• Tidak ada hasil yang ditemukan

İskender_Pala___Leylâ_İle_Mecnun

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "İskender_Pala___Leylâ_İle_Mecnun"

Copied!
71
0
0

Teks penuh

(1)

İskender Pala _ Leylâ İle Mecnun

Sunuş

leylâ ite mecnun

Mecnun bir şiirinde "Leylâ'yı henüz tomurcuklan belir¬meden sevmiştim. İkimiz de çocuktuk;

birlikte kuzuları ot¬latıyorduk. Keşke ne biz büyüseydik, ne de kuzular!.." der. Ünlü Türk şairi Fuzulî, çölün bu adı efsaneleşen gencinin hikâyesini anlatırken de onu "Yâ Râb bana cism ü can ge¬rekmez / Cânân yok ise cihan gerekmez" diye konuştura¬rak âdeta bütün macerayı iki mısrada özetleyiverir.

Şark edebiyatlarının en önemli mesnevi konusu olan Leylâ ile Mecnun, asırlar boyunca otuzdan ziyade Türk şa¬iri tarafından yeniden

yazılmıştır. Ancak hiç birisi, "Aşk imiş her ne var âlemde / Ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak" di¬yen, aşkın ölümsüz şairi hazret-i

Fuzulî'ninki kadar lirik, akıcı ve hüzünlü olmamıştır.

Gerek üstad Fuzulî'nin eseri, gerekse diğer Leylâ ile Mecnun'lar, asırlar boyunca Osmanlı coğrafyasının en üc¬ra köşelerinde dahi her yaştan insan tarafından sevilerek okunmuş ve kültür altyapımızın teşkilinde mühim bir rol 6 I I e y I â ile mecnun

oynamıştır. Oysa ki bugünün çocukları ne Leylâjle Meç-

Kerem U Yetişen

(2)

Action Man'lerin kült^bpmbardımanı_jjtında heder ol¬maktalar. Kendi klasiklerimizin bir çizgifilmini^dahi yapa¬madık henüz.

Vaktiyle Almanca, ingilizce, Rusça ve

Ermenice'ye de tercüme edilen ve bugün o dillerin okurlarmca hâlâ bili¬nen Leylâ ile Mecnun, bizde artık neredeyse unutulmak üzere. Kültürümüz bir yerlerde kopup kalmış!..

Sezai Karakoç bu unutuluşa razı olmayarak hikâyeyi manzume biçiminde yeniden yazdı

(bs.1980). Halit Refiğ de filme aldı (1982). Bizim, Türk şiirinin medâr-ı iftiharı Fuzulfnin eserini esas alarak yaptığımız bu çalışma o gay¬retlere yeni bir ilaveden ibarettir. Umarız bütün zamanlari£bjA_e^büyükaşkını tanmıa]^, j de hep var_ ola gelen sevgi tohumlarını

gönlülerinde yeniden yeşertecekler. iskender Pala

Bir Doğuşa Dörtnala.

Bir başkadır çöl... Bambaşkadır çöl...

Bir başka doğar mehtap o akşamlarda; yıldızlar bir baş¬ka parlar... Yer ile gök kucak kucağadır ışıltılı kumların uç¬suz bucaksızlığında.

Sessizlik en büyük ses; yalnızlık en iç¬ten dosttur yıldızların altındaki kutlu demlerde. Yine bu demlerde uzaktan uzağa akan bir kasidenin ılık mısraları, cihanları sürükler ahenkle

peşinden. Keza böylesi geceler¬de açılır gök kapıları uyanık gönüllere...

Sevda çocuklarını uzak nağmelerin kucağında büyüten bir mürebbîdir çölde gece. Dünyaya

(3)

açık; Allah'a yakın. Munis ve kuytu birer hisardır orada kervanların konakladı¬ğı

vahalar. Orada hissedilir ulvî yakarışların hemen kabul olunacağı; orada duyulur içli

aşkların en güzel hayalleri, orada yaşanır en ulvîleri...

Gündüz!.. Çölde gündüz!.. Ah gündüz; ve ah güneş! Hummalı dertler öğüten ömür törpüsü değirmen!.. Dün¬yada cehennemden bir nişane. Dakikaların bile daha uzun yaşandığı çile...

8 M e y lâ ile mecnun leylâ ile mecnun|9

Bir mızrak boyu tepeden püsküren alevlerin kavurduğu bir ateş denizidir gündüzleri çöl. Hele bu denizde, âsûde mahfelerle mücehhez

develer sırtında yüzmüyorsa kara bahtlılar, vây ki vâyL Kavruk tenleri dıştan; yanık bağırları içten. Yakar ha yakar, yanar ha yanar...

* * *

Tam böyle bir gündü. Ufukta uçuk pembelerin büyülü dansı başlıyordu. Solmaktaydı güneşin altın yüzü. Bir at, dizlerinin dermanını

yitirmek üzereydi. Yeni çizgiler belir¬mekteydi bir süvarinin terli alnında. Koşuyordu. Hayır koş¬muyordu, uçuyordu. Uçuyordu, yeni bir

akşamın ulvî şafa¬ğına; uçuyordu, yeni bir

umuda, yepyeni bir mutluluğa!.. Bu gidiş, gündüz gördüğü seraplara değildi. Bu bir büyülü

hakikate idi. Bu bir tılsımdı yıllar yılı özlenen... Bu bir öz¬lemdi hicranı unutan

bakışlara. Bu bir vuslat sarkışıydı tö¬relere uzanan, bir iksîr idi kimya bağışlayan.

(4)

Evet! Bu kanatlanış bir doğuşa idi. Bu uçuş bir ağlayışa idi. Yıllar yılı dualarla istenen bir çığlığa idi. Yakarışların is¬yana uzanacak

uçurumunun başında bir göz yaşma, bir

hıçkırışa... Süt kokularıyla kundağa giren bir bebeğe, dün¬yayı ilk gören bir nur heykeline. Aşkı asaletle büyütecek bir kalp atışına, mânâ bahçesine dikilecek bir özge güle, söz ipliğine dizilecek nice parlak inciye...

Tevbe, hamd ve şükür ile dopdolu bir fazilet timsali sü¬variydi koşan, koşturan; yorulan ve yoruldukça can bu¬lan... Neden sonra sıyrıldı derin tefekküründen ve kanatla¬nan atına baktı. Heyhat!.. Çatlamak üzereydi Aşkar. O an, bir çift kanadın ne büyük nimet olduğunu düşündü süva¬ri. Çar-nâ-çar atı dinlendirmek üzere konakladı. Her şey ve her yer bu gün ne kadar güzeldi. Meltem ne güzel okşuyor¬du terli alnını. Gerçekten hayat ne kadar tatlıydı. Çekirgele¬rin sesleri ve kertenkelelerin ıslıkları yeni yeni duyulmaya başlıyordu. Tebessüm dolu dudakları yavaş yavaş kapandı, şükür pırıltılarıyla dolu gözleri

usulca yumuldu. Koyu bir karanlığın kucağındaydı artık...

Yer: Necid Çölleri

Zaman: Birinci hicret yılı Adı: Mülevvaha'l-Âmirî

Kimliği: Soylu Benî Âmir kabilesinin beyi Meşgalesi: Avlanmak -Gönül kuşunu ve gönül kuşuna-

(5)

Tabiatı: Civanmerd ve pür-marifet Şöhreti: Cihanın yegânesi.

1 Ol leylâ il e mecnun

Şad oldu anınla ata âne Şukrâne verildi çok hazâne

Ad Koydular Çocuğa: Kays.

Uyandığında, gökte Süreyya'nın kandilleri göz kırpaıak kayboluyor, Çavuş yıldızı/Kervankran rıhlet ceres'ini çalı¬yordu. Sevincini

hatırladı birden. Eşi Fatma kendini bekli¬yordu. Bir erkek evlat doğurmuştu, "ikisini de bir an geçir¬meden görmeliyim!" diye düşündü yeniden. Öyle ya, nice seherlerde dilediği, nice

türbelerde adadığı, nice seferlerde aradığı oğul idi bu. Basra'dan Bağdat'a, Kûfe'den Dımışk'a, Peygamber yurdu Mekke'den kutsal beldeYesrib'e, Üçler, Ye¬diler, Kırklar, pirler aşkına, nice uluların nefesleriyle ve him-metleriyle

Allah'dan istediği, umduğu oğul idi bu.

Hüzzam¬dan şevk-efzâya akan bir ezgiydi bu. Kuyuda kova ipine ya¬pışan Yusuf gibi. Hût içinde derya seyreyleyen Yunus gibi. Kâbustan göz

açmak, maraza şifa bulmaktı bu... Oruçta iftar etmek; ramazanda bayram hilalini görmek gibi. "Yücelerden yüce Rabbim! Artık soyumu devam ettire¬cek bir varisim var. Şükürler, şükürler, şükürler olsun!.." di¬yordu içinden. Aşkar'ı okşadı yelelerinden sırtına doğru. Hazırdı artık. Dizginleri eline aldığında haykırmak geliyordu

(6)

12[leylâ ile mecnun

içinden. Uzakta bir ceylan ilişti gözüne. Okunu ve yayını yokladı. Ama hemen vazgeçti ve çölün uçsuz bucaksızlı-ğında dalga dalga yayılan bir sesle sevincini ilan etti: "Sizi oğluma

bağışladım ey ceylanlar! Sizi yavrularınıza bağışla¬dım!" Sonra atının kulağına eğilip âdeta yalvarırcasına fı¬sıldadı.

— Haydi yağızım, vefalım! Uçur beni, götür sevgiliye, ay sevgiliye!

Yurduna yaklaşıp uzaktan def seslerini

duyduğunda ze¬val vakti olmuş, kabile halkı salkım hurmaların koyu gölge¬sinde kendisini bekliyor, müjdeleyici ve kutlayıcı gazeller okuyorlardı, istikbal esnasında altınlar saçarak fakir fuka¬raya, sevinçle süzüldü çadırına.

Vuslat! Ah! Ne efsunkâr bir kelime, ne kutlu bir an!..

