• Tidak ada hasil yang ditemukan

Turk Tekelci Burjuvazisinin Tarihsel Olusumu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Turk Tekelci Burjuvazisinin Tarihsel Olusumu"

Copied!
28
0
0

Teks penuh

(1)

TÜRK TEKELCİ BURJUVAZİSİNİN

TARİHSEL OLUŞUMU

B. BARKAL

BROŞÜR DİZİSİ: 6

Töz Basım-Yayım San. Tic. Ltd. Şti. Baskı: Aydınlar Matbaacılık

Dizgi: İlke

(2)

İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER ... 2

TÜRKİYE'DE BURJUVAZİNİN TARİHSEL EVRİMİ... 3

I. KOMPRADOR SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞI ... 3

Osmanlı burjuvazisinin oluşum süreci... 3

Gayrimüslim burjuvazinin özellikleri ... 4

II. TÜRK BURJUVAZİSİNİNDOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ ... 5

Yerli burjuvazi, 1908 ve 1919-1923... 5

İktidardaki Türk burjuvazisi ve "cumhuriyet"... 7

Devlet kapitalizmi ve burjuvazi ... 9

Savaş yılları... 10

YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİ VE BURJUVAZİNİN TEKELLEŞME SÜRECİ ... 12

I- İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA TOPLUMSAL-EKONOMİK GELİŞME VE BURJUVAZİ . 12 II- TÜRKİYE'DE KAPİTALİST GELİŞMENİN YENİ VARYANTI VE BÜYÜK BURJUVAZİNİN TEKELCİ DÖNÜŞÜMÜ (1945-1960) ... 13

III- TEKELCİ BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİN PEKİŞMESİ DÖNEMİ (1960-1980) ... 15

İmalat sanayiinde yoğunlaşma ve tekelleşme... 16

Bankalar ve tekelleşme ... 19 EMPERYALİZM VE TÜRKİYE ... 21 -II-... 23 -III-... 24 -IV- ... 26 -V- ... 28

(3)

TÜRKİYE'DE BURJUVAZİNİN TARİHSEL EVRİMİ

I. KOMPRADOR SERMAYENİN ORTAYA ÇIKIŞI

Marx, Kapital'in Almanca baskısına yazdığı önsözde, "Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olana, ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir" der. Ne var ki,

kapitalizmin işleyiş yasalarının evrenselliğini göstermesi bakımından açıklayıcı olan bu yaklaşım, İngiltere merkezli klasik gelişme yolunun bir tekrarı olmayan Türkiye kapitalizmi söz konusu olunca yetersiz kalır. Çünkü, kapitalist aşamaya geç giren ve yaklaşık 150 yıldır yarısömürge durumunda bulunan Türkiye'de kapitalizmin gelişme tarzı, Batı Avrupa ülkelerindekinden bir hayli farklıdır.

Batı burjuvazisi, tekelci aşamaya gelmeden önce "ilkel sermaye birikimi" denilen ve sanayi devrimiyle sonuçlanan en az 3-4 yüzyıllık bir süreçte oluştu. Bir yandan halk yığınlarını topraktan ve geçim araçlarından koparan, diğer yandan sömürgelerin talanından ve dolandırılmasından elde edilen serveti metropollerde sermayeye çevirmeye dayanan bu birikim süreci, kartopundan büyüyen bir çığ gibi ilerlemiş ve sermayenin egemenliğiyle sonuçlanmıştır. Burjuvazinin devrimci çağını yaşadığı söz konusu dönemde kapitalist gelişme yolunun feodal düzene köklü darbeler indiren burjuva demokratik devrimler ve bilimsel-teknik sıçramalarla açılması ise sürecin diğer bir yönüdür. Buna, sanayileşmenin yabancı boyunduruğu tanımayan ve feodalizmin tasfiye edildiği bir temel üzerinde yükselmesini de ekleyebiliriz. Sonuç olarak, 19. yüzyıl sonlarına doğru tekelleşen ve finans kapital aşamasına geçen Batı Avrupa sermayesi, onu yaratan söz konusu tarihsel süreçle bir bütünlük oluşturur.

Buna karşılık, Batı Avrupa ülkelerinin feodal ekonominin yıkıntıları üzerinde sanayi devrimini yükselttikleri ve üretici güçleri özgürce geliştirdikleri 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu henüz feodalizmin doruğunda bulunmaktaydı. Gerçi, Osmanlı toplumunun ilk burjuva sınıfı söz konusu yüzyılda ortaya çıkmıştır; ama bu sınıf ne feodalizme karşı mücadele içinde gelişmiş ne iç dinamiğe dayanan bağımsız bir gelişme göstermiş, ne de asalaklığın ötesine geçebilmiştir. Kısacası, yeri geldikçe ileride de değineceğimiz gibi, Osmanlı burjuvazisinin doğuşu ve birikim süreci kadar ekonomide oynadığı rol de Avrupa burjuvazisinden farklıdır.

Gerek bunu gerekse Osmanlı burjuvazisinin yapısal özelliklerini ortaya çıkarabilmek için, epey geriye, bu burjuvazinin "tarih öncesi"ne kadar gitmek gerekiyor.

Osmanlı burjuvazisinin oluşum süreci

15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı egemen sınıfları ticaret yollarının kontrolüne ve Doğu ile Batı ticaretine büyük önem veriyorlardı. Ama Osmanlı feodallerinin ticarete sermaye birikimi açısından yaklaşmaları mümkün değildi; çünkü devlet düzenlemesine tabi olan ticaret, onlar için, kentlerin iaşesini sağlayan, artı ürünün akışını yönlendiren ve hazineye mali gelir getiren bir araç idi. Asıl gelirler toprak rantından ve savaş ganimetlerinden sağlandığından dolayıdır ki, Avrupa devletlerine tek yanlı ayrıcalıklar tanımak demek olan kapitülasyonları vermekte de bir mahsur görmediler. Bu yüzden, Avrupa devletlerinin hemen hepsine peşpeşe -yenileme ve ekleri de içeren- kapitülasyonlar verilebilmiştir. Oysa bu, 17. ve 18. yüzyıllarda ithalatlarını sınırlayıp, ihracatlarını artırmaya çalışan merkantilist dönem Avrupa devletlerinin tam tersi bir tutumdur. Gerçi Avrupa tüccarına tanınan bu olağanüstü imtiyazlar Osmanlı İmparatorluğunun güçlü olduğu zamanlarda büyük bir tehlike yaratmayacaktır; ama bunlar, sonradan çöküş sürecine giren imparatorluğun yabancı kapitalizmin sömürgeci boyunduruğu altına girmesinin bir kaldıracı, bir çekirdeği olmuşlardır.

Biraz sonra göstereceğimiz gibi, hem Avrupa sermayesinin sömürüsü, hem de Osmanlı komprador burjuvazisinin yükselişi bu kapitülasyonların sırtına yapışarak gerçekleşmiştir. Tabii ki, sonradan Osmanlı burjuvazisi haline gelecek olan erken feodalizm dönemi tüccarlarının kökleri oldukça eskidir. Fatih Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde -öncesi bir tarafa- üslenmiş oldukları Anadolu kıyılarından Avrupa ile deniz ticaretini sürdüren Venedikli ve Cenevizli tüccarlara dokunmaz, onlara ticaret serbestisi yanında bazı ayrıcalıklar tanır. Bunlara, daha sonraki dönemlerde başka Hıristiyan tüccarlar da katılır ve böylece ilk levanten toplulukları meydana gelir. Yine, Azerbaycan'ı terk ederek İzmit ve Bursa yöresine yerleşen Ermeniler, II. Bayezit döneminde Engizisyondan kaçıp Osmanlı himayesinde İstanbul ve Selanik'e sığınan Museviler, Bizans'tan itibaren Ege kıyılarında ve adalarda deniz ticareti üstünlüğünü koruyan Rumlar ve nihayet çok daha sonraki yüzyıllarda çeşitli Avrupa kentlerinden gelip Anadolu'nun liman kentlerine yerleşen kozmopolit levantenler de bunlara eklenecek

(4)

ve sonradan Osmanlı burjuvazisinin üzerinde yükseleceği "tarih öncesi" kolları oluşturacaklardır. Osmanlı sınırları içinde ticaret ve sarraflık işleriyle uğraşan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlık mensuplarının Avrupa tüccarı statüsü elde edip onların ayrıcalıklarından yararlanmalarına gelince, bu, esas olarak Avrupa devletlerinin elçilikleri kanalıyla Hıristiyan tüccarlara pasaport vererek kendi himayelerine almaları sürecinde ortaya çıkmıştır. 17. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı devleti ile ticari ilişkileri gelişen Avrupa ülkeleri, hem ticaretle uğraşan ve yerel ilişkileri bulunan, hem de yabancı dil bilen Hıristiyan ve Yahudileri konsolosluklarına tercüman olarak alıp, bunlara berat vererek beratlı

tüccar yaptılar. Zamanla sayıları binleri bulan bu beratlı tüccarlar bir dizi sosyal hak elde ettikten

başka, kapitülasyonların sağladığı ticari ayrıcalıklardan da yararlanabiliyorlardı. Böylece, Avrupa ülkeleri, büyük paralar karşılığında sattıkları tercümanlık beratından hem önemli kazançlar sağlamışlar, hem de kendi ticari sömürülerine aracılık edecek bir tabaka yaratmışlardır. Bu durum, bîr yandan yabancı sermaye ile fiili üreticiler arasındaki sömürü ilişkilerinin tepe noktalarına ayrıcalıklı ve himaye altındaki Hıristiyan tüccarları yerleştirirken, öte yandan "Hayriye Tüccarı" denilen Müslüman tüccarları geri plana iterek ikincil ve tabi bir duruma düşürmüştür.

Osmanlı ekonomisinin dünya kapitalist sisteminin yörüngesine girdiği, daha doğrusu Avrupa pazarı için tarımsal hammaddeler üreten ve ondan mamul mallar satın alan bir yarısömürge ekonomisine dönüştüğü 19. yüzyılda, yabancı sermaye ve onun uzantısı olarak hareket eden gayri müslim tüccarlar konumlarını alabildiğine sağlamlaştıracaklardır. Esas itibariyle İngiltere’yle 1838'de yapılan serbest ticaret antlaşmasıyla başlayıp ve Tanzimat Reformları adı altında sömürgecilere tanınan mali haklar ve demiryolları imtiyazları (1854-1856) ile devam eden, Osmanlı Bankası'nın kurulması (1863) ve Düyun-u Umumiye yönetimiyle ise doruğuna varan yarısömürgeleşme, süreci; yabancı kapitalizmin, siyasi, ekonomik ve mali boyunduruğu kadar komprador sermayenin yükselişinin de yollarını döşemiştir. Yabancı sermayenin içteki mevzilerinin güçlenmesinden en çok yararlananlar, acentelik ve komisyonculuk gibi işler yaparak Avrupa ile ara bağlantıyı sağlar duruma gelen Hıristiyan tüccarlar ve levantenler olmuşlardır.

