• Tidak ada hasil yang ditemukan

Simurg / Gerçeğe Yolculug

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Simurg / Gerçeğe Yolculug"

Copied!
133
0
0

Teks penuh

(1)

SİMURG

gerçeğe yolculug

YAZAN Metin KILIÇ simurgwalll7@yahoo.com 1.Yayım MAYIS 2003 2.Yayım ŞUBAT 2010

(2)

SİMURG

Kuşlar aleminde bir gün gelmiş, Kafdağı’nın ardındaki Simurg,

Krallığa laik bulunmuş. Hep birden yola çıkılmış,

Önünde biat etmek için. Uzaklardaki Kaf'ın yamacına, Yorgunluğa dayanabilen yarısı ulaşmış.

Görmeyi istediklerine ulaşmak için, Yedi bölgeden geçilmiş, ölümler pahasına.

Sonunda,

Otuzu kalmış kuşlardan. Geride verilen canlar...

Kafdağı’nın ardında kendilerinden başkası yokmuş. Aradıkları kendileriymiş.

(3)

ÖZÜ

Gerçeğe ne kadar yakın olduğumuzun hikayesi.

Okuyacaklarınızın ya da anlayacaklarınızın ne olduğunu düşünün. Yaşam denilen kısa yolculuğun neresindesiniz? Başlamadan önce düşünün.

Yazılanların hiçbiri gerçek değildir. Gerçek, sadece sizin yaşadıklarınız değil midir?

(4)

GİZEM

Robel kimdi? Bilinç altında gizlenmiş bir kapıdan girince tanıştık. Gelecekteki geçmişin şimdisinde. Robel, yıldızların ay kadar değerli olduğu zamanlarda. Eski çağlarda... Zamanın yavaş aktığı anlarda. Robel, sitelerden uzak bir köyde. Savaşların ve yıkımların eksik olmadığı çağlarda. Kardeşlerin en küçüğü. Diğerleri, vakti gelince site dedikleri şehirlere gidince, yalnız kalmış anne-babasıyla. Baba, eski bir savaşçı. Yorgun ve hayata küsen. Kötülüklerin içinden kurtulup da huzur dolu bir yaşlılık isteyen. Bunun için Robel'in doğduğu o köye yerleşen bir baba. Annesi sıradan bir insan. Azı çok olana tercih edecek kadar sabırlı. Ailenin elinde kalan, bir tek ayçiçeği tarlası. Onun bekçisi son çocuk; Robel. O, uzun boylu ve esmer. Sıcak havalarda kolay terlemeyen, siyah saçlı, siyah gözlü sıradan bir genç delikanlıydı. Yüzü etli ve geniş omuzlu. Parmakları ince, vücudunun ihtişamına ters, ince bilekli. Soğuk görünümlü. Gülmesini bilmeyen birisi. Çok düşünürmüş çocukluk yıllarında: Geleceğini, ailesini , çevresinde olanları. Robel.... Aranızda onun yerinde olmak isteyenler olacak, okudukça anlatılanları. Onun katlandıklarına, siz katlanacak kadar cesur musunuz?

(5)

SÖZÜ

Benim adım Robel.

Yazanın kalbine girmeseydim, bilmeyecekti kimse beni. Yaşadığınız günden çok önce geldim bu dünyaya.

Yaşadıklarımın hepsi gerçektir.

Hayatın ne kadar acı olduğunu göreceksiniz. Eski dünyada, bir köye doğmuşum, binlerce yıl önce. Zaman nedir? Biliyor musunuz? O kadar garip bir durum ki...

Aleminde beklemekteyim. Neyi mi bekliyorum?

Okuyabilenler de buraya gelecek nasıl olsa. O zaman öğrenirsiniz.

(6)

İÇERİK: A. 6 GÜN

B. TAPINAKTA İLK 1000 GÜN(BAHÇE) C. TAPINAKTA İKİNCİ 1000 GÜN(MUTFAK)

D. SÜKUNET DÖNEMİ 95 GÜN(DİNLEME) E. HÜCRE DÖNEMİ 95 GÜN(CEVAPSIZ SORULAR)

F. LABİRENTE GİRİŞ G. ŞEHVET TESTİ H. SU TESTİ I. FIRIN TESTİ İ. MEZAR TESTİ J. RASATHANEYE GİRİŞ(GÖZLEMEVİ) K. ÖĞÜT

(7)

A. 6 GÜN

Ayçiçeği tarlası ve kuşlar. Bir insanın hayatını ne kadar değiştirebilirler ki? Ölü bir ağaç. Başkalarına görünmeden ağlamak veya gülmek gibi. Hayatımı değiştiren o güne gelmişti zaman. Henüz ondokuz iken. Benim yaşımda olmak istemezdin. Zordur. Bilesin. Neden kardeşlerim gitti? Neden yalnız bıraktılar beni bu tozlu köyde! Sitede yaşamak için. Ama annem ve babam..Onları bırakamadım ki.

Kaderimi değiştiren günün başıydı. Sabah, sıradan bir sabahtı. Şafak sökmeden kalkardım. Nedense ailede en sona kalırdım . Babam, o yaşlı haliyle dışarıdaydı. Kim bilir neyin peşinde. Annem, ateş ve su ile uğraşıyor olmalıydı. Azığım hazır olunca yola çıkmam gerekiyor. Tarlaya güneş doğmadan ulaşmalıydım, her zaman olduğu gibi. Gözleri açınca sabahları, hemen kalkmak istemez insan. Ama tembel olmaya izin vermiyor ki hayatı insanın. Üzerimde tek parça, solgun beyazlıkta bir giysi, belimde siyah bir kuşak. Giyindim bile. Dışarıya adımları attıkça sıkıntı başlardı gönlümde. Tek kalmak ne demek bilir misin? Konuşamadan geçen anlar. Elime annemce hazırlanmış azık sessizce verildi. Babam yine o konuşmayı yapacak işte: ' Evlat.... Tarlaya yaklaşan olursa, sadece gözlere bakman yeterli. Onlar yalan söyleyemez. Eğer içine şüphe düşerse... O anda taş atmalısın.' der ve gülümserdi. Ak saçlı babam. Neler çektin de hala gülebiliyorsun. Ben o yaşa gelince gülebilecek miyim? Nasıl bir dünya bu böyle? İnsan yaşlanmak için mi yaşar? Cevaplayamadım sorular kafamda gezinirken yola koyulmuştum o gün. Başıma gelecekleri bilseydim, onları bırakmazdım köyde. Yanıma alırdım o gün.

Tarlaya ulaşmam, hızlı adımlarım sayesinde kısa sürdü. Tarlamız bir tepenin ardında kalırdı. Köyü görmeyen yamacında. Yamaçta bir ölü ağaç. Başka gölge bulamazdım. Esmer olan cildim kavrulurdu sıcak günlerde. Ama bilemezdiniz ki o ölü ağacın sabah gölge verdiğini. Güneş doğmadan gölge veren ağaç. Nereden geldiğini çözemedim rengarenk kuşlar. Ötmeden beklerdi kuşlar beni. Gelince oraya, o gölgede uzanmama izin vermeden uçar giderlerdi. Patika yolun ayırdığı tarla ve ölü bir ağaç. 'Hayatın burada mı bitecek?' der gibiydiler. Güneş tepeme yükseldikçe tarladaki çiçekler onu izlerdi. Nedenini düşündüm, ama bulamadım. Etrafları zaten aydınlık değil miydi. O ışığı izlemelerinin bir sebebi olmalıydı. Bulutlara ne demeli. Gezinirler. Gökyüzü onların. Gölge ederler, canı istediklerine. Yağmur olurlar. Nasıl olur da olur. Bitmez sorulara dalmışken, o günü diğer günlerden ayıran olayla yüzleştim. Uzaklardan tozu dumana katan atlılar göründü. Hızla bana doğru gelen. Uzandığım yerden, dirseklerimden destek alarak hafifçe doğruldum. Site askeri olmalıydı. Tahmin ettiğiniz olaylar olmayınca ne olur: şaşkınlık. Babamın anlattığı savaşçılardı bunlar. İlk defa karşılaşmıştım. Ölüm yakınlarımda diye düşünürken, tarlaya saklanmayı akıl edemeden yanımdan geçmeye başladılar. Sayıları ondan fazlaydı. Nedense her biri varlığımı hissetmemiş gibi yanımdan geçtiler. Öndekilerden geride, artçı bana ulaştığında göz göze gelmiştim. İstemeden. İçimde korkudan ziyade şaşkınlık vardı. Sapanımla taş atmak aptalca gelmiş olacak; uzandığı yerden doğrulmuş ve bir elim ağaca dayanmış vaziyette karşıladı bedenim.

(8)

Atından inmeden, çevremde birkaç kez dolaştıktan sonra önüme sürmüştü atını. Korkmamak için deli olmak gerekirdi o gün. Deliliğim tuttu. Gülümseyen yüzümü görünce atından indi. Saçı sakalına karışmış. Siyah atının üstünde. Siyah elbisesi altında hançerinden kılıcına bir savaşçı. Kılıcını kınından çıkardı. O an ölüm korkusu geldi. Kalbimin atışından söylediklerini duyamadım. Tekrar ve yüksek sesle tekrarladı:

Savaşçı: Kimsin?

Robel: Beni neden öldüreceksin?(dedim. Der demez sakalı arasında kaybolan gülümsemesiyle cevap verdi)

S: Ölümden korkan biri daha. R: Korkmayan var mı?

S:(gülümsemesi aniden kızgın bir ifadeye dönüştü) Küçük. Çok insan öldürdüm. Korkmayan sadece ölü bedenleriydi.