Ad koydular çocuğa: KAYS

Kırk gün sönmedi kazanların altı. Her çeşitten yemekler pişti. Yoksulların gönlü hoş oldu, açlar yedirildi, yalıncak¬lar giydirildi. Her bir kabilenin tebrikleri kabul edildi; elçi¬leri ağırlandı. Toy oldu kırk gün. Ama eyvah!..

Yüreklerin bir köşesi daima gamlı kaldı. Gören şaşkın, duyan şaşkındı; susmuyordu Kays.

Ağlıyor, ağlıyordu. Bulutların yere ağla¬dığı gibi ağlıyordu. Bilen yoktu sebebini bu

ağlayışın.

Oysa sebep basitti. Kays anlamıştı dünyanın bir gam yurdu olduğunu. Anlamıştı daha ilk

(7)

günden, buraya dert ve üzüntü çekmeye

gelindiğini. Anlamıştı insanlara "gö¬nül" verildiğini ve ezelde aşkın yaratıldığını.

Anlamıştı gü¬zeli ve güzelliği. Anlamıştı İlâhî sırrı, insanın bir ayna oldu¬ğunu ve Yaradan'ın onda Kendisi'ni temâşâ ettiğini. Eksik¬liğini anlamıştı. Aynaya aksetmeyen görüntüyü

arıyordu. Öteki yarısı yok gibiydi. Kendisini tamamlayacak güzeli

leylâ He mecnun|13

arıyordu ve öteki yarısını aramanın niceliğini anlamıştı. Anlardı bütün bunları elbet. O bir çocuk değildi. O, alelade bir çocuk değildi. O bir sevda çekirdeğiydi. Onda kâinatın en büyük aşklarından biri yüklüydü. Anladığı da oydu za¬ten. Bu sebeple ağlıyordu. Onun için

ağlıyordu. O'nun için ağlıyordu. O'nu arayıp bulmaya vasıta olacak öteki yarısı için

ağlıyordu.

Doğmuştu öteki yarısı aynı gecede. Kimseler bilmiyor¬du bunu, bilemiyordu... Bilemezdi de. Âmiroğulları'nın bir başka beyi Mehdi b. Sa'd'm çadırında doğmuştu Leylâ...

LEYLÂ, "geceye dair, gece gözlü, gece saçlı" demekti. Sonradan gece bahtlı da olacaktı. Kays'm çığlıkları işte bu "gece renkli" güzel için idi.

"Güzel" ne güzel kelime!.. Kays'm ruhu ve canı. Güzel-siz, güzelliksiz Kays olur mu?.. Misk kokmazlık yapabilir mi? Kays sevmezlik edebilir mi? Evet, Kays dadılarını sev¬medi, sevemedi, bir türlü.

Tesadüf, bir hilal kaşlı perî-peyker onu kucağına almış¬tı. Kesiliverdi çığlıklar,

(8)

ağlayışlar, göz yaşları, ilk defa gözle¬rini açıp uzun uzun baktı bu güzelliğe Kays. Güldü, gülüm¬sedi o mah-cemâle.

Ah güzellik!.. Allah'ın bitmez tükenmez; sonsuz eksiksiz kudretinin eseri!., imanın delili, âdem olmanın idrâki. O'ndan bir zerre. Zât'ından bir nişane! Aşkın yegâne vasıtası!..

Elinde oldukça güldü o güzelin; elinden indikçe ağladı Kays. Artık başkaca ne mürebbî, ne dâye!.. Bir yandan Âmiri "Evlad can cevherine bedeldir; evlad bırakan ad bırakır. Emel sandığıma inci doldu, niyet mu¬mum parladı" diye sevinirken öte yanda Kays'm gönlünde şu münâcât vardı:

— Biliyorum Rabbim! Gam tuzağıdır varlık. Hür ol¬mak yoklukladır. Ey cefacı dünya! Bildim sendeki kederin

14

eyla ile mecnun leylâ ile mecnun}15

çokluğunu. Keder çekmeğe arkadaş isterim. Ey felek! Her nerede gam varsa, gönder benim kederli gönlüme ve son¬ra bütün âlemi gamdan âzâd et. Bu yolda azaltma nasibi¬mi! Bana aşk ver. Ne

geldiğimi bileyim, cihâna; ne de za¬manın nice olduğunu!

Güzel dâye Kays'ı canıyla besler, süt yerine ciğer kanını sunardı. Bu güzel ona sevgi emzirir; aşk içirirdi. Kays bir ay parçası, güzel dâye hâlesi. Her geçen gün ona bir kadeh aşk şarabı verirdi, aşk tuzağı ayağını tam bağlasın diye.

(9)

Zaman!.. Ah zaman!.. Hem dost, hem düşman. Hem mazlum, hem zâlim. Aktıkça köpüren bir nehir. Yiğide ayak bağı, nâmerde at meydanı. Sevdaya tuzak, nefrete dost. Aktıkça iyi ile kötünün; iyilik ile kötülüğün yolunu ayırıcı. Rahmette zahmet; zahmette rahmet madeni... Hayırda şer; serde hayır gizleyen sır.

Gel zaman; git zaman!..

Mektepte onunla oldu hemdem Bir nice melek-misâl ku hem

"2 Lâm + 2 Yâ = Leylâ"

Büyüttü zaman Kays'ı. Büyüttü sevdalı

arayışlarını. Mek¬tep dediler, onu mektebe süs verdiler. O gün bir başka süs daha geldi sınıfa. Leylâ!.. Aşk pazarı sürüm kazandı, bir

ha¬reketliliktir başladı gönüllerde. Nasıl

başlamasındı! Leylâ bir ay parçası. Kıvrımlı iki zülfü, can boynuna iki belalı zincir, Kays'ın gönlünü bağlamaya. Yok, yok, zincire çekmeye. Ley¬lâ!.. Kara gözünden sürmenin utandığı; kara benine kara an-berin tutulduğu, kara saçına kara misk'in esir olduğu, sev¬dalandığı. Kızıl

dudakları gül; inci dişler güle düşmüş çiğ ta¬neleri. Konuşsa nefesiyle ölü gönüller

dirilir; sussa diri gö¬nüller ölür. Baksa doğan bakışlı; ama ceylan gözlü. Baştan ayağa gamze. Velhâsıl söz çoktur, güzelliğin vasıflarını söyle¬mek için; ama güzelliğin tatlılığına hiç söz yoktur.

Mektep, Arap kabilelerinin güzelleriyle dolu. Yine de kutup ve mıknatıs, Leylâ!..

(10)

Herkes, her şey, her konu, her ders onun çevresinde gelişmekte. Kays bu dersi en iyi anla¬yan, okuyan. Bu havayı en içten teneffüs eden, yaşayan, hisseden; içen, yiyen,

beslenen... Sözün özü, Kays ile Leylâ sevdanın odağı...

leyla Me mecnun! 7

Aşk odu önce maşuka, andan âşıka düşer derler. Çok geçmeden Kays ile Leylâ aynı kadehten aşk şarabı içtiler, iki tende tek can; bir kabukta çifte badem... Bir sır sorsa bi¬risi Kays'a, ses ulaşır Leylâ'dan; kim Leylâ'ya seslense, ce¬vap alırdı Kays'tan. tçli-dışlı, senli-benli.

Kays'ın yanağı Leylâ'nın kitabı; Leylâ'nın adı Kays'ın tek yazısı: "2 lâm + 2 yâ = Leylâ" Gözüyle seslenir birisi; öbürü cevaplandırır ka-şıyla. Onun göz bebeği, bunun gözü içinde.

Ne çare kısa sürer her mutluluk. Vuslat olunca, ayrılık¬tan korkmak gerek. Cemâl'i Celâl;

Celâl'i Cemâl kuşatır el¬bet. Hicran vuslatın gecesi ise; vuslat firakın şafağıdır, fec¬ridir. Her şafak geceye, her gece fecre varır. Öyle de, Leylâ ile Kays'ın aşkı hiç gizli mi kalır?.. Şafak görünmez olur mu hiç? Hiç yaşanmaz olur mu gece?..

Gül yaprağı gül kokusundan ayrı kalabilir mi? Kimbi-lir?.. Dedikodu yayılınca ayrılır elbet! Annesinin Leylâ'ya öğütleri şunlar:

— Gözüm nuru! Sen nerdesin, aşk nerde? Nerdesin sen, zevk nerde?.. Gölge gibi her yurda yüz sürme, su gibi her engine akıcı olma! Aşk ayıbı yamandır. Vakarını,

(11)

çılgınlığa değişme; lekeleme namusunu! Duydum ki severmişsin be¬yin oğlunu, aşıkmışsm diyorlar. Bunu atan işitse neylersin acep? Bundan böyle evini mektep bil, zamanı muallim! Ankâ-meşrep ol ki adın dillerde anılsın; ama seni görmek imkânı bulunmasın. Kızlar gizli gerek. Gizli olduğu için de¬ğerli değil midir hazine?..

Zalim felek, yaman oynamıştı oyununu. Çirkin rengini gösterdi ve kararttı dünyasını gül yanaklının. Gökkubbe çöktü başına, ağırlığını duydu omuzlarında bütün bir ciha¬nın. Amma ne desin, ne çare kılsın, inkâr yolunu tuttu. Gözyaşlarını yükledi sözlerine.

- Rehberim, dert ortağım, anneciğim! Sözler dersin ki bilmezem ve mânâsını anlamazam. "Aşk, âşık, sevgili..."

Icylâ ile mecnun 11 9 e y I â ile mecnun

diyorsun. Niceliğini biliyor muyum ben bunların? Dün "Okula git, bilgini, görgünü arttır!"

diyordun. Bugün okul yok, diyorsun. Kırar mıyım hiç seni!..

