı

ğ

ı ve Türkiye

Metin Dalman : 170

Kontrol Edilemeyen Bir Güç Devletin

İ

çine Girmi

ş

Fikri Sa

ğ

lar : 173

Küçük Amerika Sürecinin Sonu: CIA Görevlisi Ba

ş

bakan

Adnan Akfirat : 179

E

ş

ref Bitlis Suikastı, CIA Pe

ş

mergeleri ve NGO'lar

Hikmet Çiçek : 190

Azerbaycan Darbe Giri

ş

imi ve Türkiye

Hasan Uysal : 200

Sincian-Uygur Provokasyonu ve Çiller

Adnan Akfirat : 211

Ş

eriatçı Terörde ABD Ba

ğ

lantısı

Özcan Büze : 228

Ek

Fikri Sa

ğ

lar : 241

Sezen Öz : 244

(6)

SUNU

Ş

Aydınlık dergisinin düzenlediği konferans, Çiller'in İçişleri Bakanı Meral Akşener'in engellemelerine rağmen, 14-15 Haziran'da İşçi Partisi İstanbul il merkezinde yapıldı. Konferansa, Türkiye'den ve yurtdışından, her biri konusunda uzman 28 akademisyen, araştırmacı ve gazeteci katıldı.

Uluslararası Susurluk Konferansı, Susurluk Çetesi'nin katılımıyla yapıldı! Evet katılımıyla! Çete, konferanstan bir gün önce sürece dahil oldu. Bu işi kendine yakışır biçimde yaptı. Konferans, 14 Haziran Cumartesi günü başlayacaktı. Tebligat Cuma günü geldi. "Toplantıya izin verilmediği" yazılıydı. Ne gerekçe, ne yasal bir dayanak. Dayanak olamazdı zaten. Yasalar, toplantılar için izin alınmasını öngörmüyordu. Valilik, olmayan yetkiyi kullanıyordu. Toplantılarda sadece bildirim yapılması yeterliydi. Ancak sorumluluk İstanbul Valiliği'ne ait değildi. Emir yukarıdan, içişleri Bakanlığı'ndan gelmişti. Çiller Ailesi'nin İçişleri Bakanı Meral Akşener'den. Akşener, tebligat çıkartmakla yetinmemiş, konferansın yapılacağı salonun sahibi durumundaki Petrol-İş Sendikası'na da salonu hiçbir şekilde açmaması yönünde baskı yapmıştı.

Özel Örgüt, Susurluk'un konferansına bile tahammül edemiyordu. Tebligatı Cuma günü saat 18.00'de yaptırmasının nedeni de, Aydınlık'a itiraz olanağı bırakmamaktı. Örgüt, mesai için, resmi dairelerin kapalı olduğu saatleri tercih ediyordu. Suçluların telaşı içindeydiler.

Ancak tutmadı.

Çiler Özel Örgütü'nün marifeti konferansı adeta güzelleştirdi. Daha etkili hale getirdi. Konuklar, dinleyiciler ve Türkiye, Çiller Özel Örgütü'nün suçluluğunu bir kere daha gördü. Örgüt, toplantının İşçi Partisi'nde yapılmasını engelleme yetkisine sahip değildi.

(7)

14 Haziran Cumartesi sabahı Petrol-İş'in İstanbul/Altunizade'deki binası önünde toplanıldı. Tebliğ sunacak öğretim üyesi, uzman, yazar ve gazetecilerle konuklar oradaydılar, İşçi Partisi Genel Başkanı ve Aydınlık Dergisi Başyazarı Doğu Perinçek, burada bir basın açıklaması yaptı. Perinçek, "Susurluk Çetesi kendisini bir kez daha ele vermiştir, bir kez daha suçüstü yakalanmıştır. Bu hükümet suçları örtmek için kurulmuştu ve bugün de bu çaba içindedir" dedi. Daha sonra konferansın yapılacağıİP İstanbul il Merkezi'ne gidildi.

Konferans Doğu Perinçek'in açılış konuşmasıyla başladı. İlk oturumu Prof. Alpaslan Işıklı yönetti, ilk konuşmacı ise, Kanal D Haber Genel Yönetmeni Gazeteci Uğur Dündar'dı.

İki gün süren Uluslararası Susurluk Konferansı 300 dolayında konuk tarafından büyük bir dikkatle izlendi. Başarı, tebliğ sunacak uzmanların katılım oranından başlıyordu. Çağrılı 30 tebliğci ve oturum yöneticisinden 28'i konferansa katılmıştı. Bu tür toplantılar için bu bir rekordu. CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar, yalnızca bu toplantıya katılıp dönmek üzere Mersin'den geldi. Gazeteci Hasan Uysal, freni patlayan otomobiliyle kaza tehlikeleri geçirdikten sonra toplantıya yetişebildi. Uysal, tebliğinin girişinde, macerasını kendine özgü hoş bir üslupla anlattı.

Konferansın büyük değeri, elbet tebliğlerin içeriğindeydi. Susurluk, iki hafta önce Parlamento'da tartışılmıştı. Boş sıralar önünde muhalefet sözcülerinin anlatmaya çalıştıkları gerçekler yitip gitmişti. Meclis'in kafası Susurluk'la, Çiller Özel Örgütüyle, Türkiye'nin kaderiyle ilgili değildi. Daha doğrusu, ortaya çıkarmak, gereğini yapmak için değil; örtmek, kapatmak, suçluları kurtarmak için ilgileniyordu bu işle. Gerçekler, suçlar, sadece pazarlık için değer taşıyordu. Özel Örgüt önemli sinir merkezlerini hâlâ elinde tutuyordu, Parlamento teslim olmuştu. Uluslararası Susurluk Konferansı ise araştırdı. Yeni gerçekler ortaya koydu, ipuçları sergiledi. Tarihi değerlendirdi. Sonuçlar çıkardı.

(8)

Özetle şu görüldü: Türkiye'nin gerçek entelektüel birikimini ne Parlamento temsil ediyor, ne üniversite, ne de medya. Oralara bakanlar, kaçınılmaz olarak karamsarlığa kapılıyor. Ama Susurluk Konferansı'nı izleyen herkes, Türkiye'nin aydın ve araştırmacı birikimine hayran kaldı. Bu birikimin medyadaki, üniversitedeki ve Parlamento'daki parçalarının bir başka odakta buluşturulması zorunluydu. Bu konuda, katılan herkes görüş birliği içindeydi.

Konferans boyunca tebliğ sunan aydınlar arasında hem görüş alışverişi yapıldı, hem de tartışmalar yaşandı.

Yerli ve yabancı katılımcılar, 14 Haziran Cumartesi akşamı Kumkapı'nın kendine has atmosferi içinde verilen yemekte de birlikteydiler. Geç saatlere kadar süren sohbetlerin konusu gene Susurluk eksenindeki gerçeklerdi. Askeri darbeler, rejimin içinde bulunduğu çıkmazlar, hepsi ele alındı. Yeni dostluklar geliştirildi.

Kaynak Yayınları

(9)

ULUSLARARASI SUSURLUK KONFERANSI

AÇI

Ş

KONU

Ş

MASI

Do

ğ

u Perinçek

Ayd

ı

nl

ı

k Dergisi Başyazar

ı

,

İşçi Partisi Genel Başkan

ı

"Küçük Amerika" Süreci Cumhuriyet Kamyonuna Çarpt

ı

Türkiye, 50 yıldır "Küçük Amerika" sürecini yaşıyor.

İşte "Küçük Amerika" olduk.

Türkiye, bugün bir mafya-gladyo-tarikat diktatörlüğü altındadır. Başbakan, Nakşibendi müridi. Mafya prensesi ve CIA görevlisi yönetici var.

Ekonomi, eroin bağımlısı. Türkiye, emperyalist-kapitalist sisteme bir de uyuşturucu üzerinden bağlanmış. Ülke, IMF ve Dünya Bankası reçeteleriyle yönetiliyor.

50 yıldır yaşadığımız, bir karşıdevrimdir; Cumhuriyet'i yıkma girişimidir.

Ne var ki, Küçük Amerika süreci, Susurluk'ta Cumhuriyet Devrimi kamyonuna çarpmıştır.

(10)

Mersedes'in içinden Türkiye'nin bağımsızlık ve güvenlik sorunu haline gelen Çiller Özel Örgütü çıkmıştır. Bu Özel Örgüt, aynı zamanda siyasal sistemin fotoğrafını sunmaktadır.

İnfaz şefi olduğu uluslararası ve ulusal düzeyde resmî belgelerle saptanan Abdullah Çatlı, yanına DYP milletvekilini ve polis şefini alarak tarihe son kez poz vermiştir. Abdullah Çatlı'nın reisi Muhsin Yazıcıoğlu ise, Meclis'te hükümet kombinezonlarında boy göstermektedir. Bütün dünya biliyor; eroin ve nükleer madde kaçakçılığı, ancak devletin yüksek iktidar

organlarının koruması altında yapılabilir. Mafya-iktidar bağlantısı, olayın doğası gereğidir. ABD emperyalizminin hâkimiyeti altında eroine bağımlı hale getirilen bir ekonomide, mafyanın iktidarı kaçınılmazdır. İktidar ise gene kaçınılmaz olarak mafyalaşır.

Bugün Türkiye'nin iktidar yapısına baktığımızda görüyoruz; büyük sanayiciler, büyük

işadamları iktidar aygıtının kenarlarına itilmektedir. İktidarın kilit mevkileri, uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılarının, kara para bankerlerinin ellerine geçmiştir.

Bizzat Başbakan ve yardımcısı, koalisyonlarını yeraltında da kurmuş bulunuyorlar, ortaklaşa kara parayı aklama işi yapıyorlar.

NATO'nun Ac

ı

Meyvesi

Bu süreçte 1950'ler, başlangıç noktası. ABD nüfuzunun ağırlaşması ve şeriatçılığın güçlenmesi el ele oldu. Çağımızın tunç yasasıdır bu.

Susurluk'ta ortaya çıkan kurum ve ilişkilerin temelini NATO attı. Bilindiği gibi Gladyo modeli, bütün NATO ülkelerinde uygulandı.

Toplum, bu örgütün varlığından yaygın olarak ilk kez 12 Mart 1971 rejimi sırasında haberdar oldu.

Kontrgerilla, 1980'e doğru CIA ile işbirliği halinde yeraltı eylemlerini yoğunlaştırdı. Sirkeci ve Yeşilköy sabotajlarından Marmara yolcu gemisinin batırılmasına kadar bir dizi büyük tertip, 12 Eylül 1980 darbesinin ortamını hazırladı.