Hıristiyan ve Yahudi burjuvazisinin esas karargahları İstanbul, İzmir. Bursa, Selanik, Halep vs. gibi büyük liman kentleri ve önemli ticaret merkezleri idi. Bunlar, Avrupa ticaret merkezleriyle olduğu kadar, yerli üreticiler, büyük toprak sahipleri, mültezimlerle de yakın bir ilişki içindeydiler; ihraç ve ithal mallarını ters yönlerde pazarlayabilecekleri geniş bir dağıtım ağları vardı. Kentlerdeki ticaret, sarraflık, sanayi ve gayrimenkul alım-satımı gibi işler büyük ölçüde kompradorların ve yabancı şirketlerin elindeydi. İzmir gibi bazı kentlerde nüfusun çoğunluğunu Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve yabancı uyruklular oluşturuyordu. Bunlardan her birinin kendi mahalleleri, kendi okulları, kendi kiliseleri, kendi lokantaları ve eğlence yerleri vardı. Yine, İstanbul’un en seçkin yerleri arasında yer alan Beyoğlu ve çevresi kozmopolit kompradorların gözde semti sayılırdı. Galata ve diğer bazı semtler ise sarraflık merkeziydi; para ve kredi tekelini ellerinde tutan ünlü Galata Bankerleri, burada, hazineye borç para vermek, döviz bozmak, senet ıskonto etmek ve tasarruf toplamak gibi bankacılık alanına giren hemen her işlemi yaparlardı.

Gayrimüslim burjuvazinin özellikleri

19. yüzyılda yabancı sermayenin uzantısı olarak doğmuş ve temel fonksiyonu aracılık yapmak olan burjuva türü sadece Osmanlı İmparatorluğuna özgü değildi kuşkusuz. İspanyolca "satın alıcı" anlamına gelen "komprador" sözcüğü ile anılan burjuva sınıf, kapitalist ilişkilerin az çok gelişmeye başladığı birçok sömürge ve yarısömürge ülkede görülmekteydi. Kompradorlar bu ülkelerin dış bağlantı yerleri olan liman kentlerinde veya ticaret merkezlerinde toplanmışlardı ve yabancı sermayeden aldıkları belirli bir komisyon karşılığında hammadde ihracatına ve mamul madde ithalatına aracılık ediyorlardı. Komprador burjuvazi, yerli sermayenin ayrışmasıyla ortaya çıkıp, görece ulusal çıkarların savunucusu olan ulusal burjuvaziden farklı olarak, toprak ağaları ve feodal bürokrasi ile birlikte emperyalizmin bu ülkelerdeki başlıca sosyal temelini oluşturmaktaydı.

Osmanlı toplumunu benzerlerinden ayıran kendine özgü yanlar da söz konusuydu elbette. Örneğin, siyasi-idari egemenlikle, ticari-mali egemenliğin farklı milliyetler arasında bölünmesi bunlardan biriydi. Engels'in daha 1853 yılında işaret ettiği gibi imparatorlukta idari ve askeri güç Müslüman Türklerin; ticaret, zanaatler ve sarraflık gibi iktisadi alanlar ise Hıristiyanların ve Musevilerin egemenliğindeydi. Siyasi ve iktisadi egemenlik arasındaki bölünmenin benzer bir örneği de, burjuvazisi, esas olarak, Alman ve Musevi azınlıklardan oluşan Polonya Krallığı'nda görülmüştü. Osmanlı İmparatorluğunda egemenlik alanlarının bu etnik ve dinsel bölünmesinde iç dinamikten kaynaklanan etkenler kadar, imparatorluğun çöküş sürecinde kapitalist Avrupa devletlerinin azınlık mensubu Hıristiyan tüccarları tercih etmeleri de rol oynamıştır. Nitekim imparatorluk içinde yaşayan Hıristiyan burjuvaziyi dıştan yaptığı müdahalelerle koruyan ve kendi ayrıcalıklarından onun da yararlanmasını sağlayanlar hep onlar olacaklardır.

(5)

Osmanlı feodalleri ve merkezi bürokrasisi ile kompador burjuvazi arasında çıkar çelişkileri ve sürtüşmeler yok değildi, ama buna rağmen esas olan aralarındaki ittifak ilişkisiydi. Bu ittifakın birleştirici ve yönlendirici gücü ise sömürgeci kapitalist ülkelerdi; çünkü bunlar her iki kesimi de binbir iple kendilerine bağlamışlardı. Nasıl İngilizlere, Fransızlara veya diğer emperyalistlere bağlı komprador sermaye grupları var idiyse, aynı şekilde bu mihraklara bağlı sultanlar, sadrazamlar, paşalar da türemişti. Bürokrasinin tepe noktaları resmen bu ülkelerin elçilikleri tarafından yönetiliyor; her paşa "İngilizci", "Fransızcı", "Rusçu" vs. diye anılıyordu. Avrupa sermayesi yüksek bürokrasiyi komisyon, rüşvet, kendi şirketlerinde idare meclisi üyeliği veya hisse senetleri vermek gibi yollarla satın almıştı. Bu bakımdan, her iki egemen kesim de "ülke"nin ulusal çıkarlarının karşısında yer alıyor, statükonun temel direklerini oluşturuyorlardı.

Osmanlı komprador burjuvazisi ekonomik yaşamın birçok alanında faaliyet göstermekle birlikte, en fazla dış ticaret ve sarraflık alanında yoğunlaşmıştı. Dış ticaret esas olarak yabancı tüccarların ve bunların elindeydi. Kompradorlar bir yandan pazara yönelik üretim yapan üreticiden veya daima ikincil planda kalmış olan Müslüman aracıdan aldıkları tarımsal ürünleri ihraç ediyor ve üretici köylünün artı ürününün önemli bir kısmına el koyuyorlardı. Aynı şekilde, dışarıdan ithal ettikleri veya acenteliğini yaptıkları sınai ürünlerin pazarlamasından da (en ücra köşedeki tüketiciye ulaşabilecekleri bir iç ticaret ağına sahiplerdi) büyük kârlar sağlıyorlardı. Esas işlevleri para ticareti olan sarraflara gelince bunlar önce iltizam sisteminin işleyebilmesi için gerekli borçları sağlayarak palazlanmışlar, sonra ise Osmanlı Devletinin mali işlerini üstlenebilecek bir güce ulaşmışlardır. Bankaların olmadığı dönemlerde banka işlevini yerine getiren sarraflar, bankacılığın gelişmesinden sonra bile önemlerini kaybetmemişlerdir.

Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı üzere Osmanlı burjuvazisinin karakteristik özelliği, esas olarak, üretici olmayan, spekülatif alanlarda faaliyet göstermesi idi. Çünkü bu burjuvazi, imalat sanayii, maden işletmeciliği, halıcılık, tarım vs. gibi sektörlere de yatırım yapmasına karşın bunlar ithalat ve ihracatın yanında oldukça önemsiz kalıyordu. Aslında, Osmanlı burjuvazisinin ticari ve spekülatif karakteri onun yabancı sermayenin bir uzantısı olmasından ileri gelir; çünkü yabancı sermaye de daha çok ticaret ve mali alanla ilgileniyor, en az yatırımı sanayie yapıyordu.

Bundan şu sonuç. çıkar: Emperyalist sermaye gibi, onun uzantısı komprador sermaye de asalak bir sınıftır. Gerçekten de, Osmanlı burjuvazisi feodal yapının devrimci dönüşümü ve ulusal bağımsızlık ile ilgilenmediği gibi, üretici güçlerin özgürce gelişmesine de çalışmadı. Bu yüzden, kendi gücü oranında bir proletarya yaratması mümkün değildi. Nitekim 20. yüzyılın başında o günkü Osmanlı sınırlan içindeki ücretli işçilerin (sanayi ve hizmetler alanın da) sayısı 250 binin altındaydı. Ve aynı dönemde, yabancı ve komprador sermayeye ait 10'dan fazla işçi çalıştıran imalat işyeri sayısı 100'den fazla değildi.

II. TÜRK BURJUVAZİSİNİNDOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ

Yerli burjuvazi, 1908 ve 1919-1923

Burada amacımızın Türk burjuvazisinin iktisadi ve siyasi bir tarihini yazmak olmadığını belirtelim. Ancak günümüzdeki tekelci burjuvazinin özelliklerini kavrayabilmede, gayri müslim burjuvaziye rakip olarak ortaya çıkan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştirdiği burjuva devrim adımlarıyla kendi egemenliğinin yolunu açan Türk burjuvazisinin ilk dönemlerine kısaca bir göz atmanın yararlı olacağı düşüncesindeyiz.

Osmanlı imparatorluğunun erken dönemlerinde Anadolu ve Doğu ticaretine egemen olanlar genellikle Müslüman tüccarlardı. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı'nın adım adım Avrupa kapitalizminin yörüngesine girmesi sürecinde; iç ticaret, bir yandan gerileyip öte yandan kıyı kentlerine kaydıkça, gayri müslim tüccar Müslüman tüccarı gitgide geri plana itmiştir. Yarısömürgeleşmeyle birlikteyse birinciler aracı ticaret burjuvazisi durumuna yükselirlerken, ikinciler önemli bir güç olmaktan çıkacaklar ve en fazla bu burjuvazinin taşeronu olabileceklerdir. Zanaata dayalı yerli sanayide durum daha da kötü idi; çünkü, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa mallarının istilası sonucu bu sanayi çöküş ve gerileme sürecine giriyordu.

Sonuçta, 19. yüzyılda yerli sanayi ve ticaret burjuvazisi demeye layık bir sınıf oluşmamıştı; sadece Selanik gibi bazı kentlerden kapitalist unsurlar, değişik yörelerde ticaret yapan Türkler ve ticaret ve sanayie sıçrama isteği taşıyan feodal eşraf söz konusuydu. 20. yüzyıla girildiği sıradaysa yerli kapitalizm henüz filizlenme aşamasındaydı ve Türk ticaret burjuvazisi belli belirsiz denecek kadar zayıf ve dağınık durumdaydı. Ama öte yandan, aralarında Musa Akyiğit, Ziya GÖkalp, Yusuf Akçura ve Tekin Alp gibi Osmanlı aydınlarının veya Rusya'dan göç etmiş Türklerin bulunduğu bir "Millî iktisat" görüşü de gelişip yaygınlaşmaktaydı. Bu akım, Osmanlıcılık kalıntıları içermesine ve bulanık olmasına karşın esas olarak doğmakta olan Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil ediyordu; nitekim 1908 Jön

(6)

Türk Devrimi'yle de kuvveden fiile çıkabilmiştir. Gerçi ittihat ve Terakki hiçbir zaman homojen bir hareket olmamıştır; çünkü içinde aristokratlar ve yabancı sermaye savunucuları kadar, Ermeni veya Arnavut milliyetçileri de vardı. Ancak hareketinin içeriği ve vardığı yer itibariyle özünde Türk kapitalizminin ve milliyetçiliğinin çıkarlarını temsil etmekteydi. Bu bakımdan önderlerinin bizzat kapitalist olup olmamaları, bu gerçeği değiştirmez.