R: Nedeni olmadan beni öldüreceksin. S: Öldürmede neden arasaydık aç kalırdık.

R:(Kılıcından korkmuş olduğumu anlamıştı. Güneş altında ışıldayan o kılıca bakarak) Bu tarlanın bekçisiyim.

S: Vaktimi alıyorsun( diyerek kılıcını kaldırdı. Gözlerim kapanıverdi birden. Bedenime girecek bir keskin kılıç altında titreyen ellerimi arkada saklıyordum.)

S: Bu benim oldu( dedi. Ağaca asmış olduğum azık torbamı aldığı hızla atına binerek, önündeki gruba doğru atını sürdü.)

Kendime gelmem uzun sürmüştü. Aklımdan sadece 'ölüm halinde bana ne olacak?' sorusu geçiyordu. Korku, yerini meraka bırakmıştı. Ayaklarım üzerinde çökerek uzaklaşan atı izledim. Bu kadar yakın olan ölüm uzaklaşıyordu. Sıra dışı bir gün başlamıştı. Nasıl bitecek diye düşünmüyor insan. Unutuyorsun geçenleri. Kalp atışlarım normale dönünce tarlaya girip, içinde saklandım. Korku yeni başlamıştı. Ölüm korkusu. Tarif edilmez bir boşluk vardı içimde. Açlığımı bana unutturan hislerle boğuşmaktaydım. Uykuya yenilmişim. Gözlerimi açtığımda gün kararmaya yönelmişti. Tarladan yavaş adımlarla çıkarak ağacıma yöneldim. Aynı olayı tekrar yaşadım o an. Rüya mıydı olanlar, yoksa gerçek mi. Hangisi gerçek? Ölüm ve hayat. İnce bir yol üstünde, ikisi beraber.

Önce burnuma geldi yanık kokusu. Ardından gökyüzüne yükselen koyu dumanları gördüm. Köy tarafından yükselen dumanlar. Koşmak istedim. Koşamadım. Görmek istemediklerimle karşılaşacağım hissi vardı. Üzüntüye yavaşça yaklaştım. Tepeyi aşınca uzaktan görüldü olup biten. Savaşçılarca içine girilmemiş ev yoktu. Ne istediniz bu köyden. Hayatımda ilk kez o gün ölü insanlar görmüştüm. Boş bakışlarla yatan. Annem ve babam neredeydi. Evimizin dışında uzanan iki ölü onlardı. Kanlar içinde. Babam elinde kılıcıyla can vermişti. Eski bir askere yakışan şekilde. Annemden ne istemişlerdi onlar. Öldürmek bu kadar mı kolaydı. Daha önceleri de ağlamıştım. Bu sefer ki uzundu. Gözyaşım tükeninceye kadar ağladım. Annemin yanında bayılmışım.

(9)

Açlık içinde uyandım. Yeni bir gün başlamak üzereydi. Köyde benden başka yaşayan yoktu. Evin içine girdim. İşe yarayacak bir parça kalmamıştı. İçim ağlıyor, dışım beslenmek için aranıyordu. Kuru bir somun buldum yerde. Midemi bununla kandırdım. Yalnız kaldım. Kimsem kalmadı. Ne yapacağım. Nereye giderim. Burada nasıl kalırım. Tek arkadaşım olan o ağacın altına gittim. Uzanıp düşünmeye başladım. Yeni bir gündü benim için. Tanıdığım kimse kalmamıştı hayatımda. Umudum gitmiş, yerini belirsizlik almıştı. Güneş tepemde iken ayak sesleri ile uyandım. Ölü ağacın altındaydım. Birkaç adım ötede, ihtiyar bir adam bana yaklaşmaktaydı. Solgun yüz ifademle:

R: Öldüler(deyiverdim, kim olduğunu bilmeden.) - Evlat. Kim öldü, anlat bana.(diyerek yanıma oturdu.)

Hayatımda onun kadar yaşlısını görmemiştim. Yüzü kırışıklar içinde ama gözleri ışıl ışıldı. Saçları beyazlamış ve yüzünü kısmen kapatabiliyordu. Elinde asası ile tarlaya doğru bakarak, benim konuşmamı bekliyordu.

R: Kimsem kalmadı. Korkuyorum. -(Gülümseyerek) Bu tarla kimin? R: Bizim. Neden sordun?

- Evlat, gözünle gördüklerinin aslı topraktır. Ölenler her kimse, iade edilmişler. Bunda üzülecek olan sen değilsin.

R: Anlamadım.

- Anlasaydın burada küskün beklemezdin.

R: Ölenler annem ve babam. Onlar nasıl toprak olacak? Nereye gittiler? Ben onları istiyorum yanımda dedim. Dememle hıçkırıklara boğuldum. Özlemiştim. Onlarsız bir günüm bile geçmezken. Şimdi kendimleydim. Çok acı bir durumdu bu.)

- Derinlere dalma. Sana bir öğüt versem, bunun karşılığı olarak bu tarlayı yakar mısın? R: Kimsin ki sana bu tarlayı vereyim. Öğüt ne işime yarayacak ki. Ben de mi katil olacağım. Ben de mi kötü olacağım.

- Bilmediklerini öğrenmek içindir öğüt. R: Kim olduğunu söyle bana.

- Kim olduğum sana yarar sağlamaz. Senin benden alacağın sadece öğüttür. Karşılığı ise emek verdiğin şu tarladır.

R: Ne olduğunu bilmediğin, öğüdün karşılığı olarak nasıl tarlayı yakarım. - Sana aradığın gerçeği öğrenebileceğin yeri söylesem de mi?

R: İçimdekileri nasıl bildin ? Büyücü müsün?(Korkmaya başlamıştım.)

- (Sesi kulağı tırmalayan bir yükseklikteyken, bağırmaya başladı.) Sen değil misin; bulutlarla, kuşlarla ve doğan güneşle kaybolan. Buradan öğüdü almadan gidersen, nefes aldığın her an acı çekersin. Yak şu tarlayı. Ayrıl seni bağlayan tarlandan.

(10)

bekliyordu. Elindeki saydam maddeyi bana verdi. - Bunu kullan.

R: Bu nedir?

- Işığı birleştiren yolları vardır. Kuru dalların üzerine tut.

Dediklerini yaptım. Yapraklar alev almıştı. Ateşe hükmeden bu ihtiyara karşı, merak duygusu ağır basınca:

R: Bana kim olduğunu söyle.

- Öğüt, kim olduğumdan daha önemlidir. R: İşte tarla yanıyor. Söyle söyleyeceğini.

- (Ayağa kalktı.Güneşin batacağı yeri eliyle göstererek) Günlerce süren bir yolculuktan sonra oraya varacaksın. Orada bir tapınak var. Sen onu bulmasan da o seni bulacaktır. Aradığın gerçek orada.

Aksi istikamette yürümeye başlamıştı. Aklımı kaybetmek üzereydim. Olup bitenleri anlamak zordu. Arkasına bakmadan uzaklaşan ihtiyarın adını öğrenemeden, yeniden küller içindeki köye döndüm. Yanıma alabileceğim ne kaldıysa. Bilmediğim bir yöne doğru yola koyuldum. Hiç yaşamamış gibiydim. Öncesi ve sonrası. Mutsuzdum o köyde. Ama böyle mi bitecekti. Annemi özledim. Ben kime 'anne' diyecektim. Kim bana azık verecekti bundan sonra. Babamı özledim. Benimle gurur duyan bakışları bir daha nerede bulacaktım. Kendimi bir dere kenarında buluncaya kadar yürümüşüm. Hava kararmış, kurt sesleri yükselmeye başlamıştı. Daha önce tek başına kalmayan Robel ne yapacak?

Gece olunca uzandım. Uyuma hesabıyla. İçime o gecenin sessizliğini delen suyun sesi girdikçe, boşaldı sıkıntım. Suyun sesi. Daha önce de duyduğum ses. Şimdi farklı. Yalnızlığını benimle paylaşıyor. Karşılık beklemeden. Gecenin soğukluğu. Suyun sesi. Üzerimde ışıldayan yıldızlar. Ne kadar azını biliyordum hayatla ilgili olanlardan. Beni orada görmüş olsaydınız... Görecek kadar cesaretiniz yok ki. Acıyla yan yana ne kadar kalabilirsiniz?

Sabah olunca gördüğüm rüyalar üzerine düşündüm. Birinde köprüden geçmeye çalışılırken suya düşmüş, büyük bir balığa yem olmuştum. Diğerinde kanatlarım vardı. Bulutların üzerinde uçuyordum. Yanı başımdaki dereden suyumu içer içmez yoluma devam ettim.

Güneş tepemde iken çöl karşıma çıktı. Eyvah ki ne eyvah! Burayı nasıl geçerim ben. Başka bir yol bulmak gerekiyor. Çölü sağıma alarak yürümeye başladım. Günün nasıl bittiğinin farkına varamamışım. Düşüncelere dalınca zaman akıyor sanki. Gölgeye çekilip, açlığımı dindirme niyetiyle oturdum. Geçmişim ve geleceğim arasında bir yerde sıkışmıştım. Ne olacak bana? Kimim ben? Ya da nereye gitmeliyim? İnsanlar niye yaşar. Acı çekmenin nedeni... Aklımı kaybetmek üzereydim. Hiç tanımadığım bir yaşlıya güvenip bilmediğim yollardayım. Sonu neye varacak. Sorular içinde boğuldum. Kuş olmayı düşlerdim o tarlanın yanındayken. Kanat çırpmayı düşlerdim. Tek başıma kalınca kanatlarım kırıldı. Onları özledim. Onlarsız bir dünyada yaşamak acıymış. Bana

(11)

gülümseyen bir yüze ihtiyacım var. Karanlıkta kendimden korkar oldum. Gözyaşımı hissettim şimdi. Gözlerim doldu. Ağlamak bu kadar kolay olmamıştı daha önce. Bunlar başıma gelmeden önce, üzülmemiştim bu kadar. Sebep ne olursa olsun. Gerçeklerden korktum. Ölüm gerçeğinden. Karanlık ve yalnızlık. Hiç sevenim olmadı. Sevilmedim de. Paylaşmak istiyorum. Nereden geldiğimi öğrenmek. Suyun sesini... Ya da bulutlar nasıl su olur ve akar nehir olur. Bilmek istediğim gerçekler içinde bir de ölüm var. Annem ve babam şimdi neredeydiler. Eğer ölüm yok olup gitmekse, ben onları çok seviyorum. Sevgimle yaşatırım içimde. Ya ben de ölürsem... Yok olacaksam neden yaşıyorum. Neden bu hayat... Bana yardımcı olacak yok mu?

