• Tidak ada hasil yang ditemukan

İhsan Recep Eliaçık - sosyal islam.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "İhsan Recep Eliaçık - sosyal islam.pdf"

Copied!
172
0
0

Teks penuh

(1)

DESTEK yayınevi

SOSYAL

S

LAM

D I N I N D I R E Ğ I

P A Y L A Ş ı M D ı R

R. İHSAN ELİAÇIK

(2)

DESTEK YAYINEVİ: 186 ARAŞTIRMA-İNCELEME: 62

SOSYAL İSLAM / R. İHSAN ELİAÇIK

Her hakkı saklıdır. Bu eserin aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz.

Genel Yayın Yönetmeni: Ertürk AKŞUN Editör: Zuhal DOĞAN

Teknik Hazırlık: İlknur MUŞTU Kapak: İlknur Muştu

1. BASKI : Kasım 2011 Yayıncı Sertifika No: 13226 ISBN 978-605-4455-83-6

© Destek Medya Prodüksiyon&Yayınevi İnönü Cad. 33/4 Gümüşsüyü Beyoğlu / İstanbul Tel: (0212) 252 22 42 Fax : (0212) 252 22 43 www.destekyayinlari.com info@destekyayinlari.com inkılap Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş inkılap Kitabevi Baskı Tesisleri Matbaa Sertifika No: 10614

Çobançeşme Mah. Altay Sk. No: 8 Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul Tel: (0212) 496 11 11

SOSYAL İSLAM

Dinin direği paylaşımdır

R. I H S A N E L I A Ç ı K

I

p

DESTEK

(3)

R. İHSAN ELİAÇIK

Yazar ve düşünür. 23 Aralık 1961de Kayseri'de doğdu. Kayseri ve Kırşehir'deki 'değişik okullarda ilk, orta ve lise öğrenimini tamamladı (1980). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okudu (1985-1990). İla-hiyat Fakültesi nden ayrılarak bağımsız yazarlık hayatına başladı... 30 yılı aşkın süredir düşünce ve yazı hayatına devam ediyor. Şu ana kadar 20 kitabı yayımlandı. Evli ve beş çocuk babası. Arapça ve İngilizce biliyor. İstanbul'da yaşıyor.

ESERLERİ

. İtikat Üzerine (1992)

• İslam ve Sosyal değişim (1994) • Devrimci İslam (1995)

• İslam'ın Yenilikçileri (üç cilt, 2000)

. Adalet Devleti; Ortak İyinin İktidarı (2003) • İhyadan İnşaya İslam Düşüncesi (2003) . İslam'ın Üç Çağı (2004)

. Mehmet Akif (2004) • Muhammed İkbal (2004) . Aliya İzzet Begoviç (2004)

• Yaşayan Kuran; Türkçe Meal (2006)

• Yaşayan Kuran; Türkçe Meal-Tefsir (üç cilt 2006) • Daru's-Selam; Evrensel adalet ve barış yurdu (2006) . Gerçek Hayat Dini (2006).

• Nüzul sırasına göre Yaşayan Kuran; Türkçe Meal-Tefsir (tek cilt 2007) . Mülk Yazıları I (2009)

• Hanginiz Muhammed (2010) . Mülk Yazıları 1+11(2011) . Bana Dinden Bahset (2011) . Bu Belde (2011)

(4)

İçindekiler

Kur anda "Hayır!" Sesleri 9 "Büyük Günah" Nedir? 26 Dağları Korkutan "Emanet" 35 Kur anda Din Adamı Eleştirileri 58 Kur'an'da "Üsttekiler" Ve "Alttakiler" 68

"Aşağılık Maymunlar Olun!" 85 'Kitap Yüklü Eşekler!' 94 Hırsız Kimdir? 105 Çölde Yaşayan "Bedeviler" 114

"Tek Çeşit Yemek" Ve "Samirî'nin Buzağısı" 125 Kendi Elleriyle Yonttuklarına Tapanlar 137

Sosyal İslam 147 En Büyük Eşitleyici Olarak Ölüm 157

"Eskilerin Masalları" 166 Allah "Eşitliği" Takdir Etti 177 Gecenin Ve Gündüzün Güçleri 185

(5)

Açlık Günlerinde "Allah"ın Yüzü 216

Zamanın Sözü 229 İslam'ın İki Büyük Şiarı 235

İslam'ın Ritüelleri 245 "Bir Elime Ayı, Bir Elime Güneşi Verseniz..." 256

Bir Şehir (Medine) Nasıl Kurulur? 263 Yeni Başlayanlar İçin Siyaset Rehberi 268 Muhterislere Panzehir: Zühd 273 Yeni Sınıfın "Simon"ları 282 Muhafazakâr Zamparalığa Dinî Kılıf: Çok Eşlilik 298

Kervana Son Hücum 305 Ölmüş Firavun un Cesedi 311 Kürt Sorunu, Kanlı Çanak Ve Haceru'l-Esved 317

Zaman Tünelinde Bir Hesaplaşma 323

Dinle Beyaz Adam 331

KUR'AN'DA "HAYIR!" SESLERİ

Kuranın nüzul sırasına göre ilk "Hayır!" (Kellâ) veya aynı an-lamda "Bilakis, hayır, öyle değil" (Bel) dedikleri acaba nedir? Bu önemli. Çünkü ilk neye hayır denmişse esas itiraz da onadır ve en önemli sorun olarak da o görüluyordur.

Kuranda nüzul sırasına göre yaklaşık ilk 40 sure boyunca 16

"Hayır!" denilen sure yeri tespit ettim. Sure içlerindeki tekrarları

da katarsanız 20'yi geçiyor. İlk mesajlar boyunca âdeta çığlık çığlığa bir itiraz ve hayır sesleri yükseliyor. Hiç atlamadan sırasıyla dizdim. Altlarda da kısa açıklamalarla izahat yaptım. Bakın, bunlar nereler.

[HAYIR! İnsan zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder. Oysa sonunda Rabb'inedir dönüş.

Bak şu bir kulu içtenlikle yönelirken yasaklamaya kalkana... HAYIR! Bu yaptıklarına bir son vermezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz.

O yalancı, ar damarı çatlamış alnından. O zaman çağırsın toplanıp durduklarını

(6)

R. İhsan Eliaçık

Biz de çağıracağız zebanileri,

HAYIR! Sakın ona boyun eğme, sen secde et ve yaklaş!] (Alak; 6-14, 15-19)

K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk suresi olan Alak peş peşe

"Ha-yır!" (Kellal) itirazları ile başlıyor.

Görüldüğü gibi K u r a n ı n nüzul sırasına göre ilk suresi zenginlik ile tuğyan arasında ilişki kurarak başlıyor. Kuran, ilk sosyal tespit olarak "zenginliğe" dikkat çekerek başlıyor. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün "üsttekileri" niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mal biriktiren (nıustağnî) servetiyle azgınlık eder (tuğyan), serve-tine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (müşrik), hegemonya kur-maya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkâr eder (münkir), yok sayar (mulhid)...

Demek ki "tuğyan", kişinin "zenginliğini" kendine yeterli gör-mesi (müstağni) ve ardından bu zenginliğe, yani mal ve iktidar gü-cüne dayanarak emir ve yasak (nehy) koymaya başlaması ile oluyor. Buna bir toplumda mal ve iktidar sahiplerinin (üsttekilerin) halk (alttakiler) üzerinde kurduğu "hegemonya" diyoruz. Şu halde Ebu Cehil'in şahsında anlatılmak istenen zenginlerin mustağnîleşerek insanlar üzerinde emir ve yasak (nehy) koymaya kalkması ve böyle-ce haddini aşması (tuğyan) toplumların en önemli sorunu oluyor. Dikkat ediniz! Müstağnilere ve bunların tuğyan ve hegemonya-sına "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab.

[Tek başına yarattığım o adamı bana bırak Uzayıp giden mal verdiğim,

10

Sosyal, İslam

Gözünün ö n ü n d e oğullarıyla,

Nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı...

Hâlâ gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor. HAYIR! O ayetlerimize karşı inat etti.

O n u dimdik bir yokuşa süreceğim.] (Müddesir;ll-15)

Rivayete göre burada kastedilen şahıs "Kâbe çetesinin" ele-başlarından tefeci bezirgân Velid bin Muğire idi. Hadsiz hesapsız zenginliği vardı. Mekke'den Taif e kadar uzanan, deve, at ve koyun sürüleri; Taif'in bağ ve bahçeleri, sulak arazileri, bol nakit para-sı, kendisinin bile hesabını tutamayacak kadar çok serveti vardı. O n u n için kendisine Velid bin Muğire el-Vahid (Zenginlikte tek, eşi benzeri olmayan Muğire oğlu Velid) denmekteydi (Razi, Kurtu-bi, Taberi). Bugünkü tabirle o bir para babasıydı. O n u n için ayette

"şehrin en zengin tek adamı" olarak anılmasına nazire olarak "tek başına yarattığım" deniyor.

Uzayıp giden mal (mâlen memdûd), gözünün ö n ü n d e oğullar

(benine şuhûdâ), onun için döşedikçe döşediğim (mehhedtü lehu temhidâ) ifadeleri, şehrin bu eşşiz/tek olarak anılan en büyük

zen-ginini tasvir içindir. K u r a n şehrin en büyük zenzen-ginini hedef tahta-sına oturtmakta ve âdeta "İşe buradan başlayacaksınız" demekte-dir...

Dikkat ediniz! Şehrin en büyük zenginine "Hayır!" (Kellal) di-yerek başlıyor bu Kitab.

[HAYIR! Ay dile gelsin! Biten gece dile gelsin! Ağaran tan yeri dile gelsin!

(7)

R. İhsan Eliaçık

Hiç şüphesiz o gerçekten büyük bir olaydır! Bu insanoğluna bir uyarıdır!