Feodal Abdülhamit istibdadına karşı gerçekleşen 1908 devrimi, özünde Türk kapitalizminin çıkarları gözetilerek atılmış bir burjuva devrim adımıdır. Ancak bu burjuva devrimi, radikal ve demokratik değildi; aksine, hem ürkek ve tutucu, hem de işçi ve köylüleri devre dışı bırakan bir üst tabaka devrimi idi. Feodal rejime indirdiği darbelere ve etrafında estirdiği özgürlük rüzgarlarına rağmen alt ve üstyapıda köklü dönüşümler sağlayamadığı gibi; ne antiemperyalist olmayı (Türkiye'de bu olmadan burjuva demokratik bir devrim mümkün olamazdı) başarabildi, ne de dünya savaşı sırasında Alman emperyalizmine teslim olmaktan kaçınabildi. O zamanki Osmanlı toplumunun en önemli sorunu olan köylü sorununda İttihatçıların yaptıklarının hemen hemen bir hiç olması iyi bir ölçüdür.

Bununla birlikte, İttihatçıların iktidara hakim oldukları 1. Dünya Savaşı yıllarında Türk kapitalizminin gelişmesi doğrultusunda bir dizi önlem aldıkları da görülmektedir: Kapitülasyonların kaldırılması, bazı himayeci gümrük vergilerinin yürürlüğe konması, Türk-İslâm unsurların sınai ve ticari yatırımlarının özendirilmesi vs. gibi. Bu önlemler Alman emperyalizminin çıkarlarıyla fazla çelişmese de, en azından İngiliz ve Fransız işbirlikçisi komprador burjuvalar karşısında Türk burjuvazisini güçlendirmeyi ve geliştirmeyi gözetmekteydi.

Nitekim İttihat ve Terakki iktidarının desteğinden ve savaş koşullarından yararlanan Türk burjuvazisi bu yıllarda dikkat çekici bir atılım yapacaktır. Gelişme hızı bakımından Müslüman Türk eşrafın gayrimüslim kompradorlara fark atması bir rastlantı değil, tersine İttihatçıların Anadolu'yu ve Türk sermayesini ön plana alıp kayıran ekonomi politikalarının bir sonucudur. Yoksa, 1913-1918 yılları arasında ticaret, sanayi, bankacılık, inşaat ve taşımacılık sektörlerinde kurulan 123 anonim şirketin çoğunluğunun Türk kökenli sermayedarlara ait olmasını başka türlü açıklamak mümkün değildir. Buradan hareketle, Türk milliyetçisi burjuva aydınlarının teorisini yaptıkları "Ulusal İktisat"ın yarım yamalak da olsa İttihatçılar tarafından politika alanından ekonomiye aktarıldığını söyleyebiliriz.

Şu halde, 1908 Devrimi'nin içeriğinin Osmanlı aristokrasisi ve komprador burjuvaları tarafından değil Türk burjuvazisi tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan, 1908 Devrimi Osmanlı toplumsal düzenini Tanzimat tarzında restore etmeyi amaçlayan bir hareket değildir; aksine, süreklilikte ortaya çıkan bir kesinti, kopuşa yönelen bir başlangıç adımıdır* Hatta, özdeş olmasalar bile büyük ölçüde İttihatçı kökenden gelen ve onun mirasına dayanan Kemalistlerin önderliğindeki Kurtuluş Savaşı bu kopuşu daha ileri götürmüş, en azından Osmanlı hanedanına son vererek yeni Türk devletine geçişi sağlamıştır. Gerçi her iki adım da Türkiye'de burjuva demokratik devrimi tamamlayamamıştır ama kapitalist gelişme yolunun açıldığı da görmezden gelinemez bir gerçektir.

II. Meşrutiyet'ten sonra palazlanan ulusal ticaret burjuvazisinin, gelişmesinin önündeki bazı engelleri asıl Kurtuluş Savaşı'ndan sonra aştığını belirtmiştik. Bu burjuvazinin, 1919-1923 yıllarında, hem siyasi iktidarın asli ve yönlendirici gücü haline gelmesi, hem de rakibi gayri müslim burjuvaziye ağır darbeler indirerek onun yerini alması başka türlü yorumlanamaz. iktidarın Türk burjuvazisinin eline geçmesi (diğer ortaklarıyla birlikte), feodal Osmanlı Devletinin yıkılarak yerine yeni bir devletin kurulması ile sonuçlandığından, ne kadar ihtiyat payı bırakırsak bırakalım politik bir devrim niteliği taşır. Ayrıca, 1919-1923 burjuva devrimi siyasi bağımsızlığı sağlaması, İslama dayalı Osmanlı hukukunun yerine Batıdan uyarlanmış burjuva hukukunu geçirmesi, eğitimi laikleştirmesi, tarikatlar ve tekkeler gibi dinsel kurumları yasaklaması, aşarı kaldırması vs. ile de bunu tamamlayan ek argümanlara sahiptir.

Ancak Kemalist burjuva devriminin sınırlı, uzlaşıcı ve tutucu yanları da mutlaka dikkate alınmak zorundadır. En başta Kurtuluş Savaşı siyasi bağımsızlığı sağlamasına ve emperyalizmin ayrıcalıklarına bazı sınırlamalar getirmesine rağmen yarısömürge yapıya son vermiş değildir; dolayısıyla antiemperyalist yanı oldukça cılızdır. Sonra, ikinci aşamaya geçildiğinde, yani iktidar elde edildikten itibaren feodal, yarıfeodal ekonomiye dokunulmamış, tersine Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren toprak ağaları, şeyhler, din adamları vs. ile ittifak siyaseti izlenmiştir. Daha sonra, burjuvazi ile toprak ağaları ittifakı zaferi sırtından kazandıkları halk yığınlarını devre dışı tutmuşlar, onların kendi örgütleri ve talepleriyle siyaset sahnesine çıkmasına engel olmuşlardır. O yüzden, "demokratik" bir karakter taşımayan 1919-1923 Devrimi, burjuva demokratik özgürlüklere kapalı, siyasal çoğulculuğu

* Son yıllarda Sivil Toplumcular ve benzer görüşler savunan bazı sol gruplar arasında 1908 ve 1919-1923 hareketlerini

burjuva devriminden savmama modası gelişmiştir. Bunlara göre, her iki burjuva devrimi de Osmanlı devlet geleneğini olduğu gibi sürdüren, bir kopuştan çok Tanzimat reformlarıyla özdeş bir sürekliliğin söz konusu edilebileceği girişimlerdir. İlk bakışla "pek devrimci" görünen (sözümona Kemalizmin etkilerinden arınmış olunuyor!) bu tez, Türk tarihini düz bir evrimden ve restorasyon hareketinden ibaret gören idealist tahtı anlayışından başka bir şey değildir. Çünkü, Fransız Devrimi'nin özellikleri, ondan çok farklı tarihsel-toplumsal koşullarda gerçekleşmiş Türk burjuva devrimlerinde aynen görülmek isteniyor; görülemeyince de feodal bürokrasinin reformlarıyla bir sayılıyor.

(7)

dıştalayan tek parti sistemine dayalı bir otoriter rejimle sonuçlanmıştır. Burjuva devriminin feodalizme karşı gelişmemesi ve emperyalizme teslimiyetçilikle sonuçlanması olsun, oklarını Kürt ulusuna ve Türk işçi-köylü yığınlarına yöneltmesi olsun, onun bu özellikleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.

1919-1923 Devriminin özgüllükleri ve onu 17. ve daha sonraki yüzyıllarda gerçeklesen klasik Avrupa burjuva demokratik devrimlerinden ayıran temel karakteristikler kavranamazsa, Kemalizm kuyrukçuluğuna veya nihilizme düşmek kaçınılmazdır. Zaten, 1908 ve 1919-1923 burjuva hareketlerini Osmanlı despotizminin doğrudan bir devamı olarak gören Sivil Toplumcu/ATÜT'çü tezler olsun, Kemalizmi "küçük burjuvazinin sol kanadı"nın ideolojisi sayan ya da ona Jakobenlİk izafe edenler olsun aynı kavrayışsızlığın kurbanıdırlar.*

Kurtuluş Savaşı, kapitalizmin yükseliş döneminde zafer kazanan klasik tipte burjuva demokratik devrimlerden farklı olarak, kapitalizmin genel bir bunalıma girdiği ve Ekim Devrimi'nin yeni bir çağ başlattığı koşullarda gerçekleşti. Bu koşullarda, burjuva devrimini işçi ve köylü yığınlarıyla ittifak içinde yürütmek, emperyalizme ve feodalizme karşı radikal taleplerle yola çıkmak, iplerin burjuvazinin elinden çıkmasına ve devrimin durdurulamaz bir hal almasına yol açabilirdi. Bunun için Kemalist önderlik her evrede kendi solunu tırpanladı ve 1789 Fransız modelindeki gibi halka inisiyatif tanımadı. Burjuvazinin zayıflığıyla da birleşen bu korku nedeniyle Kemalistler baştan itibaren Kurtuluş Savaşı'nın feodalizmin kökten tasfiyesine yönelmemesine dikkat ettiler; üstelik bu, toprak ağalarıyla kurulan ittifakla da perçinlendi. Mücadele sahnesine çok geç çıkan Türk burjuvazisi dünya kapitalist sisteminden kopmak gibi bir düşünce taşımadığından ve asıl niyeti gayrimüslim burjuvazinin yerini almak olduğundan, emperyalistler karşısında da ölçülü ve temkinliydi. Sonuçta, bu ve benzer etkenler, 1919-1923 burjuva hareketinin hem köklü dönüşümlere yol açmasını baştan önlemiş, hem de onun çok çabuk tutuculaşıp Türk halk yığınları ve Kürt ulusu üzerinde zorba bir diktatörlükle sonuçlanmasını beraberinde getirmiştir.

İktidardaki Türk burjuvazisi ve "cumhuriyet"

Burjuva kurtuluş hareketinin zaferi iktidara Türk ticaret burjuvazisinin ve yarıfeodal toprak ağalarının gelmesiyle sonuçlandı. Böylelikle, yeni Türk devleti işgalcilerle işbirliği yapan Saray çevresini ve Hıristiyan komprador burjuvaziyi dıştalayarak, yerli egemen sınıflar bloğunu kapsayan cumhuriyetçi bir biçime dönüştü, yarısömürge yarıfeodal bir ülkeye özgü bu cumhuriyetin bir başka özelliği de, Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması ve üstündeki "Türk" damgasıyla Osmanlılık kadar Kürtlüğü de dıştalamasıydı.

Ulusal ticaret burjuvazisinin iktidarı elinde tutmakla rakibi komprador burjuvazi karşısında önemli bir güç kazandığına kuşku yoktur. Ama şu da var ki ittihat ve Terakki'den beri uygulanan politikalarla Hıristiyan kompradorlara zaten önemli darbeler indirilmiş bulunuyordu. Çünkü, 1914-1924 yılları arasında başta politik zor olmak üzere bir dizi yöntem uygulanacak ve bundan sonuç da alınacaktır.