Eyvah!.. Söz oku, yalancılığın eğri yayından fırladı. Leylâ'nın aşktan haberi bulunmadığına ve söylenen¬lerin iftira olduğuna inansa da annesi, Leylâ'ya olan oldu. îlk ceza; eve kapanmak. Ama ne kapanış!.. Müthiş bir

açı¬lış!.. Gözyaşına, hicrana, âh u enîne uzanan bir açılış. Bir açılıştı bu, hem ruhları pişirip hayatın acemiliğinden kur¬taran; medet umduran esen yelden. Bu kapanış, dünyaya ve ağyâre idi;

(12)

bu açılış âleme ve yâre idi. Bir kapanıştı bu, sevince ve eğlenceye; bir açılıştı, yalnızlık zevkine ve hü¬zün mutluluklarına. Yıldızın burca yerleştiği, bu kapanış¬tı. Bu kapanıştı,

cevherin hazineye hapsedildiği. Ateşin aleve düştüğü, bu açılıştı. Bu açılıştı havamn da nefese ve hayata...

Gördü ki bir âfet-i zamane Misli dahi gelmemiş cihâne

Mecnûn-ı Leytf = Leylâ'nın Çılgını.

Acılar çekedursun Leylâ çadırında, Kays'm mutadı her gece hicran, her sabah vuslattı. Yine bu ümitle geldi mek¬tebe ertesi sabah. Bekledi, bekledi, bekledi... Güneş doğ¬muştu, lâkin gelmiyordu ışık. Nemli gözleri hep yolları

gözledi. Tedirgin oldu, sordu, aradı. Ne bir ses, ne bir haber vardı Leylâ'dan. Anlamıştı sonunda; huri cenneti teşrif et¬miyordu, etmeyecekti. Hâlden hâle girdi, fikirden fıkire ka¬natlandı. Dayanamadı ve haykırdı:

— Nedir ey felek bu zulüm? Nettim sana ki dilberin yo¬lunu kestin? Neydi önceleri bu bilişlik; şimdi nedir şu ay¬rılık?..

Cevap almadı felekten, alamazdı da. Her gün aynı sitem Kays'tan, her gün aynı suskunluk felekten. Bütün sesler sessizliğe vardı; sessizliğin adı Leylâ oldu. Ayrılık esiri Kays böyle bir nice gün daha mektebe gelip feryatlar etti. Göz

yaşlarının denizi kenara yetti. Hicranın

şaşkınlığıyla kor¬kulu, dect paylaşacak dosttan uzak, gamıyla yoldaş,

(13)

dildâr sevgilinin hayaliyle başbaşa gezer, konuşur, yaşar oldu.

leylâ ile mecnun[2l

— Gönül sultanım, dünya ışığım, diyordu. Önce be¬nimle görüşmek ne idi; ya nedir şimdi bu ayrılık? iyi gü¬nümde dostum idin; ya nerdesin kötü günümde? Korkuyo¬rum dünyayı yakacak

içimdeki ateş; âlemi sele verecek göz yaşlarım. Gündüzlerin ışığını alacak kara bahtım ve geceye çevirecek. Kendimi vermek istiyorum ecele;

ilgilenmiyor. "Canını Leylâ'ya verdin" diyor. Böyle kendi kendine konuşmalar, gözlerini

Leylâ'nın semtine çevirip âlemi görmeyişler, sorulan her soruya Ley¬lâ cevabını vermekler ve daha pek çok garipten garip dav¬ranışlar,

ağlayışlar, susuşlar, haykırışlar... Kısa

zamanda Kays adı "Mecnûn"a kıyas edilir oldu. Mecnûn: "Çılgın" demek; "Deli" demek. Mecnûn-ı Leylî = Leylâ'nın çılgını...

Öyle bir delilik ki bin akla bedel. O ne çılgınlık ki bin us¬luluğa değer. înce duyuşlar madeninden bir cevherdi bu hâl. Bir kitaptı filozofların içinden çıkamadıkları ilimlerle dolu.

Sessizliğin sesini duymak ve yalnızlığın

derneğini yaşa¬maktı delilik. En uslu haberlerin hazinesi, en gerçek sırla¬rın definesiydi. Bu delilik, en ince hikmetlerde kılı kırk ya¬ran bir feraset; bu çılgınlık, zekâ mekanizmasının azamî sı¬nırlarını zorlayan bir işleyiş. Akılların içinden

(14)

çıkamadıkla¬rı muammaların halli, ayrı bir dili yalnız başına konuşmak.

Mecnûn, çizgi dışı yaratılışın özü; herkese nasip olma¬yacak bir saltanatın şahı. Katre olup umman gibi coşmak; zerre olup kürre-i arzı

yüklenmek... Seneleri gün, günleri an hesabıyla yaşamak. Buradayken orada olmak; geçmişte

geleceği seyrân etmek. Özleneni özünde hissetmek; vâr ile yokun pamuk ipliği...

Ömür varlığım elerken zaman, değişik manzaralar gös¬terir şüphesiz. Istıraplar, zevkler;

kötüler, kötülükler; güzel¬ler ve güzellikler...

Beni Âmir güzellen L yld yi eğlendirmek için kırlara goturdu

03 f E f

Kays olmadan eğlencenin zevki mı olur7 2 4 11 e y I a ile mecnun

Alkışlar... Alkışlar...

Üç bahar geçti Mecnûn'un sevdası üstünden,

güneşten kopmuş üç kara bulut gibi. Şöhretinin sınırları Arap kabile¬lerini aştı. Kimisi

kıskandı onu gıpta etti, ayıpladı; güldü

ki¬misi. Dördüncü baharda birkaç vefalı ahbâb geldi yanına Mecnûn'un: "Üzülme" dedi biri, "Gül çağıdır bu, gam yü¬künden kurtulma vaktidir. Gel bizimle, kırlara çıkalım, güle¬lim oynayalım." Gücenikliğini anlattı bir başkası: "Madem ki

(15)

bulut değilsin, ağlama. Niçin çağlıyorsun ki sel değilsin!.. Al¬lah'ın rahmeti varken, gam

yazıktır bedene. Bahar mevsimi¬dir bu, elbet sevgililer, Leylâ'lar da çıkar seyrâna." Israrlar, ısrarlar... Dostların ardı arkası gelmeyen yalva¬rışları ve Leylâ'nın başı için yeminler. Kederli Mecnûn razı oldu bu gezintiye. Şaşkın şaşkın yürüdü onlarla birlikte. Kâh

çemenlere dert yandı, kâh çiçeklere söylendi. Bir sal¬kım söğüde rastladı kendisi gibi boynu bükük. Bekledi ba¬şında, dertleşti. Bir şakayık gördü bağrı yanık, yalnızlığını ve bağrmdaki yaranın sebeplerini sayıp döktü önünde. Nergisin şehla bakışından Leylâ'nın kara gözünü; gülün renginden al yanaklarını hatırladı, mutlu oldu. Gördü ki her şeyde Leylâ'dan bir iz var. Kumrular onu söylüyor; sel-viler ona özenik. Anladı ki Leylâ geçmiş yakınlarda buralar¬dan. Leylâ'yı hissedince yüreğinde, unuttu dostlarını.

Yürü¬dü... Yürüdü... Gün batımına yakın, bir vahada şakıyan bül¬büller, tanıdık sesler işitti. Yanlış duymuyordu, yanılmıyor-du.

Leylâ'nın dostlarının sesiydi bunlar, Leylâ'nın kabilesi güzellerinin sesi... Yaklaştı, daha yaklaştı. Evet, evet!., işte oydu. Leylâ idi bu. inanamadı bir an gördüğüne. Yoksa yine hayâl miydi? Ama hayır. Gördüğü o idi. Kendisine koşan o idi. Dert ve keder seli, gam denizine akıyordu. Güzelleri, güzellikleri aydınlatan mum,

ciğerler yakan ateşe koşuyor¬du. Maden mıknatısa ulaştı;

(16)

cevher öze karıştı. Leylâ ile Mecnûn ilk kez vasıtasız buluştu.

leylâ ile mecnun|25

Leylâ cennetten bir huri, Mecnûn karanlıkta bir nur. Ley¬lâ güzellik şahikasında dolunay, Mecnûn aşk ikliminde bir sultan. Biri bela çemeninin gül fidanı, öbürü vefa göğünün hilali. Şu gülen, güzellik ordusunun şahı; bu sevinen gam

ül¬kesinin dilencisi. Biri imrenme, öbürü

ayıplanma. Biri dille¬re destan, öbürü efsâneler güzeli. Kucak kucağa iki güneş. Dudak dudağa iki deniz. Çelik mermere çarptı, iradeye ateş düştü, iki tel bir saza düzüldü, hüzzam nağmelerin ahengi coştu. O buna baktı şeyindi; bu onu gördü tutuldu. Akıl ara¬dan çıktı, ruh gölgeye düştü. Mecnûna bu saadet ağır geldi, yıkıldı, serildi; Leylâ iradesini yitirdi bayıldı, serpildi. Taa neden sonra, Arap kabilelerinin biricikleri, sabah yıldızlarının kızları, bu hâle muttali olup koştular, iki âşı-kın teslîm-i rûh

ettiklerini sanıp korktular. Nice pul

şişeler¬den gül suları koklatıp uyandırdılar yalancı ölümden. Son¬ra da Leylâ'ya hitaben korkulu gözlerle bakıp söz ipliğine nasihat incilerini dizdiler:

- Ey güzeller serbülendi, Arabm yüz akı!

Öğrenecek olursa atan, anan bu hâli, korkarız ki incitirler nazik kalbi¬ni, iyi baksan kötü

görünür; doğru söylesen yalan anlaşılır. Şimdi hemen yurduna dönüyoruz.

Dediklerini yaptılar ve onu alıp uzaklaştırdılar zorla Mecnûn'dan. Sonra da

(17)

bu sırrı ilelebed saklamaya and içti¬ler ve bu maceradan hiç söz etmediler.