İyiyi veya kötüyü seçmek isteyen herkes için bir uyarı! Her insan kazandığının esiridir.

Ancak iyiyi seçenler cennete girecek.

Oradan suçlulara soracaklar; "Sizi ateşe sokan nedir?"

Şöyle diyecekler: "Biz musalli değildik. Yoksulu doyurmazdık. Dalanlarla beraber dalanlardık. Din g ü n ü n ü yalan sayardık. Gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik."] (Müddesir;32-47)

"Biz musalli değildik, yoksulu doyurmazdık" ayeti bu

anlam-da, h e m e n birkaç sure sonraki Maun suresi ışığında düşünülme-lidir. Bu d u r u m d a mana "Biz aslında musalli idik (salât ederdik) ama bu yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen bir salât idi. O n u n için de salâtımız yüzümüze çarpıldı ve kabul edilmedi, hiç salât etme-miş d u r u m u n a düştük." şeklinde olur. Çünkü müşrikler Kâbe ör-tüsünü değiştirme, hacılara su dağıtma, içindeki putlarla beraber Kâbe etrafında dönme, alkış, ıslık, ayakta d u r m a (kıyam), bir şeyler okuma (kıraat), eğilme (ruku), yere kapanma (secde) gibi ritüelleri yerine getiriyorlar ve bunları yapana da "musalli" diyorlardı. "Vay

o musallilere ki yoksulu doyurmaz, yetimi hor görürler. Onların yaptığı salât boştur, gösteriş yapıyorlar." Ne demek anlaşılıyor

ol-malı.

Dikkat ediniz! Salât ile yoksulu doyurmayı teşvikin (yoksul ile beraber olmanın) arasını ayıranlara "Hayır!" (Kellal) diyerek baş-lıyor bu Kitab.

Sosyal, İslam

[Şu halde onlara ne oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çevi-riyorlar?

Sanki aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibiler. Her biri kendisine özel n a m a yazılı davetiye istiyor. HAYIR! Onlar ahiretten korkmuyorlar.

HAYIR! Bu bir hatırlatmadır!

Dileyen onun üzerinde düşünüp öğüt alır.

Allah lâyık görmedikçe de düşünüp öğüt alamazlar.

D ü ş ü n ü p öğüt alan ise sakınanlardan ve bağışlananlardan olur.]

(Müddesir;45-56)

Daha önce "gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar" dendiği gibi, burada da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında "aslandan

kaçan ürkmüş yaban eşekleri" benzetmesi yapılıyor.

Allah'a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf yapan, hacılara su dağıtan, Kâbe'nin örtüsünü değiştiren; fakat

"uzayıp giden mallar", "gözünün önünde oğullar" ve "döşendik-çe döşenmiş nimetler" sahibi olduğu halde "hâlâ gözü doymayan; daha da fazlasını isteyen" birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle

aslandan kaçan ürkmüş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duy-duğunda sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar? D ü ş ü n ü n . . .

Rivayete göre Mekkeli kâfirler şöyle derdi: "Her birimize gökten, başlığında 'Âlemlerin Rabbi'nden falan oğlu filana' hitabı bulunan ve içinde M u h a m m e d ' i n söylediklerine uymamız gerektiğini em-reden bir mektup, sahife veya kitap gelmedikçe inanmayız." (Razi, İbn Kesir Kuıtubi). "Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye

istiyor." ifadesi bu iddiaya cevaptı.

Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişi-nin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah'tan kendine

(8)

R. İhsan Eli açık

özel davetiye istiyor! "Eşitliğe" yanaşmıyor ve sıradan bir muhatap olmak istemiyor! Sanki Allah'tan kendisine nama yazılı özel hatır-latma (zikr) gelse "aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği" gibi ol-mayacak?

Ne kadar da tanıdık tuzu kuru bahaneler, değil mi?

Dikkat ediniz! Kendine özel davetiye isteyenlere, eşitliğe yanaş-mayanlara; bu hatırlatmayı duyunca aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeklerine dönenlere "Hayır" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab!

[HAYIR! Dile gelin kaybolan yıldızlar! Dile gelin akan gezegenler!

Dile gel ey kararan gece! Dile gel ey ağaran tan yeri!;

"Bu K u r a n şerefli bir peygamberin sözüdür,

Karakteri sağlam, görkem sahibinin katında saygı değer, Sözü dinlenen, emin birisidir,

Arkadaşınız cinlerle konuşan (mecnun) değildir. O n u apaçık ufukta gördü.

Gayb konusunda cimri değildir.] (Tekvir; 15-25)

Yani: Kırk yıldır aranızda bulunan, kendisiyle arkadaşlık etti-ğiniz, düşüp kalktığınız bu öksüz M u h a m m e d ' i n Allah katında ve aranızda saygıdeğer bir kişiliği vardır; sağlam karakterli, sözü din-lenen, güvenilir, emin birisidir. Bunu böyle olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Şu halde ona cinlerden haber getiriyor vs. nasıl diyor-sunuz? Bilakis o Allah'ın nefesi, vicdanın ve merhametin dile gelen soylu sesidir!

M u h a m m e d vahiyler alıyor (ğaybtan bilgiler veriyor); fakat onu 14

Sosyal islam

kâhinlerin kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsi-ni açıklıyor ve bu açıklamalarından dolayı kâhinler gibi ücret iste-miyor. Vahiy onun mesleği değil. Bu vahiyleri size kendini zengin etmek için getirmiyor. O bir din tüccarı, iman taciri, umut hırsızı, kâhin, rahip, din adamı veya sihirbaz değil. Allah'tan aldığı ne varsa onu olduğu gibi söyleyen vicdanın sesi o!

Dikkat ediniz! Bilgi cimriliği yapanlara/tekeline alanlara: din baronlarına, mecnunlara, kâhinlere, sihirbazlara "Hayır!" (Kellal) diyerek başlıyor bu Kitab.

[Arınıp temizlenen,

Rabb'iniıı adını hatırlayıp O'na yönelen kurtulacak. HAYIR! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahirettir daha hayırlı ve sürekli olan...

Bu hatırlatmalar ilkçağların sayfalarından beri yapılıyor. İbrahim ve Musa'nın sahifelerinden beri...]

(A'la;14-19)

"Dünya hayatını tercih ediyorsunuz..." ifadesi K u r a n

bütün-lüğü içinde "dünya malına" meylediyorsunuz anlamındadır. Kav-min mülk (servet ve iktidar) sahipleri kastediliyor.

"Arınıp temizlenen kurtulmuştur..." tabiri ise K u r a n

bütün-lüğü içinde "malından veren" arınıp temizlenir anlamındadır. Bir sonraki surede arınıp temizlenmekten (tezkiye) maksadın ne ol-tluğu aynen böyle tefsir edilir. Üzerinde ihtiyaçtan fazla mal olup oııdan rahatsız olanlar ve bundan dolayı da verenler kastediliyor. (bkz. Leyi; 12-21)

"İbrahim ve Musa'nın sahifelerinden beri hatırlatılan..."dan

maksadın ne olduğu ise surenin başında cehri ve hafi olan şeklinde

(9)

R. İhsan Eliaçık

ifade edilmişti. Daha geniş olarak aynı ifade (İbrahim ve Musa'nın sahifeleri) ile Necm suresinde açıklanır: "İnsanın emeğinden (say)

başka hakkı yoktur!" (bkz. Necm; 33 54 ).

İnsanlıkta temel, kalıcı, sürekli olan, İbrahim ve Musa'nın sahi-felerinden beri hatırlatılan gerçekler bunlardı. Fakat "nimet

sahip-leri" (uli'n-ni'me) bunlara "eskilerin masalları" der dururlar...

Dikkat ediniz! Dünya hayatına (malına) meyledenlere

(meyl-mâl), vermeye yanaşmayarak armmayanlara, İbrahim ve

Musa'nın sahifelerinden beri söylenegelen "İnsanın emeğinden

başka hakkı yoktur" ölümsüz ilkesine "eskilerin masalı" diyenlere "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.

* * *

[HAYIR! Siz öksüze ikramda bulunmuyorsunuz. Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Elinize geçeni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yiyorsunuz. Malı çok seviyorsunuz, yığdıkça daha çok seviyorsunuz.] (Fecr; 17-20)

Demek ki mesele Allah'a inanmak, salât etmek, oruç tutmak, ta-vaf etmek, Kâbe'nin örtüsünü değiştirmek değildi. Bunların hepbini müşrikler de yapıyordu. Asıl mesele işte bu ayetlerde ortaya konan hususlardı. İlk sure olan Alak'taki "Hayır! İnsanoğlu muhakkak ki

tuğyan eder. Zenginliğini kendisine yeterli gördüğü için..."

itira-zının peş peşe gelen "Hayır!"lar ile nasıl tefsir edildiğini görün. Dikkat ediniz! Öksüzü korumayanlara, yoksul ile beraber olma-yanlara (doyurmaya teşvik etmeyenlere), yedikçe yiyenlere, malı çok sevenlere, yığdıkça daha çok sevenlere "Hayır!" (Kella\) diye-rek başladı bu Kitab.

Sosyal, İslam

[HAYIR! Yeryüzü peş peşe sarsılıp paramparça olduğu zaman, Rabb'in ve güçleri bütün görkemiyle geldiği zaman,

İşte o gün cehennem orta yere konacak.

İnsan o gün hatırlar, ama bu hatırlama neye yarar? Diyecek ki "Keşke ö m r ü m ü boşa harcamasaydım." Artık o gün Allah'ın ettiği azabı kimse edemez. O n u n kıskıvrak bağladığı gibi kimse bağlayamaz... A m a ey vicdanı rahat olan kişi, sen!

Sen dön Rabb'ine, sen O'ndan, O senden razı olarak. Gir kullarımın içine.