Bunu, ilkin Ermeni ve Rum tüccarlara karşı ekonomik boykot veya sınır dışı etme gibi yöntemler uygulayan İttihatçılar başlatmışlardır. En basit örneği, 1915 soykırımı sırasında Çukurova'da büyük miktarda toprağı elinde tutan Ermeni toprak sahiplerinin ülkeyi terk etmek zorunda kalmaları sonucunda bu toprakların Türk yağmacılar tarafından gaspedilmesidir. Aynı şey Rumların başına da gelecektir. 1912'lerde başlayıp 1923'teki Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesine kadar devam eden sürgün sırasında, 1 milyon civarında Rum Anadolu'yu terk etmiştir, terk etmek zorunda bırakılmıştır. Göç edenlerin bir kısmı da işgalci Yunan ordusunun safında yer alan Rum tüccarlar ve toprak sahipleri idi. Kısacası, etnik ve dinsel çatışmaları da kullanan Türk burjuvazisi, ithalat ve ihracattaki aracılığı önemli ölçüde tekelinde tutan Ermeni ve Rum tüccarlara ekonomi dışı yollarla darbe indirmiş ve bu tekeli önemli ölçüde kırmıştı.

Türk burjuvazisi müteakip atağını ise iktidarı eline geçirdiği 1923'ten sonra yapmıştır. Daha Kurtuluş Savaşı sırasında örgütlenen Türk ticaret burjuvazisinin yaptığı ilk işlerden biri, Kemalist bürokrasinin desteğiyle yabancı sermaye ile ilişkilerini geliştirmek ve ortak şirketler kurmak oldu. Gerçi bu dönemde Rum, Ermeni ve Yahudi kompradorlar hâlâ belli mevzileri ellerinde tutuyorlardı. Hatta Türk isimleri kullanmak ("dönme" olayı), Türk kökenlilerle ortaklık kurmak ve yabancı sermayeyle olan eski ilişkilerden yararlanmak gibi yöntemler kullanarak döneme ayak uydurmanın yollarını buldular. Ama artık birinci plana geçen ve emperyalist tekellerin acenteliğini ve komisyonculuğunu üstlenerek, ithalat ve ihracatta aracı payının çoğuna el koyan Türk ticaret burjuvazisi olacaktır.

Bu da gösteriyor ki, Kemalist burjuvazi siyasi bağımsızlığı kazandıktan sonra antiemperyalist

* D. Perinçek grubu ve hâlâ Mahir Çayan'ın Kemalizm tahlilini savunan THKP-C kökenliler (Mesela Dev-Sol) bu ikincilerin tipik

örneğidir. Bu gruplar. Kemalizme, "küçük burjuvazinin sol kanadı" ya da Jakobenizm gibi misyonlar yüklemekle Kurtuluş Savaşı'nı Fransız Devrimi ile özdeşleştirmiş oluyorlar. M. Kemal'in şahsında Robespierre'i aramak, iki devrim arasındaki çağ ve fonksiyon farklılıklarını hiç anlamamak demektir.

(8)

barutunu büyük ölçüde yitirmiş, tasfiye etmektense yabancı sermayeyle ilişkiler geliştirmeyi tercih etmiştir. Ülkenin yarısömürge yapısının olduğu gibi bırakılması da, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı sırasında ekonomik bağımsızlık üzerine söylediklerinin demagojiden öteye gitmediğinin kanıtıdır. Gerçi kapitülasyonların resmen kaldırılması, bazı millileştirmelere gidilmesi ve yerli ekonominin çıkarlarının nispeten kollanması gibi sınırlı adımlar atılmamış değildi. Ne var ki, emperyalizmin ekonomik ve mali egemenliği devam ediyor, yabancı sermaye yeni yatırımlar yapmaktan geri durmuyordu. Örneğin, 1926 yılında 6.5 milyon lira olan yabancı sermaye yatırımları üç yıl sonra iki katına ulaşmış 1920-1930 yılları arasında kurulan 201 anonim şirketten 66'sı yabancı sermaye payıyla kurulmuştu. Üstelik yabancı sermaye sadece ticari ve sınai girişimler alanında değil, bankacılık ve kredi alanında da önemli bir rol oynamaktaydı. Sonuçta ortaya çıkan manzara şuydu: Önemli ölçüde tasfiyeye uğrayan Hıristiyan kompradorların geride bıraktıkları boşluk, yeni dönemde, ya yabancı sermayenin bizzat kendisi tarafından, ya da Türk ticaret sermayesi tarafından doldurulmuştur.

Bununla birlikte, Türk burjuvazisi, iktidarı elinde tutmanın ve rakibi Hıristiyan burjuvaziyi geri plana itmenin verdiği avantajla, kendi sermaye birikimi ve merkezileşme sürecini hızlandırma olanağını elde etmişti. Fakat burada hemen sorulması gereken soru şudur: Türk sermayesi, bunu, Avrupa'daki sanayi kapitalizmi çağındaki gibi, genişletilmiş üretimini, tekniği geliştirip emek üretkenliğini artırarak, eski üretim biçimlerini hızla dönüştürüp iç pazarı genişleterek kendi kendini ivmeleme yoluyla yapabilir miydi? Buna vereceğimiz cevap olumsuz olacaktır. Çünkü emperyalizme bağımlı olmakla ve ticari karakteri ağır basmakla kalmayıp, kırda feodal ilişkilerin egemen olduğu, üstelik burjuvazinin bunları devrimci yöntemlerle tasfiye etmek gibi bir niyetinin bulunmadığı koşullarda bu mümkün olmazdı. Türkiye'nin verili koşullarında, verili ekonomi politikalarla yerli sermayenin birikim ve merkezileşme sürecinin devrimci dönüşümlere eşlik etmesi düşünülemezdi. Burada, Türk burjuvazisinin sermaye yetersizliğini telafi etmek için başvurduğu yöntemleri ise şöyle sıralayabiliriz: Yabancı sermaye ihracının çeşitli biçimlerinden yararlanmak, gelişmiş kapitalist ülkelerden kopya edilmiş sermaye örgütlenme biçimlerini kullanmak, devlet kapitalizmi modelini uygulamak ve feodalizmin kalıntılarıyla ittifakı bozmaksızın tarımı yukarıdan aşağı denetleyerek kent ekonomisine kaynak aktarmak. Genelde yarısömürge ülke burjuvazilerine özgü olan bu yöntemler Türkiye'de bazen iç içe, bazen de bunlardan birine ağırlık verilerek uygulamaya konacaktır. Ama Kemalist bürokrasi bir yandan çeşitli teşvik

yasalarını ve destekleme politikalarını, öte yandan işçi sınıfı ve emekçi köylülük üzerinden devlet zorunu eksik etmemeyi sermaye birikim yöntemi olarak sürekli gündemde tutmuştur.

Şimdi de, uluslararası sermayenin tekelleşme sürecine ait örgütlenme modellerinin yarısömürge bir ülke ekonomisine nasıl taşındığı ve tekelci birlikler yaratılmasında nasıl kullanıldığı konusunu ele alalım. Bilindiği gibi bunun en tipik örneği, neredeyse cumhuriyetle yaşıt olup, bugün Türkiye'nin en büyük tekelci sermaye gruplarından biri sayılan İş Bankası'dır. Bir prototip olarak İş Bankası'nın önemi, Batı'dan alınan finans kapital örgütlenme modelinin, sermayenin birikim ve merkezileşme sürecinin kısaltılmasına örnek teşkil etmesinden ileri gelir.

İş Bankası, 1924 yılında, M. Kemal ve Celal Bayar gibi devlet yöneticilerini, bazı kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini kapsayan nüfuz sahibi şahsiyetlerce kuruldu. Ve bu sermaye grubu 10 yıl içinde birçok banka ve sigorta şirketlerinin kurucusu (ve ortağı), madencilikten şeker ve tekstile kadar onlarca anonim şirketin sahibi, yanı sıra dış ye iç ticarete de el atan bir tekel haline geldi. İş Bankası'nı daha doğuş yıllarında tekelci bir sermaye grubu haline getiren ve onu sermayenin "doğal" evrim sürecinin çok ilerisine sıçratan etkenler, bu sermaye grubunun örgütlenme modelinden ve kullandığı yöntemlerden ayrı düşünülemez. Bunları, (1) politik iktidar aygıtının en etkin kullanılışı; (2) banka, sanayi ve ticaret sermayelerinin tek elde birleştirilmesi; (3) dışta yabancı sermaye içte devlet işletmeleri ile ortaklıklar kurulması ve (4) birçok alanda tekelci kontrole sahip olunması olarak sıralayabiliriz. Öyle ki Türk burjuvazisi, sermaye birikimi ve merkezileşmesi sürecini kısaltarak en hızlı şekilde yarısömürge tipi tekele sıçramayı sağlayan bu sistemi, bir süre sonra da Sümerbank ve Etibank türü devlet kuruluşları aracılığıyla uygulamaya koyacaktır.

Türk burjuvazisinin gelişme özellikleri bakımından önem taşıyan diğer bir nokta ise, büyüme ve tekelleşme sürecinin daima emperyalist sermaye ile gelişen ilişkilere paralel olarak ilerlemesidir. 1920'li yılların kapitalistleri ister toprak kökenli olsunlar, ister orta sınıftan gelsinler, isterse bankacılıkla işe başlasınlar, bunlar yabancı sermayeyle acentelik, komisyonculuk ve ortak yatırımlar gibi ilişkilere girdikleri ve faaliyet alanlarını çeşitlendirebildikleri ölçüde tekelci sermaye katına yükselebilmişlerdir.

Bunu, ilk sermaye birikimlerini 1920'lerde yapan günümüzün ilk kuşak holdinglerinin tarihsel evrimlerini izlediğimizde görebiliriz: İşe ticaretle (1938) başlayan V. Koç; pamuk nakliyeciliği ve ticaret yapan (1930'lar) H. Ö. Sabancı, büyük toprak sahipliğinden sanayiciliğe geçen (1925) Çukurova Grubu, ticaret ve sanayii birlikte yürüten (1920-1930) Yaşar Grubu, eczacılıktan gelme (1912) Eczacıbaşı Topluluğu, otomobil acenteciliği yapan (1920'ler) Özakatlar (vs.) gibi bugünkü tekelci sermaye gruplarının temelleri bu yıllarda atılmıştı. Ancak bu ailelerin faaliyetlerini çeşitlendirip tekelci sermaye konumuna gelmeleri II. Dünya Savaşı sonrası süreçte olacaktır.

(9)

Devlet kapitalizmi ve burjuvazi

Devlet kapitalizmi, Kemalist bürokrasinin 1930-1939 yılları arasında ağırlıklı olarak, daha sonraysa hafifleterek uyguladığı ekonomi politikanın genel adıdır. Millileştirmelerden ekonomik müdahalelere, planlamadan kapitalist devlet işletmelerine kadar birçok alanı kucaklayan bu ekonomi politika, Türk kapitalizminin gelişme gereksinimlerinin bir sonucuydu. Yoksa, tarımsal ekonominin ağır bastığı, burjuvazinin esas olarak ticaret karakterli olduğu, varolan çok sınırlı sanayinin nispeten modern kesiminin hemen hepsinin yabancı sermaye denetiminde, geri kalanının ise el emeğine dayalı ilkel biçimlerden ibaret bulunduğu bir ülkede, asgari düzeyde bir sanayileşme başka türlü gerçekleşemezdi.