Beri yanda Mecnûn kendine geldiğinde dostlarını başını bekler buldu. Baktı ki sevgili gitmiş, bir divâne kendisi kal¬mış; zavallı, tamamen

kaybetti varlığını ve yok eyledi aklını. Ağacını yapraktan ve meyveden sıyırdı. Göz yaşlarının da bedenine ağır geldiğini anlayıp yol verdi

seyyâleye. Üzerin-dekileri çıkarıp bir bir, dağıttı dostlarına. Aşk vadisinde ken¬disine girân olur diye çıkarıp fırlattı ayakkabılarını bile. Ez¬cümle, aşk şehidi kefeninden sıyrıldı. Dostlarına ölümcül hasta haliyle, tane tane şöyle vasiyet ve tenbihler eyledi:

2 6 I I e y 1 a tie mecnun I e y t a ile mecnun|27

- Ey sırrımı bilenler, hâlime şahitler! Aşk seli ben zaval¬lıyı boğdu. O denizde vurgun yedim. Benimle bulunmak¬tan sakının artık, istemem ki canıma düşen aşk odu, dil sa¬lıp sizi de

yakmasın. Bir kor düşmesin yüreklerinize ben¬den. Hayrım dokunmadı madem değerli bedenlerinize; şerrim de ilişmesin berrak gönüllerinize...

- Aman ey âşık-ı şeyda! Böyle söyleme! Toparla kendi¬ni Yurdumuza dönelim. Ararlar sonra bizi, meraklanırlar ulularımız.

- irademin dizgini aşkın elinde. Ben nerde; geri dön¬mek nerde? Gayrı bana vatan hikâyesi

anlatmayın, tutsak¬lığıma ferman çıkartmayın! Aşk yolcusuna yol göründü. Bı¬rakın sahralar yurdum, vahalar kâşanem olsun.

(18)

- Ne deriz anana, atana sonra a kutlu kardeş?.. - Deyin ki atama: "Ey cihanın bilgesi ihtiyar! Oğlun yü¬künü hevâya verdi. Gayrı düşünme o garibi. Bu belaya ki uğradın, oğlunun suçu

yoktur. Onunla şâd olmayı umdun, yazık ki ümidin berbâd oldu. Bilesin ki oğlun senden iste¬yerek ayrılmadı. Hiç gücenmedi de giderken. Önden bir çeken, arkadan da iteni vardı."

Zavallı Mecnûn ayrıldı dostlarından ve tuttu çöl yolları¬nı. Özlem yaşlan yolunu çamur etti, üzüntü dikenleri etek¬lerine dolandı. Ateşli âhlarıyla güneşi yaktı, kanlı yaşlarıyla çölü kızıla boyadı. Belâ bulutundan, gözyaşı

yağmurundan ve âhının şimşeğinden gayrı varlık tanımaz oldu. Bu bir hâl idi. Bu başka bir hâl idi. Hâl içinde özge bir hayât, tatlı bir dirlik idi. Viranede kâşane ömrü; kesrette vahdet yurdu idi. Öyle özge bir âlem idi ki, ahlarının

alevinden denizlere ulaşsa bir yalım, denizler kuruyup çöl olur; gözyaşlarından çöle değse bir damla, çöller taşıp deniz olurdu...

Buibul gul için kılınca nâle Derdine deva olur mu lâle

İllâ Leylâ, İllâ Leylâ.

Mecnûn çöllerde perişan gezedursun, Âmirî durumu öğrenince yandı, yakıldı, yıkıldı. Günlerce ve günlerce sor¬du, aradı. Arayan bulurmuş derler, darb-ı meseldir, o da buldu sonunda can paresini bir mugaylan dibinde.

(19)

Yere bulanmış, toz toprak içinde, kederli,

yakası yırtık ve hâli perişan... Gül yanakları solmuş, elif boyu dâle dönmüş. Gönül aynası tozlanmış, keder küfü zihnini bulandırmış. Şerha şerha yollar açmış dikenler bağrında; sünbül saçları dağılmış vahşiyâne ve pejmürde...

Zavallı ihtiyar, bir kez daha ihtiyarladı hâli görünce ve ihtiyarı elden gitti. Dili tutuldu, alevlendi hayret dolu göz¬leri ve resim gibi donup kaldı. Neden sonra kendini hatır¬layıp ses verdi:

— A benim canlar canım, nedir hâlin?.. Gizli sırlarını belli et!.. Kim aldı iradeni elinden? Ne yoldasın ve nedir aradığın? Denizde ise

muradının incisi, söyle gavvâs ola¬yım. Zulumât ülkesindeyse maksadının nuru, çerağ ol âb-ı

hayatla yıkayayım. İllâ ki nedir hâl bileyim!.. leylâ ile mccnun|29

- Ey tatlı sözler eden bilge! Neye dâir bu söylediklerin? Nedir bu faydasız tedbir

arzuları!.. Derdime ilaç olmaksa muradın, bana Leylâ'dan haber ver. Bir söz ki Leylâ değil; duymakta fayda yoktur. Bir söz ki Leylâ'dır; gönlüme cila¬dır, ruhuma şifadır. Gayrisini istemem ve istemeyi de iste¬mem... Ana, ata, hep hikâye!., illâ Leylâ, illâ Leylâ...

Zavallı Âmirî, oğlunun itaatinde ihmâl görünce, anladı hâlin başkalığını ve bir plân kurdu, yüzünde tebessüm, içinde yaşlar:

(20)

Yağmura kavuşmuş çöl gibi dirildi Mecnûn, "Leb-beyk!" deyip ayağa fırladı. Zihninde Leylâ'nın vuslatı, di¬linde Leylâ adı, gönlü hayli zamandır hissetmediği bir coşkuyla dolu ve özlem şarkıları dudaklarında, düştü ba¬basının ardına, eve geldi.

Annesi karşıladı kapıda ve boynuna sarılıp

öpüp-kokla-dı, hasret giderdi bir zaman. Mecnûn, Leylâ diyordu, Ley¬lâ'yı istiyordu. O Leylâ'dan haber sordukça, bunlar öğüt ve¬riyordu. Biri bitirdi sözü, diğeri aldı. Annesi anlattıkça ba¬bası destekledi; babası söze girdikçe annesi tasdik etti. Di¬yorlardı ki:

- Gözümüzün nuru! Senin şanında Arab'ın başı olmak var. Cesaret ve edep, atalar mirasındır. Yakutsun sen, güne¬şe meyledip renk değiştirme. Su kabarcığı denli, içindeki te-nıelsizliğe, aldanmışlığa kanma. Ele verme kendini içi boş ceviz gibi hemencecik. Ağır ol. Kutsal taşlar gibi köşe başı tut. Hevâ ve hevese kapılma; Leylâ diye sayıklama. Binlerce güzeller var Arap

kabileleri içinde Leylâ'dan alımlı. Beğen,

beğendiğini söyle. Yüzlerce kabilenin binlerce güzelini su¬nalım sana. İste sen, biz alalım. Ama ne-olursun namusunu ayaklar altına alma; bir daha yâd ellerin yaban çöllerin yolu¬nu tutma. Asil soyunla ilgini kesip ihanet etme obana. Meş¬hurdur ki aşk canın belasıdır; bu belaya sen can atma!..

(21)

Elverse gedâya pâdışâlık Sanman ki kılar dahi gedâhk

Ey kadr ile kıble~ı kabâıl Senden kamunun muradı hâsıl

3 2 I 1 e y I â ile mecnun

- Medâr-ı varım anam, atam!.. Bilirim yanılmış yolda¬yım. Bilirim, âhımın dumanıyla

bulanmışım. Bilirim işim hoş değildir, ama irâdem yoktur. Ben matlûbum, talip de¬ğil, istenenim ben, isteyen değil. Kudretimin

dizginleri elimden çıkmış. Aklım zayıf, aşkım üstün. Takdir böyle olunca neye yarar tedbir? Padişahlık dilenciye el verse, hiç dilencilikte ısrar mı eder? Doğuştan var olan, gayretle yok olur mu? Benim bildiğim, gül, diken olmaz; diken de gül. Su alçaklardan ayrılabilir mi? Yakmazlık elinde mi ateşin? Ebedî sevgi ezelde takdir edildiyse, bu kader kaza ile önle¬nebilir mi? Mumun hayatı ateştir, canı ateş. Onun hâli ateşle hoştur. Onu ateşten ayırmak isteyen, hayatının yok olmasını dilemiş olmaz mı? Yoksa anacığım, atacığım! Siz bunu mu istersiniz?.. Ben yolumda kararlıyım, sadakatım-dan dönücü değilim.

Söyleyin bana, var mı ki hiç âlemde Leylâ'dan gayrı?..

Mevlâ ile Leylâ Arasında.

Âmirî, Leylâ olmazsa delisinin teselli

bulamayacağını anladı. Tez zamanda onu evlilik zinciriyle yurduna bağla¬ma endişesine kapıldı. Hemen toparladı obasının uluları¬nı, meşveret eyledi ve Leylâ'yı

(22)

istediler babasından. Şöyle başladı söze Âmirî: - Ey değerli dost! Bellidir sence soyum sopum. Dostlu¬ğum etkili; düşmanlığım ise

utandırıcıdır, bilirsin. Dost ol¬mak istiyorum seninle ebediyen. Bilirsin ki âhir-i ömrümde, dualar bereketiyle Allah bana bir cevher

bağışlamıştır, iste¬rim ki bu yakut ile bir taze inci beraber tartılsın, bir kefeye konulsun. Maden ocağı hazineye erişsin, inci ile yakut aynı yüzüğe taş olsun. Âleme meşhurdur, her yerde cevher varsa da uygun yakut nâdir bulunur, işitmişim ki sende bir taze in¬ci vardır. Onu benim yakutuma denk buluyorum. Yüksek ayardan paha biçmektir niyetim. Uygun olursa benimle mu¬radın, dile benden ne dilersen. Sana o denli hazineler suna¬yım ki koyacak hazne bulamayasm da yeryüzüne saçasm. Adımız birlikte anılsın dünyâda; soyumuz birlikte yürüsün.