Kontrgerilla, 1980 sonrasında, faaliyetini olağanüstü boyutlara ulaştırdı. Bugünkü adı, Özel Kuvvetler Komutanlığı'dır.

Devlet, ABD ve NATO reçetelerine göre yeraltı örgütleri kurmuştur. Bu örgütler, cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraç, gasp, tehdit dahil her tür terör eylemine girişmiştir.

(11)

Devletin yeraltı kuruluşları, daha 1960'lı yıllarda, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden başlayarak çeşitli yan örgütleri kullandılar. MHP ve Ülkü Ocakları, denebilir ki, NATO modeline uygun olarak, devletin yeraltı terörünün yan kuruluşları işlevini yerine getirdiler. Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkler Kurtuluş Ordusu (ETKO), İslamî Hareket, İslamî Yumruk, Hizbullah (İlim grubu), İslamî Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA/C) gibi örgütler, yine aynı görevi üstlendiler.

CIA'nın uyuşturucu ağına yakalanmış bazı "sol" maskeli örgütler de, ABD bağlantılı terörün taşeronluğunu yaptılar.

CIA'n

ı

n Çocuklar

ı

Susurluk olayından sonra bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkan önemli gerçek, "CIA'nın çocukları"dır.

Bilindiği gibi, 12 Eylül askeri darbesinden sonra CIA şefleri, "Bizim çocuklar başardı" dediler. MİT'in CIA bağlantılı Hiram Abas-Eymür-Eken kliği ise, bu çocukları 12 Eylül öncesi ve sonrasında kullandıklarını itiraf ettiler.

Nerede? CIA'nın Türkiye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunda. Muhsin Yazıcıoğlu'lar, Abdullah Çatlı'lar, Mehmet Ali Ağca'lar ve diğerleri bu operasyonda kullanıldılar. CIA-Mİ T-Ülkü Ocakları bağlantısı apaçık ortaya çıkmıştır.

Operasyon, 1 Mayıs 1977 katliamıyla başladı. Abdi İpekçi'lerimizi, Doğan Öz'lerimizi, Tütengil'lerimizi ve diğer aydınlarımızı bu operasyona kurban verdik. Kahramanmaraş, Çorum, Erzincan, Sivas kırımları, bu operasyonun birer parçasıydı.

CIA, marifetli çocuklarını daha sonra uluslararası arenaya çıkardı. Papa suikastı, eroin işleri vb.

Özel Örgüt'ün Babas

ı

Özal

Arkasından CIA'nın "MİT'in sivilleştirilmesi" adını verdiği girişim geldi. Zamanın başbakanı Turgut Özal ile MİT'teki adamları Hiram Abas ve Mehmet Eymür başrolde. Bir "Özel Büro" kuruyorlar. Çiller Özel Örgütü böyle doğuyor.

(12)

Özel Büro'nun tarihi, ekonominin mafyalaşması tarihiyle örtüşüyor.

Özal'ın "liberalleşme" adı altında uyguladığı program, serbest piyasa ve rekabeti değil; eroine bağımlılığı getirdi. Uyuşturucu, silah, nükleer madde ve altın kaçakçılığını yasallaştırdı. Kara parayı aklayacak mekanizma ve kurumları yarattı: Hayali ihracatlar, kumarhaneler, yeraltı bankacılığı vb.

Mafyalaşmanın babası Özal, devlet kurum ve görevlilerini bu işlere sokarak, Eroin Devrimi'ni gerçekleştirdi. Irak'a ambargonun yarattığı yıllık 10 milyar dolar açık, eroin geliriyle kapatıldı. Özal hanedanı da nasiplendi elbette bu "devrim"den.

Ankara'da Çiller'in Himayesinde CIA

İ

stasyonu

İşte Çiller, 1993 yılında başbakan olurken, böyle bir mirasa konuyor. Çiller Başbakan olur olmaz, Başbakanlık Başmüşaviri Kamil Yüceoral'ı "Dış Türkler Koordinatörlüğü"ne getirerek, Dışişleri Bakanlığı'nı devredışı bırakıyor. CIA ile kayınpederi üzerinden ve doğrudan

bağlantıları olan Kamil Yüceoral, Ankara'daki başmüşavirliği bir CIA istasyonuna çeviriyor. Çiller'in genelgesiyle bütün devlet kurumlan Kamil Yüceoral'a istihbarat aktarıyor.

Başbakanlık örtülü ödeneği, Başmüşavir Yüceoral tarafından CIA ile ortak Kafkaslar ve Orta Asya operasyonlarında kullanılıyor. CIA'nın denetimindeki Binbaşı Kaşif Kozinoğlu ve Abdullah Çatlı ekibi, bu merkezden yönlendiriliyor.

Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Sabancı suikastlarını aydınlatacak gerçeklerdir bunlar.

"Kriz Bölgelerinde" ABD Ta

ş

eronlu

ğ

u Dayatmas

ı

Çiller Özel Örgütü, medya tarafından bir mafya çetesi gibi gösterildi. Uluslararası alana kadar uzanan rolü örtbas edildi.

(13)

ABD, Türkiye'ye, "kriz bölgelerine müdahale gücü" rolünü kabul ettirmek için, birtakım tertip ve kışkırtmalara başvurmak zorunda kalmış ve bu tertiplerde Çiller Özel Örgütü'nü

kullanmıştır.

Azerbaycan'da darbe girişimi, Çeçenistan'a silah ve adam yollamak, İran ile savaş

kışkırtmaları, Kuzey Irak'taki tertipler, Çin Halk Cumhuriyeti'nin Sincian-Uygur bölgesine sabotaj timlerinin yollanması, hep bu örgütün CIA güdümündeki marifetleridir. Amaç, Türkiye'yi Rusya, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Arap dünyası ve Çin Halk Cumhuriyeti ile derinleşen çatışmaların içine itmektir. Bu düşmanlıkların içine sürüklenen Türkiye ile ABD arasında kader bağı kurulacak ve Türkiye, ABD taşeronluğunu üstlenmek zorunda kalacaktır. Uluslararası tertiplere hizmetin kuşkusuz bir fiyatı vardır. Bu fiyat, Özel Örgüt'e ve özellikle Çiller ailesine uyuşturucu ve nükleer madde ihaleleri verilerek ödenmektedir. Eroin ve nükleer madde kaçakçılığını özelleştirenler, bu faaliyeti terör örgütüyle yürütmek zorundadırlar.

ABD'nin "Il

ı

ml

ı

İ

slam" Modeli

Bütün olgular gösteriyor: Tıpkı bu yüzyılın başında olduğu gibi, dünya sistemiyle cephe cepheye gelmiş bulunuyoruz. Sistemin merkezindekiler, kozmopolittir; başka deyişle

vatansız. Ancak sistemin merkezindeki bu kültür, geniş halk kitlelerine yabancıdır. Halk hangi kültürle sisteme bağlanacaktır? Onu da ABD reçeteleri belirlemiştir: "Ilımlıİslam".

Bilindiği gibi, CIA Başkan Yardımcılığına kadar yükselmiş olan Graham Fuller, "Kemalist Devrim'in modası geçti, Türkiye'ye Ilımlı İslam kimliği lazım" diye buyurmuştu! Daha ilginci, bu kimlik dayatması, yalnız Türkiye'ye değil, Orta Asya Türk cumhuriyetlerine kadar uzanıyor. Fethullah Gülen gibi bazı tarikat liderleri, bu ABD faaliyetinin misyonerliğini üstlenmiş

bulunuyor. Orta Asya cumhuriyetleri, ABD parasıyla kurulan dinci okullarla donatılıyor.

(14)

Hem Türkiye'de hem de Türk cumhuriyetlerinde tarikatlar canlandırılmakta, halk ideolojik düzlemde, bu tarikatlar ağıyla denetim altına alınmaktadır. Dışkısından kokain çıkan bir eroin kaçakçısının cenazesini» arkasından tekbir getirerek yürüyen kalabalıklar, böyle üretilmiştir. Sistemin merkezindeki kokain ile sistemin kenarındaki kültür böyle birleştirilmiştir.

Devrim Paklar

Türkiye'nin sorunları, en başta devletin mafyalaşması ve insanın manevi yıkıma uğraması sorunu, gelmiş köklü değişikliklere, büyük bir devrimci dönüşüme dayanmıştır.

Türkiye'nin emperyalizme bağımlılığını sorgulamadan demokrasi ve barış yönünde hiçbir ciddi adım atılamaz. Meselenin özü buradadır. Çiller Özel Örgütü, bu nedenle bir "çete" değildir; dünya kapitalist sisteminin bir aletidir. Türkiye'nin bağımsızlık ve güvenlik sorunudur. Bugünkü neoliberal sistem içinde, eroine bağımlılığa bir çözüm yok. Bu sistemin hangi iktidarı, yılda 8-10 milyar dolardan vazgeçecektir?

2020 yılında, bu sistem bakınız neler vaat ediyor: 10 milyon çocuk sokakta yatacak; milyonlar eroine bağımlı hale gelecek; milyonlarca kadın vücudunu satacak; tarımın çökertildiği

koşullarda, 40-50 milyon nüfus, açlığın kıyılarında yaşayacak. Böyle bir ülkeyi, emperyalizm ve iktidar sahipleri, ancak Türk-Kürt, Sünni-Alevi boğazlaşmaları kışkırtarak yönetebilirler. Ne acıdır ki, Cumhuriyet Devrimi Türkiyesini yitirmiş bulunuyoruz. ABD'ye bağımlı mafya-gladyo-tarikat diktatörlüğünün bizi götürdüğü yerde, şu elimizdeki Türkiye bile

bulunmayacaktır. 2020 yılının 120 milyon nüfuslu Türkiye'si, bu sistem devam ederse, artık Türkiye değildir.

İrtica ve mafya arasındaki ortaklık apaçık karşımızdadır. Onların arkasındaki gücü, ABD emperyalizmini, bizler görüyoruz. Zamanla herkes görecektir.

Devrimci Cumhuriyet, bir tek eroinden kurtulmak için bile, Türkiye'ye gereklidir, zorunludur. Türkiye, bu ihtiyaçla yeni bir sürece girmiştir. 1920'leri hatırlatan devrimci bir atılımın eşiğindeyiz.