Gir cennetime!] (Fecr; 21-30)

Buradaki hatırlama (zikr) birkaç sure önce (Müddesir) şehrin mal ve iktidar sahiplerini her duyduklarında "gözlerini devirecek

gibi baktıran" ve "aslan görmüş yaban eşeği gibi kaçırtan"

ha-tırlatma (zikr) idi. Onlar peş peşe sarsılıp yıkılacakları ve yaman bir hesabın pençesine düşecekleri konusunda uyarılıyorlar. Bu sah-ne aynı zamanda toplumsal bir altüst oluşla yerlerinden sökülüp atılacakları (devrim) anını da resmediyor. Ki bu Mekke'nin Fethi gününde gerçekleşmiştir.

Vicdanı rahat olan kişilik (nefsu'l-mutmainne) bu d u r u m d a , sure bütünlüğü içinde isteneni yerine getirerek görevin yapan kişi olu-yor. Yani sürekli vurgulanan "malından vererek kendini arındıran

(tezkiye) kişilik", "öksüze ikram eden", "yoksulu doyurmaya teşvik

ı-den", "eline geçeni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yemeyen", "malı vc yığmayı sevmeyen" kişilik oluyor.

(10)

R. ihsan Eli açık

Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş... HAYIR! Yakında bileceksiniz.

Kesinlikle HAYIR! Çok yakında bileceksiniz. HAYIR! Daha derinden bakabilseydiniz, Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz. O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız.] (Tekâsür; 1-8)

Görüldüğü gibi ayeüer bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafızik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur za-ten. Medine'ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi?

Kapitalizmin kurucu babalarından Adam Smith 1776da yazdığı

Milletlerin Zenginliği adlı kitabında kapitalizmin insan ruhundaki

köklerinin bencillik ve açgözlülük olduğunu söyler. Ve b u n u n her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açı-sından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde açgözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk ola-cağını söyler.

Madem kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur; o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin pan-zehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx'ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır.

18

Sosyal islam

Dikkat ediniz! Tekâsür (zenginlik yarışı) çılgınlığına kendini kaptırmışlara defalarca "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.

'«I-'

[HAYIR! Bu sadece düşünmeye çağıran bir öğüttür. Kim istekliyse d ü ş ü n ü p öğüt alır

Değerli sayfalardadır bu çağrı; üstün, tertemiz sayfalarda... Elçilerin elleriyle her yana yayılır; saygıdeğer, kıymetli elçile-rin...

Şu kahrolasıca insan ne kadar nankördür. Hiç düşünmez mi, hangi şeyden yaratılmış?

Allah bir damla sudan yaratır insanı, sonra doğasını belirler. Sonra yürüyeceği yolu kolaylaştırır.

Sonunda ölüm verir, mezara koyar.

Vakti zamanı gelince de onu yeniden diriltip ortaya çıkarır!] (Abase; 11-22)

Müstağniler (zenginliklerini her şeye yeter sanan şehrin ileri ge-lenleri) kör ve yoksul bir adam geldi diye surat asıp öte tarafa d ö n ü p gidince, onların bu yaptıkları mercek altına alınıyor ve oradan tüm müstağnilere ders mahiyetinde "ölüm ve m e z a r " hatırlatılıyor.

Ve denmek isteniyor ki: Bunlar yaşarken yoksullarla aynı

mec-liste oturmaktan, onlarla eşit hale gelmekten kaçsalar da "en

bü-yük eşitleyici ilke olan ölümden" kaçamayacak, mezara girmekten

kurtulamayacaklar. Çünkü yaşarken aynı mecliste b u l u n m a k iste-medikleri yoksulla, mezarda aynı toprağın altında yan yana gele-cek, eşitlenecekler. İşte o zaman "aynı mecliste oturacaklar" ama iş işten geçmiş olacak!

(11)

R. İhsan Eliaçık

[HAYIR! Gerçek şu ki (insan),

O nun emrini hiçbir zaman yerine getirmedi. Bir baksın insan yediklerine,

Nasıl suyu bolca indirmekteyiz, Sonra toprağı sürüp ekmekteyiz.

Böylece orada nasıl tahıllar yetiştirmekteyiz; üzüm bağları, yon-ca tarlaları...

Zeytin ağaçları, hurmalıklar...

Yemyeşil ormanlar, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz... Bütün bunlar hep sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için...] (Abase; 23-32)

Müstağnilere kendi sonları olan ölüm ve mezar hatırlatıldıktan sonra, böbürlendikleri mal ve mülklerinin "tek bir çığlık" ile elle-rinden gideceği hatırlatılıyor. Bahçe sahipleri kıssasında anlatılan yok oluş ve helakin tekrar hatırlatılması...

Bu çığlık (sayha) o aşağılayıp durdukları, aynı mecliste oturmak istemedikleri körlerin, ezilenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, çaresiz-lerin "devrim çığlığı" olabileceği gibi, "kıyamet çığlığı" da olabilir. Her ikisi de kükreyerek yükselen "sayha" (çığlık, gürültü) demektir.

Bu nedenle denmek isteniyor ki: Zenginler, elde ettikleri o üzüm bağları, yonca tarlaları, zeytin ağaçları, hurmalıklar, koruluklar, meyveler ve meraları kendi mülkleri sanmasınlar. Bunların hepsini Allah insanlar ve hayvanları için yaratmıştır. Yaratan onlar değildir. Bunları "zenginler arasında dönüp dolanan bir tahakküm aracı

(devlet)" haline getirmekle ateşe davetiye çıkarmaktalar...

[Kıyamet günü dile gelsin!

Vicdan azabı çeken nefis dile gelsin!

Sosyal, İslam

"İnsan kemiklerini tekrar bir araya getiremeyeceğimizi mi sa-nıyor?

HAYIR! O n u p a r m a k uçlarına kadar yeniden var etmeye

kadi-• ı»

rız!

Fakat insanoğlu önündeki gerçeği inkâra kalkışıyor. Soruyor: "Şu kıyamet günü ne zaman gelecekmiş?"] (Kıyamet; 1-6)

Görüldüğü gibi burada da "nimet sahipleri" yıkılış ile tehdit ediliyor.

K u r a n d a ayağa kalkış (kıyamet), diriliş/canlanış (ba'as) ve çıkış/ meydana atılış (hurûc), nefes/soluk (sûr), toplanış (haşr) kavramla-rı, daha sembolik okuyuşla bir toplumsal altüst oluş halinin safhala-rım da ifade eder. Bu d u r u m d a rüzgâr (rîh), çığlık (sayha) ve tufan örneğin toplumsal rüzgârın giderek artması, çığlığa dönüşmesi ve tufandan (devrim) sonra toplumun yeniden kuruluşunu ifade eder. Özellikle Mekkî surelerde çokça görülen ve ilginçtir "Mekke'nin fethinden" sonraki ayetlerde pek görülmeyen yıkılış ve helak sah-nelerini bu şekilde okumak da m ü m k ü n d ü r .

Bu d u r u m d a bildiğimiz anlamda "uhrevî" baas, kıyamet, cennet ve cehennem; mezardaki ölülerin dirilmesi, ayağa kalkması, cenne-te ve cehenneme atılması itikat olurken, "dünyevî" baas, kıyamet, cennet ve cehennem de toplumun üzerinden ölü toprağını atması, uyanması, ayağa kalkması ve ardından ideal toplumun (cennet) ku-rulması ve zalimlerin cezalandırılması (cehennem) demek olur...

Bu türden ayetleri her iki yüzüyle de okumak m ü m k ü n d ü r . Dünyevî yüzüyle okumakla beraber, uhrevî yüzüne de itikat etmek gerekir. Bunun anlamı "Burada olmazsa orada, er geç olacak bu." manasına gelir...

(12)

R. İhsan Eliaçık

[HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok.

O gün varıp sığınılacak tek yer Rabb'indir.

O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek. Dahası insan mazaret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa da... Bizzat kendi vicdanından kaçamayacak.

Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp durma. Çünkü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir.

Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle. Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir.]

(Kıyamet;ll-19)

Görüldüğü gibi burada müstağnilerin m u h a k e m e edilirken ne d u r u m a düşeceği canlandırılıyor. Hem Mahkeme-i Suğra (dünya-daki mahkeme/küçük mahkeme), hem de Mahkeme-i Kübra (Ahi-retteki mahkeme/büyük mahkeme) önünde müstağninin (nimet sahibi/mal ve oğul sahibi/bahçe sahibi/sutun sahibi/köşk-kâşane sahibi) hal-i pür melalini resmediyor...

. O - r-®-'

[HAYIR! Siz hep şimdi olanı seviyorsunuz. Sonrayı bırakıyorsunuz.

Bazı yüzler o gün sevinçten parlayacak. Rablerinden umacaklar.

Bazı yüzler ise o gün m o s m o r kesilecek.

Belkemiklerini çatırdatacak yaman bir hesabın gelmekte oldu-ğunu anlayacaklar.]

(Kıyamet; 20-25)

"Şimdi olanı (âcile) sevmek" K u r a n bütünlüğü içinde

dün-23

Sosyal, İslam

ya malına, servete, altına düşkünlük demek oluyor. Nitekim aynı kökten gelen kelime Samiri'nin buzağısı anlatılırken de kullanılır. Bu d u r u m d a , "süs eşyalarından buzağı (i'el) yapmak" süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve bunu elde etmek için Firavuna yaranmak, ona kölece sığınmak, b u n u n için de onun so-ğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilliğine razı olmak demek olur. Nitekim "Onların kalplerine buzağı (tel) içirildi" (Bakara; 2/93) ifadesi b u n u n esasında kalpte olan/içsel bir d u r u m olduğunu gösterir. Demek ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin; tutkunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. İşte yu-karıdaki bölümde Mekkeli "Samirı 'lerin de aynı d u r u m d a olduğu ifade ediliyor...