Gölgesine sığındığım ağaçların altında, bu düşüncelerle bir günümü daha heba ettikten sonra yeni günün ilk ışıkları ile çöle girdim. Kum, ayaklarımı içine alacak sanki. Yürümek zor. Geriye dönmek mümkün değil. Güneşi takip ederek tek yönde ilerledim. Her tepenin ardında, eskisi ile aynı bir kum tepesi daha. Ümidinizi kaybediyorsunuz. Suyum tükenince korku girdi içime. Yakıcı ve insafsız çöl acımadı bana. Yürüyecek gücüm kalmamıştı. Gözüm ufukta serap görmüştü, gücümün bittiğini sandığım anda. Bana anlatılan serap. Aldatan serap. Ümidin bittiği yerde coşku aldı içimi. Bir umut diyerek koşmaya başladım. Koştukça uzaklaşıyordu. Nihayet zemin sertleşti. Daha kolay koşabiliyordum. Serap, gerçek oldu. İçine girince şüphem kalmadı. Adını bilmediğim taze meyveler ve kaynağından berrak su. Ne güzel bir yerdi. Hep orada kalabilirdim. Çölün hediyesi. Daha önce su bu kadar tatlı gelmemişti. Meyveler ağzımdan kayıp indi mideme. Ölümlerden sonraki en mutlu anımdı. Bitmesini istemeyip de bitecek olan güzelliklerdendi. Çölün ortasında yeşillik ve su. Bugün şanslı günüm. Burada mola verebilirim. Yüzüm yeniden gülmeye başladı. Acı içinde gülümsedim. Batan güneşe bakarak hayal kurmaya başladım vahamda. Cevabı insanı delirtecek sorulara daldım. Gecenin sırrı neydi. Aydınlık ve karanlık neden var ki. Güneş nereye gidiyor?

Bir çölde kaldıysanız ve üstelik tek başınıza, vahanızdan ayrılmadan önce iyi düşünmelisiniz. Öyle yaptım. Alabildiğim kadar su ve meyve. Tok bir mide. Dinlenmiş bir beden. Güneşin doğmasına fırsat vermeden yoluma koyuldum. Birkaç kez geriye baktıysam da ayrılmam gerekirdi. Zaman öyle bir akar ki, içinizdeki acıyı alır yavaşça. İlaç gibi. Zemin, yeniden içine alan kumlarla dolmaya başladı, yürümek zorlaştı. Kardeş kum tepeleri yan yana dizilmişler. Bitmek bilmiyorlar. Güneşin giderek yukarıya çıkması ile yorgunluk başlıyor. Suyun tadını başka hiçbir yerde bu kadar güzel alamazsınız. Garip olan bu değil mi? Çekilen acı sonunda elde edilenler, daha değerli oluyor gözümüzde. Çölün bittiği yer, bir denizmiş meğer. Çok uzakta olsa da görünmesi yetti. Karanlık çökmeden kıyıda olurum. Hayatımda ilkleri yaşamaya devam etmekteydim. Deniz, anlatıldı. Babam, gençliğinde bir gemide çalışmış. Balık yemeye bayılırmış. 'Dalga olmadan balık olmaz.' derdi. Yanımda olsaydın da beraber gitseydik şu denize. Olmaz mıydı. Nerdesin be baba. Özlemişim seni.

Kararmaya yönelmiş gün bitmeden, ulaştım deniz kıyısına. Karşımda deniz ve ötesinde belli belirsiz dağların zirveleri görünüyordu. Güneşin battığı yer orası. Öyleyse oraya gitmem gerekiyor. Yüzme bilmem ki. Kıyıda geceyi geçirmeye karar vermiştim. Meraktan olsa gerek suyun tadına baktım. Tuzluydu. Yemekler bile bu kadar tuzlu değil. Neden tuzlu ki!. Yağan yağmurda tuz yok. Yine merak başlamıştı. Uyumadan önce birkaç

(12)

meyve yedim. Biraz da su içtim. Nedense daha iyi hissetmekteydim kendimi. Moralim yerine gelmişti. Sabah olunca kıyı boyunca yürümekti kararım. Şansım varsa karşıya geçerim. İhtiyar... Neden beni buralara sürükledin sanki. Çölün sıcağından sonra, gece olup yıldızlar üzerimdeyken esen tatlı rüzgar hoşuma gitmişti. Uyku böyle havada tatlı oluyormuş.

Sabah olmuştu. Kıyı boyunca yürümeye başladım. Denizin sesi hoştu. Dalgaların benimle konuştuğunu zannederek ilerledim. Yalnızlığımı paylaşan yine suydu. Önümde bir deniz kabuğu gördüm. Elime alarak babamın tarif ettiği gibi kulağıma yanaştırdım. Mükemmel bir dil. Her olanı anlatıyordu. O sessiz kabuk, kulağıma yanaşınca dilleniverdi. Benim gibi yalnız olmalıydı. Onu torbama alarak ödüllendirdim. Benimleydi. Her dalga, kıyıya vurduğunda kumları yalıyordu. Denizle çöl arasında gide gide bir balıkçı barınağına ulaştım. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Beklemeli miydim yoksa bir küçük tekne alıp yola mı çıkmalıydım.... O zaman hırsız olurdum. Hırsızlar kötü insanlar. Ben kötü müyüm? Beklemeye karar verdim. Eskisi kadar sıcak olmayan havada, denizde bacaklarımı serinleterek bekledim. Minik balıklar gördüm bacaklarım arasında yüzen. Hareketsizce bakarken arkamdan gelen sesle irkildim. Bu bir balıkçı olmalıydı:

Balıkçı: Hey...

R: (Arkama dönerek gülümsemeye çalıştım. Ama gözüme giren güneş, buna izin vermemişti)... Karşıya geçmem gerekiyor.

B: (Bulunduğu tepeden aşağıya, yanıma geldi) Oraya gitmek zordur.

İçine sinen balık kokusu dayanılmazdı. Saçları dökülmüş, orta yaşın üstünde, eti kemiğine yapışmış, sıradan ama kokan bir insandı. Yaklaştıkça, geriye gitmek zorunda kaldım. Üzeri neredeyse örtülmemişti, giydiği don dışında. Gözlerim o dona takılmış olacak ki:

B: Beğenemedin mi? (Gülümseyerek) Güneşin yakması için. R: Karşıya beni geçirsen ya.

B: Bedeli var. R: Öderim. B: Neyin var?

R: Sana yardım ederim. İşini görürüm.

B: Peki... Bana şu tekneyi onarmada yardım edersen ve o tekne yüzerse, bedelini ödemiş sayarım.

R: Kabul.

B: Daha önce böyle işler yapmış mıydın? R: Hayır. Çiftçiydim.

B: Yaparsın. Güçlü, kuvvetli görünüyorsun... Gözlerin hariç.

Haklıydı. Gözlerimden korku ve endişe okunuyordu. Bedenime kanmış bir balıkçı ile tekneye çıktım. Dalgalar bir ucuna vuruyordu. İçeriden temizliğe ve ardından

(13)

onarıma koyulduk. Acemice çalışmamdan olacak, memnun kalmadığını düşünmüştüm. Bir yandan çalışırken diğer yandan konuşmaya başladık:

B: Denizle yaşamak zordur... Senin adın ne bu arada? R: Benim adım Robel.

B: Daha önce böyle bir isim duymamıştım. Neyse. Bak Robel... Deniz, insanı tüketir. Verdiğinden daha fazlasını içinden alır. Ne canlar alır, acımaz bile. Bakma şu yanımızdaki dalgaların şirinliğine. Onları bir de açıklarda görsen. Boyunca dalgalar. Kocaman gemileri bile batıracak güçte. Kızar bazen bizlere. Yağmurla bir olur, üzer bizi. Ama ardından uykuya geçer. Dalgaları göremezsin. O zaman balıkları görürsün. Balık avlamak zordur, Robel.

R: Burada tek başınasın. Kime satarsın balıkları?

B: Buraya, senin gibi çölü geçecek kadar güçlü genç insanlar dışında, gelen olmaz... R: (Ne de güçlü ama!) Ya...

B: Burası benim mekanım. Dinlenmeye, yalnız kalmaya gelirim. Tamir işleri falan. Geceye kalmam geri dönerim.

R: Nereye?

B: Çiftçisin ya bilemezsin. Deniz tehlikelerle doludur. Gözünü açacaksın. Yoksa yutarlar seni.

R: Kimler yutuyor? ( Bilmediğin ne kadar çok olan biten varmış.) B: Korsanı, kralın askeri ve tanımadığın yabaniler.

R: Karşıda ne bulurum?

B: Bela... Sadece bela. Oraya gitmek hata.