Türkiye ekonomisi 1929'lara gelirken zaten kriz belirtileri göstermekteydi. Kapitalist dünyayı temellerinden sarsan ve etkilerini sömürge ve yarısömürge ülkelere dek yayan genel krizin etkileriyle de birleşince bu, ekonomide tıkanmaya yol açtı. Uluslararası pazarlarda hammadde fiyatlarında görülen düşüş, Türkiye'ye ihracat ve ithalatta gerileme, tarımsal üretimde azalma, ticaret ve para piyasasında kriz olarak yansımaktaydı. Bu, varlığı esas olarak ticari kapitalizme dayanan Türk burjuvazisinin tıkanması demekti; çünkü ticari kâr düşüşü gerek tek tek kapitalistlerin sanayie geçecek sermaye birikimine sahip olmamalarından, gerekse zaten kriz içinde olan yabancı sermayenin yatırıma ilgi duymamasından dolayı Önlenemiyordu, Böyle olunca, sermaye yetersizliğini ve krizi aşmanın tek yolu devlet kapitalizmine geçiş olmaktaydı.

Kemalist yönetim bu amaçla 1931 yılından itibaren kapsamlı bir devletçi ekonomik program uygulamasına geçecektir. Bu program korumacı önlemleri, millileştirmeleri, deniz ve demiryolu taşımacılığı gibi alanlara devlet tekeli getirilmesini, bazı ithal mallarının devlet denetimi altına alınmasını, beş yıllık kalkınma planları uygulamasını (ilki 1933-1937) vs. içermekteydi. Bunlar içinde belki en önemlisi, 1930'lu yıllar boyunca çok sayıda devlet bankasının ve sanayinin çeşitli dallarını kapsayan onlarca fabrika ve işletmenin kurulmasıdır. Türkiye ölçülerinde her biri tekel konumunda bulunan ve bankacılıktan sanayie, madencilikten tarıma kadar ekonominin bütün dallarını kucaklayan bu devlet kuruluşları, kısa sürede ekonominin en önemli gücü haline geleceklerdir

Temelleri 1930'Sarda atılmış olup varlıklarını bugün de sürdüren devlet banka ve kuruluşları daha o zamandan tekel durumundaydılar. Daha doğrusu, söz konusu tekeller İş Bankası örneğinde de değindiğimiz gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki finans kapital örgütlenme modeli kopya edilerek -tabii bu bir uyarlama olduğundan arada önemli farklılıklar olması doğaldı- kurulmuşlardı. Örneğin Sümerbank para sermayeyi, sınai sermayeyi ve ticari sermayeyi kendi bünyesinde birleştirmiş ve el attığı alanlarda tekel oluşturmuş bir kuruluştu. Bankacılık ve sigortacılık dışında tekstil, şeker, çimento, dericilik, kömür işletmeciliği, ticaret (vs,) gibi sektörlerde onlarca fabrika ve şirketin sahibi ya da ortağı durumundaydı. Yine Etibank, demir, krom, kömür, kükürt, bakır, elektrik üretimi (vs.) türü madencilik ve enerji sektöründe rakipsiz bir tekeldi; öyle ki kuruluşundan 6 yıl sonra 25.700, 15 yıl sonraysa 35.600 işçi istihdam eder bir büyüklüğe ulaştı.

Daha farklı bir ekonomik ve politik temel üzerinde yükselen tekelci devlet kapitalizmi, aynı yıllarda İtalya ve Almanya gibi faşist emperyalist ülkelerin de gündemindeydi. Bu, sadece kapitalizmin genel bunalımının dayattığı bir şey değil, aynı zamanda emperyalist kapitalizmin gelişmesinin doğal bir sonucu, kontrolü altındaki devlet aygıtını kullanarak ülkenin ekonomik, toplumsal ve politik yaşamı üzerinde tam egemenlik kurmak isteyen tekellerin yönelimlerinin de bir ifadesiydi. Ancak benzer yanlarına rağmen feodal kalıntıların ve sanayinin ilkel biçimlerinin önemli bir rol oynadığı, iç pazarı dar ve uluslararası pazarlara açılma olanağı olmayan yarısömürge Türkiye'de devlet kapitalizmini motive eden faktörler daha farklıdır. Çünkü, Türkiye'de devlet kapitalizmi politikasına geçiş, her şeyden önce, kapitalizmin azgelişmişliğinin ve burjuvazinin zayıflığının bir sonucu olarak gündeme geldi. Nitekim bu model benzer nedenlerle aynı dönemde Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkelerde, daha önce ise Çarlık Rusyası'nda uygulanmıştır.

Kemalist ideologlar, devlet kapitalizmini, ta o zamandan "kapitalizm ile sosyalizm arasında

üçüncü bir kalkınma yolu" olarak, veya antikapitalist, halkçı" iktisadın bir biçimi diye lanse ettiler.

Hatta sonradan Kadrocuların ve Yöncülerin prizmasından geçen bu demagoji, Sovyetçi revizyonistlerin ve MDD'ci ortayolcuların literatürüne de girecek ve uzun yıllar Kemalizm kuyrukçuluğunun bir birimi olarak solda etkili olacaktır.* Oysa aynı yanılsamayı "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle" edebiyatıyla ve diğer bazı unsurlarla destekleyen Kemalist ideoloji bunu, korporatist eğilimlerinden dolayı yapmaktaydı.

Sonraki gelişmeler de kanıtlamıştır ki, 1930'lar devlet kapitalizminin ne antikapitalizmle, ne de "halkın çıkarları"yla bir ilgisi vardır. Önce de dediğimiz gibi devlet kapitalizminin çıkış noktası Türk

* 1968lerde M. Belli ve onun etkisindeki THKP-C ve THKO gibi MDD'ci gruplar Kemalist yönetimi küçük burjuvazinin

antiemperyalist iktidarı, devlet kapitalizmini ise onun ekonomik temeli olarak görüyorlar. Hatta bu görüş, iktidarın CHP'den DPye geçişini ve özel sektörün ağırlık kazanmasını karşıdevrim olarak görmeye kadar varacaktır.

(10)

burjuvazisinin kısa ve uzun vadeli çıkarlarıdır. Sermaye kıtlığı çeken burjuvazi, devlet kapitalizmini, birçok azgelişmiş ülkede de örnekleri görüldüğü üzere sermaye birikiminin bir yolu, bir modeli olarak gündeme getirmiştir. O dönemde tek tek kapitalistlerin üstesinden gelemeyecekleri sınai ve mali girişimler, onların hepsi adına kapitalizmin kolektif biçimi demek olan devlet kapitalizmi yoluyla gerçekleştirildi, o kadar. Bunun, devlet işletmeleriyle ortaklıklar kuran, devlet fabrikalarına yüksek fiyatlarla girdi sağlayan veya onlardan maliyetine girdi temin eden ve onların ürettikleri malların satış tekelini eline geçiren kapitalistlere nasıl hizmet ettiğini anlatmaya bile gerek yoktur. Her yerde ve her zaman olduğu gibi devleti elinde tutan sınıflar kim idiyse, devlet mülkiyetine sahip olanlar da onlardı. Bu, 1930 istatistiklerinde hayat pahalılığı artıp dondurulan işçi ücretleri sürekli düşüş kaydederken kapitalistlerin büyük kârlar vurmalarıyla da açıklık kazanmaktadır. Özetle, devlet kapitalizmi, işçi ve köylülerden emdiği kanı burjuvaziye aktaran kolektif kapitalist bir mekanizmadan başka bir şey değildir.

Bu konuda çok daha yaygın olan başka bir çarpıtma ise, devlet kapitalizminin işlevinin, "devlet

eliyle burjuvazi yaratmak" olduğu iddiasıdır. Doğrusunu söylemek gerekirse, modern revizyonistlerin

ve özellikle akademisyen takımının sık sık öne sürdüğü bu tez, devleti, sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının değil, sınıfları devletin yarattığı şeklindeki eski "sınıflarüstü" devlet teorisininin ilkel bir tekrarından ibarettir. Bunlara bakılırsa, Türkiye'de burjuvaziyi devlet, dolasıyla İttihatçılar ve onların devamı olan Kemalist bürokrasi yaratmıştır.**

Burjuvaziyi devletin yarattığı -böyle olunca karşıtı proletaryayı da devlet yaratmış oluyor- görüşünün, çok eski bir oportünist geçmişi vardır. Özellikle, feodalizmden kapitalizme yeni geçilmekteyken, yani burjuva toplumunun sınıfları henüz zayıf durumdayken, küçük burjuvalar devleti toplumun ve kısacası her şeyin yaratıcısı gibi görebilmişlerdir. Örneğin Bakunin böyle biriydi ve Marx onu şöyle eleştirmişti: "Bakunin, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin kendi sermayesine

ancak devletin bir lütfü olarak sahip olduğunu iddia ediyor." Aslında, Bakunin'in burjuvaziyi ve

dolayısıyla toplumsal sınıfları devletin yarattığı görüşü, onun Tkaçyev ve Solovyev gibi popülist yoldaşları arasında çok yaygın bir modaydı. Bizim liberal opotünistlerimiz ve akademisyenlerimiz ise görüşleriyle, Rus popülistlerine yeni bir katkı yapmış olmuyorlar.

Oysa Türk ulusal burjuvazisini ne Jön Türkler ne de Kemalistler yarattılar; onlar olsa olsa zaten doğuş ve gelişme halindeki burjuvaziye sözcülük yaptılar. Sınıflarla devlet arasındaki ilişkiyi tepetaklak eden bu yanılgının kaynağı, Türk burjuvazisinin ilk aşamalarda zayıf, dağınık ve örgütsüz olmasıdır. Bu burjuvazi adına hareket eden Kemalistlerin yaptığı şey ise, devlet aygıtını da kullanarak bu sınıfın yolunu açmaktan ibarettir. Dolayısıyla, 1930'ların devlet kapitalizmi sermaye birikimini hızlandırmak için kullanılan yarısömürge bir ülkenin ve çağın koşullarına uyarlanmış bir modelden başka bir şey değildir. Üstelik bu ekonomi politika Türk kapitalizmini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda burjuvaziyi üst düzeyde kapitalist organizasyon biçimlerine geçişe de hazırlamıştır.

Savaş yılları

Marksist geçinen birçok tarihçi ve iktisatçı Kemalist burjuvazinin savaş yıllarında Alman yanlısı bir dış politika izlemesini sanki beklenmedik ve ani bir dönüşmüş gibi gösterirler. Oysa, kendinden önceki ve sonraki dönemlerden sınai büyüme hızının yüksekliği ve burjuvazinin sermaye birikimindeki atakla (en başta burjuvazinin iç ticaret,, müteahhitlik ve sanayi ağırlıklı katmanları) ayırt edilen devlet kapitalizmi döneminin (1931-1939) politik cephedeki izdüşümü dikkatle izlendiğinde, bunun hiç de rastlantı olmadığı, bizzat bu yıllarda Kemalist iktidarın başlangıçta taşıdığı göreceli burjuva ilericiliğini iyiden iyiye tüketip gerici yönde sistemleştiği ve baskıcı karakterinin gitgide koyulaştığı ortaya çıkar.