Dikkat ediniz! Şimdi olanı (acile) yani altını, serveti sevenlere

"Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab. r - ^ - J r - ^ j

[HAYIR! Ne zaman ki can boğaza dayanır... "Doktor yok mu?" diye bağrışılır...

Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır... El ayak birbirine dolanır...

İşte o zaman kişi Rabb'ine gittiğini anlar. Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi. Bilakis yalan dedi, sırt çevirdi.

Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı. Yazıklar olsun böylesine, yazıklar olsun!] (Kıyamet; 26-35)

Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil'in yakasından tutup "Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!" diyerek ona ölümü ve kıyameti hatırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. Peygamber'in elini silkip

(13)

R. İhsan Eliaçtk

atarak, "Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen de Rabb'in de bana bir şey yapamaz." diyerek kibirli kibirli adam-larının yanına gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber in Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı "Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun" (evlâ lekefeevlâ) ifadesi burada aynen ayetleş-miştir (Katade, Kelbi, Mukatil).

Görüldüğü gibi surenin son bölümü ölüm temasını işliyor. Ölüm temasının ilk mesajlar boyunca sürekli hatırlatılması, son ayetlerde "nutfe", "akıtılan meni", "pıhtı" vurgularının yapılması ve ardından er-kek ve kadın iki eş olarak var edildiğinin söylenmesi oldukça anlam-lıdır. Keza var eldilme/yaratma/yapma anlatılırken "fesevvâ" kelime-sinin kullanılması da çarpıcıdır: Bu, şekil verdi/eşit kıldı yani kadın ve erkek olarak ayrı ayrı "farklı şekil verdi; fakat "eşit kıldı demektir.

Ardından son cümlede "Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?" diye sorulması ölümün ve eşitliğin birbirini tamamlaması içindir. Çünkü ölüm en büyük eşitleyici ilkedir ve kendini bu eşitlikten ayı-ran insanlar ölümle tekrar ilk yaratılış anına dönerler. Bu soru aynı zamanda ölü toprağı serpilmiş bir halkın dirilmesi manasında "top-lumsal dirilişi" ima ettiği gibi, mezarlarda yatan ölülerin "yeniden dirilişi" manasında itikat ifade eder...

Dikkat ediniz! Tarafına etrafına güvenerek kibirlenenlere

"Ha-yır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.

[Dedikodu yaparak alay eden herkesin vay haline! Vay haline o boyuna mal istif ederek sayıp durana! Sanır ki malı kendisini sonsuza dek yaşatacak. HAYIR! O yalayıp yutan bir vakuma atılacak.] (Hümeze; 1-5)

Sosyal İslam

Rivayete göre buradaki eleştirilerin hedefi Umeyye bin Halefti. Demek ki bu karakter üzerinden diğer t ü m zengin kodamanlar he-def tahtasındadır...

Bu d u r u m d a alay edip (humeze) dalga geçme (lumeze) bir zen-gin küstahlığı olarak ele alınıyor. Mal toplayıp bununla sonsuza ka-dar yaşacağını zanneden kişinin müstağni kibrini resmeder. Onlar biriktirdikleri bu mallarla yoksullarla alay ederler: "Kursakların-da ekmeğim var.", "Ekmeğini ben veriyorum" "Züğürtler, baldırı çıplaklar!" "Açlıktan ağızları kokuyor." vb. laflarla küstahlıklarını göstermiş olurlar. İşte hümeze ve lümeze bu türden bir alay, dalga geçme ve dedikodudur.

Dikkat ediniz! Mal yığanlara, dönüp dönüp tekrar sayanlara, yığdıklarına güvenerek yoksullarla alay edenlere, dalga geçenlere, yukarıdan bakanlara "Hayır!" (Kellal) diyerek başladı bu Kitab.

K u r a n ı n ilk altı yıl boyunca inen surelerinde (yaklaşık ilk 40 sure) "Hayır!" (Kellal) geçen yerleri gördünüz. Nelere "Hayır!"

(Kellal) dendiği apaçık ortada.

(14)

"BÜYÜK GÜNAH" NEDİR?

Acaba Kur a n ı n "büyük günah" dediği şey nedir? Namaz kılmamak mı?

Oruç tutmamak mı? Başörtüsü takmamak mı?

K u r a n d a "suç, günah, hata" tabirlerinden öte bir de "büyük

suç/hata/günah" tabirleri geçiyor.

Baktığımızda bunların 7 yerde geçtiğini görüyoruz. Ne olduğu-nu anlamak istiyorsanız, gelin birlikte bakalım. Nüzul (iniş) sırası-na göre sıralıyorum;

•-o-' İlki N E C M suresinde:

[Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bu, kötülük ya-panların karşılıksız kalmaması, güzellik yaya-panların ise daha güzeliyle karşılıklarını bulması içindir. Onlar ki arada bir hataya düşseler de

büyük günahlardan (kebârie'l-ism) ve çirkin davranışlardan

kaçınır-lar. Rabb'inin mağfireti geniştir; bundan hiç şüpheniz olmasın.] (Necm; 53/31-32)

26

Sosyal İslam

{KEBÂİRE'L-İSM}: Sözlükte [ ^ ] kökü "büyük olmak", kökü de "suç işlemek, günaha girmek" demektir. Bu iki kelimeden olu-şan [ p ^ U1; *1^ ] ise "büyük günahlar" demektir. Bu deyim aslmda

sa-dece Müslümanlara değil; insanlığa önemli mesajlar vermektedir. Ayette geçen lemem kelimesi ise "Bir anlık şuursuzluk hali" demek olup (Razi) "küçük günahlar, ufak tefek hatalar" şeklinde meşhur olmuştur. Demek ki "Günahın büyüğü küçüğü olmaz" sözü doğru değildir. Suçun ve gü-nahın büyüğü olur ve Kur an bu anlamda büyükler (kebâir) demektedir.

Peki, büyük günahtan ne anlamalıyız?

Ayet bağlamına baktığımızda, "Dünya ve ahiret Allah'ın'dır" (Necm; 53/25) ve "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır" (Necm; 53/31) tekrarlı vurgularından da anlaşılacağı gibi büyük günah

(kebâire'l-ism) "sahiplenme" (mülk) ile ilgilidir.

Keza aynı bağlamda "İnsan için emeğinden başka hakkı

yok-tur" (Necm; 53/39) ve "Onun emeği karşılığını görecektir (Necm;

53/40) tekrarlı uyarısından da anlaşılacağı gibi kişi emeğinden baş-ka bir şeye sahip değildir. Bunu unutup örneğin çit çevirerek, emeği sömürerek vs. Allah'ın mülkünü ve insanların alınterini sahiplen-meye kalkışması büyük günah (kebâire'l-ism) olmaktadır. Sure bağ-lamından anlaşılan budur.

.-«S_> r-SS^t İkincisi VAKIA suresinde:

[İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su... Kapkara boğucu bir d u m a n . . . Ne serinletir ne rahatlatır... Çünkü onlar b u n d a n önce zenginliğin şımarttığı kimseler ( m u t r e f î n ) idi ve/yani büyük günah

(,hınsı'l-azim) üzerinde ısrar ediyorlardı.] (Vakıa; 56/42-46).

{MUTREF}: "Bolluk içinde olan, şımarmış" demektir. Bol-27

(15)

R. İhsan Eliaçık

lukve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarık-lık (teref) kelimeleri bu kökten... Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, "fors" sahipleri demektir... Bu durumda K u r a n d a sık sık geçen mele-i mütref" kavmin zengin-likten şımarmış ileri gelenleri" demek oluyor. Bugün için devlet beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşa-yan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder. (bkz. "Kur anda Alttakiler ve Üsttekiler" Makalesi).

Bu d u r u m d a ayet bağlamında büyük günah (hınsı'l-azîm) in-sanlar açlık ve yoksulluk içindeyken zenginlik, bolluk ve refah içinde yaşamak ve b u n u n verdiği vurdumduymazlık ve şımarıklık

(mütref) demek oluyor. Öyle ki böylesi tipler bu şımarıklık içinde

hesap, kitap, mizan, yeniden diriliş nedir bilmezler, aldırış etmezler, bunları hiç umursamazlar.

Üçüncüsü İSRA suresinde:

[Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da size de rızkı veren Biziz. Doğrusu onları öldürmek büyük bir günahtır

(hıtaen kebîrâ).} (tsra; 17/31).

Yani: "Çalışmıyorlar, yağmaya, talana katılıp mal getirmiyorlar, hiçbir işe yaramıyorlar." veya "Beş parasız oldukları için zengin bir koca talip olmuyor, fakirlere gidiyorlar." veya "Büyüyünce tefeci bezirganların eline düşerler, genelevlerinde çalıştırırlar, iyice rezil rüsva oluruz." veya "Belki bize acırlarda bol rızık ve mal verirler, onun için tanrılara kurban sunalım." diyerek çocuklarınızı sakın öldürmeyin. Bu çok büyük bir günah/cinayettir...

Çünkü bunlar Mekke'de oluyordu.

Sosyal, İslam

Görüldüğü gibi burada da konu (büyük günah) ve vurgu (mülk; zenginlik/yoksulluk) aynı.

'

Dördüncüsü ŞURA suresinde:

[Size verilmiş bulunan şeyler dünya hayatının metaıdır. Allah'ın yanındakiler ise iman edip sadece Rablerine dayananlar için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onlar büyük günahlardan (kebâire'l-ism) ve çirkin davranışlardan uzak dururlar.] (Şura; 42/36-37).