(15)

YEN

İ

DÜNYA DÜZEN

İ

VE

MAFYA-GLADYO DEVLETLER

İ

Prof. Dr. Alpaslan I

şı

kl

ı

Oturum Ba

ş

kam

Değerli dostlar, bu oturumun konusu "Yeni Dünya Düzeni, Mafya, Gladyo" olarak belirlenmiş

bulunuyor. Mafya ve Gladyo ile Yeni Dünya Düzeni arasında bir ilişki kuran bu başlığa katıldığımı öncelikle belirtmek isterim. Bildiğiniz gibi Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme olarak tanımlanan süreçle bütünleniyor, tanımlanıyor. Doğrusu küreselleşme, ustaca bulunmuş bir söylem oluşturuyor. Herkes etkisi altında olduğu bakış açısının, dünya görüşünün doğrultusunda, bu küreselleşme sözcüğünde, kendisine sıcak gelebilecek çağrışımlar bulabilir. Ulusların, insanların arasındaki duvarların kalkması, dünya milletlerinin, insanların sorunlarının bir bütün olarak ele alınması doğrultusunda bir çağrışım, çok değişik ideolojilerin, dünya görüşlerinin etkisi altındaki insanlara aynı zamanda sıcak gelebilir.

Ama gerçek bu değildir. Sorulması gereken çok önemli bir soru var: Küreselleşiyoruz ama gerçekten küreselleşiyor muyuz? Sermayenin ışık hızıyla dolaştığı bu dünyada, emeğin önünde Berlin Duvarı'ndan daha büyük duvarlar örülmesi gerçeğini elbetteki yadsıyamayız.

(16)

Bu çarpık küreselleşmenin ne anlama geldiği konusunda sorulması gereken bir soru var: Kimin iktidarı altında küreselleşiyoruz?

Küreselleşmenin çığırtkanları, dünyada artık emperyalizm çağı sona erdi, karşılıklı bağımlılık süreci başladı, ulusal devletin tarihin karanlığına gömülmesi zamanı geldi, Kemalizme dair birçok değer dinazor ilan edilmelidir yönünde bir propagandayı ustaca yürütüyorlar.

Küresselleşiyoruz diyenlerin, artık ezen-ezilen, sömüren-sömürülen çağının geride kaldığını iddia edenlerin tavrı, kısaca ifade etmek gerekirse bana, İncil'de olduğunu hatırladığım bir sözü anımsatıyor: "Şeytanın en büyük kurnazlığı, kendisinin olmadığına bizi inandırmasıdır." Bugün emperyalizm yoktur, emperyalizm çağı kapanmıştır diyenlerin söylemi de bu.

Küreselleşiyoruz ama hangi kurallara göre küreselleşiyoruz? Küreselleşme ideologları bunu anlatmak için uygun bir kavram daha icat etmiş bulunuyorlar. Deregülasyon, yani kuralsızlaştırma, yani devletin yol göstericiliği, düzenleyiciliği bitiyor. Onun için ulusal devlet çağı sona eriyor. Hal böyle olunca, gerçekte bir kural var, bu sermayenin kâr önceliği kuralının kayıtsız şartsız olması. Kâr önceliğinin tek, mutlak bir öncelik kazanması, bir ağırlık kazanması, dünyadaki ilişkilerde sosyal adaleti unutmak aşamasına bizi çoktan getirdiği gibi, tüm ahlaki değerlerin de unutulması doğrultusunda insanlığı koşar adımla ilerlemek zorunda bırakıyor. Bu süreçtir ki, mafya olgusunu, hiçbir ahlaki değer tanımayan bir iktidarlaşma olgusunu, Yeni Dünya Düzeni'yle birlikte gündeme getirmiştir.

(17)

DÜNYA EKONOM

İ

S

İ

NDE MAFYALA

Ş

MA

Prof. Dr.

İ

zzettin Önder

İstanbul Üniversitesi

İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi

Kapitalist Sistem Dinami

ğ

i ve Yeralt

ı

Ekonomisi

Susurluk olayı, açığa çıktıktan beri gerek medyada gerek diğer alanlarda çok tartışıldı, çok konuşuldu. Tüm bu tartışma ve konuşmalara bakarak, Susurluk olayının üzerinde yeteri kadar durulduğu ya da bu olayın gerçek tahlilinin yapıldığı sonucuna ulaşanlayız. Zira Susurluk olayını, olayın tarafları ya da bundan çıkarı zedelenenler veya ilgi çekip pazar payını yükseltmeye çalışan medya mensupları da, çok çeşitli açılardan tartışmaya açabilirler. Bu tür tartışmalar olayı açmak yerine, tam tersine, dikkatleri olaya ve olayla doğrudan ilgili kişilere toplayarak, ana konuyu, bilerek veya bilmeyerek, perdeleyebilirler. Marx'ın güzel bir sözü vardır. Bir yerde Marx der ki, "Burjuva iktisatçı ve düşünürleri belirli olayı incelediklerini zannederek, o olayda yoğunlaştıklarında ana noktayı gözden kaçırırlar. Bu karmaşadan yararlanan sistem, kendi yolunda, bir engelle karşılaşmadan ilerler."

(18)

İşte bana öyle geliyor ki, Türkiye'nin gündemine düşmüş olan Susurluk olayı da biraz böyle bir hava içinde ele alınmış bulunmaktadır. Bunun sonucunda sistemi sulu bulup sorumlu tutmak yerine, belirli kişilere suç yıkılarak, sistem aklanabilmektedir. Örneğin, polis şefinin ya da bir milletvekilinin veya başka bir üst düzey yöneticinin suçlanması ve cezalandırılması ile tüm sorunun çözülmüş olacağı düşüncesi yaygınlaşabilmektedir. Bu nedenle, salt olaylar üzerinde durmak yerine, bu olayın oluşum nedenleri ve ortamını araştırmak daha anlamlı ve açıklayıcı olur.

Susurluk olayı gibi sistemin oluşum ve işleyişi ile birebir ilişki içinde olduğundan şüphe bulunmayan olaylar, sosyal-genetik bağlamda ve böyle bir bakış açısı ile ele alınabilir. Ancak böyle bir yöntemle yaklaşıldığında olayın tüm ilişki ve ayrıntıları görülebilir.

Sosyal genetik açısından olaya yaklaşım yapabilmek için, sistemin bileşenleri üzerindeki sistemsel dürtülerin işleyiş ve sonuçlarını incelemek gerekmektedir. Türkiye, kapitalist bir dünya içinde, kalkınmaya çalışan kapitalist bir ülkedir. Periferik konumda olan Türkiye'ye, merkez tarafından bir rol ve görev biçilmiş bulunmaktadır. Türkiye ise, böyle belirlenmiş olan alanı aşmadan, sistemsel dürtü ve kodlarla çalışan ajanlar marifeti ile hem ekonomik yaşamını sürdürmeye hem de kalkınmasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Aralarında iç çatışma olmakla beraber, merkez tarafından Türkiye'ye biçilmiş olan rol, yoğun teknolojiye girmeden, sanayileşmeyi sürdürmek, büyük ve güçlü bir pazar ve bazı alanlardaki üretimler için de üretim merkezi oluşturmaktır. Hem Türkiye'nin kalkınması ve güçlenmesinin baltalanması hem de silah sanayiinin finansmanı açısından Türkiye'nin devamlı olarak siyasal huzursuzluk ve hatta sıcak çatışma ortamı içinde tutulması da kaçınılmaz gibi görülmektedir. Öte yandan, Türkiye'ye baktığımızda muazzam bölgesel farklılıklar yanında çok büyük boyutta işsizlik ve gelir dağılımı bozukluğunun hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Kalıcı bir barış

sağlayamayan Türkiye, devamlı politik sürtüşme, bazı durumlarda da sıcak çatışma içine girmektedir. Bu arada çok büyük boyutta dış borcu olan Türkiye, yabancı sermaye ve ondan da önce spekülatif para girişine muhtaç durumdadır.

(19)

Türkiye'nin içinde yüzdüğü havuz ise, Yeni Dünya Düzeni adı verilen, finans kapital aşamasındaki gelişmeler dünyasıdır. Böyle bir dünyada merkez, know-how ve yoğun teknoloji kullanan üretim yanında, spekülatif finansal operasyonlarla kendine kaynak aktarmaya çalışmaktadır. Merkezdeki güç, çevresinde halkalanmış olan toplulukları, kaynak aktarma potansiyeline göre yörüngeye oturtmaktadır. Öyle gözüküyor ki, açlık sınırında ve onun da altında yaşayan ülkeler dış halkada yer almaktadır. Merkeze kaynak aktarımı potansiyeli bulunmayan bu ülkeler ve insanlar, ancak ara sıra ve biraz da göstermelik olarak merkezin ilgisini çekebilmektedir. Buna karşın, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu merkeze yakın ülkeler, kaynak aktarma işlevi açısından canlı görülmektedir. Bu gibi ekonomiler, borçlandırma, ticaret, sıcak çatışma vb. gibi yollarla merkeze kaynak aktarabilir olarak algılanmaktadır.

İşte kapitalist işleyiş dinamiği, böyle bir ilişki bağlamında, çevre ülke politika ve uygulamalarını hem ilgili ülke hem de merkez güçlerine bağlamaktadır. Çevre ülkeleri merkeze kaynak aktarabilmek için yeraltı ve yerüstü varlıklarını hızla tüketmekte, yeraltı ekonomik faaliyetlere girmekte ve tüm bu çabaların sürdürülmesinde resmi güçlerle işbirliği yapılmaktadır. Söz konusu işbirliği, bir yandan maliyet tasarrufu amacına yönelik olarak, yeraltı faaliyetini yürütenler tarafından istenmekte, diğer taraftan da ağır ekonomik koşulların hafifletilmesi amacıyla bizzat resmi güçler tarafından itirazsız ve hatta sempatiyle karşılanmaktadır.

Resmi makamların yeraltı faaliyetine anlayışlı yaklaşımı, sadece borçlu periferik ülkelerde değil, fakat merkezdeki ileri güçlerde de gözlemlenen bir durumdadır. Örneğin, son olayların irdelenmesinde ortaya çıktı ki, yeraltı dünyasının bazı isimleri yurtdışında serbestçe dolaşıp, oralarda aylarca kalabilmişler. Bu durumu, müsamaha ve göz yumma dışında hiçbir bahane ile açıklamak olası değildir. Söz konusu müsamahada hem merkez hem de periferik konumdaki ülkenin yaran bulunmaktadır. Zira, ağırborçlu konumdaki bir ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar, bumerang gibi, merkezdeki güçlü ekonomileri de vurmaktadır.