Leylâ'nın babası anlayınca meramı, pek müşkil bir du¬rumda kaldı ve ezile büzüle şöyle cevap verdi: CD ~< I •§? c a. ©^

Ka be de elbette dualar kabul gorurdu

r

(23)

Gerg çılgınlığı bitsin diye götürülmüştü Katıeye 3 6 I I e y I â ile

- Senin bana akraba olmak istemen şereftir, başımla beraber. Amma senin oğlun acaib bir haleftir, değil mi, ce¬vap ver!.. Onu ayıplayıp kınarken halk-ı âlem, deli diye; söyle, layık olsun mu benim nazlı ceylanıma? Ayrık otuna sarılsın mı şenbelîd? Beraber olur mu hiç dev ile peri? Bili¬riz ki deliye hazine değil virane gerektir. Oğlunun derdine çare bulabilirsen ve aklı başına gelirse eğer; sözüm söz, si¬zindir Leylâ. O hâlde var sen onun ilacını bulmaya çalış.

Âmirî macerayı olduğu gibi anlattı Mecnûn'a. Heyhat, onun cevabı aynı oldu: "Değişiklik

yoktur gidişatımda". Mevlâ'yı bulma yollarının ilk adımında, Leylâ'dan geçme faslına takılıp kaldı. Aşk ile başı hoştu, yolu yordamı

öğren¬mişti. Onun için babasına "Olmaz!" dedi ve bir daha hiç bir şey demedi.

Şaşkın ve biçare baba, ilaç için çok tedbirler eyledi. Nere¬de bir tabib duysa getirtti; nerede bir şeyh duysa eteğine ya¬pıştı. Nice hazık hekimler buldu ama uygun şerbeti bir türlü elde edemedi. Dualar etti, adaklar adadı, olmadı. Büyüler, muskalar yazıldı, tutmadı. Nihayet birkaç gönül dostu ona bir akıl verdiler: "Sana yapacak tek tedbir kalmıştır dünyada. Tutsağını Kabe'ye iletesin ve dua ettiresin. Tecrübe

(24)

makbul, açılan eller doludur. Orada kullar Allah'a yakın, murâdlar âmâde bulunur." Son çâre deyip Âmirî, tuttu elinden can

paresinin, düş¬tü Harem yollarına, iki yolcu... iki ayrı yolcu... Birinde umut; birinde

karamsarlık... Sevinç birinde; öbüründe ke¬der. Hicaz toprağının iki hurma fidanı, üç ayaz

geceden sonra öptüler Beytullah'ın kara tonunu. Kapısına el değdi-rince Kabe'nin, hâli

değişiverdi Mecnûn'un ve sonsuza uzanan bir coşku kapladı içini. Aşk denizinin dalgaları ka¬bardı, coştu ve gönül diyarının sahillerine vurdu ha vurdu. Medd ü cezirlerle sevka gelen ruhunu Allah'a yöneltti, ba¬şını da Kabe'nin eşiğine koydu ve yakarmaya başladı:

leylâ ile mecnun|37

- Ey yücelerden yücelerin kıblesi Kabe! Ey ilâhî yakın¬lık cevherinin sandığı! Ey aşkın

galeyânıyla bağrına "Kara Taş"ı vuran ve

gözünden Zemzem ağlayan Kabe!.. Ey için¬deki aşkı gizlemek için karalar giyinmiş olan

Peygamber¬ler otağı! Ey ilahî aşkın ayak

izleriyle şeref bulan! Billahi, bana o kadar yakınsın ve sana o kadar benziyorum ki,

Peygamber'i seven dostlar aşkına söyle, kime âşıksın?.. Söyle bana, ben en uygun yoldaşım sana. Aşkın bereketi¬ni elde ettiğindendir, insanların seni kıble edinmesi, bili¬rim. Yine bilirim makbûl-i hâs oldun bu yüzden. Şimdi ben sana benzemeye çalışsam cüretkâr mı davranmış olurum, söyle bana?..

Rabbim! Kâinatı yaratan ve onu düzene koyan Rab-bim!.. En küçük canlıları dahî bir

(25)

tertib üzere yaşatıp hep¬sinin rızkını veren ve hiç bir gün hiç birini unutmayan Rabbim!.. Ey evvelkilerin ve sonrakilerin yegane sığınağı, Cennet ile Cehennemin; Kudüs ile Harem'in; Kabe ile Zemzem'in Rabbi. Ey doğunun ve batının, güneyin ve ku¬zeyin yegâne sahibi yüce Allah!.. Ey herkesin Kendisi'ne muhtâc olup da kimseye ihtiyacı olmayan!.. Ey noksandan, kusurdan ve ayıptan münezzeh olan ulu Allah'ım. Benim rızkım ve ruhumun gıdasını aşktan eyle. Şu aşkla dolu ulu mâbed hakkı için, güneş doğup battıkça bana aşk derdi ver. Dünya ile birlikte var olan şu Kabe'nin temelleri gibi aşk binasının

temellerini de benim gönlümde dâim eyle. Her lahza, her an, her zaman aşk ile coşkumu arttır, özle¬mimi çoğalt. Aşk belasıyla beni içli dışlı eyle ve bir an olsun beni o beladan ayırma; ben var oldukça beladan yüz çe¬virtme. Yalvardıkça ben belanın acısıyla, Sen ayrık belalar vererek o acıyı unuttur. Bu duamı kabul eyle ey

kimsesizler Kimsesi! Amin ey murâdlar muradı; âmin Rahman ve Ra-hîm olan kerem sahibi, âmîn, âmîn!..

S-

iyi S i- ~

Cümle vahşetin adı dostluk olmuştu

Gonulier anlaşınca surette kıymet mı kalır? 4 O I ( e y I â ile mecnun

(26)

Duası bitince Mecnûn yüzünü eşikten kaldırdı, göklere baktı, "Yâr! Yâââr!.." diye haykırdı ve düşüp bayıldı. Mec-nûn'un yakarışlanyla

sarsılmış olan babası, bu duaların hemen kabul olunacağını hissetti ve güvercinini elinden uçurduğunu anladı. "Ne gelir elden; takdir böyleymiş!" de¬yip hazırladı atını, aldı

oğulcuğunu terkisine ve obasının yolunu tuttu. Uzun mesafeler sonra çöl ortasında bir dağa rastladılar. Yaklaşırken dağın sarp yamaçlarına Mecnûn kendi kendine bir içli ezgi tutturmuştu. Derinden derine aksetti dağdan bu ses ve zavallı âşık, dağın da kendisiyle birlikte söylediğini sandı. "Aşk dilini anlayan biri çıktı niha¬yet" dedi içinden ve attan indi, babasına veda etti. istiyor¬du ki dağ ile başını yüceltsin,

varlığını onunla ebedîleştir-sin, dünya durdukça dursun. Ne güzel sesleniyordu

kendi¬sine bu dağ. Ne hoş bir sadâ idi bu. Bu bir seslenişti, seherde bülbül öter gibi. Bu bir çağla¬yıştı, dereler denize akar gibi. Bir atılıştı, fırtınalar sahile eser gibi. Bir

vuslat, bir de özleyişti Cennet'te Kevser içer gibi. Bir susayıştı, eller duaya açar gibi ve bir çırpınıştı, top¬rak kendine çeker gibi...

Koştu Leylâ'nın kara sevdalısı. Koştu, durmadan koştu. Dağ sanki kaçıyordu kendisinden. Son bir atılışla eteğine yapışınca aradı dört bir yanı. Kimdi konuşan, cevap veren neredeydi? Herkes, her şey kendisine düşman mı kesilmiş¬ti? Neden

(27)

aldatıyorlardı onu? Yoksa bu muydu sevda? Bu muydu "Kalû: Belâ"dan nasibi? Ezelin sırrı bu muydu, aşka dair? Sonunda anladı aldandığını, aldatıldığını; hayâle ka¬pıldığım, rüyada

yaşadığını ve seraba inandığını. Oturdu,

ağladı... Ağladı... Sonra yola çıktı yeniden, yeni umutlara, yeni ufuklara doğru. Ertesi gün. Ertesi gün ve daha ertesi gün... Hep bir

yolculuktu âlem. Bir konak idi çöller, vaha¬lar. Bir gurbetti dünya, Leylâ içinde bir vasıta. Düşündü Mecnûn, her gün yeniden düşündü. Her an yeni âlemler

leylâ ile mecnun|41

keşfeder oldu. insanlıktan eser bulunmayan bir vahşi âlemin ortasında, çepeçevre bir dünyanın kavurucu sıca¬ğında veya yıldızlar altında

uzayıp giden mavi gecelerin serinliğinde yeniden düşündü ve yeniden dünyalar keş¬fetti. Renkten renge giren bir ruhun, elvan elvan boyanan bir gönlün namütenahi ikilemlerini, medd ü cezirini ya¬şadı geceler ve günler boyu yeniden...

Yalnızdı, ama Birlikteydi. Tek başınaydı, ama O'nunlaydı. Bazen Leylâ ile halvetteydi, bazen yalnızlık kokusunda uyurdu. Bazan da Mevlâ ile Leylâ arasında akardı şuuru yıldırım hızıyla, veya giderdi karınca süratinde. Bazan aklı Leylâ'ya takılır; hicranın, göz pınarlarından çölün kızgın kumlarına sağ-nak sağnak aktığını hisseder, avucunu yakan iki damla göz yaşını Leylâ'nın inci dişlerine kıyaslar, avunur; bazan Mevlâ'ya yükselen ruhu, vuslatın gönül

(28)

penceresinden göklerin serin maviliklerine

buram buram yükselerek dudaklarını kavuran iki kelime ilâhî sırrı, Yaradan'm lüt-fundan sezer, anlar, gülümserdi. Bazan çevresinde dalga dalga nur çemberi, melek kanatlarının şakırtılarını du¬yar; bazan gönlünde hâle hâle bir ışık yumağı, ruh çırpı¬nışlarının âh u enînlerini hissederdi. Günler geceler; ne¬rede, nereden, nereye

geçerdi, bilmezdi. Başı dönmüş bir sevdalı, Leylâ adına bir çılgın, ha burada; ha orada, gezer, gezer gezerdi...