R: Gitmek zorundayım.(Nedeni yoktu aslında. Başka ne yapayım. Merakla endişe bir olmuş, beni oralara sürüklüyordu.)

B: Sormuyorum nedenini merak etme. R:( Düşüncemi okumadı ya.)

B: Konuşmaya daldık ama iş çabuk bitti. Arka taraftaki deliği kapatırsak tamamdır.

Ne kadar sıra dışı bir sıradanlık! Hayatında kendinden başka kimsesi olmayan bir adam. Ama gözlerinde endişe yok. Yüzünde acı ve hüzün gizli. Nedense bunlar hayata küsmesine izin vermiyor. Köyümde meğer bilmeden yaşamışım. Görmeyen gözlerim görmeye başlamıştı. Acı çekmek ve üzülmek gerekiyor belki de. Balıkçının deniz tuzu ile kavrulan yüzü, kuru ve kemiksiydi, kabuk bağlamış gibiydi. Yanıma aldığım deniz kabuğu aklıma gelmişti. Balıkçı teknedeki ince işleri tamamlarken, sihirli sesleri dinlemeye devam ettim. Balıkçıya arkama dönmüş, gitmem gereken yere bakıyordum. Orada dağların zirveleri ve üzerinde bulutlar vardı. Yağmur bulutları. Susadığımı hatırlatmıştı. Balıkçıdan su istedim:

(14)

B: Sabır.

R: Anlamadım.

B: Su içmek sabır iledir. Yudumlar sayılı olmalıdır. Öğreneceklerin var senin Robel. Toysun.

Birden su içmekten vazgeçmiştim. Vazgeçiren öfke olmuştu. Bu cevabı beklemiyordum. Tekneyi tamamlamış olacak ki beni el işareti ile yanına çağırdı. İkimiz birlikte denize itmeye başladık. Tekne zor olsa da denize itilmişti. Yelkenlerini açmış, benim binmemi bekliyordu. Deniz yolculuğu başlıyor.

Kıyıdan uzaklaştık. Dalga boyu, ürkütecek kadar yükselmişti. Tahminimden daha uzak olduğunu anlamıştım; karşı kıyı ve dağ eteklerinde gezinen bulutlar. Gökyüzü, bizi aciz bırakmak istercesine bulutları üzerimize göndermekteydi. Gündüz haliyle hava karardı. Yağmur yağacak. Balıkçının umurunda mı! Gözlerimdeki endişeyi görmüş olacak ki:

B: Korkma... Yağmayacak.

R: İçimden geçenleri nasıl bildin?(diyerek şaşkınlığımı belirtmiştim hemen)

B: (Bir elinde sıkıca tuttuğu yelken ipi olduğu halde bana dönerek) Gözler yalan söylemez. Söylediği gibi yağmur olmadı. Dalgalar kabardı. Denizin tuzu ağzımı açmadığım halde dilimdeydi. O tadı hissedebiliyordum. Yine düşüncelerimin arasına girdi:

B: Robel... Dünyada beş tat vardır.( dedi. Nasıl okuyor düşüncemi. Bu adamdan korkmaya başlamıştım.)

R: Acı, tuzlu, ekşi, Tatlı. Beşincisi? B: Uykunun tadı.

Gülümseyerek işine koyuldu yine. Kıyıya yaklaşmıştık. Anlam veremediğim bir gizemi vardı. Gerçekten uykunun ayrı bir tadı vardı. Sabah olunca beyninde hissettiğin bir tat. Hiç düşünmemiştim doğrusu. Dilinde hissettiğin bir tat. Dağların eteklerine ulaşmıştık. Kıyıya bırakır bırakmaz açılmak istedi. Ayaklarım sağlam toprakla buluştuğu anda rahatlamıştım. Denizi sevmedim. Güven vermiyor. Seni içine her an alacak gibi. Balıkçıya son bir kez teşekkür ettim. Cevap vermeden uzaklaşmaya başladı bile. Yüzümü dağlara çevirdim. Önümde belirsiz bir yol, arkamda acı hatıralar. Yürümek gerek. Amaca ulaşmak için. Gün, bitime yüz tutuyordu. Karanlığı göze alıp adımlarımı takip etmeye başladım. Yürümek, deniz yolculuğundan sonra iyi gelmişti. Hayatımda görmediğim kadar yeşile bürünmüştü çevrem. Karanlık kendini iyice hissettirince, bir çalıyı kendime döşek yaparak uykuya daldım. Beşinci tat. Sabah olacak ve Robel yoluna koyulacaktı. Uzaklardan bakıldığında heybetli görünen dağlar, içine alınca insanı, küçülmüştü. Gözlerimi açar açmaz, ardında gizlediği yere doğru gitmek üzere yola koyulmuştum. Günler aktıkça gözlerimin önünden, acılarım hafifletilmişti. Uzakta bıraktığım acı, peşimde beni arasa da... Ölüm müydü beni buralara kadar getiren. Yalnız olmadığımı ve birinin beni gözetlediğini hisseder olmuştum. Dün ve yarın arasında sıkışmış biriyim. Okuduklarınızı askıya alıp şimdi beni dinleyin. Şimdiye kadar olanlar başınıza her an gelebilir. Öğüt alınca dinleyenlerden mi olacaksınız? Yoksa

(15)

unutmayanlardan mı? Ya da anımsayacak olanlardan mı? Gizemi çözmek zordur. Ölüm gelip beni bedenimden aldığında rüyadan uyanmıştım. Anlatılanlar geride bir iz bırakmadığı sürece yalandır. Gerçek sadece geriye kalandır. Güneşin doğması ve batması gibi. Midenin acıktım demesi gibi. Yazana ilham olup yazılmasaydım, beni tanıyacak kadar şanslı olur muydunuz sanıyorsunuz. Gittiğim ya da gideceğim yerde öğrendiklerim benimle birlikte mezara girdi. Yıllar önce yaşadım. Size göre. 'Her insan anını yaşar.' dediler sonradan. Bir anne ve bir baba kaybedilince ne hisseder insan? Yetim ve öksüz çocuklar var çevrenizde. Onlara soracak cesareti olan var mı içinizde? Gözlerinizle yazılanları okumak kolaydır. Peki yaşananları gözlerden okuyacak yetenekte misiniz? Soru soracak ve cevabı bilecek kadar insan mısınız? Yaşamak zordur. Ölüm kolaydır bilene. Acı içinde yaşamak mı tercihiniz? Cevabı olmayan soru yoktur. Eğer bir soru sorulduysa cevabı yaratılmıştır. Bu öğretildi ya da öğretilecek gidilen yerde. Kafanız karışmışken devam edelim yolumuza.

Adım atmak istemeyen ayaklarımın üzerindeyim. Koca bir dağı arkamda bırakmıştım. Önümde uzanan düzlükte bulmam gereken yeri arayacaktım. Çimenler üzerindeyim. Yürüyerek koşmadan ilerledim de bir dereye ulaştım. Üzerinden geçmek yerine, oturup soluklanmayı tercih ettim. Yanımda bulunan ve ısrarla bitmeyen azık içinden, yenebilecek olanlar boş mideme ulaştı. Çevremde boyumca çalılık arasında kaybolacak gibiydim. Derken bir hayvan sesi 'ben de buradayım' dedi. Bir attı bu. Oturmuş bulunduğum yerden, dereyi hızla geçerek sesin geldiği yere gittim. Sahipsiz ama evcil görünen bir at karşımdaydı. Göz göze geldik. Siyah ve beyaz arası renkleri vardı. Su içmesine izin verip yanına yaklaştım. Yıkanmam gerektiğini hissettirdi bana. Konuşmadan konuşan bir hayvan. Birkaç adımım karşısında aynı karşılığı vererek uzaklaşmaktaydı. Onun burada beni bekleyeceğini hissettim. Gözleri konuşuyordu. Dere içine soyunarak girdim. Temiz bir beden taşımak isteyen kaç at var ki... Gülümsemeler arasında yıkandım. Üzerimde tozlanmış tek parça giysimi de suya bulamış ve kurutmak için çalıların üzerine atmıştım. Üzerimde bir giysi yoktu ve suyun içinde gözlerimi kapatıp o anı yaşadım. Konuşan doğanın içindeydim. Sesli-sessiz her görülen-görülmeyen durmaksızın mesaj veriyordu çevresine: akan su, esen rüzgar, hareketli çalılar, uçan kuşlar ve diğerleri.Varlıklarını haber ediyorlardı. Ölü sanılan topraklar... Sustuklarında bile konuşmaları bitmiyordu.

Kurumaya yüz tutmuş giysimi üzerime geçirdim, belimden siyah kuşağımla sıkıca bağlayıp ata doğru yaklaştım. Kesmeyi bıraktığım sakalım ve dağınık saçlarım içinde kalmış parlak iki gözümle bakıştıktan sonra üzerine atladım. Biraz hareketlendikten sonra sakinleşmişti. Yelesini elime alıp gitmek isteğim yöne ilerlemeye başlamıştım. Atla koşuyordum. Tek vücut olmuştuk. Bir günde alacağım mesafeler kısalmış, sağımdan solumdan akıyordu. Zaman daha hızlı akıyor ama beni etkilemiyordu. Tepeleri aşmışken karşımıza ilk kez insan yapısı bir yer çıkmıştı. Yakın çevresinde ot bitemezken yüksek duvarlarını aşmış yeşilliklerin -ödün vermemiş ağaçların dalları arasına sıkışmış yeşil yaprakların- görüntüsü hoşuma gitmişti. Öğüt alınan yerden buraya günlerce süren bir yolculuk yapmıştım. Hislerim buranın orası olduğunu söylüyordu. Atımdan inmeden giriş kapısını aramak üzere çevresinde dolaştım. Birden duvarların yerle birleştiği gizli bir bölmeden, saçı sakalına karışmış, yüzü korku içinde, elleri titreyen orta yaşlarda bir adam çıktı. Korku dolu yüzü, bana buradan gitmemi söylüyordu. Soru sormaya gerek kalmadan

(16)

yanıma geldi:

A: Git buradan. Sakın içeriye girme. R: Sakin ol önce. Sana neler oldu böyle?