Ödeme temerrüdüne düşen bu ülkeler, uluslararası fınansal akımları kestiği zaman dünya finans çevresi çok zarar göreceğinden, bu sistemi çalışır vaziyette tutabilmek amacıyla gelişmiş merkezler, kendi ülkelerindeki bazı yolsuzluk ya da usulsüzlüklere göz yumabilir.

(20)

Bunun da ötesinde, merkez ülke ya da ülkeler, çevrede bir siyasal operasyon yapmak istediğinde, bu operasyonun mali kaynaklarını gizli tutmak kaçınılmaz olur. işte böyle durumlarda silah ve uyuşturucu ticaret faaliyeti yan yana gelebilir. Örneğin, bir çevre ülkesinde sıcak çatışma ortamı yaratılacak ise, gerekli askeri malzeme hiçbir zaman evrak üzerinde gösterilemez. Bu durumda başlatılan ve genişletilen yeraltı ekonomik faaliyeti ile ilgili elemanların, hatta bunların güvenlik içinde ilgili faaliyetleri yürütebilmelerini sağlamak amacıyla, merkez ülkelerde dolaşmalarına göz yumulur. Böyle durumlarda, merkez ülkeler kendi halkını dahi feda edebilir. Örneğin, bir merkez ülkenin bir çevre ülkeden yüklü alacağı var ise ya da yine bir merkez ülke bir çevre ülkede, kendi amacına uygun olarak, sıcak çatışma ortamı yaratmak istiyor ise, yeraltı ekonomik faaliyetleri destekler, bunların elebaşlannı gözetir ve yeraltı ekonomisinin ürünlerinin bizzat kendi ülke halklarına pazarlanmasına göz yumabilir. Zira böylece merkez ülkelerdeki finans vb. ekonomik ajanlar tatmin edilmiş veya merkez siyaseti çevreye dayatılmış olmaktadır.

Görülüyor ki, yeraltı ekonomisi de, bir tür ekonomik faaliyet olarak, uluslararası bir boyuta sahiptir. Burada da tüm ulusların yetkilileri ve ajanları işin içinde olarak, birer aktör gibi rollerini oynamaktalar. Uluslararası platformda açıkça savunulamayacak politikaların finansmanı yeraltı ekonomisi ile yürütmekte ve doğal olarak bundan sorumlu olan güçlü merkez ekonomileri de, bazı kanunsuzluklara göz yummakta, hatta bunları desteklemektedir. Dünya Bankası, 1974 yılından beri her yıl borç verdiği gelişmekte olan ülkelerden, borç verdiğinden daha fazlasını geri alıyor. Çevresel konumdaki ülkeler açısından baktığımızda ise, bu durum söz konusu ülkelerin fakirliğe itildiğini ifade etmektedir. Türkiye'de enflasyon, yatırımsızlık ve yüksek enflasyon, aslında hep kaynak aktarma süreci sonunda oluşan fakirleşmenin ekonomik göstergeleridir. Bu bozuklukların aynı anda işsizlik ve gelir dengesizliği anlamına geldiği de açıktır. İşte böyle bir durumda yeraltı ekonomisi oluşumunun tüm maddi koşulları oluşmuş demektir. Türkiye kısmen üretici, kısmen iletici yere sahip olabilir. Böyle bir ekonomik ilişki ortaya çıktığında bu işi yapanlar, maliyet tasarrufu sağlamak amacı ile kaçınılmaz olarak resmi makamlarla ilişki kurma yoluna giderler.

(21)

Ekonomik açıdan zor durumda bulunan ülke yöneticileri de bu duruma müsamahakâr bakarken, bazı yetkililer de suçlu konumuna düşebilir.

Yeraltı ekonomisi, risk çok yüksek olduğundan dolayı, yüksek kâr haddi ile çalışır. Bu koşul, üretim maliyetinin bastırılmasını ve satış fiyatının yüksek tutulmasını gerektirir. Çevresel ekonomilerdeki işsizlik ve fakirlik, üretim maliyetleri açısından büyük bir avantaj oluşturur. Buna karşılık, ürünün zengin bölgelerde satışa sunulması da satış hasılatını yükselten bir öğedir. Satış hasılatı açısından ileri ülkeler önemli pazardır. Bu pazar, alternatifi oluşuncaya kadar bizzat kendi hükümetinin siyasal amaçları ya da finans ve sanayi kuruluşlarının kâr amacı için hiç tereddüt edilmeden kullanılır. Ancak, çevresel ekonomilerde de gelirin yükselmesi ve daha da önemli olarak, gelir dağılımının bozulması, tüketim pazarlarına bu ülkelerin de katılmasını gündeme getirmiştir. Günümüzde Türkiye'de özellikle büyük kentlerde ve zengin çevrelerde görülen uyuşturucu bağımlılığı böyle bir gelişmenin açık bir kanıtıdır. Bu kârlı alanı yönetenler, geleneksel adı ile "mafya" olarak anılmaktadır. Kuşkusuz mafya sözcüğü İtalya'da ortaya çıkmış olan örgütler için kullanılan bir ifadedir. Sözlük tanımına göre mafya, "gizli haydut çetesi" ya da "kendi çıkarları için her çareye başvuran gizli grup"tur. Bu çeteler 1820-1848 tarihleri arasında, büyük toprak sahiplerinin girişimiyle kuruldu. Bunlar eski asker, polis ve yerel idarelerde yuvalanmış olan haydutlardan oluşmakta idi. Bu çeteler, Sicilya'daki toprakların yönetimini ele geçirmeye ve köylüler üzerinde egemenlik kurarak hâkimiyetlerini perçinlemeye başladılar. Söz konusu çeteler yerleşik düzene saygılı olup, düzeni, olası bir köylü hareketine karşı koruma gayreti içindeydi. Böylece oluşan kırsal mafya, zamanla yerini kentsel mafyaya bıraktı. Görüldüğü gibi, İtalya'da 19. yüzyılın ortalarında görülen çete hareketinin oluşum, işleyiş ve felsefesi günümüz çetelerine oldukça benzemektedir.

İtalya örneğinde de görüldüğü gibi, mafya, sistemden yararlandığı için sistemi muhafaza yanlısıdır, fakat mevcut sermaye ile çatışmaya girdiğinde, toplumun huzurunu kaçırmaktadır. TÜSİAD'ın son demokrasi raporu, içindekileri saklı tutarak, kurumun amaç ve felsefesi açısından yerleşik ve mafya sermayesi arasındaki çatışmanın bir tür yansıması olarak yorumlanabilir.

(22)

Kurumun amacı açısından hedeflenen politika açık ve bellidir. Emekçiler ya da geniş halk yığınları için istenmemektedir demokrasi. Buradaki tek amaç, yeraltı sermayesini rekabet alanı dışında tutmaktır.

Yeraltı ticaretinin sıkça işlem gördüğü hatlar, örgütler tarafından satın alınıyor ve o hatlarda yapılan her türlü ticaret, belirli bir bedel karşılığında serbestçe yürütülüyor. Bu hatlarda göçmen işçiler, karayolu taşımacılığında çalışan şoförler ve turistler faaliyet göstermektedir. Yeraltı dünyasından kazanılan paralar belirli merkezlerde yüzde 15 dolayında komisyon karşılığında aklanmaktadır. Bunun yanında, kara paralar özelleştirme faaliyetine, siyasal parti propagandaları ve bankerlik kuruluşlarına gitmektedir.

İşte genel hatlarıyla ortaya koyulmaya çalışılan bu doku, günümüzde, tam kapitalist âlemi ve doğal olarak şiddetli bir biçimde Türkiye'yi kaplamış bulunmaktadır. Olağan ekonomik faaliyetlerde kâr hadleri sıkışınca, bu alanda faaliyet gösteren ajanlar da, yavaş yavaş yeraltı alanına girebilir. Aksi durumda sermayeyi korumak olası olamayabilir. Bu süreç, sermayenin olağan üretimden uzaklaşıp yeraltı alanına kayması anlamını ifade etmektedir. Arkadaki derin anlam da, sermayenin, sosyal üretimden uzaklaşıp daha hızlı birikim yapabileceği yeraltı ekonomisi alanına kaymasıdır.

1959'dan beri Türkiye, önceleri belli belirsiz ve çok yavaş bir biçimde, sonraları giderek yoğunlaşan bir biçimde, merkez dürtülü karar süreçleri içine itilmiştir. Türk siyaset tarihinde, 1950'de verilmiş olan karar böyledir. Osmanlıİmparatorluğu'ndan sonra, görece daha ufak bir devlet olarak istiklalini ilan etmiş olan Türkiye, yorgun çıktığı savaşların üzerinden henüz 20-30 yıl geçtikten, bu arada Osmanlı'dan devrolan borçları ödedikten, fakat henüz tam olarak sanayileşmeden acaba hangi akla hizmetle liberal iktisat politikalara itilmiştir! Bu uygulamanın sonucu, politikanın isabet derecesini açıkça ortaya koymakladır. Türkiye, 1950 liberal politikaları sonucunda, 8 yıl içinde ünlü 1958 Ağustos kararlarını açıkladı. Bu kararlar ekonominin iflas ettiğini gösteriyordu. Nasıl oldu da ekonomi bu duruma geldi? Nedeni açık; 1950 kararları Türk siyasetine özgü bir karar olmayıp Batı'nın dayatmasıydı.

(23)

Çünkü Batı, o dönemde pazar arıyordu ve Türkiye, iflasıyla sonuçlanan politikalar ile Batı'ya bu hizmeti sundu.

Aradaki tüm politikalarda benzer bağımlılık izleri görülür. Ancak bunların en belirgini, 1980 kararlarıdır. 1980 kararları ile Türkiye, güçlü Batı'nın finansal yörüngesine oturtulmuştur. Bunun sonucunda da, yüksek enflasyon yüksek faiz haddi, yoğun dış borç, ülkeyi dış âleme kapatmaktadır.

Görülüyor ki, bir ülke ekonomisini incelerken, hem o ülkenin koşullarını hem de o ülkenin içinde bulunduğu dünya koşullarını bir bütünlük içinde ele alıp incelemek gereklidir. Aksi durumda bir olaya takılıp kalırsak, ne olayı çözebiliriz ne de gerekli önlemleri öngörebiliriz. Örneğin günümüzde, çok yoğun bir biçimde "demokrasi" söylemi dile getiriliyor. Demokrasi bir üstyapı kuramıdır. Niçin demokrat olamadığımız ise irdelenmiyor. Bunun nedeni ekonomiktir. Türkiye'nin demokrat olamamasının bir dizi tarihsel ve sosyal nedenleri yanında, başat nedeni kaynak kıtlığıdır. Şu halde, demokrasi sorunu anlamlı bir biçimde tartışılacak ise, kesinlikle ekonomik yapı ve işleyişle, yani sistem sorunu ile bir arada ele alınmalıdır. Aksi durumda, anlamlı ve çözüme ulaşıcı tartışma yerine beyinleri bulandırıcı fikir karmaşası yaşanır.