Sahralardaki her günden bir gündü. Dilinde

Leylâ, başında sevda yine hercayî dolaşırken bir ceylan gördü bir avcının tuzağında. Ceylan ona mahzun ve melûl ba¬kıyor; gözlerinden hüzün yaşları akıtıyordu. Ciğeri dağ¬lanmış, ayağı bağlanmıştı. Bu hâl boynunu büküvermiş-ti zavallının.

Buruk bir acı hissetti Mecnûn yüreğinde.

Sevilenden ayrı olmanın hüznünü gördü ceylanın nemli gözlerin¬de. Hele buğulu bakışından

süzülen damlalar yok mu?.. 4 2 | I e y I â tie mecnur

Boynu buruk ayağı Bağlı Şehlâ gozu nemli canı dağlı

leylâ ile mecnun [4 3

Bir alev olup yaktı içini. Bu acıyı iyi

biliyordu. Aslında hiç fark yoktu ceylan ile arasında, ikisi de tutsaktı, ikisi de muhtaçtı. Duaya kaldırdı ellerini. Yalvarmaya başladı. Tak¬diriyle suret aynasında her türlü görüntüyü yaratan

(29)

mer¬hametlilerin en merhametlisi bu yalvarışa karşılık versin istiyordu. Bu ceylan kurtulsun istiyordu. O sırada bir avcı göründü uzaktan. Sevinçliydi. Nasıl sevinmesindi ki, tuza¬ğında ceylan vardı.

Mecnûn bir ona baktı, bir buna. Biri zâlim, öbürü maz¬lum. Gülerken beriki, ağlıyordu diğeri. Katılaşmıştı birinin gönlü, yufkalaşmıştı ötekinin bağrı. Yalvarırken biri, sevinç

çığlıkları atıyordu öteki. Ne garipti şu dünya. Her bir hadi¬sede binlerce hikmet gizliydi

besbelli. Yaşadıkça ne sınav¬lardan geçiyordu insan...

Mecnûn birden pek yakın hissetti kendisini ceylana. Kendi çaresizliğini gördü, hissetti bakışlarında. Birbirleri¬ne benzediklerini düşündü ve avcıya şöyle dedi içler eriten bir hüzünle:

— Avcı!.. Acı şu misk kokuluya. Kıyma çaresiz tutsağa. Bilirsin cefa yamandır; kana kan

istenir eninde sonunda. Bilirsin, kısasa da kısas vardır. Bana bağışla şu zavallının canını, canını seversen!., insanda acıma hissi olmasın me¬ğer; bu güzelliğe kıymakta.

- Bre garip hâili kişi!.. Boşa söyleniyorsun. Budur benim geçimim. Evlâd-u ıyâl var hanede, aç bekleşen. Bazısı doğ¬rudur söylediklerinin

belki, amma çocuklarıma acımaz mıyım sanıyorsun?..

Mecnûn, nesi var, nesi yoksa verdi avcıya. Üzerindeki elbiselerden en değerli olanları çıkarıp sundu ona ve kur¬tardı ceylanı.

(30)

ağla¬dı; gözünü gözüne sürdü ağladı. Şöyle diyordu ona:

44 I leyli ılc mecnun

- Ey çöllerin âşinâsı, rüzgârların dostu, güzel! Ey naz kucağında beslenen dilber! Ey vahşî

gecelerin tatlı yâseme-ni! Ben bir güçsüz zavallıyım, rehberim ol çölde. Aşk yo¬lunda kılavuzluk eyle gönlüme. İnsan kılığında olduğum için ürkme benden. Velhâsıl terketme beni,

gözyaşım gibi. Sevgilinin gözünden bir armağan ol yanımda. Ne zaman hayâl etsem Leylâ'nın

yüzünü, senin gözlerine bakıp tesel¬li bulayım. Ceylan anladı onu; ısındı ona, yaklaştı,

yakınlaştı... Mu¬nis bir dost sıcaklığıyla bir araya geldiler. Mecnûn, insan olduğunu unuttu; ceylan da ceylanlığmı. Yoldaş edindiler

birbirlerini; günleri saatleri birlikte geçmeye başladı. Biri diğerinin ağzı, dili; öbürü bunun gülü, bülbülü...

Bir kaç günler sonra bir güvercine rastladılar bir tuzak¬ta. Mecnûn yine yalvardı yakardı

avcıya. Avcı: "Güvercin benim tuzağımda; bense fakirliğin... Kesseniz elimi, kes¬mem bağını" diyordu. Mecnûn ona aile yadigârı tek mü¬cevher künyesini verip kurtardı güvercini. Önce

avucunda tuttu, okşadı, sevdi, öptü, kokladı. Kanlı göz yaşlarını gü¬vercinin ayaklarına

sürdü, bir işaret olsun diye -O günden sonradır ki güvercinlerin ayaklarında kan rengi halhallar bulunur-. Bir yandan seviyor, bir yandan da kulağına şöyle fısıldıyordu:

(31)

- Canım güvercin!... Aşıksan eğer bencileyin; ne olursa kaçma benden. Başımdan saçlarımı yuva yap; göz yaşı da-nemi azık edin ve benimle kal. Süleyman'lık sevdası çekin¬ce ben, Hüdhüd'üm ol; Leylâ'ma mektup iletip cevabını getir. Benim yerime git o sevgilinin Kâbesini tavaf eyle, eşi¬ğine yüz sürüp hâlimi arz eyle!"

Güvercin de katılınca bu kafileye, başka

vahşilerle de ünsiyet kurulur oldu. Kısa zamanda sahraların sakinleri ta¬nıdılar Mecnûn'u ve kendilerinden sayıp ona alıştılar. Çok zaman yanında olmayı tercih edenler hayli fazla idi. Adetâ,

leylâ necnun45

Mecnûn dert mülkünün şahı; vahşîler de bu mülkün çe-risi... Bu dostluklar Mecnûn'u kendinden ayırdı, niceliği¬ni unutturdu, insanlardan o denli ürkmüştü ki, kendi ak¬sini düşman bilir, gölgesini yoldaş edinmekten kaçınır oldu. Dünya alâkası onu tiksindirmiş, hayat dağdağası

bıktırmıştı.

4 6 I I e y I a ile mecnun

Geceler, Ah Geceler.

Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir Ben kimem, saki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir Çölde hayat böyle devam ederken, çıldırmanın sınırına gelmişti Leylâ, çadırında. Dert

cevherinin o sedefi, ne ra¬hat yüzü gördü; ne huzur duydu günlerce ve günlerce... Anasından, babasından bıkkın; âşinâlarından

(32)

uzak... Kim¬se ile görüştürülmüyor, konuşmasına izin verilmiyordu sanki. Oysa gülüp oynaması, eğlenip sevinmesi için kabile¬nin bütün

güzelleri seferber olmuş, evi seyran bağına dön¬müştü. Herkes her isteğine âmâde, ağzından çıkan her söz bir ferman. Çevresinde pervaneler, o yanan bir mum. Pek çok selvi boylular onun yanağında bir gülümseme ararken, o uzlet

sarayında kendini yitirmiş. Herkeste bir süs hayâli; onda bir hayalin süsü. Başkaların elleri kınadan gül rengin¬de; onunkisi kanlı göz

yaşlarıyla. Deliliği belki Mecnûn'dan aşırı; sevdası ondan artık. Hele gece olmaya görsün... Ge¬celer, âh geceler... Adını geceden alan

gecelerin kızı, gece bakışlı ve gece kokuşlu Leyla... Gecelerde pervanelerini da¬ğıtır, mumuyla başbaşa kalırdı. Bir gece bir uzlet meclisin¬de şöyle diyordu:

4 8 [ I e y I â ile mecnun

- Gel ey başı karalı, bağrı dağlı, ayacığı bağlı aydınlık eseri, nadide mum!... Yanan gönlünden ve nemli gözünden bahset, sırrının düğümünden haber ver. Sen nasıl bir cana sahipsin ki hem ateşte; hem de suda boğuluyorsun? Oysa ben

bildiğim o ki, ateş senin hayat suyun... Sırrın nedir ey mum, birazcık da bana ver. Ver ki yanmak zevke dönüşsün. Ben hem vefada sana benzerim, hem cefâda. Hatta belki bu ikisinde de senden

üstünüm. Sen yalnız geceleri yanar¬sın; bense gece-gündüz... Sen yaşlar dökerek her mecliste sırrını açığa vurursun; bense

(33)

sırrımı saklayarak yaşlara bo¬ğulur; ser verir, sır vermem... Sen başın kesildikçe canlanır, hayat bulursun; benimse hayatta olduğum her an adeta başım kılıçtan geçirilir. Ben sırrımı sana versem ahım seni yakar, eritir. Sen sırrını bana versen, pervane yanar, yakılır.

- Ya sen, a pervane! Bilirim ki sen tastamam âşıksın; hatta belki aşıksın. Sevgilini bir kerecik görmeye can erir¬sin; bir vuslata iki cihan verirsin. Sen ki mumun başındaki yalıma âşıksın ve onu kucaklamak için her daim

uğraşırsın. Senin kavuşman bir yok olmadır. Müşkil olan da bunu bi¬liyor oluşun... Sen bir ışığa canını saçarsın; ben candan gamdan ışığını isterim. Öyleyse de bana, aynı değil miyiz

seninle geceler boyu? Ta seherlere dek birlikte yanmaz mı¬yız? Sende alev, bende Mecnûn

sevdası...

Ey Sevgili, Hani İnsaf?.