A: (Atımı süzdükten sonra) Dayanamadım. Ağır geldi. Zormuş. R: Anlamadım seni. Nedir zor olan?

A: (Gözleri ata takılmış vaziyette) Gidelim buradan. Beni atına al. Ne olur... R: At benim değildir.

A: Bunu da söylemişlerdi. Çıldırmak üzereyim. Atı olan ama atı ona ait olmayan birini göreceksin demişlerdi. Dedikleri hep olur onların.

R: (Aradığım yerin burası olduğu hissi kuvvetlenmişti. Üzerinden inerek atı ona vermek istedim.) At senindir. Ben buraya gireceğim.

A: (Yarı çıplak haliyle bileklerimden tutarak) İçeri girme. Dayanamazsın. Yıllarım boşa gitti. Başaramadım. Sen de heba etme. Gençsin. Üzerine, kaldıramadıkları yükü yüklemek isteyecekler.

R: Atı al ve git. (Dudakları ağlıyor, gözleri konuşuyordu.)

A: Cevapsız sorulardan kaçıyorum.(diyerek ata bindi ve uzaklaşmaya başladı.)

Nedense korkmamıştım. Başına ne geldiyse benimle ilgili değildi. Kapıyı ararken duvar üzerindeki bir boşluktan, bir çift gözün beni takip ettiğini gördüm. Oraya yaklaşarak:

R: Aç kapıyı, öğüt alanlardanım.

Yabancının gözlerini daha önce görmüş gibiydim. Bakışları ile gözlerimi delmişti. Rahatsız olduğum bakışlarından sonra konuşmaya başladı:

Y: Aradığın nedir?(Bu ses bir yerden tanıdıktı ama çıkaramamıştım) R: Gerçeği ararım. Bilmediklerimi bilmek isterim.

Y: İçeri girmek zordur bilesin. Ama çıkmak girmekten daha zordur bunu da unutma. R: Bedeli neyse öderim.

Y: İçeri girmek ilim ister, düşünen insanlar içeri alınır. Sorunun cevabını bulmandır kefareti.

R: Kefareti hak edecek soruyu sor o zaman.

Y: Sorunun cevabı yanı başındadır. Senden gündüzleri ayrılmayandır. Bulutla düşmandır. Senden kısa ve uzundur. Ve bir de şunu bil: Hiçbir ölümlü bu kapıdan gün ışığında girmedi.

Gözler yerinden ayrılmış, beni de bir merak sarmıştı. Neydi beni gündüz yalnız bırakmayan. Güneş miydi. Yanımdan ayrılmayan. Geceleri olmayan. Kapı önünde çömelerek hem geceyi hem de cevabı düşünmeye başladım. Hava esiyordu. Üzerimde bulutlar vardı. Güneşle arasına girince görünmediğine göre o olamaz. Ama bulutla

(17)

düşman olması neden...

Gün bitmişti. Karanlık çevremi kuşatmıştı. Cevaplar arasında kayboluştum. Şansımı denemek için seslendim. Gözler eski yerine gelince duvarda:

R: Bu sorunun tek cevabı yoktur.(dedim. Dememle gülmeye başladı)

Y: Burada her sorunun cevabı vardır. Bedelini ödeyen alır cevabını. Kapı önünde beklediğin ve düşündüğün için ödemiş oldun basit cevabın bedelini.

R: Basit değildi. Y: Sana göre...

R: İçeri girecek miyim?

Y: Şimdi değil. Cevap bilinmeden ya da verilmeden girilmez. R: Ver o zaman.

Y: ...

R: Neyi bekliyoruz? Y: Zamanı.

R: Zamanı gelmedi mi? Hadi... Açım ve yorgunum. Uzun yollar aşıp geldim. Y: Gölgenle konuş.

Yine yalnız kalmıştım duvarın bu yanında. Gölgemle nasıl konuşurum ki. Geceleri yanımda olmaz ki. Geceleri olmayan... Cevap bu işte: Gölge.

R: Hey... Nerdesin. Cevap tamamdır.

Y: Cevabı söyleyen benim. Zaman gelmiştir. Kapı açılacak. İçeri girince dışarıyı unutacak kadar azimli olacak mısın?

R: Evet

Y: Gölgen dışarıda kalacak. R: Anlamadım.

Y: Anlasaydın girmene gerek kalmazdı.( diyerek biraz ötedeki kapıya, gözleri ile gitmemi söylemişti.)

Kapı açılmıştı. Korku ve merak içinde, önce ellerimle içeri girdim. Kapıyı tutan sağ elimden sonra bedenimle içerideydim. Karşımdaki yabancı... Ama o... Yabancı, yabancı değilmiş.

(18)

B. TAPINAKTA İLK 1000 GÜN

(BAHÇE)

Gözlerim takılmıştı ona. Beni içeri alan, savaşçılardan geride kalandı. Azığımı alandı. Belki de köydeki evleri yakandı. Öldürendi sevdiklerimi. Ama içimden bunları geçirirken uyarı geldi içimdeki başka bir benden: Dışarıyı unutacaktım. Onu tanımıştım. Bir söz söylemeden içeri girdim. Üzerindeki elbise siyahtı. Kuşağı ise parlak bir renkti. Saçları bakımlı ve sakalını kesmişti. O da bana tanır gözle bakmıştı. Gözlerimi yüzünden ayırdığımda, içeride düzenli bir bahçe olduğunu gördüm. Adını bilmediğim sebzeler ve ağaçlar vardı. Çevresinde ot bitmeyen tapınağın bahçesinde yeşil vardı. Ama nasıl?

Y: Dışarıda unuttuklarını hatırlıyor musun?(diyerek bahçeye bakan yüzümü eliyle kendine çevirdi.)

R: Söz... Seni bile hatırlamayacağım.

Y: Dayanabilecek misin? Bana soru sormadan burada kalacaksın. R: Her sonuca hazırım. Dışarıda beni bekleyen yok.

Y: Peki o zaman... (Sağ bileğimden tutmuş, duvar ile tapınak arasında kalmış bahçe içinden yürüterek bir kapıya yaklaştırmıştı)

R: Burası mı?

Y: Öğüt almak kolaydır. Onu hak etmek için içeri gireceksin.

Birkaç basamağı olan eşikli kapı kendiliğinden açılmıştı. Beni, kapının ağzına gelen yaşlı bir adam, yine sağ bileğimden tutarak içeri aldı. İçeride farklı yaşlarda farklı yüzlerde insanlar koşuşturmaktaydı. Burası bir mutfak olmalıydı. Yemekler bir yandan pişiriliyor, diğer yandan kirli tabaklar kumla temizleniyordu. Yaşlı adam bileğimi bırakan eliyle, ileride mutfağın bir köşesine sıkıştırılmış bir döşeği göstermişti.

- Uzun yolculuğun karşılığı olarak üç gün misafirsin. Dilediğin ve gördüğün her besin senindir. Burada bulunmanın karşılığı olarak bu üç gün boyunca kimseyle konuşmayacaksın. Elinin alabildiklerini yiyeceksin. Merak etme... Kimse seni yediklerinden dolayı yadırgamaz.

R: Tuvalet nerede?

- Şu ateş yakılan yerin ardında. Mutfakta az uyumak gerekir. Misafirliğin bitince geri döneceğim. Şimdilik bu kadar. İyi beslen.

İnsanın sormak isteyip soramadığı onlarca soru varken, nasıl yemekleri düşünür ki. İçeriye alındığım için çok mutluydum. O savaşçı buraya nasıl gelir! Ayakta dikilmeyi bırakıp döşeğime uzandım. Aç olduğum halde düşünmeyi tercih ettim. Öğüt veren yaşlı, aklımdan çıkmıyordu. Ve beni içeri alan... Uykum gelmişti. Elimin alabildiğini, ne olduğunu bilmediğim meyveler, yemekleri yedim. Tuvalete gitmek üzere yerimden

(19)

kalkmışken, hissettim ki mutfakta çalışanların hiçbiri varlığımdan haberdar değil gibiydi. Biri bile dönüp yüzüme bakmıyordu. Huzurlu yüzleri ile çalışıyor ve sürekli başka bir odaya giden koridordan gelip gidiyorlardı. Tuvalete girince şaşırdım. Duvarda bir musluk sürekli akıyordu. Bu kadar güzel kokan bir tuvalet olamazdı. İki ayrı bölüm vardı. İlkinde tuvalet ve el yıkama yeri, ikincisinde saydam taşlar ile kaplanmış çiçek kokulu bir yıkanma yeri vardı. Yıkanıp ihtiyaçları giderdikten sonra döşeğime gitmiş ve uyumaya başlamıştım. Yarın olacak ve açılan gözlerimde yeni bir hayata merhaba diyecektim. Beni önemseyen ve amacımın olduğu bir yerdeydim. Zaman iyi bir ilaç. Mekan değiştirmek, insanı geçmişinden koparıyor. Üzüntüler azalıyor. Annem ve babamın ölümden sonraki en rahat gecemdeydim. Öleni geri getirmek mümkün olsaydı... Onları özledim. Onları hiç üzmedim. Hasta olduklarında sırtımda taşıdım. Bilmiyorum. Tüm bu olanlar, önceden yazılmış bir kader olmalıydı. Babamın dediği gibi: 'Gün, dün ile yarın arasına sıkışmıştır. Her yarın, dün olacaktır. Sen dün yoktun. Şimdi varsın. Ama yarın olmayacaksın. Günü yaşa.'