(24)

S

İ

YASET

İ

N MAFYALA

Ş

MASI VE HANEDANLAR

U

ğ

ur Dündar

Kanal D Genel Yayın Yönetmeni

Özal'dan Beri Para ve Güç, Karanl

ı

k Odaklar

ı

n Eline Geçti

Sayın konuklar, değerli konuşmacılar hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Efendim, ben şu anda bir televizyon kanalının haber genel yayın yönetmeni ve hazırladığım bir programın sorumlusu olarak, topluma araştırmacı gazetecilik örneklerini sergileyen bir iletişimciyim. Ama belimde silahım, yanımda üç tane koruma, ki birisinde otomatik tüfek, diğerlerinde çifter çifter tabancalar var, ayrıca zırhlı bir araçla ve içimizde bir yığın korku ve kuşku ile buraya ulaşabildik. Böyle bir gazeteci modeli, ancak Marcos'lann Filipinler'inde ya da Güney Amerika'daki muz cumhuriyetlerinin diktatörlüklerinde gözlenir. Gerçek demokrasinin yaşandığı çağdaş hukuk devletlerinde gazeteci, hiçbir zaman şimdi bizim içinde bulunduğumuz korkulan, kuşkuları ve "Acaba ölüm tuzakları bizi nerede bekliyor?" sorularını zihninde taşımaz, enerjisini bunları düşünmeye harcamaz.

(25)

Biraz önce Sayın Doğu Perinçek'in de belirttikleri gibi, toplumumuza bir yığın tuzaklar kurup bunların karşılığında çıkarlar sağlayan siyasetin odaklarındaki bazı insanlar, "Acaba bizim marifetlerimizi, bizim yaptığımız vurgunları bu gazeteciler öğrendiler mi? Acaba bizim sakladığımız bazı gerçeklere ulaştılar mı?" korkusunu sürekli yaşadıkları için, bize sözünü ettiğim kaygıları yaşatıyorlar.

Susurluk kazasından kısa bir süre önceydi. Bizim Arena istihbaratına bir telefon geldi. Özel Harekât'tan iki kişinin beni yok etmek üzere görevlendirildiklerini ifade etti muhbir, hatta adını da verdi. Adını saklıyoruz. Bir süre sonra Aydınlık gazetesi ve Sayın Doğu Perinçek, Susurluk çetesinin kazadan önce açıklanması, kamuoyuna duyurulması anlamında bir basın toplantısı yaptılar. Orada, malum kazadan sonra ortaya çıkan çetenin ana hatları aşağı yukarı sergileniyordu. Bir süre sonra kaza gerçekleşti ve çete apaçık ortaya çıktı. Bu çeteyi iyi yorumlayabilmek ve değerlendirebilmek ve çetenin niçin kurulduğunu görebilmek için biraz daha gerilere, Özal dönemine gitmemiz gerekir. Özal döneminde, yanılmıyorsam 1986 yılında, İsviçre'nin Zürih kentinde Grand Dolder Oteli'nde bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya, Türkiye'nin dışında yaşayan fakat Türkiye ile bağlantısı sürekli olarak bulunan bazı Türk vatandaşları ve Ortadoğu kökenli olup İsviçre'de faaliyette bulunan bazı döviz tacirleri katıldılar. Grand Dolder Otel toplantısında Özal, kurmayları ve kara para ticaretini yönlendiren bu kişiler, uyuşturucu ticareti yoluyla orada biriken ya da dünyanın başka ülkelerinde biriken narko-dolarların nasıl indirileceğini .görüşüp karar aldılar.

Dikkat ederseniz ondan sonra Türkiye'de müthiş bir ihracat patlaması gerçekleşti. Bu ihracatın büyük çoğunluğunun hayali olduğunu ortaya çıkardık ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kurulan komisyon da belgeleriyle bunu doğruladı. O yıllarda Türkiye, müthiş bir ihracat hamlesi yapmış ve bunun karşılığında ihracat dövizleri yağmaya başlamış gibi gözüküyordu. Oysa gelen dolarların büyük çoğunluğu kara paraydı. Bu kara para, Özal'ın liberalleşme adı altında aldığı kararlardan önce Türkiye'den giden eroinlerin parasıydı. Trafik ise İsviçre'den Türkiye'ye, Bulgaristan üzerinden otobüslerin zula tabii edilen yerlerinde Kapalıçarşı'ya gelen altınlar şeklinde gerçekleşiyordu.

(26)

Yani uyuşturucu gidiyor, onun karşılığında 12 Eylül öncesinde büyük ölçüde silah ve altın, daha sonra da yine büyük ölçüde altın olarak Türkiye'ye dönüyordu. Bu trafiği ortaya çıkardıktan sonra, Merkez Bankası altın ithalatına başladı ve altın kaçakçılığı yolu önemli ölçüde kapanmış oldu. Ancak daha sonra uyuşturucu trafiği öylesine büyük boyutlarda yaşanmaya başladı ki, Türkiye ihracatının belli bir oranını, Türkiye'den giden uyuşturucunun karşılığı olan dövizler oluşturdu.

Ho

ş

tan-Topal

İ

li

ş

kisi

Konuşmanın burasında somut örnek vermek için... Susurluk kazasından sonra kamuoyuna fotoğrafını yansıttığımız Sami Hoştan adlı kişiden bahsetmek istiyorum. Sami Hoştan, 1974 yılında Almanya'da uyuşturucu madde kaçakçılığı yaparken yakalanmış, yaklaşık dört yıl hapse hüküm giydikten ve cezasını bir müddet Alman hapishanelerinde çektikten sonra Türkiye'ye gönderilmiş ve Türkiye'de de kısa bir süre cezaevinde kalmış bir uyuşturucu sabıkalısı... Sami Hoştan, daha devletten milyarlarca lira vergi iadesi alan bir ihracatçı görünümündedir. Geçenlerde Medsan adlı firmasıyla yaptığı ihracatın karşılığı olarak Türkiye'ye, özellikle karayollarını tutan hudut kapılarından, deklare yoluyla 7 milyon dolar soktuğunu belgeleriyle ortaya çıkardık.

Oysa bu, kâğıt üzerinde gözüken, ama gerçekte olmayan bir paraydı. Bunun niçin yapıldığını anlamak için Sami Hoştan'ın kim olduğuna, ilişkilerine dikkatle bakmamız gerekiyor. Evet, kimdir bu Sami Hoştan? Sami Hoştan, Susurluk kazası olduktan hemen sonra oraya gidip Abdullah Çatlı ve sevgilisi Gonca Us'un cesetlerini alarak morga götüren ve kimseye göstermeden Çatlı'nın cenaze törenini organize eden kişidir. Onunla birlikte Haluk Kırcı'nın da orada olduğu söyleniyor; ancak biz bunu henüz belgelemiş değiliz. Sami Hoştan aynı zamanda, kumarhaneler kralı olarak bilinen ve Susurluk kazasından önce öldürülen Ömer Lütfü Topal'ın da ortağıdır. Peki, Ömer Lütfü Topal kimdir? Ömer Lütfü Topal, tıpkı Sami Hoştan gibi, uyuşturucu madde kaçakçılığından hüküm giymiş, rüşveti ve kokaini Türkiye'de en rahat veren kişidir.

(27)

Topal, ölümünden bir süre önce, uyuşturucu madde kaçakçılığı açısından önemli bir platform olma özelliğini taşıyan HAVAŞ'ın özelleştirilmesinde bu kurumu almak üzereydi. Ancak, hakkında çıkan Amerika kaynaklı 'Bu adam uyuşturucu madde kaçakçılığı yapmaktadır ve HAVAŞ'a talip olmuştur" şeklindeki yayınla bu imkândan mahrum kalmıştır. Ancak biz çok iyi biliyoruz ve yakında belgeleriyle ortaya çıkacaktır ki, bu ihaleden önce Topal'ı arayan çok üst düzey bir siyasetçinin eşi, kendisinin Topal'a yardımcı olacağını ifade etmiştir. Nasıl yardımcı olacaktı? Kuşkusuz daha önce söylediğim gibi Topal'ın rüşveti kolayca dağıtma özelliğinden yararlanarak yardımcı olacaktı... İşte bu nedenle Ömer Lütfü Topal-Sami Hoştan ilişkisi fevkalade önemlidir. Sami Hoştan, bir süre önce uyuşturucu parasını Türkiye'ye getirirken yakalanan kurye Dilek Örnek olayıyla da bağlantılıdır. Sami Hoştan'ın devletten milyarlarca liralık vergi iadesi aldığını belirleyen ekibimiz, onun ihracatını araştırdı. Makedonya'ya kadar giden ARENA muhabirleri, ihracat yapılmış gibi gösterilen firmaları bu ülkede bulamadılar. İsimler ve adresler hayaliydi. Gelen paralara baktık... Onlar da Makedonya yerine Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinden gelmiş

gibi gösterilmişti. Para taşıyıcıları -ki bunların çoğu şofördü-böyle bir meblağ

getirmediklerini söylüyorlardı. O halde 7 milyon dolar, ihracattan değil, uyuşturucudan gelmişti ve bu rakam, resmi belgelerde gözükmediği için, bir ihracat tezgâhı düzenlenmişti. Biz bu kişilerin birbiriyle çok yakın ilişkide olduğunu, Susurluk kazasından hemen sonra, Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay adıyla birlikte şirket kurduğu Baysa firmasının sahibi olan Ahmet Baydar isimli şahısla yaptığımız röportajdan sonra belgelemeye başladık. Ben tesadüfen Ahmet Baydar'la konuştuktan sonra, ki o özellikle Abdullah Çatlı'yı Abdullah Çatlı olarak değil, Mehmet Özbay olarak tanıdığını söylüyordu. İşte bu Ahmet Baydar'dan kendisinde bulunan telefon numaralarını istedim. Bana bir cep telefonu numarası verdi. O cep telefonundan kimlerin arandığını araştırmaya başladık. Ve.adım adım ilerleyerek hem Özel Harekât'ta Başkanvekilliği yapan İbrahim Şahin'e, halen tutuklu bulunan Özel Harekât polislerine, Ali Fevzi Bir adlı kişiye, Sami Hoştan adına ve onların çevresindeki ilişkiler yumağına ulaştık.