Ankara Hükümeti ilk kuruluş yıllarında zımnen de olsa, çoğulcu özellikler taşıyordu. Ama Şeyh Sait İsyanı'ndan, özellikle 1930'lardan sonra sadece halk yığınlarına karşı değil, egemen sınıfların muhalif kesimlerine karşı da katı ve baskıcı bir tutum takınmaya başladı. 1930 sonrasında Kemalist bürokrasinin tek partisi olan CHP'nin devlet ve siyasal yaşam üzerinde tekel kurmasının ve parti kadroları ile devlet kadrolarının aynı kişilerden oluşmasının hukuki bir kimlik kazanması bu gelişmenin bir sonucudur. Parti ilkelerinin, aynı uzamanda anayasanın, hükümetin ve genel olarak devletin ilkeleri düzeyine yükseltilmesi, Avrupa faşizminden esintiler taşıyan savaş yıllarının "Milli Şef" sisteminin yolunun açılmasından başka bir şey değildi. Yine aynı yıllarda şoven-milliyetçi dil ve tarih tezlerinin piyasaya sürülmesi, Kürt düşmanlığına katliamların eşlik etmesi, faşist İtalyan mevzuatından

** "Sınıflarüstü" devlet anlayışının bir parçası da, bürokrasinin "sınıflarüstü" olduğu, hatta egemen sınıflardan bağımsız

bir kategori teşkil ettiği görüşüdür. Kemalist bürokrasiye asla hak etmediği bir ilericilik atfedenler olsun, onu Osmanlı'nın doğrudan bir devamı gibi gören ATÜT'çüler ve Sivil Toplumcular olsun bu noktada birleşiyor ve burjuvaziyi bürokrasinin yarattığı görüşünü öne sürüyorlar. Oysa sınıflı bir toplumda egemen sınıftan bağımsız, onun üstünde bir bürokrasi söz konusu olamaz. Egemen sınıf ile bürokrasi arasında zaman zaman çelişkiler ortaya çıkabilir; ama aslolan bürokrasinin egemen sınıfların hizmetinde, ona bağlı ayrıcalıklı bir sosyal tabaka olmasıdır.

(11)

uyarlanan İş Kanununun yürürlüğe konması (vs.) da tek parti diktatörlüğünün hangi yönde ilerlediğini gösterir. Özetle, bütün bunlar göz önüne alındığında Kemalizme faşizmin Türk versiyonu denmese de, onun faşizmi andıran korporatist uygulamaları gündeme getirdiği ve antidemokratik karakterinin gittikçe koyulaştığı rahatlıkla söylenebilir.*

Burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarda olduğu, tek bir burjuva partisinin siyasal alanda tekel kurup devletle bütünleştiği böyle bir ülkede "Milli Şef diktatörlüğünün gündeme gelmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bundan dolayı, savaş yıllarında gündeme getirilen olağanüstü yasalar, halk yığınları üzerinde sınır tanımayan baskı ve sömürü, Hitler taraftarlığının ve Turancılığın devlet katında yaygınlaşması Kemalist diktatörlüğün gelişiminin yeni koşullardaki ürünleri olarak görülmelidir.

Savaş bahanesiyle bu dönemde çıkarılan belli başlı yasalar, o günkü rejimin karakterini yeterince yansıtmaktadır, Örneğin Milli Korunma Kanunu işçi ücretlerini donduran, zorunlu çalışma yükümlülüğü getiren ve çalışma süresini uzatan bir dizi faşist madde içermekteydi. Toprak Mahsulleri Vergisi, eski aşarı hortlatan yeni vergi yükümlülüğü ile, orta ve yoksul köylülerin tepesine bir kabus gibi çöküyor ve artı ürüne jandarma dayağıyla el koymayı meşrulaştırıyordu. Ama Öte yandan her iki uygulama da spekülatörlerin ve büyük toprak sahiplerinin vurgunlarına eşsiz olanaklar sağlıyordu. Dönemin azınlık milliyetlere yönelik ırkçı-şoven uygulamalarını gösteren diğer ilginç bir yasası ise, Varlık Vergisi Kanunu'dur. Bu yasa, sözde savaş zenginlerinin vergilendirilmesini öngörmesine karşın, Hıristiyan ve Yahudi burjuvalara altından kalkamayacakları ağır vergiler yükleyerek, bu kesimin sermayesini Türk burjuvazisine aktarmanın bir aracı yapılmıştır.

Savaş yıllarında ekonominin faşist karakterli yasalarla yönetilmesinden en kârlı çıkanlar burjuvalar ve toprak ağaları olmuşlardır. Çünkü savaş ekonomisinin ayrılmaz bir parçası haline gelen enflasyon, karaborsa, istifçilik ve spekülasyon ortamından en iyi yararlanabilenler onlardı. Bu dönemde kır ve kent yoksulları açlık ve sefalet içinde boğulurken, stokçuluk ve karaborsacılık gibi yöntemleri de kullanan ticaret sermayesi büyük vurgunlar vurabildi. Spekülasyon ve diğe» yollarla büyük servetler yığan savaş zenginleri %300'den %1000'e varan oranlarda kârlar sağladılar. Sayıları binleri bulan "Hacıağa" türü savaş zenginleri kendilerini birdenbire büyük sermaye arasında buluverdi-ler. Aynı şekilde, iç tüketimin kısılmasıyla yükseltilen ihracattan yararlanan büyük ticaret sermayesi de önemli bir birikim sağladı. Özellikle bankaların bu yıllarda sermayelerini ve net kâr oranlarım birkaç misli birden katladıkları görülmektedir.

* Kemalizmin nitelenmesinde tarih dışı yaklaşım adeta Türkiye Solunun bir özelliği haline gelmiştir. Geçmişte Kemalizme

baştan sona ilerici bir misyon yüklenmesi ve tek yanlı bir abartıcılık moda idi. Şimdi ise. onu doğuşundan son vardığı noktaya kadar gerici ve karşı devrimci hatta faşizmin bir türü olarak tanımlayan zıt bir anlayış gelişmektedir Örneğin, darbeci faşist generalleri Kurtuluş Savaşı sırasındaki M. Kemal'le bir tutan yaklaşım böyledir. Oysa Kemalizmi kendi tarihsel evrimi içinde somut olarak değerlendirmek, her dönemeçteki değişimlerini ve bunların koşullarla bağlantılarını bir bütün olarak ele almak ve tek yanlı m uzaklaştırmalardan kaçınmak gerekir

(12)

YENİ SÖMÜRGECİLİK DÖNEMİ VE BURJUVAZİNİN

TEKELLEŞME SÜRECİ

I- İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA TOPLUMSAL-EKONOMİK GELİŞME VE

BURJUVAZİ

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki süreç Türkiye'nin iç siyasi ve iktisadi ilişkileri bakımından olduğu kadar, kapitalist dünya ekonomisi ile eklemlenmesi bakımından da yeni bir dönüm noktası niteliğindedir. Tabii bu varyantın sosyoekonomik yapı üzerindeki etkileri birdenbire değil, daha ziyade ardışık dönemlerde, kendini göstermiştir. Biz burada konuyu dağıtmamak için büyük burjuvaziyi eksen alacak ve söz konusu değişimin en belirgin noktalarını ortaya koymakla yetineceğiz.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde dünya kapitalist sisteminde meydana gelen değişmeler her şeyden önce uluslararası durumla bağlantılıdır. Savaşın bitiminden sonra halk demokrasilerinin zaferi üzerine başında SB'nin bulunduğu sosyalist kamp dünyanın üçte birini kapsayan bir güç haline gelmiş, uluslararası güç dengesini sosyalizm lehine değiştirmiştir. Bu, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmesiyle ve onun kazanımlarıyla birleşince eski sömürge sistemi giderek çözülecek ve yerini yeni sömürgeciliğe bırakmak zorunda kalacaktır. Diğer önemli bir gelişme ise, savaşta yenik düşen faşist kampa mensup emperyalistlerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa'nın da eski konumlarını kaybetmeleri ve ABD emperyalizminin kapitalist dünyanın tartışılmaz jandarması durumuna gelmesidir.

Bu gelişmeler doğal olarak hakimiyet alanı daralan kapitalizmin genel krizini derinleştirdi. Bunun sonucunda sosyalist kamp ülkelerine karşı soğuk savaş politikasını başlatan emperyalist kampın lideri ABD, Batı Avrupa'da ve Japonya'da kapitalizmi tekrar canlandırmak, sosyalist ülkeleri ablukaya almak ve hegemonyasını dünyanın her tarafına yaymak amacıyla harekete geçti. Truman Doktrini ve Marshall Planı'ndan sonra NATO benzeri askeri örgütlenmeleri gündeme getirdi. Bu, aynı zamanda çöküş halindeki eski sömürgeciliğin yerine yeni sömürgeciliğin inşasını da içeriyordu.

Emperyalistlerin ABD önderliğinde eski sömürgecilik politikasından yeni sömürgeciliğe geçişleri sömürü ve baskının özünü değiştirmedi; boyunduruk altındaki ülkelerin emperyalizm karşısındaki ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik-kültürel bağımlılıkları yine devam etmekteydi. Aradaki en esaslı fark artık eski sömürgelerin görünürde siyasi bağımsızlığa sahip olmaları, yani kendi resmi devletlerini kurabilmeleri idi. Ama öte yandan emperyalist sömürü bütün biçimleriyle devam ediyordu, hatta 1930 krizi sırasında ve savaş yıllarında ciddi bir düşüş gösteren sermaye ihracı savaş sonrasında dünya ekonomisinde görülen canlanmaya paralel olarak hızla arttı. Örneğin ABD'nin yabancı ülkelere yaptığı yatırımlar savaşı izleyen yedi yılda iki misline çıktı.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ileri kapitalist ülkelerdeki ekonomik canlanma üretici güçlerin nispi gelişimine yol açan bilimsel-teknolojik devrime ivme kazandırdı. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi o düzeye vardı ki, üretimin uluslararasılaşmasını da beraberinde getirdi. Bu, daha önceki uluslararası tekellerin devamı olarak ortaya çıkıp muazzam büyüklükteki sermayeyi kontrol eden ve kollarını dünyanın her yerine uzatan çokuluslu şirketlerde ifadesini buldu. Çokuluslu şirketler kâr oranlarındaki azalma eğilimi karşısında çıkar yolu genişletilmiş yeniden üretimlerini sermaye ihracı yoluyla azgelişmiş ülkelere doğru yaymakta buldular. Böylece, metropollerle çevre ülkeler arasındaki uluslararası işbölümünün ağırlık merkezleri değişti ve emperyalist sistem bir yeniden yapılanma dönemine girdi.

Yeni uluslararası işbölümünde metropol ülkeler ileri teknolojiye dayanan havacılık-uzay, elektronik, telekomünikasyon teçhizatı, nükleer enerji vs. gibi modern endüstri dallarını kendi ellerinde tutarlarken, emek-yoğun tekniklerle çalışan -tekstil, gıda, dayanıklı tüketim malları, hatta demir-çelik benzeri bazı ağır sanayi ürünleri üretimi gibi- bazı endüstri dallarını azgelişmiş ülkelere kaydırdılar. Ne var ki yeni sömürgeci egemenlik altındaki ülkelere bırakılan bu emek-yoğun sanayileşme alanı hiçbir şekilde bağımsız gelişme yolunun açıldığı anlamına gelmiyordu. Söz konusu alanlarda çokuluslu şirketlerin denetimi devam ediyordu, çünkü teknolojik-mali bağımlılık yoluyla ya da kendi yavru-şirketleriyle ipleri ellerinde tutuyorlardı. Dolayısıyla, kendi ürettiği makine ve teçhizatın kullanımına izin veren metropol ülke teknolojik ve mali egemenliği sayesinde kâr transferini kolaylıkla sağlayabiliyordu.