Mutfakta geçen günler, bu tapınağa gelinceye kadar geçen günlerden daha hızlı aktı. Rahat ve güven içinde, zaman hızla üç günün sonuna ulaştırmıştı beni. Mutfakta geçen misafir döneminde gerçek peşinde koşmanın bedelini düşündüm. Gerçeklerin karşılığı olarak bunca insan şu mutfakta toplanmış bir tek soru sormadan, kendi aralarında bile konuşmadan, içeride bilmediğim bir yere hizmet ediyorlardı. Neydi onları bu kadar derinlere iten. Yüzlerinde ne bir gülümseme ne de bir acı. Temizliklerinden ve çalışkanlıklarından taviz yoktu. Her istenilen onlarca yapılıyordu. Bahçeden toplanan ürünler, dışarıda bıraktığım savaşçı tarafından toplanıp mutfağa, kapalı bir bölmeden bırakılıyordu. Onun mutfağın içini görmesine izin yoktu. Garip olan ise kumlardı. Kirlenenler kumla temizleniyor. Su kullanılmıyordu. Kumlar ise bahçeden yine o kapalı bölmeden alınıyordu. Anlam veremediklerim çevresinde, yeni bir merhaba demiştim. Hayatım değişmişti. Cesaretimi toplayıp yola çıkmasaydım... Tarlayı yakmasaydım... Ölümle karşılaşmasaydım... Dışarıda bıraktıklarımı aklımdan silebilecek miydim... Yıllar öncesinde yaşadım. Sizler yazılanları okuyup anlam vermeye çalışıyorsunuz. İnanmak veya gülüp geçmek... Kötülük yapan biri tapınağa almıştı. Aynı kişi katildi. Sevdiklerimi öldürendi. Ama içimde kin yoktu. Buraya gelinceye kadar geçen günler ilaç gibiydi. Zaman, en iyi ilaçtı. Bir karıncayı incitmekten korkan ben, nasıl o savaşçıya kötülük ederdim... Mutfak içinde döşeğime yan olarak uzanmış, bunları düşünüyordum son günümde. Önümden geçenlere bakan ama onları görmeyen gözlerim vardı. Düşünceye dalınca gözlerimin gördüklerini ben göremiyordum. Bedenimin içinde bir yerdeydim. Ama neredeydim. Gece olup uyuduğumda, Robel nereye giderdi. Konuşmadan geçen günlerin ardından, beni mutfağa alan ihtiyar göründü koridorda. Yanıma yaklaştı, kısa ama emin adımlarla.

- Zamanın şimdi başlıyor. Sana bilmediklerinin içyüzünü söyleyeceğim birazdan. Ama bunun için döşeğinden kalkıp hak etmediğin mutfaktan çıkmalısın.

Cevap vermeden yerimden kalkmış ve kendimi onunla birlikte bahçe kapının önünde bulmuştum. Bahçede birkaç kişi vardı. Hepsi bir uğraşı içindeydi. Kimisi ağaçları buduyor, kimisi de sebzeleri özenle topluyordu. İhtiyar adam, heybetli havasını bozmadan, konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

(20)

- Gerçek peşinde koşmak sabır iledir. Acıya dayanmak ve beklemektir. Gerçek odur ki görünmeden görünendir. Gerçek senin içinde gizlidir. Geçmişinde olup bitenlerin hepsi, gerçeği bulmada bilen insana yardım eder. Düşünmeden bilemezsin. Bilmeden anlayamazsın. Anlayacak ve çözeceksin düğümünü. Buraya ölmeye geldin. Korktuğun ve merak ettiğin ölümle tanışacaksın. Şimdi soruyorum sana: Sana izin vereceğimiz güne kadar sabırla bekleyebilecek misin?

R: Bedeli neyse...

- Görevin odur ki seni geçmişinden arındırmaya yarar. Geride bıraktıklarını aklından çıkaracağın günlerdir. Görevin bu bahçenin bakımını yapmak ve içeri alınacağın günü beklemendir. Bin gün sürecektir. Soru sormadan bekleyeceğin günlerdir.

Sözleri bitmişti. Kelimeler ağzından yavaş ama akılda kalıcı olarak çıkmaktaydı. Her kelime aklımdaydı. Neden burada olduğumu, benden daha iyi biliyordu. Gözleri ile hoş bir selam vererek mutfak kapısına yöneldi. Kapı kapanmış ve çaresizlikten kaçarak buralara gelen Robel' i bahçesinde bırakmıştı. Ayakta donmuştum. Beni buraya hangi güç, nasıl getirdi diye kendi kendime sorarken, bahçedekilerin seslenişi ile kendime geldim. - Selam. (dedi, ağaçlardan birine tırmanan.)

R: Selam.

- Benim adım Oksimo. Aramıza hoş geldin. Susma öyle.( Diyerek gülümsedi. Gülümsemesinde bu kadar samimi olan birisini daha önce görmemiştim.)

R: Ne diyebilirim ki?

O: Bugün bahçedeki ilk günün. İlk gün çalışmak yoktur. Aklına ne gelirse bize sor. R: Soru sormaya izin var mı?

O: Soruyu onlara soramazsın izin çıkmadıkça.

R: (Adımlarımla onun bulunduğu ağaca doğru yaklaşmıştım.) Bin gün geçer mi? O: Uyku halini düşün.

Ufkumun kısa sürede, daha önce anlam veremediğim çoğu olayın çözümünü bulacağını düşündüm. Doğru yerdeydim. Ne söylediğini bilen ve amacı olan insanlar arasındaydım. Oksimo'dan akşam olunca konuşma sözünü alarak beni içeri alan savaşçının yanına yürüdüm. Adımlarım yaklaşma dese de, ona içimden geçenleri söylemek istiyordum.

R: Adını bilmiyorum. Neler yaptığını da. Sana dışarıda olanlar hakkında sorum da yok. Ama olanların birine takıldım: Ne işin var burada?

- (Avucunda, bitki diplerinden topladığı kumları göstererek, çömeldiği yerden)Yeni gelene önce adımızı veririz. Sonra sevgimizi ve elimizden geleni. Adım Piriyel'dir. Buraya arınmaya geldim. Yaş olarak ve hayat deneyimi olarak senden fazlasını gördüm. Yine de benden üstünlüğünün olmadığını öğrendim. Öğüt alan bir tek sen değilsin.

R: Doğru.

(21)

söyleyenden, geri adım atarak uzaklaştım. Bahçenin ortasında ayakta dikilmiştim. Çevremde çalışanlara bakmış, hayaller kuruyordum. Bin günün sonunu merak ettim. Akşam olunca soracağım soruları düşünmek üzere, yere bağdaş kurup günün bitmesini bekleyecektim. Boyumun iki katı yüksekliğinde duvarlarca çevrelenmiş bir bahçedeydim. Mutfak için çalışacağım günler gelmişti.

Toprak üzerinde bedenimin içindeydim. Beni sıra dışı görebilirsiniz. Yazılanları okuyanla konuşan, kaç geçmiş zaman insanı var hayatınızda? Zoru başarmak için bu tapınağa gelmiştim. Başımdan nelerin geçtiğini bir tek ben bilirim. Yaşadığınız anın kıymetini bilin. Gören gözler pazarda satılmıyor. Doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü de parayla satılmaz. Dünya dediğiniz bu garip gezegende doğumlar ve ölümler arasındasınız. Doğmadan önce nerede olduğunuzu düşünün. Gerçek için tapınaktaydım. Sizi, yaşadığınız yere ve zamana bağlayan bağları bırakacak kadar güçlü olun. Öğüt verilince almasanız da bir kenarda tutun. Gün gelir ihtiyacınız olur. Körle gören arasında ki farkı düşünün. Körün gördüklerini göremeyecek kadar körsünüz. Tapınakta uzun yıllar kaldım-kalacağım. Şimdi okumayı bırakıp en sevdiğinize gidin. Bir daha bunu yapma şansınızın olmadığını düşünün. Ama aklınızdan çıkarmayacağınız gerçekse şu: En sevdiğiniz, kendiniz değil mi? İsteklerinizin sahibi kim? İçinizde artı ve eksi benliğiniz var. Eksi benliğinizin hakim olmasına izin vermeyin. Nefret etmeyin ve ettirmeyin. Sevin ve sevilin. Bu yazılanlara ise asla inanmayın. Bunlar Robel'in gerçekleri. Sizin gerçekleriniz nerede? Peki o nerede?

Akşam olmuştu. Çalışmaların karşılığı olarak toplanan kumlar, mutfağa teslim edilmişti. Karşılığı ise beslenmeydi. Toplananların arasına alınmış, akşam sofrasında midelerimizi doldurarak sohbete başlayacaktık. Toplamda altı kişiydik. Beş kişilik yemeklerini benimle paylaşmışlardı. Her birinin yüzünde benim taşıdığım merak ve endişe vardı. Kimisi siyaha yakın teniyle, kimisi de ince gözleri ile ilgimi çekmişti. Nereden geldiklerini soramamanın verdiği garip bir duygu içindeydim. Yemek yemeye başladık. Son lokmaları alırken Oksimo gülümseyerek söze başladı.

O: Arkadaşlar... Bir gün daha bitiyor. Yeni geleni tanıyalım. R: Adım Robel(demekle yetindim)

Piriyel: Aramıza hoş geldin. Kapı nöbetçisi de sen oldun. Son giren kapıdan sorumludur. R: Kuralları anlatan var mı?