(28)

Böylece, Susurluk kazasından sonra, çeteyle ilgili soruşturma yapan Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarının da ifade ettikleri gibi, çete ilişkisi medyada ilk kez böylesine somut bir şekilde belgelenmiş oldu. Nitekim Susurluk soruşturmasını yürüten savcılar, "Eğer siz bu telefon numaralarından yola çıkarak bu ilişkiler ağını sergilememiş olsaydınız bizim işimiz biraz daha zorlaşırdı!" şeklinde açıklama yaptılar.

Uyu

ş

turucu, Döviz ya da Silah Olarak Geri Geliyor

Şimdi ARENA ve Kanal D Haber Merkezi olarak, Susurluk çetesiyle ilgili araştırmalardan ortaya çıkardığım tablo şu:

Türkiye eroin yolu üzerinde çok önemli bir köprü. Bu trafikte çok önemli bir fonksiyonu var Türkiye'nin. Uyuşturucu gidiyor ve döviz ya da silah olarak tekrar geri geliyor. Şu anda uyuşturucu parasıyla silahı kim sağlıyor? Tabii ki büyük ölçüde PKK sağlıyor. Peki, Özel Harekât'ın görevi neydi? Kuruluş amacı neydi? Özel Harekât timleri, özellikle PKK'ya karşı mücadelede görev alan devletin güvenlik güçleriydi. Tahmin ediyoruz ki, bunlar başlangıçta uyuşturucu yolunu, dolayısıyla PKK'nın finans olanaklarını kesmek amacıyla bazı faili meçhul cinayetlere kadar uzanan operasyonlar yaptılar. Bunların başlangıçtaki görünümü, devlet adına yapılan operasyonlardı. Tabii ki hukuk devletinde hiçbir zaman ne adına yapılırsa yapılsın, kendini yasanın yerine koyarak faili meçhul cinayetler gerçekleştiren güçlerin yanında olmak ve bu eylemleri onaylamak asla ve asla mümkün değildir. Ama bunlar bir süre sonra uyuşturucu ticareti yoluyla büyük paraların sağlandığını ve uyuşturucunun büyük bir güce dönüştüğünü gördüler. Yukarıdaki siyasetçilerin kendilerine açtıkları kapılardan girerek, verilen siyasi desteği kullanarak, uyuşturucu ticaretini kendileri yapmaya başladılar. İşte Susurluk çetesinin oluşma nedeni, sergilediğim bu tablodur. Yani uyuşturucu trafiğinin üzerine oturabilmek, uyuşturucu parasıyla güce ulaşmak ve bu güçle her şeyi hatta siyaseti yapabilmek.

(29)

Özal'dan beri Türkiye'de para ve dolayısıyla güç, karanlık insanların; karanlık odakların eline geçti. Düşünün bir kere, Turan Çevik isimli bir kişi, bir zamanlar Türkiye'nin en fazla nakit para ile oynayan isimlerinden biriydi. Turan Çevik o güne kadar adı sanı duyulmamış, işadamı özelliği taşımayan ve hatta bir ufak galeride küçük çapta otomobil ticareti yapan portreydi. Ancak Turan Çevik, daha sonra Türkiye'de hayali ihracat dövizlerini en fazla indiren ve en fazla dağıtan kişi olarak kamuoyunun önünde sergilendi. Medyada, bakanlarla ve önemli bürokratlarla boy boy fotoğrafları yer aldı.

Dolayısıyla para kimin eline geçiyorsa, güç de onun eline geçiyor ve o güç, daha sonra çeşitli konumlarda karşımıza çıkıyor.

Bugün ben inanıyorum ki, bu Susurluk çetesi haberlerinden tanıdığımız polislerin konuşmaları halinde, bizim belgeleyemediğimiz bir yığın gerçek daha ortaya çıkacak ve Türkiye sarsılacak. Bunun yakın olduğuna inanıyorum; çünkü şu anda Sarıyer Cumhuriyet Savcısı'nın Ömer Lütfü Topal cinayetini çözme konusunda çok önemli adımlar attığını ve bu cinayetin nasıl işlendiğine dair kanıtlara, tanıklara ulaştığını zannediyorum. Zaten peşi peşine gerçekleşen tutuklamalar da bunu gösteriyor.

Program Yapt

ığı

m Her Televizyon Kanal

ı

na Bask

ı

Efendim, konuşmamın başlangıcında da ifade ettim. Biz belgeleyebildiğimiz gerçekleri sergiliyoruz ve iddialarla, spekülasyonlarla gazetecilik yapmıyoruz. Bugüne kadar Çiller ailesi ile ilgili olarak çok yayın yaptık. Çiller ailesinin Kilyos'taki kooperatif serüveninden, İstanbul Bankası'nın batışına; Antalya'daki hazine arazisinin üzerine kondurdukları o ünlü pansiyonun öyküsünden, Amerika'daki muhteşem mal varlıklarına varıncaya kadar, Çiller ailesi ile ilgili olarak belgeli birçok haber yaptık.

Ancak ben zannediyorum ki onlar, henüz bize ulaşmamış, ancak ulaştığı takdirde fevkalade büyük yankı yapacak ve kendilerinin siyasetten silinmelerine neden olabilecek bazı gerçekleri elde elliğimizi düşünüyorlar ve bu nedenle üstümüze amansızca geliyorlar. Ben yıllardır televizyonculuğumun yanı sıra, Hürriyet gazetesinde de yazıyorum. Hürriyet gazetesindeki yazılarımın engellenmesine çalışıldı.

(30)

Show TV'de çalışırken, TV sahibine ve yönetimine çok ağır baskılar yapıldı, hatta oradaki işimizin sona erdirilmesine çalışıldı, o da başarılamadı. Çünkü bizim televizyon programlarımız çok seyirci çekiyor ve bulunduğumuz kuruluşa da büyük yararlar sağlıyor. Baskılar bitmedi. Daha sonra yine Kanal D'deki görevimiz sırasında da aynı girişimler sürdürüldü. Ancak bu da başarılı olmadı. Sayın Aydın Doğan, bunları geri çevirdi. Sonuçta, konuşmamın başında ifade ettiğim gibi, hayatımıza dönük eylemlerin düşünülmesine varıncaya kadar bir yığın planla karşı karşıya geldik.

Özal'

ı

Aratt

ı

...

Hanedan sözcüğü, siyasete Cumhuriyet döneminde Özal'la bulaştı. Ve Özal dönemi, bir hanedanlaşma süreci olarak algılandı. Ancak onun devamı olan Çiller devri, hanedanlaşmakta Özal dönemini kat kat geride bıraktı. Doğrusu Çiller'lerin yaptıklarını gördükçe Özal'la ilgili ola-rak eleştirilerimizde acaba bazen insafsız mı davrandık diye düşünüyorum.

Benim özetle söyleyeceğim, Türkiye, uyuşturucu trafiğini kesmez, uyuşturucu yoluyla gelen kara paraların bir serseri mayın gibi toplumda, ekonomide ve siyaset odaklarında dolaşmasına engel olmaz ise, ülkemizin başına sürekli bela açacaktır. Türkiye bir an önce silkinip çok radikal önlemlerle uyuşturucu trafiğini kesmek ve sona erdirmek zorundadır. Düşünebiliyor musunuz, bir Alman mahkemesinin aldığı kararlarda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın adı uyuşturucu madde kaçakçılarıyla birlikte anılıyor. Kanada'nın Toronto kentinde yakalanan bir uyuşturucu madde kaçakçısının cebinden çıkan telefon numaralarından birisi, Çiller döneminin Başbakanlık Özel Kalem'ine ait oluyor. Sorgulanan uyuşturucu madde kaçakçısı, bu telefondan Michel isimli bir kişiyle konuştuğunu ve başının derde girmesi halinde kendisine Michel’i araması talimatının verildiğini söyleyebiliyor.

(31)

Bunlar, gerçekten üzerinde önemle durulması gereken düşündürücü örnekler. Uyuşturucu trafiğinin önüne geçmek, Türkiye için en önemli meseledir. Ayrıca, uyuşturucu kara parasının siyasete getirdiği güç ve siyasetteki mafyalaşma, Türkiye'de demokrasiyi, hukuk devletini teh-likeye düşürecek oluşumlara meydan verme eğilimindedir. Bunları duyurmak da bizim görevimizdir.

Prof. IŞIKLI: Sayın meslektaşımız Önder'i dinlerken aklıma bir benzetme geldi. Boğa güreşçileri, biliyorsunuz, boğanın karşısında pelerin kullanırlar, kırmızı pelerin; zavallı boğa pelerine saldırır ve matador dimdik ayakta kalmayı bu sayede başarır. Mesajını herhalde söyle algılarsam yanlış algılamış olmuyorum: Bu pelerin işlevi gören Özal'lara, Çiller'lere fazla takılmayalım. Yani layık oldukları önemden daha fazlasını onlara atfetmeyelim. Sorunun asıl kaynağının genetik -tıbbi bir tabir kullandı arkadaşımız- yapıda olduğunu unutmayalım, yani bir sistem sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım dedi. Teşekkür ederiz. Yalnız bir yanılsamaya biz de düşmeyelim. Bir ayrıntı tabii konuşma içerisinde. TÜSİAD raporu diye bir rapor çıkmadı aslında. Çünkü TÜSİAD sahip çıkmadı o rapora. Yani demokrat görünmek gösterişini bile yapamadılar. Bir demokrasi raporunda ittifak kuramadılar. TÜSİAD raporu diye bir demokrasi raporu yok Çünkü desteğini bulamadı o rapor.

Şimdi söz sırası Sayın Jürgen Roth'ta. Buyursunlar. Rus mafyası örneğini bizlere anlatacak.

(32)

YEN

İ

KR

İ

M

İ

NAL BURJUVAZ

İ

: RUS MAFYASI

ÖRNE

Ğİ

Jürgen Roth

Gazeteci- Yazar/Almanya

Hanımefendiler, beyefendiler, hepinize hoşgeldiniz diyorum.