Yine buradaki büyük günah da (kebâire'l-ism) yukarıdaki Necm süresindeki ile aynı. Vurgu da oradaki ile aynı. Orada "Göklerde

ve yerde ne varsa Allah'ındır." dendikten sonra gelirken, burada "Size verilen şeyler dünya hayatının metaıdır." dendikten sonra

kullanılıyor. Demek ki büyük günah (kebâire'l-ism) dünya hayatını (malı, mülkü) ve ondan gelen faydayı (meta) bencilce sahiplenme-dir. Oysa mülk Allah'ındır (dünya hayatı; yer, gök, mal, meta) ve insan için emeğinden başka hakkı yoktur.

Ayetin devamında da büyük günahtan (kebâire'l-ism) kurtul-mak için ne yapılması gerektiği açıklanıyor: Allah'a güvenmek, ka-lıcı olanın O olduğunu kabul etmek, mal ve meta hırsına kapılıp elde edemeyince öfkelenmemek, salât etmek, etrafına danışmak ve verilen rızıklardan infak etmek... (Şura; 42/37-38). Metnin dışına çıkmaksızın bağlamdan baktığımızda d u r u m budur.

Beşincisi BAKARA suresinde:

[Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: 'Onlarda h e m büyük

(16)

günahla-R. İhsan Eliaçtk

rı yararlarından büyüktür.' Yine sana Allah yolunda ne harcayacak-larını soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan fazlasını.'] (Bakara; 219).

Görüldüğü gibi burada da büyük günah (kebâire l-ism) kavra-mının öncesinde içki ve k u m a r sonrasında da infaktan bahsediyor. Bu ikisi arasındaki bağlantı açıktır: Bir şeyi (kumar gibi) haksız yere sahiplenmek büyük gühahtır. Sahip olduklarının fazlasını el-den çıkarmak (infak) gerekir. Bunu yapmayan da büyük günah iş-lemiş olur. Demek ki içki, kumar, zina, altın, ipek vs. "zenginliğin

şımarttığı kimse" (mütrej) davranışıdır. Onlara özenmemeliyiz.

İşte sahip olduklarını infak etmeyip böyle heva ve heves yolunda harcayanlar büyük günah işlemiş oluyorlar.

İşte bu beş yer K u r a n d a büyük günah/suç/hata anlamında iki kelimeyle; kebârie'l-ism, hınsı'l-azîm, hıtaen kebîrâ, ism kebîr (tam-lama) olarak geçen yerler.

Şu iki yerde de tek kelimeyle (kebâir); fakat aynı anlamda geçi-yor:

Altıncısı yine BAKARA suresinde;

[Sana haram aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmayı soruyorlar. Onlara söyle: Haram aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmak

bü-yük (kebîr) bir şeydir. Bu, insanları Allah'ın yolundan m e n e t m e k ve

kâfirlik anlamına gelir. Halkı yerinden yurdundan sürmek ise Allah katında çok daha büyüktür (ekber). Baskı, zulüm ve zorbalık

(fit-ne) öldürmekten daha büyüktür (ekber). Bu zalim zorbalar, eğer

güçleri yetse yolunuzdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmeyecekler.] (Bakara; 217).

Ayette neye büyük/daha büyük (kebir/ekber) dendiğine dikkat 30

Sosyal İslam

ediniz: Haram aylarda ve Mescid-i Haram'da savaşmak... Halkı ye-rinden yurdundan sürmek... Baskı, zülüm, zorbalık...

Âdeta denmek isteniyor ki: Sana h a r a m ayda ve Mescit-i Haram'da savaşmayı soruyorlar. Bu çok kötü bir günahtır. Haram aylarda ve Mescit-i Haram'da savaşmak düpedüz insanları Allah'ın yolundan menetmek ve Allah'ı inkârdan başka bir şey değildir. (Ebu Müslim). H e m Allah'ın evini kendi tekeline alacaksın, h e m de bu anıtın gerçek sahiplerinin oraya girmesine engel olacaksın. Allah'ın savaşmayı yasakladığı aylarda silâh çekmekten, kan dök-mekten çekinmeyeceksin. Allah'ın Evini savaş ve kan dökülen bir yer haline getireceksin. Ne ayların ne de Ev'in hiçbir saygınlığına uymayacaksın. Bunları ihlâl doğrudan Allah'ı inkârdır. Üstelik aha-liyi yerinden yurdundan edeceksin. Allah'ın Evinin gerçek bağlı-larını şehirden süreceksin, "Buralar benim" diye kibrinden geçil-meyecek! Bu da zulüm üstüne zulümdür. "Hem suçlu h e m güçlü" diye buna denir. Şüphesiz savaş iyi bir şey değil. Haram aylarda ve Mescit-i Haramda savaş ise daha kötüdür. Baskı, zulüm ve zorbalık

(fitne) ise savaştan çok daha kötü, çok daha beterdir.

Görüldüğü gibi ayette büyük günahın mantığı aynı: Sahiplen-mek! Bu sefer sahiplenilen yer üstelik Allah'ın evi Kâbe...

Yedincisi NİSA suresinde:

[Eğer siz yasaklandığınız büyük günahlardan (kebâir) kaçı-nırsanız kusurlarınızı (seyyiât) bağışlar ve itibarınızı yükseltiriz.] (Nisa;31).

Buradaki "büyüklerin" (kebâir) ne olduğunu anlamak için de ayetin öncesine ve sonrasına (paragrafa) bakmamız yeterlidir çün-kü tam anlaşılmadı.

(17)

R. İhsan Eliaçık

Sizce bu ayetin öncesinde neden bahsediliyor olabilir? Okuyun;

[Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını karşılıklı rızaya daya-nan ticaret yoluyla dahi olsa haksız yere yemeyin. Kendi kendinizi aldatmayın. Allah size karşı gerçekten merhametlidir. Kim haddi aşarak, haksızca b u n u yaparsa yarın onu ateşe atacağız. Allah'a göre b u n u yapmak çok kolaydır.] (Nisa; 29-30).

Yani: Ey iman edenler! Bırakın açıktan haksızlık yaparak birbi-rinizin malını yemeyi, "kamu" adını vererek "birbibirbi-rinizin malı" haline getirdiğiniz ortak malı (beytu'l-mal), karşılıklı paslaşarak, eşe dosta peşkeş çekerek, usulsüz ihalelerle ve ulufe dağıtmalarla, alan m e m n u n veren m e m n u n tarzında dahi olsa yemeyin... Birbi riniz ile dışarıdan bakılınca sanki ticaret yapıyormuş gibi görünen; fakat gerçekte danışıklı dövüş olan alışverişlerden sakının. Böyle yaparak kendi kendinizi aldatmayın...

Peki, ayetin sonrasında neden bahsediliyor olabilir? Okuyun;

[Allah'ın kiminize kiminizden farklı verdiği şeylere göz dikme-yin. Erkekler için kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kazan-dıklarından bir pay vardır. Allah'tan, O n u n lütfunu isteyin. Allah her şeyi biliyor. Herkes için bir şeyler bırakabileceği vârisler tayin etmişizdir; anne-babalar, yakın akrabalar, nikâh akti ile bir araya gelenler. Sözleşmelerinizden doğan payları verin. Allah her şeyi in-ceden inceye görüyor.] (Nisa; 32-33).

Yani: Allah "eşitliği" takdir etmiştir (Fussilet; 10). Rızık ve rızık kaynaklarını, yarattığı insanların eşitçe kullanacağı şekilde

"tak-sim" etmiştir. Bu doğal taksimatta herkes farklı, fakat eşittir.

Ki-mine kiminden farklı yetenekler vermiştir. Bunları istismar ederek, farklılıklarınızdan eşitsizlik çıkarmayın. Tekel, kast, sınıf, hiyerarşi

Sosyal slanı

ve hegEmonya oluşturmayın. İlahî/doğal taksimatta her şey herke-se yeter. Ötekinin "payına" düşene göz dikmeyin, fazlasına tamah ederek eşitsizlik yaratmayın. Erkekler için kazandığından bir "pay", kadınlar için de kazandıklarından bir "pay" vardır. Paylarınıza razı olun, daha fazlasına sahip olmaya çalışmayın. Bu paylar zaten ara-nızda vârisler yoluyla birbirinize geçecektir, ihtirasa kapılmanı-za gerek yok. Sözleşmelerden doğan haklara riayet edin, kime ne

"pay" düşüyorsa adaletlice dağıtın; bölüşün, paylaşın...

Ayetin öncesini ve sonrasını okuyunca sanırım "büyük günah"

(kebâir) neymiş anladınız; Başkasının payına göz dikmek... Daha

fazlası hırsıyla mal toplamak... Kamu malını zimmetine geçirmeye kalkmak... Sahip olduklarıyla eşitliği bozmak; üstünlük taslamak, sınıf yaratmak, hegemonya oluşturmak...

Görüldüğü gibi K u r a n d a "büyük günah" bir şeyi sahiplenme

(mülk) etrafında dönmektedir.

Bu, K u r a n ı n bir taraftan Âdem kıssasındaki vesveselerin anası

(şecere-i huld ve tnülk-i la yebla) diğer taraftan da en "en büyük

zulüm" (zulmün azîm) dediği şirk ile ilgilidir.

Şecere-i huld: Son sınırına varıncaya kadar mal toplama. Şece-re: toplayan şey, huld: son sınır. Sembolik dilde "sonsuzluk ağacı"...

(Taha; 120).

Mülk-i la yebla: Yıkılmayacak bir iktidar ve mal sahibi olma.

(Taha; 120).

Şirk-i zulmün azîm: En büyük zulüm ortak olmaya kalkmak.

(Lokman; 13).

(18)

R. ihsan Eliaçık

"şirket"te mal ortaklığı vardır. Allah'ın mülkünden bir şeyi

sahiple-nip ortak olmaya kalkarsanız O na şirk koşmuş olursunuz. Allah'ın m ü l k ü n d e n (gökler ve yer) hiçbir şeye sahip olamazsanız, sahip ol-duğunuz tek şey emeğinizdir, ondan da size bir "pay" vardır. Gerisi kamunun/herkesindir.