O: Önce sana bahçedekileri tanıtayım. (Elliyle işaret ederek) Grobil, Serdiyes ve Zoribar. Serdiyes dediği lokmasını ağzına almadan söze girdi:

S: Bahçedeki günler birbirine benzer. Bu nedenle günlerin çabuk geçecek. Sabırlı ol. Beklemesini öğren. Geçmişten arınma safhasıdır.

R: Kaç gün oldu geleli? S: Saymayı unutacak kadar.

Z: Burada soğuk hava olmaz. Dışarıda yatarız, bahçenin içinde. Bahçede çalışırız. Dışarıdan rüzgarla gelen kumları toplayarak pişirilen yemeklerden hakkımızı alırız. Daha fazlasını bilmiyoruz.

(22)

O: Grobil dilsizdir. Konuşamaz. Ama bakışları ile anlatır derdini. Elleri dilidir. R: Geçmişini unutabilen var mı?

Z: Hatırlatmadığın sürece...

R: Aranızda ne konuşursunuz peki?

O: (Başını gülerek salladı.) Neden buraya geldiğimizi. Ya öğüt alıp gelmeseydik... R: Ben ölümü ve cevaplayamadığım soruları çözmek için buradayım.

P: Ölüler ağlamaz. Sadece ölüdürler.

R: Ölen kim? Bedeni içindeki nerede? Gözümüzü kapattığımızda neden karanlıkta kalırız? Rüyalar nereden gelir içimize?

O: Yavaş. Burada çok soru sorulmaz.

Yemek faslı bitti. Bahçede sıradanlaşacak ilk günüm böyle bitmişti. Eski olduğunu anladıklarım az konuşuyordu. Piriyel'in benden sadece birkaç gün öncesinde, tapınak bahçesine girdiğini tahmin ediyordum. Kimse kendisi hakkında konuşmuyordu. Geçmişinin bilinmemesi gerekiyordu belki de. Unutmaya çalışıyorlardı. Kendilerini yeşillikler arasında kaybetmeye çalışıyorlardı. Kendinizi saklayabilir misiniz?

Gece ve gündüz, birbirlerini kovaladı, günlerim geçiyordu. Kimi gün, duvar civarına gelmiş insanları sınıyordum. İçeri almaya uygun bir yüz yoktu. Bazen kaybolmuş haydutlar, dilenmekte ısrar eden yaşlı kadınlarla karşılaşıyordum. Yerleşim yerlerinden uzak bu diyara, nereden geldiklerini merak ederdim. Seyrek olsa bile, hak ettiğini düşündüklerim, sorduğum soru karşısında çılgına döner, geldikleri yere giderlerdi. Eskilere bunu anlattığımda aynı cevabı alırdım: 'Dışarı çıkmak, içeri girmekten kolaydır.' Geçmişim, hafızamdan siliniyordu. Ölen annemin ve babamın yüzlerini hatırlayamaz olmuştum. Altında beklediğim ağacı, kendi ellerimle yaktığım tarlayı unutmuştum. Ama geçmişi unutmada önümde tek engel; Piriyel'di. Onun yüzünü gördüğüm an, o acı güne dönüyordum. Piriyel ise bunun bilincindeydi. Benimle göz göze gelmezdi. Bahçede benim en uzağımda çalışır ve yemek sofrasında karşıma oturmazdı. Gece olunca, diğerleri yattıktan sonra yıldızları seyrederdim. Gündüz kaybolan ışıltılar. Ne olduklarını çözmeye çalışırdım. Ne kadar azını bildiğimi biliyordum. Bilmediklerimi bilmek acıydı. Aklın derinliklerindeki hislerle, tahmine dayalı çözmeye çalışırdım, aklıma takılanları. Ayın yeri değişirdi. Ama yıldızların yeri belli bir düzendeydi.

Her günün aynı geçmesine aldırmadan, suyundan içtiğimiz kuyunun etrafında uyur bulduk kendimizi. Sağımda ve solumda, daha önce tanımadığım insanların arasına sıkışmış, uyumaya çalışır olmuştum. İsimlerin insanlardan önemli olmadığı bu tapınakta, kendimiz için var olmayı öğreniyorduk. Bir gün, gece olup sessizlik hakim olduğunda, unutmaya çalıştığım geçmişimin içinde gizlenmeye çalışan, sevdiğim kadını anımsadım. Anlatmaya değer bir sevda... Köyün en güzel kızıydı. Babası ve annesi yoktu. On üç yaşında evlendirildiğini görmüştüm. Kuvvetli bir adamdı. Aynı köye yerleşip hayat kurmuşlardı. Kendimi bildim bileli, tarlaya gidişlerimde evinin önünden geçer, göz ucuyla görmeyi isterdim. Genelde göremezdim. Sabah erken kalkmazdı. Eşi, bir sefere katılmış ama dönememişti. Onu beklemiş, umudunu kaybetmemişti. Yüzü, ay yüzü. Gözlerinde

(23)

güneşin ışıkları saklıydı. Sevdiğimi anlamadan sevmiştim. Hayalimin eşi olmuştu. O gün gelip köy yakıldığında, meydanda yatanlar arasında değildi. O an hiç düşünmemiştim. Çıkmak istemediği evinde yanmıştı. Belik alıp götürmüşlerdir. İyi olmak, iyi bulmaya yetmezmiş. Kuyudan yayılan o garip kokunun altında, anımsadıklarımdan çıkarak kendime geldim. Her olanın öleceği ve her doğumun sonu olduğunu gördüm. Bu çile daha nereye kadar gidecek...

Aramıza yeni biri henüz katılmamışken, Serdiyes mutfağa alındı. Onun adına sevinmiştik. O bizim kadar sevinmiş görünmüyordu. Terliyordu. İhtiyar adamlardan biri onu kapıdan içeri aldı. Sonrasında başına neler geldiyse bilemiyorduk. Tanıdığım birisi içeri girince, merakım gördüklerimden göreceklerime çevrilmişti. Karşıma çıkabilecekleri düşündüm. Mutfakta geçen üç günü anımsadım, konuşmadan sabırla çalışanları. Onlardan biri olacaktım. Sonrasında, o koridorun ötesinde ne olduğunu merak ettim. Beklemekten ve sabretmekten başka çarem yoktu. Hafızamdan geçmiş silinmeliydi.

Günler aynı hızla akarken olağandışı bir olay oldu. Duvarın ardından bağrışmalar duydum. Gözetleme bölümünden baktığımda, ellerinde kılıçları ile kendi aralarında tartışan iki asker gördüm. Bizlere, yani içeridekilere sesleniyorlardı:

- Hey... Çıkın dışarı. Kralın askerleri geldi. Açın kapıları.

Sadece iki kişiydiler. Arkamdan sırtıma dokunan bir el ile irkildim. İlk defa gördüğüm ihtiyarlardan biriydi. Konuşmadan 'çekil' dedi sanki. Kapıyı açıp onların yanına gitti. Savunmasızdı. Askerler onu öldürebilir ya da götürebilirdi. Biraz konuştuktan sonra askerlerin gülümseyerek atlarına bindiklerini gördüm. İhtiyar aynı huzurla içeri girdi. Olayı açıklayacak bir söz söylemeden mutfak kapısına yöneldi. Ardından koştum.

R: Neler oldu efendim?

- Bazen zamanı gelmeden bilmek tehlikelidir. Soru sorma.

Sözleri, içime giren bir kılıç gibiydi. Sağlam adımları ile mutfak kapısından içeri girdi. Kapıya bakmaktan bıkmıştım. Buna benzer olaylar sıklaşmıştı. Her tehlike anında, birbirinden farklı ihtiyarlar olayı çözüyordu.

Dilsiz olan Grobil, siyah tenliydi. Hayatımda görmediğim kadar siyahtı. Uzun boylu ve kaslı bir vücudu vardı. Yemek yerken dilinin kesilmiş olduğunu fark ettim. Söylediklerimizi anlıyordu. Ama konuşamıyordu. Onun yerine kendimi koymuştum. Dayanabilir miydim... Dilini kimlerin kestiği benim geçmişimde yoktu. Onun unutması gerekenlerin, benimkiler kadar zor olduğunu anlamıştım. Demek ki burada bulunmanın bir nedeni vardı. Kimse istediği için burada değildi. Hayatın bir anında, çekilen bir acının karşılığı olarak buradaydık. Düşünceme hata payımı katarak, her günümü diğerinden ayırıyordum. Merakım, içeride olanlara yöneldi. Diğerleri gibi yaptım, fazla konuşmadım. Öyle bir an gelmişti ki bahçedekiler kendi aralarında, konuşmadan anlaşıyordu. Göz göze gelmek yetiyordu. Piriyel dışında. Onun varlığı ilk başlarda rahatsız etmişti. Geçen günleri saymayı bıraktığımda, onu da unutmuştum. Mutfağa girmeyi ister olmuştum. Koridorun ardında olanları görmek istiyordum.