Mafya terimi İtalya'da ortaya çıkmış ve onunla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla benim burada sözünü ettiğim, örgütlü suçtur. Ve üzerinde durmak istediğim de, bugün Doğu Avrupa'dan gelmekte olan yeni bir örgütlü suç dönemine girmekte olduğumuz olgusudur. Burada sadece Avrupa'daki suç çevreleriyle ilgili nomenklatura dediğimiz isimleri içerecek şekilde meseleyi ele almak çok zor. Çünkü bu, siyasi sınıfı dışlayan bir tutum oluyor. Nitekim Rusya'da da bu işi ortaya çıkarmanın zorluğu ikisi arasında adeta görünmez bir çizgi olmasından kaynaklanıyor. Yani örgütlü suç ile iktidar arasında adeta görünmez bir sınır var ve hangisi ne zaman hangi işi yapıyor, bunu anlamak çok zor. Bu Rusya'da da böyle, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ortaya çıkan diğer cumhuriyetlerde de, Özbekistan gibi yerlerde de böyle. Aslında Rusya'da tanık olduğumuz olgu, siyasi sınıf ile suçlular arasında, suç işleyenler arasında bir ittifak kurulması ve bu ittifakın her ikisine de yarayacak şekilde bir düzeni oluşturmasıdır.

(33)

Öte yandan şöyle bir ayrıma da gitmek zorundayız. Rusya'da bugün örgütlü suç olarak karşımıza çıkan olguyu dünya çapında diğer benzeri olgularla karşılaştırdığımız zaman, mesela

İtalya'daki mafya gibi, Kolombiya'daki eroin ticareti gibi, Amerika'da gördüğümüz mafya faaliyetleri gibi ve hatta Türkiye'de görülen faaliyetleri, belli ölçüde Rusya'da ortaya çıkan olgudan nasıl ayırt edeceğiz. Örgütlü suç tarihine baktığımızda, hiçbir zaman bu tür örgütlü suç kuruluşlarının bir siyasi parti ya da iktidar tarafından desteklendiğini görmezsiniz. Bunlar, Rusya'da olduğu gibi KGB tarzı, son derece grift gizli örgütlenmeler vasıtasıyla desteklenen kuruluşlardır. Ve bunların nüfuz alanı, dünyanın eski, en büyük süper devletlerinden biri olan iktidann kademelerinde kendini gösterebilmektedir. Ve şunu bir belge olarak biliyoruz ki, bugün Rusya'daki bankaların yüzde 80'i örgütlü suç kuruluşlarının sermayesiyle oluşmaktadır. Ve bu, çoğu bankanın sahibinin de, bu örgütlü suç kuruluşları olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle, kara parayı aklamak için çok grift ve karmaşık yollara başvurmak da gerekmiyor. Ve bugün, Rusya'daki bankacılık sisteminin kendisi, en büyük para aklayıcı mekanizmalardan biridir.

Şimdi üzerinde durmak istediğim; bugün mevcut suç kuruluşlarıyla daha eski düzende nomenklaturaya bağlı olarak belli grupçuklar halinde işleyen ve kendileri de suç grupları oluşturan kuruluşları karşılaştırmak olacak. Size gösterdiğim resimde, Başkan Clinton'un yanında Luçanski adında bir şahsiyet görünüyor. Bu Luçanski Norde(?) şirketinin kurucusudur. Ye Nordek şirketi bugünkü Rusya Federasyonu'nun yurtdışında faaliyet gösteren en önemli ticaret kuruluşudur. Bizim bilebildiğimiz kadarıyla Rusya Federasyonu'nun en büyük kuruluşudur bu. Avrupa'da pek çok ülkeyle ve Türkiye'yle de bağlantıları vardır. Burada Senato'da yapılan bir oturumdan bir alıntı var elimde: Bir senatör, FBI'ın yöneticisine, Vi-yana'da merkezi bulunan Nordek şirketinin ne gibi suç ilişkileri içinde olduğunu soruyor. Gelen cevap

şöyle: "Böyle bir açıkoturumda faaliyetleri hakkında size doğrudan doğruya bilgi veremem. Ancak bu, belgelenmiş bir Rus suç örgütüdür. Belgelenen faaliyetleri; Rusya'nın dışına taşan, Rusya'nın dışında sürdürülen suç faaliyetleridir. Şu anda da Viyana'yı merkez seçmiştir."

(34)

Ve nihayet şunu söylüyor konuşan kişi: "Bugün Rus mafyası dünya için en büyük tehlikedir."

İşte bugün karşımızda yeni tür bir örgütlenmiş suçla karşı karşıyayız. Ve bu, doğrudan doğruya devletin kendi içinde örgütlenen bir suç kuruluşudur. Bunlar milyarlarca dolarlık yatırım yapmaktadırlar. Nitekim Avrupa'daki polis yetkilileri de, bu para nereden geliyor sorusunu sormaktadır. Esasında para esrar ticaretinden gelmiyor. Bu para eski Komünist Partisi'nden ve KGB'den geliyor. Ve bu, kendileri tarafından Batı Avrupa'da yatırım olarak kullanılmış paralardan kaynaklanıyor. Bugün gördüğümüz olgu, eski nomenklatura dediğimiz siyasi sınıfın içerisindeki bir grubun Batı Avrupa'da kurmuş olduğu şirketler vardır. Nitekim bu şirketler de bugün bizim normal anlamda bildiğimiz suç kuruluşlarıyla bir işbirliği halindedirler. Burada bir FBI planı.görüyorsunuz. Bu şemada görülen isimler de, eski Sovyetler Birliği'nde yüksek kademede yönetici olanların isimleri, burada yetkili olarak geçmektedir. Burada gördüğünüz, Rusça olarak yazılı kelime, en yüksek kademeli yönetici demek. Buradaki yapılanmaya baktığımız zaman bunun klasik tipte bir İtalyan mafyası görünümünde olduğunu görüyoruz. Bugünkü Rusya Federasyonu'nda 500-600'ün üzerinde bu tarzda yüksek kademeli yönetim adı altında mafya örgütlenmesine tanık oluyoruz. Ama işin ilginç tarafı şu ki, bu insanların çoğu Batı Avrupa'da yaşıyor. Bunlardan 15'inin Almanya'da, 20'sinin Avusturya'da, 10 ile 12'sinin de İsviçre'de yaşadığını biliyoruz. Neden burada oturuyorlar? Çünkü bu tür ülkeler, yasal ve yasal olmayan faaliyetler arasında kesin bir sınır çekerek, kara paranın aklanması için en olumlu ortamı sağlamaktadırlar. Nitekim bu milyarlarca dolarlık yatırımı Avrupa'da yaptığınız zaman, polis için normal işini yapan bir işadamı ile suç örgütünün, bir kuruluşun parçası olan bir insanı ayırt etmek son derece zor bir iştir. Ve Avrupa ekonomisine nüfuz etmek açısından da son derece başarılı bir yöntemdir bu. Ancak bunlar Avrupa ekonomisini etkilemeye kalkmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda Avrupa siyasetini de etkilemeye çalışıyorlar. Belçika'da Anvers kentinden bir polis belgesi var elimde. İlginç bir konu. Burada gösterdiğim haritada Anvers şehrinin en iyi mahallerini görüyoruz. Ve buradaki caddelerin tamamı, örgütlü suç kuruluşlarının yöneticilerine aittir. Bu bir polis belgesidir.

(35)

Ama hiçbir şey olmadı. Niye hiçbir şey olmadı? Çünkü burada, Amerikan HU kuruluşuyla Rusya'da kendilerine yüksek kademeli yönetici denilen kuruluşlar arasında gizli bîr anlaşma var. Neden öyle bir anlaşma olduğu da bana anlaşılır geliyor. Çünkü Amerikalıların, bu tür örgütlenmiş suç kuruluşlarıyla ilgili bilgi edinmeye ihtiyacı var. Dolayısıyla onlardan bir tanesini kullanarak ve savunarak bunu sağlıyorlar. Bu şekilde işlerini de yapabiliyorlar. Ama bir süre sonra kontrol ellerinden çıkmaya başlıyor. Nitekim Belçika'da gördüğümüz olay da bu.

Şimdi de Türkiye'ye nüfuz etmiş olan bir kuruluştan söz edelim. Rus örgütlü suç uruluşlarının içinde en büyüklerinden bir tanesi. Sözümona Sovyetkaya (?) ismini taşıyor. Bu, hem Rusya içinde hem de Rusya'nın dışında en büyük örgütlü suç kuruluşlarından bir tanesi. İlginç bir olguyu temsil ediyor. Rus İçişleri Bakanlığı'nın belgelerini okuduğunuz zaman Rusya'da 5 ile 6 bin arasında suç işleyen çeteden söz ediliyor. Yani verilen rakam 6 500 olduğu halde, aslında ülkenin tamamını kendi aralarında bölüşmüş

olan dört belli başlı grup söz konusudur burada. Bern Federal Polis Bürosu'nun bir raporu var elimde. Bu grubun Avrupa'da bulunan bütün şirketlerinin listesini sıralamışlar. Aklınızda kalması için söylüyorum, bazı isimler zikredeceğim: İvankof adında biri var. Bu, iki yıl önce ABD'de tutuklanmış bir şahıstır. Rahimov adında bir başkası da Özbekistanlıdır ve Özbekistan'da yüksek kademeli yöneticilerden biridir. Ve Enver Altaylı adında bir işadamıyla iş yapmaktadır. Enver Altaylı kimdir? Ben kendisini 70'li yılların sonu ve 80'li yılların başından, Almanya'dan tanıyorum. MHP'yi Avrupa'da inşa eden kişilerin başındaydı. O sırada Frans Joseph Straus ile çok yakın ilişkideydi. Aynı sırada başka bir bağlantısı daha var Altaylı'nın, ki bundan utandığını sanmıyorum. CIA ile bağlantısı var. Bunu izleyen yıllarda Enver Altaylı'yı, bir işadamı kimliğiyle görüyoruz. Eski SB'nin yeni kurulan devletleriyle sık sık iş yaptığını görüyoruz. Birlikte iş yaptığı insanlar, şu anda kara para aklamakla suçlanıyorlar. Bunu söyleyen de ben değilim, isviçre polisi. Fransızca olarak okuyorum: (Bir kara para aklama şebekesinin içinde olduğu anlaşılmıştır ve bu şebekenin de birtakım branşları vardır.) Bu kuruluşun başında bulunan Sergei Mihailof da, şu anda Cenevre'de tutuklu bulunmaktadır.