Bunları unutup şeytanın vesvesesine kapılarak son sınırına ka-dar toplamaya (şecere-i huld) kalkar ve yıkılmayacak bir mülkün

(mülk-i la yebla) peşinden giderseniz "büyük günah" işlemiş

olur-sunuz.

K u r a n verileri ışığında "büyük günah" bu olmak icap eder. İlmihal kitaplarındaki büyük günah listelerini unutun.

Yukarıda göstermeye çalıştığımız yedi yerde geçen büyük günah ayetlerini Kuran'dan tekrar tekrar okuyun...

34

DAĞLARI KORKUTAN "EMANET"

Çokça bilinen bir Kur an ayetinde şöyle buyurulur:

[Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu üst-lenmeye yanaşmadı. O n d a n korktular da insan üstlendi. Hiç şüp-hesiz insan çok cahil ve zalimdir.] (Ahzab; 72).

Kur'an'm "varlığın diliyle konuşan" uslübuna çok güzel bir örnek olan bu ayette, görüldüğü gibi, dağlar, yer ve gök!—lc teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) mecazî anlatım sanatı çerçe-vesinde diyaloğa giriliyor ve insanoğlunun d u r u m u onlarla karşı-laştırılıyor.

Peki, dağların, yerin ve göklerin korkup da insanın üstlendiği bu

"emanet" ile ne kastediliyor?

Bilgisizlik (cehl) ve ötekine haksızlık (zulm) sebebi ile her an hı-yanete dönüşme potansiyeli taşıyan bu "emanet" ne olabilir?

Evet, dağların, yerin ve göklerin yanında esamesi bile okunmayan, küçücük bir böcek gibi kalan, takat cehl ve zulm potansiyeli taşıdığından, biz insanların tabiri caizse "hemen üstüne atladığı" emanet nedir?

Kur'an'm Âdem ve Habil-Kabil kıssası gibi, burada da, aslında

"yaşayan bir durum" anlatılıyor.

(19)

R. İhsan Eli açık

Bir an d u r u n ve yere, göğe ve dağlara bakın...

Kendi kendinize "Bütün bunların üstlenmekten korkup da

benim üstlendiğim, üzerime almakta ve sorumluluğunu yüklen-mekte hiçbir beis görmediğim/görmüyor olduğum 'emanet' ne ola ki?" diye sorun...

Üzerine alma ve sorumluluğunu yüklenme söz konusu olduğu-na göre, bu emanet, gelip giden, üstlenilip bırakılabilen, alınıp geri iade edilebilen yaşayan/dinamik bir şey olmalı?

A m a ne?

Kur andan başlayalım...

"Emanet" sözcüğü K u r a n d a 7 yerde geçiyor. Tek tek

aktarıyo-rum:

1 - [Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu

üstlenmeye yanaşmadı. O n d a n korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.] (Ahzab; 72). 2- [Onlar emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.]

(Mu'minûn: 8)

3- [Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.] (Meâric; 32)

Görüldüğü gibi bu ilk üç ayette emanet kavramı herhangi bir

"kendi kendine tefsir" yapılmadan, genel olarak geçiyor. Ne

kastettiğini anlamamız için tefsire ihtiyaç var. Bakalım diğer ayetlerde var mı...

4- [Kitap verilenlerden kimileri var ki, kantarla emanet bırak-san onu bırak-sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir

dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez.

Çünkü onlar "Bize sıradan halka karşı yaptıklarımızdan

do-Sosyal İslam

layı hesap yoktur" diyerek Allah'a karşı bile bile yalan söyler-ler.] (Al-i İmran; 75).

Görüldüğü gibi burada emanet "mal ve para" (kantar ve di-nar) olarak kullanılmış...

5- [Eğer yolculukta iseniz ve hesabı tutacak birisini de bulamaz-sanız borçludan bir rehin alabilirsiniz. Yok, birbirinize gü-venirseniz artık güvenilen Allah'tan korksun ve emanetini

ödesin. Şahitliği gizlemeyin, kim gizlerse vebali boynunadır.

Allah yaptığınız her şeyi görüyor, biliyor.] (Bakara; 283) Burada da emanet "ödenmesi gereken mal veya para" anla-mında kullanılmış...

7- [Ey iman edenler! Allah'a ve Peygambere hainlik etmeyin.

Size verilmiş emanetlere ihanet etmeyin. Sizler bilinçli

in-sanlarsınız. Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imti-han vesilesidir. Asıl büyük mükâfat Allah'ın katındadır.] (En-fal; 27-28).

Burada da emanetin mallar (emval) çocuklar (evlâd) şeklin-de ifaşeklin-de edilen servet olduğu anlaşılıyor.

Rivayete göre Enfâl (ganimet malları) suresinin girişinde bah-sedilen sahabelerin "aralarının bozulmasına" neden olan şey, Be-dir savaşında 1 - Hz. Peygamber in ganimetleri savaşa katılmamış olanlara da vermesiydi. Bunlar Muhacirlerden üç, Ensardan da beş kişiydi. Hasta olan kızının yanında kalan Osman b. Affan, Şamdan gelen kervanı gözetlemeye giden Talha ve Said b. Zeyd, geride vekil olarak bırakılan Ebu Lübabe ve Asım, bir yere haberci olarak gön-derilen Haris b. Hatip, yolda hastalanarak kalan Haris b. Es-Samit ve Huvat b. Cuveyr idi. Bunlara da ganimetten pay verilince itiraz-lar yükseldi ve tartışma çıktı. 2- Bedir'de savaşan genç sahabeler, 119

(20)

R. İhsan Eli açık

cephe gerisinde bekleyen yaşlı ve yoksul sahabelere ganimetten pay verilmesine itiraz ettiler ve ganimetin kendilerinin hakkı olduğunu, onların bizzat vuruşmadığını söylediler. Bunun üzerine aralarında tartışma çıktı. Bu ayet işte bu olay üzerine nazil oldu. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).

Görüldüğü gibi burada geçen "Size verilen emanetler" tabiri ile d ü ş m a n d a n ele geçirilen servet, yani "ganimet malları" ( e n f â l ) kastediliyor...

4- [İyi dinleyin! Allah size emanetleri ehline vermenizi ve in-sanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor; bundan hiç şüpheniz olma-sın.] (Nisa; 58)

Rivayetlere göre Mekke'nin fethi günü Hz. Peygamber, Kâbe'nin anahtarını yanındaki sahabelerinden birisine vermek istedi. Arap geleneklerine göre Kabe anahtarı kime verilirse onun kabilesi Mekke'nin yönetimine, yani h ü k ü m e t etmeye hak kazanmış sayı-lıyordu. Abbas, Ali ve Osman arasında çekişme oldu. Ayet b u n u n üzerine nazil oldu (Razi).

Görüldüğü gibi emanet burada ise bir işin başına kimin getiri-leceğine h ü k m e t m e k çerçevesinde "kamu görevi" üstlenmek anla-mında kullanılıyor.

Kur an'da emanet kavramının geçtiği yerler işte bunlardır.

. - « ( - . . - f f l S - .

K u r a n d a n birkaç örnek daha...

Şu ayette "halife" kavramı "emanet" ile eş anlamlı kullanılmış ve hepsini özetlemekte:

[Allah'a ve elçisine iman edin. Sizi üzerine halife kıldığı mallar-38

Sosyal İslam

dan infak edin. İnanıp böyle infak edenlerinizi büyük bir karşılık bekliyor. Neden Allah'a iman etmiyorsunuz? Oysa elçi sizi Rabb'inize iman edesiniz diye davet edip duruyor. Eğer gerçek m ü m i n l e r ise-niz, unutmayın, O sizden söz almıştı. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kuluna söze dayalı apaçık ayetler indiren Odur. Allah size karşı çok şefkatli, sevgi ve merhametle dopdoludur. Neden Al-lah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer AlAl-lah'tan başkasına mı kalacak?] (Hadid; 7-10).

Görüldüğü gibi "üzerine halife kıldığı (emanet ettiği) mallar" deniyor ve onların infak edilmesini istiyor. Elçinin "mu'minleri" imana çağırıp durduğu söylenerek önce "Neden iman

etmiyor-sunuz? diye soruluyor. Ardından ilk sorudaki imanın yerine infak

konarak soru yineleniyor: "Neden Allah yolunda infak

etmiyor-sunuz? Gökler ve yer Allah'tan başkasına mı kalacak?"

Kıssalara bakalım...

K u r a n d a Kabil, Karun, Nemrud, Firavun, Ad kavmi, Semud kavmi, Bahçe sahipleri, Talut, Allah'ın devesi (Nâgatallah) vs. ye-ı in, göğün ve dağlarye-ın üstlenmekten çekindiği halde, insanlardan kimilerinin çekinmeyip cehl ve zulmleri sebebiyle Allah'ın mülkü-nü (yeryüzümülkü-nü) nasıl talan ettiklerine, sahipsiz gördükleri her şeye ııasıl saldırdıklarına ve başkalarını ondan nasıl m a h r u m bırakmaya kalktıklarına tarihten birer örnektirler.

Mesela kendisine mülk verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren •idama (Nemrud'a) İbrahim'in ne dediğine bakalım:

[Siz Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O na ortak koşmaktan korkmazken, ben koştuğunuz o ortaklardan neden kor-kacakmışım? Şu halde güvene (emanete) iki taraftan hangisi daha

(21)

R. İhsan Eliaçık

layık? İman edip de (emaneti üstlenip de) imanlarına (emanetleri-ne) zulüm bulaştırmayanlar... İşte güvene (emanete) layık olanlar onlardır ve doğru yolda yürüyenler de onlardır.] (Enam; 81-82).