Sonuçta, çokuluslu şirketlerin gelişimi ve sermaye ihracı biçimlerindeki değişme, azgelişmişliğin yeniden üretilmesini ortadan kaldırmaksızın bu ülkelerde göreceli bir sınai gelişmeye yol açmıştır. Emperyalizme artan bağımlılıkla atbaşı ilerleyen bu gelişme, bir yandan yerli ve uluslararası sermayenin iç içe geçmişliğini artıracak, öbür yandan bağımlı ülkelerin sınıfsal kompozisyonunu dıştan etkileyecektir.

İşte yeni sömürgecilik döneminde emperyalist sistemde ortaya çıkan bu gelişmeler Türkiye'nin sosyoekonomik yapısını da derinden etkilemiş ve üzerinde daha sonra duracağımız sonuçlara yol

(13)

açmıştır. Ama hemen belirtelim ki Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında girdiği yeni dönemeç salt dış dinamiklerin değil, aynı zamanda iç dinamiklerin de bir sonucudur. Yani, emperyalist sistemde sözü edilen değişiklikler olmasaydı da, önceki oluşumlar Türkiye'de birtakım ekonomik ve politik yönelimleri gündeme getirecekti.

Savaş ertesinde Türkiye'nin çehresinde görülen ilk önemli değişiklik tek parti rejiminden iki partili sisteme geçiştir. Gerçi burjuvazi ve ideologları bunu otoriter bir rejimden "çok partili parlamenter demokratik sisteme geçiş" olarak göstermişlerdir, ama gerçek durum hiç de öyle değildir. Çünkü, ne CHP içinden koparak DP'yi kuran Bayar-Menderes kliğinin 1946 yılında ilk kez yapılan tek dereceli seçimlere katılması, ne de 1950 yılında seçimleri kazanarak iktidara gelmesi burjuva demokratik rejime özgü kurum ve mekanizmaları yaratabilmiştir. Zaten bütün meselenin antidemokratik ve faşist yapısıyla uzun süre ayakta tutulamayacağı anlaşılan eski rejime sahte bir parlamentarizm maskesi takarak ömrünü uzatmaya çalışmaktan ibaret olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. O dönemde gerek halk yığınlarının derin hoşnutsuzluğu, gerekse sosyalizmin ve demokrasi güçlerinin dünya çapında faşizme indirdiği darbeler "Milli Şef" diktatörlüğünü hiç olmazsa makyaj yapmadan ayakta tutmayı olanaksız kılıyordu. Kaldı ki büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iki kliği arasında keskinleşen çelişkiler de böyle bir nöbet değişikliğini gerektiriyordu.

Türkiye'nin iki partili sahte demokrasiye geçişi ile. Batı emperyalizminin ve başta ABD'nin hegemonyasının pekişmesi adeta birlikte ilerlemiştir. Burada hemen belirtelim ki, bazılarının iddia ettikleri gibi Türkiye DP iktidarı ile yabancı kapitalizmin boyunduruğu altına girmiş değildir. Türkiye zaten baştan beri yarısömürge bir ülkeydi, sadece kriz yıllarında ve savaş ortamında emperyalist sermaye ihracı daralmıştı. Emperyalistler ancak savaştan sonradır ki bütün yarısömürge ve bağımlı ülkelere olduğu gibi Türkiye'ye yönelik faaliyetlerini de yoğunlaştırmışlardır. Yeni sömürgecilik aşamasında eskisinden farklı olan şey, Türkiye'nin ABD emperyalizminin dolaysız uydusu durumuna gelmesidir.

Türkiye'nin ABD emperyalizminin dümen suyuna girmesi İnönü döneminde başladı. 1946 Nisanı'nda Amerikan savaş zırhlısı Missouri'nin Türkiye'ye gelişi iki taraf açısından da işbirliği politikasını simgeliyordu. Bu yüzden, 1947 yılında Türkiye'nin Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde gerçekleşen Amerikan "yardımı" kapsamına alınması ve bunu izleyen ikili anlaşmalar sürpriz olmadı. Aslında Türkiye'nin ABD nüfuz alanına dahil edileceği savaşın bitimine doğru belli olmuştu; 1947'den itibaren yürürlüğe konan yardım ve kredi anlaşmaları, Amerikan kaynaklı sermaye yatırımları, peş peşe ülkeye gelen ABD heyet ve uzmanları bunun pratiğe geçirilmesinden başka bir şey değildi. Şu da var ki, Türkiye'nin, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kuruluşlara üye edilmesinin (1947) üzerinden fazla geçmeden 1950'de Kore Savaşı'na sürülmesi ve iki yıl sonra da NATO'ya dahil edilmesi, ABD emperyalizminin hegemonyasının tek bir alanla sınırlı kalmayıp, politik, askeri, ekonomik, ideolojik vs. tüm alanları kucakladığını gösterir. Sonuçta, DP iktidara geldikten sonra selefinin başlattığını tamamlamış ve ülkeyi ABD'nin Ortadoğu'daki bir ileri karakolu durumuna getirmiştir.

Böylece Türkiye'nin o yıllarda başlayan yeni sömürgeci yapılanması bir dönemden diğerine geçerek bugüne kadar süregelmiştir.

II- TÜRKİYE'DE KAPİTALİST GELİŞMENİN YENİ VARYANTI VE BÜYÜK

BURJUVAZİNİN TEKELCİ DÖNÜŞÜMÜ (1945-1960)

Bu dönemdeki ekonomi politikaların belirlenmesinde emperyalist kuruluşlar ve yabancı uzmanlar önemli rol oynamışlardır. Türkiye'nin uluslararası işbölümündeki yerini tayinde başı çeken ABD uzmanları ağır sanayi yatırımlarına son verilerek altyapı yatırımlarına ve yabancı-yerli sermaye ortaklığında iç pazara yönelik tüketim malları üreten sanayie ağırlık verilmesini, devlet sektörü yerine özel sektörün desteklenmesini, yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasını ve tarıma dayalı bir büyüme modeli izlenmesini istemekteydiler.

Gerçekten de DP iktidarı emperyalistler tarafından dayatılan ekonomi politikaları sadakatle izlemiştir. Savaş ertesinden başlanarak dış ticarette korumacılık gevşetilmiş, 1951 ve 1954'lerde çıkarılan yasalarla —örneğin Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu gibi— yabancı sermayeye olağanüstü ayrıcalıklar sağlanmış, karayolları ve baraj yapımına olsun, tarım ve madencilik sektörlerine olsun öncelik verilmiştir. Zaten tarımda kapitalistleşme yolunda önemli bir mesafe alınması bu yönelimden bağımsız değildir. Esasında feodal kalıntılarla ittifak içinde toprak ağalarının burjuvalaştırılmasını gözeten bu ekonomi politika sonucu 1946'da bin dolayında olan traktör sayısı 1956'ya gelindiğinde 43 bine çıkmıştır. Aynı gelişmeler diğer tarımsal girdiler, sulama, ulaşım ve tarımsal kredi gibi alanlarda da gerçekleşince —dünya konjonktürünün de yardımıyla— tarımın

(14)

ticarileşmesinde ve iç pazarın genişletilmesinde belirli bir yere gelinecektir. Tabii bu, tarımsal ihracat gelirlerinin artışına ve tarıma dayalı sanayilerin gelişmesine hizmet etmekle birlikte, hem emekçi köylülük üzerinde sancılı sonuçlar yaratmış, hem de toprak kutuplaşmasını ve kırsal küçük üreticilerin mülksüzleşme sürecini hızlandırmıştır.

Öte yandan, DP iktidara geldiğinde yabancı uzmanların tavsiyelerine uygun olarak kapitalist devlet işletmelerini özelleştireceği vaadinde bulunmuştu. Ne var ki iktidara geldikten sonra tersi bir tutumla iktisadi devlet teşekküllerinin sayısını iki misline çıkarmak zorunda kaldı. Örneğin 1950 yılında sanayide faaliyet gösteren devlet işletmesi sayısı 103 iken, bu 1960'ta 219'a çıkmıştır. Aynı şekilde, 1960'a gelindiğinde sanayideki istihdamın yüzde 43'ü devlet işletmeleri tarafından sağlanmaktaydı. Ve bu işletmelerin sanayi katma değerindeki payları özel İşletmelerden bir buçuk misli daha fazlaydı.

Elbette DP iktidarının bu tutumunu, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin içinde bulundukları koşulların ve stratejik yönelimlerinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Çünkü burjuvazi ne devlet kapitalizminden büsbütün vazgeçebilirdi, ne de göz diktiği bazı alanları devralacak durumdaydı; onun için, DP iktidarı, tüketim malları üreten sanayilere yönelen özel sektörü adım adım geliştiren bir "geçiş dönemi" politikası izlemiştir. Ve bu "geçiş ekonomisi"nde tekelleşme doğrultusunda ilerleyen burjuvazi iki koltuk değneğini birden kullanacaktır: Bu koltuk değneklerinden biri yabancı sermaye, diğeriyse özel sektörle ortaklıklar kurarak ve maliyetinin altında girdiler sağlayarak kaynak aktaran devlet kapitalizmidir. Dolayısıyla, dönem süresince yeni KİT'ler kurulması ve devlet sektörünün genişletilmesi burjuvazinin gereksinimlerinden kaynaklanmıştır.

Burjuvazinin evrimi bakımından 1950'li yılların karakteristik özelliği, daha önceki dönemlerde devlet işletmeleri ve İş Bankası gibi kısmen istisnai nitelikteki özel sermaye gruplarıyla sınırlı olan tekelleşmenin, bu yıllarda burjuvazinin esas özelliği haline gelmeye başlamış olmasıdır. Çünkü savaş öncesinde yabancı tekellerin mamul mallarını pazarlayan (ithalatçılık veya acentelik) kapitalistler 1950'lerden sonra bu aynı malları çokuluslu şirketlerle ortaklaşa işletmeler kurarak yurt içinde üretmeye başlamışlardır. Bu bakımdan, büyük sermayenin ticaretten sanayie yönelerek tekelci ölçekte işletmeler kurmaya başlamalarını bir dönüm noktası saymak gerekir,

Büyük burjuvazinin yabancı tekellerin komisyonculuğundan sanayiciliğe geçişleri bir tercih değil, emperyalizmin yeni sömürgecilik aşamasında ortaya çıkan uluslararası işbölümünün bir özelliğidir. Çünkü artık bu dönemde emperyalistler sermaye ihracını eskisi gibi yalnız hammadde ve altyapı hizmetlerine değil, aynı zamanda ilaç, kimya, tarım araçları, ampul, elektronik gibi dayanıklı tüketim mallan üretimine de yöneltmiş durumdadırlar. Bu yatırımlar çoğu kez yerli burjuvaziyle ortaklaşa veya teknoloji ihracı yoluyla yapıldığı için bağımlı ülke burjuvazileri ticaret ve diğer yollarla sağladıkları sermaye birikimlerini sanayi alanına da kanalize edebilmişlerdir. Hatta bir örneği Türkiye'de yaşandığı üzere emperyalist metropollerin yönlendiriciliği altında yerli-yabancı sermaye ortaklığında tüketim malları üretimine yapılacak yatırımları finanse edecek Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (1950) gibi mekanizmalar yaratılmıştır.