(36)

İsviçre'de tutuklanmadan önce, iki yıl boyunca sürekli olarak Antalya'ya geldi. Kendisinin buraya geldiğini hem Alman, hem Avusturya hem de İsviçre polisi belgeledi. Çünkü hem Mihailof u hem de bu Sovyetkaya (?) denilen kuruluşun ne yaptığını yakından izliyorlardı. Tabii ki tatile de çıkıyorlardı. Ancak bu, sadece ve sadece yatırım yapmak içindi. Antalya bölgesindeki gazinolara yatırım yapıyorlardı ve otel satın alıyorlardı. Alman ve Avusturya polisi, Türk polisine, "Ne oluyor" diye soruyordu. Düne kadar hatta bugün bile bir cevap alabilmiş değiller. Tabii bu paranın nereden geldiğini, hangi güzergâhtan geçerek buraya geldiğini bulmak çok zor, bunu anlıyorum. Ancak bugün, Batı Avrupa ülkelerinin pek çoğunda kara para aklanmasına karşı bir mevzuat oluşturulmuştur. Eğer 20 bin Alman markından fazla paranız varsa bankaya yatırın siz de görürsünüz, böyle bir para" yatırıldığı zaman bankanın bunu polise haber verme zorunluluğu vardır. Ve nitekim bu parayı yatıran kişilerin de kimliklerini belgelemeleri gerekir. Öyle sanıyorum ki Türkiye'de böyle bir mevzuata gerek var. Çünkü suç örgütlerinin can-damarı esasında bu paraların kaynağıdır. Eğer bu kaynak kesilirse can-damarları da kesilmiş olur. Ancak Doğu Avrupa suç örgütleri gibi bir örgütle karşı karşıya kalındığında, ki bunlar gelirlerinin yüzde 50'sini bürokratik anlamda değişik devlet kademelerine rüşvet olarak veriyorlar. Dolayısıyla aynı parayla Almanya'da, Avusturya'da ve Türkiye'de neler yaptıklarını tahmin edebilirsiniz.

(37)

TÜRKİYE EKONOMİSİNDE

UYUŞTURUCU VE KARA PARANIN YERİ

Doç. Dr. Veysi Sevi

ğ

Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi

Uyu

ş

turucunun Getirdi

ğ

i Para,

Sanayi Kesiminin Üzerine Yürümeye Ba

ş

lamı

ş

tır

Bütün olumsuzluklara rağmen, böylesine bir konuyu gündemde sıcak tutmak için bu toplantıyı

düzenleyen İşçi Partisi'ne teşekkür ederim.

Değerli konuklar, ben sadece olayı sıkıştırarak aktarmaya çalışacağım. Sıkıştırmam, son bir yıl olacak. Şimdi gündemde son derece canlı bir olay var. Türkiye'de bavul ticaretinden elde edilen paranın miktarını iktisatçılarımız tartışıyor. Kimine göre 20 milyar dolar oldu, kimine göre 10 milyar dolar, kimine göre de 4 milyar dolar. Bavul ticaretinden gelen bu dövizin böylesine tartışılır olması

nereden kaynaklanıyor?

Merkez Bankası, hükümetin direktifiyle, konuyu açıklamak zorunluluğu duydu. Merkez Bankası, uzun süredir Türkiye'de bir döviz dengesizliğinin yaşandığının farkında. Bu dengesizlik

şudur: Türkiye'nin ihracatı bellidir. Türkiye'ye giren ve çıkan döviz miktarı bellidir. Öte yandan bir döviz fazlası var ülkemizde. Bunun kaynağı nereden gelmektedir?

(38)

Bu olay uluslararası arenadaki rakamlara sıkıştığı için, Merkez Bankası, çok safiyane bir şekilde, herkesi uyutabileceğim zannederek şöyle izah etti: "Türkiye'de bavul ticareti vardır. Buradan giren dövizler kayıtlarda pek gözükmez."

Bu, çocuğun bile kanmayacağı, bilimsel olarak irdelendiğinde açıkça ortaya çıkacak bir olaydır.

Türkiye'de, örneğin bir ay içinde Türkiye'ye giren, çıkması muhtemel dövizden fazla döviz bulunmaktadır. Bu bir yerden gelmektedir. Buna baktığımızda, Türkiye içinde görülmeyen muhtemel dövizin, bu olaya neden olmayacağını anlayabiliyoruz. Bir örnek olayla devreye gireyim; bir ay içinde, diyelim ki Türkiye'ye giren döviz farklılığı, hesapdışı 1-1,5 milyar dolar olsun. Bu 1,5 milyar doların nereden geldiğini bankalar aracılığıyla tespit etmek mümkündür. Bir de bakıyoruz ki, örneğin 1997 Şubat ayında, bir kişi tarafından bankamıza yaklaşık 700 milyon dolarlık bir hesap açılmış. Bu, Türkiye'de ufak tasarrufların hesabı değildir. Bu, bavul ticaretinin tasarrufu da değildir. Bu hesabı açan, isimsiz, yaşı 28 olan bir kişidir. Sonra da bu para çekilmiştir. Nereden çekilmiştir, nereye gitmiştir; paranın akibeti belli değildir.

Şimdi bunu daha teknik olarak değerlendirebilirim. Bu olay, 1993 yılından itibaren her geçen gün artmaktadır. 1994 krizi dendiği vakit, Türkiye'den yurtdışına 10 milyar dolar çıktığını, bir uluslararası kuruluş ifade etmiştir. Türkiye'den 10 milyar dolar kayıtdışı çıkmıştır. Bunu da hemen bir şeye bağlamışlardır. Türk halkının tasarrufları, altın tasarrufları, uluslararası alanda satılarak nakte çevrilmiştir. Türkiye, 1994'teki krizi bununla atlatmıştır biçiminde bir açıklama yapılmıştır.

Merkez Bankas

ı

'n

ı

n "Bavul Ticareti" Dedi

ğ

i, Uyu

ş

turucu

Paras

ı

d

ı

r

Şimdi değerli konuklar, Türkiye'ye bir yerlerden döviz girişi vardır ve devlet, bu dövizin kaynağını açıklarken, masumane bir şekilde bavul ticareti demiştir. Bu, bavul ticareti değildir. Bu, uyuşturucu ticaretinin Türkiye'ye getirdiği ve belli kesimleri beslediği bir paradır. Bu paranın boyutlarını, bir Dünya Bankası iktisat danışmanı, yapmış olduğu hesaplamada, çok geniş bir aralık içinde değerlendirmektedir. Demek ki, 500 milyar dolar ile bir trilyon dolar arasında olduğu biliniyor. Hangi ülkelere ne kadar girdiği konusunda ise kesin bilgiye sahip değiliz diye, araştırmasını bağlıyor.

(39)

Yapılan hesaplamalara göre, bu paranın önemli bir miktarı Türkiye üzerinden dolaşmaktadır. Bunun yaklaşık 50 milyar dolar olduğunu bugün için hesaplamak mümkündür. Netice itibariyle en fazla 10 milyar dolarlık bir azalmayı ifade etmektedir. Çünkü bu paranın bu miktarını oluşturan kısmı: taşımacılık, muhafaza, geliştirme ve işleme kısmıdır. Yani işçilik kısmıdır. Bu işçilik kısmının Türkiye üzerinde kaldığı, artık kesinleşmiştir.

Bu miktarı banka hesaplarında görebiliyor muyuz? Bu konuda resmi belgelere başvuruyoruz. Bu bir araştırmadır. Bugün bankalardaki döviz giriş ve çıkışlarına baktığımızda, bankalarda büyük döviz miktarlarının bir gün girdiğini, ertesi gün çıktığını görüyoruz. Yani tasarruf olarak duran mevduat, giren çıkanın yaklaşık yüzde 14'üdür. Tabii, Merkez Bankası'na intikal ettiği zaman bu fazlalık çıkmakta. Yoksa bu fazlalık, esasında bu da değildir. Bavul ticareti olarak ifade edilen para, bu değildir. Bu, bir kısmıdır.

Acaba bu paralar ne oluyor? Bakıyoruz Türkiye, hayali ihracat kadar hayali ithalatın da tutkusundadır. Basit bir rakam veriyorum; 1996 yılının ilk üç ayında yapılan ithalatın bir bölümünün, nerede kullanıldığı, ne için getirildiği belli değildir. Çünkü, uzaya monte edilen bazı araçların kimi parçalarının ithal edildiğini görüyoruz. Bu ülkenin, uzaya monte edilen hangi uzay aracı vardır ve nereye monte edilmiştir?

İncelendiğinde, ithalat kayıtlarının gerçekçi olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Türkiye'de döviz çıkışlarının banka vadelerine dayandığını ve bu havalelerin birtakım ülkelerde yoğunlaştığını görüyoruz. Alman gazeteci arkadaşım burada çok güzel bir şey söyledi. Türkiye'de, Almanya'ya giden paranın kaynağı sorulmuyor ki! Veya İsviçre'ye giden paralar... Niçin gidiyor, nasıl gidiyor sorulmuyor.

Şimdi bakıyoruz, basında değerli bir meslektaşımız şunu yazıyor: Amerika'nın ve Güney Amerika'nın bazı yerlerinde Türk işadamlarına villalar satılmakta. Bir hayli satılıyor ve bir hayli de reklamı var. Bu paralan kimler gönderiyor? Bakıyoruz, bu paraların sahipleri olarak görünen kişilerin, Türkiye'de hiçbir ticari faaliyetin önde gelen isimleri olmadığını tespit ediyoruz. Bu paralar, muhtemelen, bu trafiğin içerisinde görev alanların değildir.

Referensi

Dokumen terkait

Penyimpanan bahan baku pembuatan ikan tuna kaleng telah dilakukan dengan baik yaitu bahan yang sudah di cuci dan disiangi (penghilangan organ dalam) segera dimasukkan kedalam

Pada pasien ini proses perawatan lukanya dilakukan setiap hari, pada hari pertama pasien dilakukan perawatan luka yang sama dengan kien lainnya dan di beri salep dari

Perilaku konsumsi keluarga Desa Babakan yang paling dominan yaitu, setia pada satu merek dalam jenis dan bentuk susu yang dikonsumsi, frekuensi pembelian lebih dari seminggu

Berdasarkan hasil penelitian Sikap Ibu Hamil Tentang Pemeriksaan Kehamilan di Wilayah Kerja Puskesmas Jatiwates Kecamatan Tembelang Kabupaten Jombang tahun 2015,

dan tiadalah (kejahatan) yang diusahakan oleh tiap-tiap seorang melainkan orang itulah sahaja yang menanggung dosanya; dan seseorang yang boleh memikul tidak akan memikul

Prinsip perawatan infus dilakukan dengan prinsip aseptik (steril) seperti mencuci tangan sebelum dan sesudah melakukan tindakan, memakai sarung tangan tujuannya

Berdasarkan penjelasan yang sudah dijelaskan diatas tadi mengenai perbankan syariah dan perkembangan index saat ini serta adanya perkembangan perbankan syariah yang