Leylâ bazı geceler sahralara çıkar, gönlünce ağlar, inler¬di. Uyku en belalı düşmanı

olmuştu... Her gece bir meşga¬le bulur, ay ile konuşur, yıldızlarla sohbet ederdi. Ay'dan her yanı dolaşmasını ve Mecnûn yâre kavuşunca ona aşkı¬nı fısıldamasını diler; yıldızlardan

Mecnûn'a yol gösterip zahmet görmemesini sağlamalarını isterdi. Kâh meltemle¬re

yalvarır, sevgiliden bir koku sunmalarını talep eder; kâh buluta yakarır kızgın çölde Mecnûn'a serin sevda yağmur¬ları götürmesini dilerdi. Velhâsıl gece olunca canlanır, gün¬düz olunca solardı. Aşk nağmeleri gibi perde perde

(34)

ağlar; makam makam Mecnûn'u anardı. Eski

sevgiyi, sevgiliyi hatırlar, gönlünce hoş hâl olurdu. Bazan mektuplar yazar ırmaklara bırakır, bazan mektup sözlerini sahralara haykı¬rırdı. Derdi ki: "Ey sevgili! En sevgili! Hani insaf, hani dost¬luk? Kimlerle berabersin acep ki beni anmazsın, aramaz¬sın... Sevgilin bensem eğer, niçin bana gelmezsin?.. Herke¬sin kendi işinde olgun ve yetenekli olması gerekmez mi? Aşıklıkta üstâd olayım diyorsun; olgunluğu hicranda mı bulmaktasın?.. Oysa ben sensiz ne haldeyim!.. Âh!.. Keşke gölgen olsaydım da ayaklarında sürünseydim!"

50 I leylâ ılc mecnun

Bir râh-gimrâe ol nigâre Uğraşdı ve kıldı bir nemre

leylâ tie mecnunlül

Leylâ'da dert çoktu; ama Mecnûn'ca yoktu... Leylâ'nın eli iğneden yaralıydı, Mecnûn'un ise sitem oklarından kal¬bi... Leylâ'nın gönlünü ipek incitir; Mecnûn'a zincirler ne¬şe olurdu. Mecnûn uzun zamandır gözyaşlarını dizelere

dizer; hislerini beyitlere yükler olmuştu. Kurşunî semalarda sal¬kım salkım Süreyya

gibiydi, matla'ları; gülgunî akşamlarda kervan kervan okunurdu gazelleri. Alev alev kum

fırtınala¬rında, çatal çatal hurma

gölgelerinde, Leylâ Leylâ tüterdi her bir

kafiyesi, redifi... Arab'ın okuduğu, duyduğu, yaşadı¬ğı ve hissettiği şiirler olmuştu bunlar. Her biri bir âh beyit; her

(35)

mısra ayrı bir efsane. Bu şiirler sayesinde her yanda duyulmuştu Leylâ'nın adı ve anlatılır olmuştu her mecliste güzelliği...

O asırlarda Arap ülkelerinde soy sop itibariyle sayılır, halkın önde gelenlerinden, kabilelerin eşrafından yiğit bir er vardı: İbn Selâm, ikbâl doruğunun bu genç Hüma'sı, bir gün avdan dönerken sahrada Leylâ'yı gördü. Gönül doğanı¬nı uçurdu, aşk güvercinine av oldu. Suda civanın eridiği gi¬bi eridi yüreği. Leylâ'ya vuslat arzuladı. Sandık sandık ipek¬ler; mücevherler göndererek babasından istedi bu güzeller güzelini.

Leylâ'nın günden güne kötüye giden hâli babasını endi¬şelendirmekte, yüreğini dağlamaktaydı. Çiçeğinin ellerinde solduğunu görmek acı

geliyordu. Hele dillere de düşünce Leylâ'nın, başını bağlamak istedi bir an evvel. Belki hâli dü¬zelir, şifa bulur diye evlenmesine razı oldu ve Ibn Selâm'a düğün için rızasını bildirdi. Herkes sevindi bu habere, Ibn Selâm sevindi, Leylâ'nın evi halkı sevindi. Sevinmeyen bir tek Leylâ idi. Bir de henüz gaflet uykusundan göz açama-yan Kays. Leylâ sevinmedi, sevinemedi. Gözyaşları um-manlara karıştı; Mecnûn'a

ilenmeye varan bir isyan deni¬zinde boğuldu. Zincir Deliye Gerektir.

Leylâ'nın düğün hazırlıkları yapıladursun

burada, çöl¬de de Mecnûn ile ilgilenen birisi vardı: Nevfel.

(36)

Nevfel bir efsane savaşçısıydı. Şiiri sever, daim söz, saz arzulardı. Kılıç ile kalem eşitti katında. Nerede bir yiğit duysa dostluğunu

diler, kimde bir şairlik sezse halvetini isterdi. Son zamanlarda sûznâk mısralar

çalınmaya başla¬mıştı kulağına, içini kavuran şiirler eksik olmazdı mecli¬sinde. Mecnün'u bu vesile ile tanımış, duymuş, anlamıştı.

Şiirlerinin her birini yakı diye bağrına basar olmuştu. Okudukça her bir beytini Mecnûn'un, içi göynür; özü ya¬nardı bu zavallıya. Bir gün, onu tanımak, tanışmak istedi ve düştü sahra

yollarına, Mecnûn aramaya. Buldukların¬da onu, her zamanki gibi vahşîlerle ünsiyette idi.

Nev-fel'in üzüntüsü katmerlerıdi, kara üzümü andıran kara gözleri karardı; ciğeı inden kopup gelen yazıklar ile ona bir çağrıda bulundu: leylâ ile mecnun}53

- Ey zamanımızın yegânesi! Ey herkesten ayrı olan ve ey var ile yokun sırrını bilen! Nedir bu viranede kaybetmekte olduğun hazine; nedir çektiğin işkence?.. Sen hâl ehlisin, devlet dilersen Anka'ya sahipsin. Duaların çevrilmez, mu¬radın takdire uygun bulunur. Ama yine de define istiyor¬san, düş önüme, yol göster; sözle olsun, kılıçla olsun alalım o güzeli sana, ipeği kozaya koyalım.

- Nevfel! Yiğit ve kerem sahibi bir beysin sen; benim nâ¬rıma yanma. Bahtım pek yamandır. Bana yâr olamazsın sen. Çok kişiler gördüm bana

(37)

olamadı¬lar. Vefa sözü verenlerden cefa buldum. Vefasız dünyada kimi gördümse, vefasız gördüm! Suyun eteğini tutsam, be¬ni yere çaldı; aynadan doğruluk istedim, aksini gördüm. Hüner ipliğinin ucunu yakaladım, elimde ejderhâ buldum.

-Yok, yok, aziz arkadaş!.. Beni kıyaslama

onlara, işte kı¬lıcım, işte başım! Seni mutlu etmedikçe mutlu olmam; se-vindirmedikçe seni sevinmem, işte altın, işte gümüş; ol¬madı, işte yay, işte mızrak!..

Bir umuda kapıldı Mecnûn, saçının başının tozunu sil¬di. Tırnağını, sakalını kesti. Başına davudi kavuk sardı. Ley¬lâ'ya heves etti, vuslatını ister oldu.

Haber gönderildi önce Leylâ'nın babasına ve Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle kız istendi. "Bizde delilik ilacı satılmıyor" dediler. Nevfel sözden geçti, söz ile

olmayaca¬ğını anladı işin ve sert bir haber gönderdi:

- Hazır ol vaktine Arap beyi! Sancak çekildi, sahralar su-sadı. Hesap yakınlaştı; kan coştu... Çok geçmeden savaş satrancı başladı, müthiş bir vu¬ruşma ve kıyım oldu. Bu satrançta filler öne çıktı bazen, bazen atlar kişnedi. Mızraklar kan saçtı, kılıçlar yol açtı. Sa¬vaş bulutları çöktü iki yanın yiğitleri üstüne.

(38)

S" Sı" 5 ~

Nevfel bir efsane savaşçıydı 5 6 I I ey Iâ ile mecnun

Mecnûn bir yüksekçe mevkide savaşı seyrediyordu. Bir yanda Leylâ için canlarını verenler; bir yanda Leyla'yı al¬maya çalışanlar. Rabbim! Ne müthiş bir imtihan!.. Sevinsin mi, ağlasın mı?.. Leylâ uğruna savaşanlar ne mutlu erler idi. Leylâ'yı almaya çalışanların ise ne kutlu

amaçları var¬dı!.. Ne oluyordu o hâlde? Bu savaş da neydi? Ölen kimdi; öldüren kim? Kazanan ne olacaktı, kaybeden ne?.. Hey¬hat!.. Mecnûn birden irkildi ve bu asker içinde bayrak açıp öbür askere zafer dilemeye başladı. Bu tarafın askeri onun için ölürken o, sevgilisinin askeri yaşasın diye dua ediyor¬du. Diyordu ki:

Rabbim! Ben kendimi yârime feda etmişim. Madem ki savaşanlar dostumun erleridir; düşmünlarıyla aram iyi olamaz. Sevgilinin hoşuna gitsin de ben isterse öleyim. Şimdi düşmanım dostlar; dostum düşman içinde... Ley¬lâ'ya ait olan bir şeye zarar erişmesini istemek, aşkta ne büyük

sadakatsizlik; ne kötü vefasızlıktır!.. Leylâ uğruna şehid olanlara cennetini aç ve onun gazilerine güç ver, za¬fer ver!..

Gün akşam olasıya, savaş fecre vardı. Şehidlerin ruhla¬rı Ayyuk'a yükseldi, kılıçlar kan içmekten boğuldu. Nevfel, Mecnûn'un yol yordama ve âdete mugayir olan

(39)

bu duasını öğrenince pek üzüldü. Ordusunun niçin dağıldığını anladı. Mecnûn'un ermişlerden bir er olduğuna kanaat getirdi. Hak ehlinin duasının ânında kabul gördüğüne şahit oldu. Ertesi gün dua etmemesini, kendi yiğitlik şöhretini hiçe

in¬dirmemesini istedi. Nitekim ertesi gün galip geldi, Ley¬lâ'nın ordularına. Ama olan olmuştu. Mecnûn'a gücenmiş-ti bir kez, kırılmıştı.

Leylâ'yı almışken babasına teslim etti yeniden. Onu Mecnûn'a vermedi. Vermemesi gerektiğini anlamıştı çünki. Mecnûn'un çöllerdeki hayatı ne hoştu! Ba¬şındaki aşk sevdası ne zarifti.