Ayette emanet (güvene bırakılan şey) bu kez aynı kökten gelen

"emn" (güven) olarak geçiyor. "İman etmek" (güven duymak) da

aslında bununla ilgili. Bu anlamda "iman edenler" ( m ü m i n l e r ) Allah'a güven duyan/itimad edenler demektir. Keza Allah da kendine güven duyanlara güvenir/itimad eder. O n u n için O da

"Mu'min"dir. Bu nedenle iman edenler aynı zamanda Allah'ın

emanetini üstlenenler anlamına da gelir. Ayette geçtiği gibi cehl ve

zulm sebebiyle buna hıyanet ediliyor. O n u n için imanlarına

(ema-netlerine) zulm bulaştıranlardan bahsediliyor.

İşte N e m r u d ve avânesi b u n u n örneği olarak anlatılıyor. Onlar Allah'ın ülkesinin (yeryüzünün) servet ve kuvvet kaynak-larına (emval ve egvât'a) el koyarak, kendi mülkiyetlerine geçirmiş-lerdi. Oysa onlar isteyenler (sâilîn) arasında eşitçe paylaştırılmak için yaratılmışlardı. Böylece Allah'a mülkte şirk koşmuşlardı. Kendi zimmetlerine geçirdikleri bu servet ve kuvvet kaynaklarını teolojik-leştirerek Ay, Güneş, Yıldız vb. totem-sembolleriyle ifade etmektey-diler. Mekkede Lat, Menat, Uzza, Hubel gibi kabilenin teolojikleş-miş servet ve kuvvet (emvâl ve egvât) kaynağı totem-sembolleri gibi imparatorluğun devlet tanrılarıydılar. "Onları (Putlarla ifade edilen servet ve kuvveti) bize Allah verdi, onlar bizi Allah'a yaklaştırıyor." demekteydiler.

İbrahim'in şirk koşuyorsunuz dediği şey buydu. N e m r u d ve ava-nesine Allah'ın ülkesinden (mülkünden) el çekmelerini, Allah'ın kimseye böyle bir yetki vermediğini, emanetleri geri teslim etmele-rini, isteyenlere eşitçe dağıtmalarım, çünkü emanete hıyanet içinde olduklarını söyledi. O n u n için "Siz emanete layık değilsiniz, bilakis

Sosyal, İslam

layık olanlar emanetlerine (emvâl ve egvât'a) zulm bulaştırmayanlar yani kendi zimmetlerine geçirmeyenler, mal kaçırmayanlar, mülk

ketiz etmeyenler, biriktirmeyip isteyenlere verenlerdir." dedi.

O n u n için K u r a n N e m r u d için "Kendisine 'mülk' verildi diye

İbrahim ile tartışmaya giren adam" der. (Bakara; 258).

Neydi mülk verildi diye tartıştıkları?

.-«s--K u r a n d a ortaya konan bu yaklaşımın, Hz. Peygamber, Hz. Ö m e r ve Hz. Ali'nin dilinde ve uygulamasında nasıl ete kemiğe bü-ründürüldüğüne dair de üç örnek...

Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Ben aranızda

bölüştürücü-yüm." (Buhari; Humus, 7).

Hz. Ö m e r şöyle demiştir: "Fethedilen topraklara öyle bir

ada-let ve mülkiyet düzeni getirmeliyim ki Irak'ın dulları ve yetimle-ri bir daha ebediyen krallara muhtaç olmamalı ve Müslümanla-ra da köle olup sömürülmemeliler."

Hz. Ali'nin uygulamasına bakınız:

"Bahreynde bir grup (girişimci) Basrada İbn Abbas'a müracaat ederek şöyle dediler: "Bize toprak verin, işletelim." Vali bu isteği bir mektupla Hz. Ali'ye bildirdi. Hz. Ali cevabi mektubunda "Bu

toprak tüm Müslümanlarındır. Oradan elde edilecek menfaatler konusunda hepiniz eşit haklara sahipsiniz. Eğer hepsi razı olur-sa, o araziyi onlara ver. Ben ise sahip olmadığım bir şeyi başka-sına veremem."

Dikkat ediniz! Devletin başındaki halife ne kendini, ne de dev-leti toprağın sahibi olarak görmüyor. "Yeryüzünde dört mevsim

rızık ve rızık kaynakları (egvât) yarattı, isteyenler için eşitçe tak-dir etti..." (Fussilet; 10) ayetini ete kemiğe büründürüyor.

(22)

Girişim-R. İhsan Eliaçık

çilere ancak bir görev/emanet olarak toprağın (mülkün/üretim ara-cının) verilebileceğini söylüyor ve ahalinin rızasını almak ve eşitçe yararlanmak gibi şartlar getiriyor.

r ®

-Peki, bir sözcük ve terim olarak emanet nedir, ona da baka-lım...

"Emanet" kavramının yukarıda görüldüğü gibi başlıca iki

an-lamda kullanıldığını görüyoruz: 1- İtimat etmek, güvenmek. 2- Gö-rev ve sorumluluk.

Terim olarak emanet, "Bir şeyi veya bir değeri gönül

huzuruy-la, güvenle başka birine teslim etmek veya aynı şeyi aynı şart-larla teslim almak" anlamındadır. Allah'ın insanlara verdiği bütün

maddî ve manevî nimetler ile insanların geri almak üzere verdikleri şeyler birer emanettir. Tersi hıyanettir.

Emanet ile "hibe" arasında fark vardır. Emanet mülkiyeti baş-kasına ait olan, geri ö d e n m e k zorunda olunan ve zarar verildiğinde tazmin edilmesi, ödetilmesi gereken şeyken, "hibe" mülkiyeti ile birlikte geçen ve geri verilmek zorunda olunmayan ve zarar verildi-ğinde tazmin etme sorumluluğu olmayan şeydir, (bkz. Adalet

Dev-leti; Ortak İyinin İktidarı, "Emanet" bölümü, ist., 2003).

Bu anlamda bütün servet (emvâl) ve kuvvet (egvât) kaynakları yani mülk Allah'ın (yere inince halkın) birer emanetidir, geçicidir ve hesabı verilmek zorundadır. Servet ve kuvvet kaynakları bir hibe, ancak ölümle çıkarılan Allah'ın giydirdiği bir hırka değildir. İslam dünyasında saltanatın bu denli yer bulabilmiş olmasında servet ve kuvvet sahibi olmanın Allah'ın/ halkın geçici bir emaneti değil; Allah'ın dilediğine verdiği mülkü, bağışı, hibesi olduğu anlayışı yat-maktadır. ..

42

Sosyal, İslam

Demek ki...

Gökler, yer ve dağlar öyle bir teklifle karşılaşmışlar ki sanki lisân ı hâl ile "Ey Rabb'imiz! Aman, bu bizi bozar." demişler ve yanaşmamışlar."Mal, para, servet" ve "görev" onları korkutmuş, ürkütmüş, titretmiş. Fakat insanoğlu h e m e n atlamış/atlıyor.

Demek ki...

K u r a n d a dağların, yerin ve göklerin üstlenmekten kaçınıp da insanın üstlendiğini söylediği emanetten maksat "mülk"tür! Yani Allah'ın ülkesi (yeryüzü) üzerinde tasarrufta bulunma, mülkünü (servet ve kuvvet kaynaklarını) üzerine alma, kullanma ve onlar üzerinden "metalar" üretme, bu metaların fazlalıklarını özel mül-kiyete d ö n ü ş t ü r m e . . .

Demek ki...

Allah insanoğluna "mülkünü" (servet ve kuvvet/ rızık ve rızık kaynaklarını) emanet etmiş, ona böylesi bir "görev" vermiş. Üstüne üstlük ilahî mülkiyet üzerinde tasarrufta bulunma yetenek ve yetki-si (akıl, vicdan, irade, özgürlük, ilim) ile donatmış...

Kur an işte buna "emanet" diyor.

İyi de dağlar, yer ve gökler bundan neden çekiniyor ki? İnsanoğlu olaya neden 'hemen atlıyor' ki?

Çünkü...

İnsanoğlu K u r a n ı n "emanete hıyanet" dediği şeyin serve-ti (emvâl) ve kuvveserve-ti (egvât) kendi tekeline alıp başkasını ondan mahrum etmek olduğunu bilmemektedir. Çünkü cehl üzeredir. Keza Allah'ın mülkünden (su, ateş, toprak, maden, gıdalar, altın, )',ımıüş, bitki, sığır, koyun vs.) kimi emvâl (mallar) ve egvât'ı (kuvvet kaynaklarını) zimmetine geçirip bunu insanlardan saklamanın,

(23)

R. İhsan Eliaçık

çırmanm, temerküzün/kendine biriktirmenin (kenz), geri verme-menin, onunla insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkmanın

zulm olduğunun farkında değildir. Ne deniyordu: "Hiç şüphesiz

insan çok cahil ve zalimdir."

M ü n a f ı k l a r o n u n için e m a n e t e hıyanet edenlerdir. Yani Allah'ın m ü l k ü n d e n aldıklarını vermeyenler, infak etmeyen-lerdir. Tıpkı bir devlette, hazine m e m u r u n u n z i m m e t i n e para geçirmesi gibi... Böyle birisine ne diyoruz: Hırsız, yolsuz, hor-t u m c u ! Peki, Allah'ın m ü l k ü n d e n çalana, çihor-t çevirene, k e n d i n e y o n t a n a ne demeli?

Demek ki...

Allah'ın mülkü/ülkesi (yeryüzü) kişisel zenginler üretme çiftli-ği deçiftli-ğildir. Bilakis zenginlikleri eşitçe dağıtma, bölüşme, paylaşma, barış, adalet ve kardeşlik yurdudur. (Dârusselam). Burada herkes kendi "kısmetine" (bütünden eşit pay) razı olarak, "nasibine" (bü-tünden kendi ihtiyacı kadar) düşene razı olarak yaşayacaktır.