Dünya Bankası'nın girişimiyle kurulan TSKB'nin amacı özel sektörün yapacağı sınai yatırımlara dış ve iç kredi sağlamaktı. Bu nedenle bankanın sermaye aktiflerinin ve olanaklarının en önemli kısmını Dünya Bankası kredileri ve Marshall Planı özel yatırım fonundan verilen borçlar, yani yabancı sermaye oluşturuyordu. Ayrıca, başta İş Bankası olmak üzere 20'nin üzerinde yerli ve yabancı banka, hisse senetli şirket ve kapitalist bankanın ortağı edilmişlerdir. 1950-1962 yılları arasında 500 milyon TL dolayında kredi dağıtan TSKB kredileriyle kapitalistlerin gıda, tekstil, çimento, kimya, seramik, cam vb, alanlardaki yatırımları finanse edilmiş ve büyük sermayeye ait tekelci işletmelerin kurulmasına önayak olunmuştur.

Sonuçta büyük sermaye gruplarının ithalata aracılık gibi işlerden sanayie sıçrayarak çoğu kez ilk ve en önemli sınai şirketlerini bu yıllarda kurduklarını görüyoruz. Daha önceleri KİT'lere veya İş Bankası gibi kesimlere ait olan tekelci işletmelere bu yıllardan sonra gittikçe palazlanan diğer kapitalistlerin yatırımları da eklenmeye başlanmıştır. Kaba bir taramayla bile Koçların, Sabancıların, Eczacıbaşıların, Dinçköklerin, Yaşar ve Bodur gruplarının (vs.) ilk önemli fabrikalarını 1950'lerde kurdukları ve dolayısıyla ticaretten sanayiciliğe geçtikleri görülebilir. Tabii sermaye gruplarının fabrika sanayiindeki bu tekelci dönüşümü yabancı sermaye ve devlet işletmeleri ile iç içe gerçekleştirdiklerini söylemeye gerek bile yoktur. Bunun en tipik örnekleri arasında Amerikan tekelleri, İş Bankası ve V. Koç ortaklığıyla kurulan General Elektrik T.A.Ş., İngiliz-Hollanda tekeli Unilever ile İş Bankası tarafından ortaklaşa kurulan Ünilever-İş ve hemen tamamı yabancı sermayeli olan Türk Philips A.Ş. sayılabilir.

Burjuvazi 1945-1960 yılları arasındaki en önemli atılımlarından birini de bankacılık sektöründe yapmıştır. Bu dönemde 30 dolayında yeni banka kurulmuştur ki, bunun büyük çoğunluğu özel sermayeye aittir. Sayısal bakımdan kendinden önceki ve sonraki dönemleri gölgede bırakan bu gelişme sadece yeni kurulan banka sayısında değil, şube sayısındaki artış ve kârlılıkta da görülmekteydi. Ama burada asıl dikkat çekmek istediğimiz özellik, günümüzün en büyük holdinglerinin

(15)

bünyesinde yer alan Yapı ve Kredi Bankası (1944), Garanti Bankası (1946), Akbank (1948), Pamukbank (1956) vb. gibi büyük bankaların temellerinin bu yıllarda atılmış olmasıdır. Bu bankaların bir diğer özelliği de şudur ki, kuruldukları andan itibaren ticaret, sanayi ve banka sermayeleri arasındaki bütünleşmeye bir basamak teşkil etmişler ve sermayenin tekelleşmesinin en önemli araçlarından biri olmuşlardır.

Sonuç olarak, burjuvazinin evriminde dönemin oynadığı rolü şöyle özetleyebiliriz: Bu dönemde, bir yandan büyük burjuvazi ile orta burjuvazi arasındaki makas açılırken, öte yandan büyük sermayenin öncüleri tekelci bir yönelişe girmişlerdir. Ve bu tekelleşme yalnızca sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinde değil, büyük sermayenin ticaret, sanayicilik ve bankacılık gibi üçayak üzerine oturmasında da kendini göstermektedir. Burjuvazinin üst tabakalarının tekelleşmesini motive eden faktörlere gelince, bunu, ancak önceki evrimleşme ve emperyalizmle yeni sömürgeci bütünleşmenin çakışmasıyla açıklayabiliriz.

III- TEKELCİ BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİN PEKİŞMESİ DÖNEMİ

(1960-1980)

1930'Iar Türkiyesi'nde kapitalizmin azgelişmiş biçimleri ve feodal kalıntılar özel bir ağırlık taşıyordu. Ama yeni sömürgeci eklemlenmenin rayına oturup sonuçlarını ortaya koyduğu 1960 sonrasında ülkenin eski çehresi önemli ölçüde değişti; arabesk görüntü yine devam etmesine rağmen kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği açık bir hal aldı ve daha derinlere nüfuz eden emperyalizme bağımlılıkla birleşerek yarı sanayileşmiş bir yapı ortaca çıktı.

Egemen sınıflar açısından bakıldığında dönemi karakterize eden iki önemli özellik öne çıkmaktadır: Birincisi artık işbirlikçi tekelci burjuvazi sistemin öne çıkan ve mutlak biçimde ağır basan temel direği durumundadır. İkincisi ise, daha önce başlasa da II. Dünya Savaşı sonrasında hızlanan Prusya tipi kapitalistleşme sonucu toprak ağalarının burjuvalaşmaları ve modern kapitalist çiftlik sahiplerine dönüşmeleri az çok tamamlanmıştır. Ve böylece, bir yandan tekelci burjuvazi siyasi ve ekonomik yaşama kendi damgasını vururken, öte yandan feodal kalıntıların ağırlık noktası ulusal sorunla kucaklaşır halde Kürdistan'a kaymıştır.

1960-1980 arası Türkiye tarihinin en sarsıntılı dönemlerinin başında gelir. Kapitalizmin gelişmesinin sonuçlarını yaşamın bütün alanlarında göstermesiyle kırdan kente göç, köylülüğün farklılaşması ve sınıf çelişkilerinin şiddetlenmesi vs, dönemi karakterize eden başlıca özellikler olmuşlardır. 1980 yılına doğru kırsal nüfusun yüzde 80'lerden yüzde 50'lere inmesi, yapısal dönüşümün belirtilerinden sadece biridir. Ama daha önemlisi toplumun emek-sermaye çelişkisi etrafında kutuplaşması ve proletaryanın ülkenin politik ve ekonomik yaşamının merkezinde durduğunu tescil ettirmesidir. Dönemin başında milyon düzeyinde seyreden proletaryanın nicel gücü dönem sonunda birkaç misli katlanacak ve sınıfın mücadelesi halk hareketinin belkemiği haline gelecektir. Zaten şiddetli sınıf mücadelelerine konu olan Türkiye tarihinin bu kesitinin çalkantılı tabiatı öylesine belirgindir ki, bu, darbeyle açılıp darbeyle kapanması yanında, 20 yıl içinde ikisi faşist karakterde olmak üzere üç askeri darbe gerçekleşmesine bakılarak bile çıkarılabilir.

Egemen sınıf hükümetlerinin 1960 sonrasında izledikleri iktisadi politikanın temel içeriği ithal ikameci sanayileşmedir. Bu yüzden, ithalat yerine yerli üretimi gözeten sanayileşme modelinin bir gereği olarak, iç pazara yönelik tüketim malları üretiminde yoğunlaşan sektörler desteklenerek koruma altına alınmıştır. Burjuvazinin ithal ikamesi sayesinde 1963-1977 yılları arasında hızlı bir birikim ve büyüme dönemi yaşadığı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim aynı yıllar arasında tarımsal üretimdeki artış yüzde 3'te kalırken sanayi üretimindeki artışı yüzde 10'u aşacaktır. Ne var ki, sözde emperyalizme bağımlılığı azaltacağı söylenen ithal ikameci ekonomi politika öngörülenin aksi sonuç vererek bağımlılığı derinleştirmekle kalmamış, üstelik ağır dış borçlara ve döviz darlığına yol açarak derin bir bunalımla sonuçlanmıştır.

İthal ikameci sanayileşme sonucu Türkiye'nin emperyalistlerin izin verdikleri dayanıklı tüketim malları üreten sektörlerde yoğunlaşmasını uluslararası işbölümünden ayırmak imkansızdır. Şunu görmek gerekir ki, ithal etmek yerine çokuluslu şirketlerle ortaklıklar kurularak veya teknoloji satın alınarak yapılan "yerli" üretim emperyalist sömürünün bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Zaten, 1970'lerde yıldızı parlayan montaj sanayii yoluyla radyo, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, diğer elektronik eşya ve otomobil gibi dayanıklı tüketim mallarının yerli üretiminde patlama yapılması dış sömürüyü hiçbir şekilde engellememiş, tersine artırmıştır. Bir kez emperyalist tekeller sınırlama ve yasaklar sonucu satamadıkları malları montajcılık kanalıyla satabiliyor, çeşitli yollarla iç pazarı kontrol altında tutabiliyorlardı. Öte taraftan, montaj sanayiinin temel esprisi dışarıdan satın alınan sınai mallarının içeride birleştirilmesi olduğundan, teknoloji ve temel girdi ithali (yüksek ithalat faturasının ve

Referensi

Dokumen terkait

Milli Mücadeleden sonra barışa esas olan Lozan Konferansı yeni Türki­ ye’nin olduğu kadar ismet Paşa’nm da ya­ şamında büyük bir dönüm noktasıdır. O,

ITIBARLI VE NIMETE MAZHAR BIRI OLMAK IÇIN...223. GÖNLÜN HUZURA ERMESI VE VAKAR SAHIBI

(Kainatta ayni Galaksi dahilinde bulunan Merih dünyasında, bütün canlıların yaşaması için elzem olan Güneş, hava ve su Küreyi arza nazaran farklı değildir.)

Seçeneklere sahip olmak, daha geniş bir hareket özgürlüğü ve elde etmek istediğiniz şey için daha fazla olanak demektir.. NLP büyük ölçüde, kişiye daha fazla seçenek ya

Birçok insan için baþarýsýzlýk konusunda dürüst olmak zordur; fakat baþarýsýzlýk yaþamýn ve iþ hayatýnýn kaçýnýlmaz bir parçasýdýr ve aslýnda çok kötü bir

yüzyıla kadar olan dönemde Türkçe olarak yazılmış ve dilbilimcilerce transkripte edilerek yayımlanmış tıp metinlerini bir bütünlük içinde değerlendirerek bu

Kamera ya da görüntüye konu olan cisim çok hareketli olduğu zaman, görüntüde aranılan seçikliğin sağlanabilmesi için, alan derinliğinin geniş olması istenir. Kameranın ya

Zevk ve eğlenceye düşkün olduğu için bedeni yıpranmış olan bu adam, o ana kadar hiç evlenmediği hâlde, altmış yaşın- dan sonra evlenmeye kalkmıştı.. Hayatının son