Düşündü ki Leylâ'yı ona ver¬mek Hak yolunda ayağını bağlamaktı. O'nun âlemi başka

leyla ile mecnun 15 7

âlemdi, özge âlemdi. İstese savaşmak yerine dua silahıyla Leylâ'yı alır; binlerce asker yerine bir dua berekâtıyla fetih¬ler yapardı.

Nevfel yaptığının iyi mi, kötü mü olduğunu kestireme-den ordusunu alıp savaş meydanından ayrıldı. Mecnûn da vatanına, çöle yöneldi.

Yeniden dostlarını buldu, eski gün¬lerine döndü. Mecnûn olgunluk basamaklarını yükselmeye

başlamış¬tı artık. Her geçen gün, durumu biraz daha değişiyordu. Bedeni arıklaşırken,

yüceliyordu ruhu. Varlığına zaaf gel¬dikçe, canı kuvvet buluyordu. Maddesi geriledikçe, mânâ¬sı ilerliyordu. Bu bir merhale idi yaşanması

gereken. Kader onu bir şeylere, bir yerlere hazırlıyordu. Acısıyla,

(40)

tatlısıyla bir yükselişti bu. Aşkına bir

ruhâniyet geliyor, zaman za¬man Leylâ'sız da mutlu olabiliyordu. Ama Leylâ, vazgeçe¬mediği tek varlığıydı yine de. Aldığı hava, içtiği su, hissetti¬ği duygu ve düşündüğü fikir oydu. O, dimağında ve hayâ¬linde; o, karşısında ve

yanındaydı. Onu hiç rüyasında gör¬memişti. Zira onu düşünmekten hiç gözüne uyku girmi¬yordu. Uyuyamıyordu, uyumuyordu yıllardır. Dâim

fikirde ve zikirde idi. Düşüncede ve sayıklamada idi.

işte yine uykusuz biten bir gecenin seherinde, kederli bir ihtiyar göründü uzaklardan, Yanında da zincire vurul¬muş bir zavallı. Bu tutsağa içi yandı Mecnûn'un, yanlarına koştu ve ihtiyardan hâli sordu. Ihiyar:

— Ey garip kul! Ayıplamazsan bizi, dostuz aslında biz ikimiz. Ben aile maişeti ve geçim sıkıntısına esîrim; bu za¬vallı ise benden beter âvâre bir düşkün, bir dilenci. Çoluk çocuğumuzun rızkı çıksın diye sûretâ ben diyet sahibi; o da kanlı katil... Bu oyunla gezip dolaşırız. Guyâ bu katil, zincirden kurtulmak için diyet parası toplar, ben de halkın acımasını coşturmak için onu kırbaçlarım. Sonra bölüşü¬rüz kazancımızı yarı yarıya. 5 8 I I c y I a ile mecnun I ey la ile mec n un j 5 9 İV.1 X * ,..,§ "• ~ - -.J V," ; J trr~

(41)

Cânânı için ol diler can Oz canı için diler bu cânân

Vefa Aer kimseden kim istedim andan cefâ gordum Kimi kim bî-vefâ dünyada gordum, bî-vefâ gordum BÜİİeylâ ile mecnun

Mecnûn, zavallı tutsağa acımakla birlikte, belki Ley¬lâ'nın diyarına da yolum uğrar diye ihtiyara bir teklifte bu¬lundu:

— Ey ihtiyar!.. Yanılmışsın. Zincir, deliye gerektir; onu bırak, beni bağla. Gölge gibi peşinden sürünür, kerem sa¬hiplerinden hayır dilerim. Her ne yığılırsa, az veya çok; se¬nin olsun, ben istemem. Bu zavallıyı kırbaçlamaktan vaz¬geç de beni kanlı katilliğe kabul et.

ihtiyar, menfaat ümidiyle evvelki tutsağı âzad etti ve ge¬çirdi Mecnûn'un ayaklarına zinciri. O günden sonra bir se¬rüvendir başladı, ardı arkası gelmeyen. O şehir senin, bu kasaba benim; şu oba senin, o çadır benim... Her gün yeni yüzler, her dem taze maceralar. Nihayet bir gün yollan Ley¬lâ'nın yurduna düştü. Leylâ'nın

çadırı önünde Mecnûn, ır¬mak kıyısında suya zıplayan balık gibiydi. Bir iki çırpındı, dayanamadı, feryâdlar içinde bayılıp düştü. Leylâ işitmişti bu feryadı. "Evet", dedi, "onun sesi bu" ve hemen fırladı ça¬dırından.

Gördüklerine inanamadı. Mecnûn'a neler olmuş öyle; bu sevgili acep o sevgili miydi? Heyhat!.. Leylâ sevgili umuyordu; oysa

(42)

güneşi tutulmuş, vahası kurumuştu. Ga¬zali hazan yaprağına dönmüş, gülü solmuştu, içindeki

acı¬ları gizemli dizelere dizerek şöyle açığa vurdu:

— Şükürler, binlerce şükürler! Sevgili meğer inleyişleri¬mize acıdı da hüzünler yurdu olan çadırımıza ayak bastı. Gülistanımızda bir taze gül bitti. Eğer uyku uyuyabiliyor olsaydım, rüya diyecektim buna. Yoksa hayâl mi bunlar?

Sevgilinin yurdumuza gelmesi, hatıra bile gelmezdi zira.

Bu musikî gibi sesler Mecnûn'un can kulağına erişince bedeni hayat buldu ve kendini

hatırladı. Sonra Leylâ'ya birçok sitemler

ederek, şiir diliyle, sultândan adalet istedi: — Demedin ki bir günden bir güne, "O vurgunum nerde-dir?" Eğer bir günahım varsa sana karşı, işte eşiğine düş¬tüm, işte de boynumda zincir. Ferman sendendir, yerine

leylâ ile mecnun|61

getirmek benden... ister as, ister öldür; ama halk-ı âleme gayrı utandırma beni. Kâfir bile ağlar oldu hâlime... Imdâd, imdâd!..

Bu sitemler ile Mecnûn kendini kaybedip zincirlerini parçaladı. Boynu düşmüş, beli

bükülü; gözler yaşlı, yürek sızılı... Zavallı, maskara, ser-hoş ve korku nedir bilmeden,

naralar atarak oradan uzaklaşmaya başladı. -Derler ki aşk dervişleri onun bu naralanıp dönmesini taklîden zikreder¬ler-. Ardından bölük bölük çocuklar, grup grup adamlar; kimi güler, kimi ağlar; taşladılar zavallıyı... Bir müddet âvâ¬re, pejmürde ve

(43)

hercâyî dolaştı durdu orada, burada, için¬deki ateş sönmek bilmiyordu bir türlü. Birkaç geceler meh-tab ile; meltemler ile çölün kumları

arasında dertleşti, sar¬maş dolaş oldu. Terkedilmiş vahalarda kervan konakları¬nın izlerine rastladı. Yanmış odun parçalarından Leylâ'nın yanışını; kara igsilerden kara

saçlarını sordu. Kumlarda ayak izlerini aradı hep. Heyhat!.. Ne olmayacak hayâl; ne yanlış düşünce!.. Hiç bir şey kazanmadı bu sevdadan, hiç bir şey elde edemedi. Serâzâd ve vahşî

dostlarından uzak, yangını büyüdü Mecnûn'un ve geri döndü Leylâ'nın eşiği¬ne, iki gözünü

bağladı ve âmâ bir dilenci oldu bu sefer. Sevgilinin güzelliğinin zekatını istemekti

niyeti. Vermezse, göz yaşı incilerini onun ayağı toprağıyla değişmek; az pa¬rayla çok bahâ satın almaktı. Ancak ne hâldir bilinmez, di¬li tutuldu kapıda, dermanı kesildi. Ne seslenecek gücü, ne hareket edecek dermanı vardı. Bir müddet köpek ulumala¬rını dinledi derinden derine. Leylâ'nın içerden gelen hü¬zünlü hıçkırıklarını duydu bir ara. Öylece kaldı bir müddet ve tan yeri

ağarmadan, sahradaki kervanın göç davulu vu¬rulduğunda doğruldu yerinden ve terketti obayı, sessiz se¬dasız... Mugaylânlar arasından akıp giden yurduna yöneJ-di, "Vatan, vatan!" diye vahşi dostlarına koştu.

Herkeslerin dilindeydi Mecnûn ile Leylâ'nın karşılaşmaları.

Referensi

Dokumen terkait

Bunun yanın sıra lise ve dengi okul mezunu, ilköğretim mezunu ve okur-yazar olmayan annelerin çocuklarının ise kardeşlerinin kitaplarına ilgi göstererek bir

hâkimin vereceği hüküm ile öldürmelerinin helal olduğu da açık bir şekilde ifade edilmiştir. “Allah’ın yardımı cemaat üzerinedir”, ifadesi; Allah’ın

Bu çalışmada mevcut betonarme bir okul binasının yukarıda sözü edilen doğrusal elastik olmayan yöntemlerden artımsal eşdeğer deprem yükü ile itme analizi, zaman

Pythagoras, bir deyiminde şöyle denmektedir. Her şey birden çıkmıştır. Bütün varlıkların değişmez, sonsuz kaynağı ve sarsılmaz ilkesidir. Bu yüzden, Bir’in

Rutter ve Maughan (2002), dikkat çeken etkili okul organizasyonun, stratejik vizyon, iyi bir liderlik, paylaşılan vizyon ve hedefler, işbirlikçi çalışma, personel

Yapılan prototip sayesinde göze herhangi bir tespit olmadan kızılötesi ışınları yardımıyla göz kırpma hareketinin algılanıp, kişiye göz kuruluğu sendromu

Mevcut çalışmanın temel amaçlarından biri okul öncesi öğretmen adaylarının bebeklik döneminde kurum temelli eğitime ilişkin görülerini betimlemek iken, bir diğer amacı

Buna göre bir parametreye bağlı bir eğri ailesinin diferansiyel denklemini bulmak için eğri ailesinin denkleminde değişkene göre türev alınır, elde edilen denklemle