"Takdir", "kısmet", "nasip"... Bunların hepsi Allah'ın ülkesinin

(yeryüzü) aslında eşitlik ile ilgili ekonomi-politik/metafızik kavramla-rı. .. Kültürümüzün derinliklerine işlemiş ama sinirleri alındığı, içi bo-şaltılıp tapınak dili haline getirildiği için haberimiz yok. Kelime kök-lerini tek tek araştırdım, müthiş eşitlikçi anlamları var. Başka bir göz-le bakınca fark ettim. Hepsi de Allah'ın dağıtımında (taqsîm/qısmet) kişiye düşen (isabet/nasîb) bütün içindeki eşit pay, hisse, ölçü (taqdir) anlamına geliyor. Gayet paylaşımcı ve "kamucu" kavramlar.. .(bkz.

el-Furûkfi'l-Luğa, Ebu Hilal el-Askeri, İşaret, ist., 2009. s. 234-259)

Demek ki...

Mülkiyet bir hak değil; görevdir!

Görev (emanet) ise ehil olana verilir. Ehil olmanın birinci şartı ise mülkiyeti (emaneti) kendine yontmamak, emanet olarak

veril-Sosyal, İslam

miş kamu (Allah/halk) mülkiyetini özel mülkiyete çevirmemek, ih-tiyacından fazlasını infak etmektir.

Yeryüzünü Allah'ın ülkesi, kendinizi de bu ülkede görev veril-miş birisi olarak d ü ş ü n ü n . . .

Size görevinizi yerine getirmek için yetki, rütbe, makam, mal ve para veriliyor. Bunları şu amaçlar için kullanacaksın deniyor. Hiç-birisi sizin değil. Size sadece geçiminiz için gerekli maişet (maaş) veriliyor. Kimseye de muhtaç edilmiyorsunuz.

Fakat siz ne yapıyorsunuz?

Emaneti hibeye çeviriyorsunuz. Bütün bunları zimmetinize ge-çirip özel amaçlarınız için kullanıyor, kendi zenginliğiniz için bi-riktiriyorsunuz.

Karşınıza bir İbrahim çıkınca da size mülk verildi diye onunla Rabb'i hakkında tartışıyorsunuz.

"İhtiyacından fazlasını ver" "O mallarda isteyenlerin (sâilîn) ve mahrum bırakılanların (mahrumîn) hakkı var", "Onları zen-ginler arasında dolanıp duran bir devlet haline getirme", "Allah onları isteyenler için eşit şekilde bölüşülüp dağıtılsın diye yarat-lı." diyene de "Kırkta bir neyinize yetmiyor, daha vermem, be-nim bunlar." diyorsunuz.

"Haddini aştın, 'esasa' girdin, görevi suistimâl ettin, cehl ve

zulm üzeresin, emanete ihanet ediyorsun, geri ver" diyene

"Gü-cün yeterse gel al, artık bunlar benim, üstelik ölünce de oğulla-rıma bırakacağım. Sülalemden dışarı da çıkmayacak, benim de henim." diye tutturmuş gidiyorsunuz.

Demek ki...

Allah'ın ülkesinden (yeryüzünden) zimmetinize geçirdiğiniz her şey, birleşik kap misali bir tarafta eksilmeye yol açıyor. Ondan ihtiyacı-ıı ız (emeğiniz) kadarını alıp gerisini vermeniz/infak etmeniz isteniyor.

(24)

R. İhsan Eli açık

Demek ki...

"Helalinden zenginlik" diye bir şey olamaz. Zaten

zengin-lik, ihtiyacından fazla mülkiyete sahip olmak demek olduğundan Allah'ın ülkesinden (yeryüzünden) aşırma, zimmetine geçirme de-mektir. İhtiyaçtan fazla olan her şey geri verilmek durumundadır. Fıkıhtaki tabirle havâic-i asliye yani ev, binek, ev eşyası, alet edevât, işyeri açma, maişet temini vs. ve bunlar için gerekli miktar temel ve zaruri ihtiyaçlara girer ve özel mülkiyet değildir. Veya illa mülkiyet denecekse "küçük mülkiyet" denebilir.

Çünkü "Mülk Allah'uıdır" ilkesi gereğince mülkiyet kişiye izafe edilemez. Keza "Allah zengindir, siz fakirsiniz" desturu gereğince as-lında kişiye "zengin" de denemez. Mülkiyet kişiye izafe edilemeyeceği gibi "devlete" de izafe edilemez. Mülk yalnızca ve sadece Allah'ındır.

Temel ve zaruri ihtiyaçlar (havâic-i asliye) "görev" değil;

"hak"tır.

Oysa havâic-i asliye dışındaki mülkiyet "hak" değil; "görev'dir. Görev olunca kişi, görevli kılındığı (üzerine halife yapıldığı) mülkiyetin sahibi olamaz, miras bırakamaz, zimmetine geçiremez, şahsi amaçları için kullanamaz. Cehl sebebi ile miras bırakırsa evin en büyük oğlunun (ekber) tekeline bırakılamaz, küçüklere de, ka-dınlara da verilir. Önce aile içinde, sonra kardeşlik ahdi (muâhede) yoluyla aile dışına da dağıtılır. Vasiyet yoluyla başkaları da fayda-landırılır. Bir yerde yığılmasına (kenz) izin verilmez. İslam'da mi-rasın mantığı budur. Sanıldığının aksine miras taksimi özel mülki-yetin değil; özel mülkiyeti dağıtmanın, kamulaştırmanın delilidir.

"Kamulaştırma" devlete ait kılma değil; herkese ait kılma, tabana

yayma demektir. Bundan maksat ise yukarıda Hz. Ömer'in sözün-de geçtiği gibi kişiyi bir daha ebediyen "krallara muhtaç durumda

bırakmamak", havâic-i asliyesine sahip d u r u m a getirmektir. 47

Sosyal İslam

Demek ki...

Üzerine halife kılındığından (emaneti üstlendiğinden) elde et-tiği fazlalık kendisinin değildir. Asıl sahiplerine geri iade etmek zorundadır. Ehil değilseniz, yetkileriniz alınır, rütbeleriniz sökülür, emanet geri alınır. Zimmetinize bir şey geçirmişseniz ödetilir, zarar vermişseniz tazmin ettirilir. Emval'i (malı, parayı) ve egvât'ı (kuvvet kaynaklarını) kullanma yetkisini kötüye kullanmışsanız hesabı so-rulur. Bir daha size verilmez. Ehil olana yani kendini "özel

mülki-yet şehvetine" kaptırmayacak olana verilir. O da aynı şeyi yaparsa

aynı işlem onun için de geçerlidir.

Kanımca sözde değil; özde emanet budur! D ü ş ü n ü n . . .

Bir devletin bakanlığı kişiye ebedî olabilir mi? Bakanlığın tüm araç gereçleri, malı, mülkü, parası, kasası bakana sonsuza kadar tes-lim edilebilir mi? O n u n oğullarına, sülalesine, aşiretine tapulanır, bakanlık özel mülkiyeti haline gelebilir mi?

Gelemez.

Çünkü bakanlık dediğin bir emanettir ve halkın kamusudur. Peki, aynı şeyi Allah'ın mülkü/kamusunda (yeryüzünde) hangi hakla yapı-yoruz? Orada da görevliyiz. Orada da emanetçiyiz. Allah'ın ülkesinin (yeryüzünün) egvât'mı (kuvvetlerini) yani rızık ve rızık kaynaklarını/ üretim araçlarını kişisel mülkiyetinize geçiremezsiniz!

Çünkü onları siz yaratmadınız.

"İmtihan" bahanesi, malı götürmenin, emanete hıyanet

etme-nin gerekçesi olamaz. Allah'ın ülkesietme-nin servet (emval) ve kuvvet

(egvât) kaynakları yani yeryüzünün üretim araçları "zenginlerin

insafına" bırakılamaz. G ü n ü n birinde yoksullara acımaları ve

in-safa gelmeleri beklenip durulamaz. Zaten ne böyle bir "hakları" ne de böyle bir "ayrıcalıkları" vardır.

Referensi

Dokumen terkait

Stadın işlet­ mesini yeniden üstle­ nen Sait Çelebi önce cümle kapısına koca­ man bir Türk bayrağı astırmış, sonra da he­ men kolları sıvayarak stadı

Ve her şey yeniden başlayacaktır! İnsan ikinci, belki de üçüncü defa serüvenine atılacaktır. Uygar bir yaratık olması için yine b'nler ce yıl geçecektir. Felâketten 5000

noktalarını takip ederek, çok geçmeden Tekkenin kapısına vardım. Tekke avlusunda, beni, önce abdest almama yardımcı olan,, sonra da oturup benimle konuşan dost canlısı bir

Ama bu fırsattan istifade şunu söylemek gerekir i, daha önce de defalarca görüldüğü gibi ve bundan sonra da görüleceği gibi, Anadolu ne aman nefes alabilecek bir 4 – 5

Hatti (Eti)’ler, Hititler Anadoluya gelmeden önce de var olan sonra Hititler ile kaynaşan bir toplumdur. Türkçe’de Ök/Ög kelimeleri de Anne olarak

Bu amaçla önce örnek veri tabanı Access programında tasarlanacak ve Acces ile form ve rapor hazırlanması, daha sonra Oracle Form ile örnek bir form hazırlanması ve en son

* Ben sizin yerinizde olsam önce hüpletir, sonra gümletirdim.. Tersini hiç denemeyin etraf

Soru 9-Doğrusal bir yol üzerinde tek bir yönde hareket etmekte olan bir araç gideceği yolun ilk yarısını 20 m/s büyüklüğünde sabit hızla aldıktan sonra hızının büyüklüğünü iki katına