(24)

Piriyel dışında kimse kalmadı. Yeni gelenlerle birlikte eski sayıya ulaşmıştık. Geride bıraktıkları hayatları merak etmiyordum. Toplayamadığımız kumlar yüzünden kimi zaman aç kalırdık. Rüzgarın esmediği fırtınasız, sakin günler bizim aç kaldığımız günler olurdu. Bahçede yetişen meyve ve sebzeyi yemek yasaktı. Bahçede yenilikler öğrendim: Sebze yetiştirmeyi, tohumlamayı, toprağı gübrelemeyi ve ağaçları budamayı. Onların kollarını keserdik. Bunun karşılığı olarak daha çok ürün verirlerdi. Bu garip değil mi? Eski bahçe çalışanlarından kalan bilgi, sonrakilere aktarılırdı. Dökülen yapraklar atılmazdı. Zeytun dedikleri ağaç, beni kendine hayran bırakmıştı. Tohumu, yaprağı ve çekirdeği işe yarıyordu. Kirlenen ellerimizi kurutulmuş yaprakları ve küspesini karıştırarak yaptığım madde ile temizliyorduk. Bin günün bitmekte olduğunu hisseder olmuştum. Günde iki öğün yerdik; sabah ve akşam. Akşam sofrasında, yenilerin yersiz soruları ve konuşmaları karşısında, az ve öz cevap verirdim. Etrafınızda insanlar olduğu halde, yalnız olduğunuzu anlardınız. Bahçe, benim unutma dönemimi temsil ediyordu. Aynı işi defalarca yapmaktan sıkılmıştım. Öğüt veren ihtiyar ile bu ihtiyarların benzerliği aklıma geldi. Tarladan özenle tohum toplayanlara benzettim. Biz tohumduk. Bahçedekiler, önce bunu anlıyordu. Öğrenmek için gelenler olduklarını seziyorlardı.

Bazı günler kendimi kaybedercesine çalışırdım. Ay ışığında çalıştığım da olmuştu. Kendimden kaçıyordum belki de. Mutfağa girenlerin haline bürünmüştüm. Terliyor ve sıkılıyordum. Yenilerden uzak köşelere kaçıyor ve orada işimle avunuyordum. Piriyel'i kalbimde af etmiştim. Onun katil olduğunu biliyordum. Öldürmenin ne demek olduğunu biliyordu. Bu haliyle buradaydı. İhtiyarların bir bildikleri olduğunu düşünürdüm. Zamanla onunla konuşur olmuştum; bahçe işlerinden, merak edip cevabını bulamadığımız düşüncelerden ve gelecekten... İçeride öğreneceklerimizin ne olacağından... Üzerimizde yıldızlar varken ilham geliyor, başkalarını aramıza almadan konuşuyorduk:

P: Her gördüğümüzü kendimiz için istemiyor muyuz... Robel? R: Kendimizi tanımaya çalışmıyor muyuz zaten?

P: İhtiyarları düşünelim... Ölecekleri gün bizden yakın onlara. R: Kim bilir...

P: Kendileri için değil, içeri girenler için yaşıyorlar. İşte sorumun cevabı.

R: Gülmüyorlar. Ağlamıyorlar. Zamanda donmuş gibiler. Adımlarını attıklarında, arkasında kalanların ne düşündüğünü anladıklarını sanıyorum. Tehlikeli olanları, nasıl uzaklaştırdıklarını biliyorsun.

P: Bizim, önce geçmişten sıyrılmamızı istiyorlar. Sonra merak etmemizi. Soru sormadan bekleyerek.

R: Zor olan.

P: İnsan son nefesini verirken salıverir kendini. Artık gözleri boş bakar. İçeride insan kalmamıştır. Ama bil ki; rüyada canlanır, öldürenden hesap sorarlar.

R: Geçmişini unutamadın mı?

(25)

köşede izler olduğuna eminim. R: Ölüm korkun var mı?

P: Evet. Ölmekten korkarım ben. Derinliğini bilmediğin bir denize girer misin? R: Denizin dibini görmeye geldik.

P: Berraklaştıramadım.

R: Kumları düşünürüm. Onların kiri temizlediğini gördük. Kum varsa öğünümüzü alabildik. Çelişki var. Havanın bozmasını istedik. Aç kalmamak için. Kendimiz içindi. Sahip olmak istedik. Başkalarını üzerek sevindik. Doğru olmayanı bilerek yaptık.

P: Az konuşmayı sevdik.

Buna benzer laf kalabalığı arasında geçirdik zamanı. Zaman kendine esir etmişti. Zamana bağlıydık. Bin güne hükmeden oydu. Güneşin doğmasına bağlandık. Gece olmasını istedik. Kendimiz için. Saçlarımda beyazlar artıyordu. Durgun suya bakıp yüzümdeki değişimi izlerdim. Sakalımı uzatmıştım. İçimizden kimse kesmiyordu. Temizliğimizi birbirimize bakarak kıyaslıyorduk. Kirli kalmak için neden yoktu. Bahçede yatar ve bahçe içinde, kuyudan çıkan su ile temizlenirdik. İçgüdülerim sevgiye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Gözlerini bana dikmiş bir sevgili... Yine kendim içindi. İçimde, benden başka bir ben daha ortaya çıkmıştı. Onunla, konuşmadan konuşurdum.

Piriyel'i içeri aldıkları günü de görmüş oldum. Mutfağın kapısında görünen bir ihtiyar eliyle işaret etmişti ona. İşini usulce bırakıp kapıya yöneldi. Geriye dönüp benimle göz göze geldi. Gülümsemeye çalıştı. Ama başaramadı. Anlam vermeye çalışıp bir türlü çözemediğim ifadesi ile içeri alındı. Kapı kapandığında sıra bana gelmişti. Az kaldı. İçeri girmeden önceki son günlerimdi. Merakım artmış ve dayanılmaz bir hal almıştı. Geçmişi silmiş geleceğime gidiyordum.

(26)

C. TAPINAKTA İKİNCİ 1000 GÜN

(MUTFAK)

Beklediğim an gelmişti. Derinlere daldığım bir anda seslenişimi duydum. Mutfak kapısında dikilen bir ihtiyarın, derinden gelen ünlemesiyle irkilmiştim. Adımı biliyordu. Ona söylememiştim bile. Yavaş ve tedirgin adımlarla uzağında bulunduğum kapıya yaklaşmaktaydım. Bin günümü bitirmiş ve geçmişimden sıyrılmıştım. Az konuşur olmuştum.

Yaşına inat güçlü bir kavramayla sağ bileğimden tuttu. Beni mutfağa almış, gözlerimin içine bakmaya başlamıştı. Etkilendim. İçim huzurla dolmuştu. Bahçede iken unutmayı isteyip de unutamadım acı anları silmişti. Çevremde durmaksızın çalışanlar, varlığımızı umursamıyordu. İhtiyar elini bileğimden çekerek omzuma attı. Konuşmaya başladı.

- Öğüt alacağı umulana öğüt verilir. Duyarlı olan öğüdü alır, yaratıcı hakkında duyarsız olanlar öğütten kaçarlar. Öylesi, ateşe yaslanır. Düşünce ve eylemi yaratanın adına; arınmış olanlar kurtarılmış olacaklardır. Bilesin ki bu sözüm kaldırabilene değerlidir. Bu yükü kaldıracak kadar güçlü müsün? Söyle...

R: Öğüt aldım ve geldim. Soru sormadan bekleyecek ve sabredeceğim.

- Biz içinden geçirdiklerini biliriz. Her insanda gizli bir yol vardır. Geçici yaşamı seçen, bilsin; sonsuzluk daha iyi ve sınırsızdır.

R: İstedikleriniz benim için emirdir. Size hitap şekli dışında burada bulunmamla ilgili sıkıntım yoktur.

- Bize ibbar diyeceksin. İbbarlar çevrende olacak. Onlar senin ne istediğini bilirler. Şimdi mutfaktasın. Geçmişinden arınmış olarak buradasın. Beklemen gereken bin gün daha olacak. Mutfakta kalacaksın. Koridorun ötesindeki dinleme odasına hizmet edeceksin. Orada anlatılanlardan birini duysan da sana unutturacak olan yine ibbarlardır. Burada bulunmanın bedeli susmaktır. Mutfaktakilerle anlaşmanda gözlerin yardımcı olacaktır. Soru sormadan bin gün daha...

R:(Yaratan kim acaba... Sonsuzluk nasıl bir zaman... Gerçeğe yaklaşıyorum .) Hazırım ibbarım.

- Sus...Sadece çalış ve arın. Şimdi içindeki kötüden kurtulacaksın. Kendini yenmeye bak. Aradığın gerçek yakınında. Onu öğrendiğinde, anlatmayacak kadar değerli olacak.

Yüzüm kızarmıştı. Konuşmasından ve varlığından etkilenmiştim. Kendimi düşünecektim. Sonsuzluk ve yaratıcı kavramlarını da. Eski dostlarımın yanındaydım. Piriyel, dilsiz Grobil ve diğerleri.Çevrenizde yapılacak iş bitmiyordu. Hemen işe koyuldum. Sohbet odasına bir bahane ile gitmek ve orayı görmek istiyordum.

(27)

Geniş bir meydanı vardı. Et ve süt vardı. Bin günlük özlemle tadını hatırlamaya çalıştım. Dört duvara yaslanmış, tahtadan yapılma sehpalar üzerinde yemekler yapılıyordu. Hava akımı olması sayesinde, kokular kısa sürede gideriliyordu. Keskin bıçaklar ve tahtadan yapılma büyükçe kaşıklar vardı.

Son girendim. Piriyel, eliyle toplanan kumları göstererek bahçedekilerle ilgilenecek olanın, artık ben olduğumu belirtti. Nedense yüzlerinde durağan bir ifade vardı. Ne üzgün ne de mutlu. İlginç. Bin gün bekleyerek buraya girdikten sonra, mutlu olmak için o kadar çok neden varken. Önümde, yeniden bin gün vardı. Buna üzülecek değildim. Sohbet odasına giden koridora aklım takılmıştı. İlk günümde, yapılacakları anlamaya çalıştım. Kirlileri temizlemek, bahçedekilere öğünlerini hazırlamak gibi. Susmayı öğrenecektim.

Mutfak çalışanları, yemeklerini yine çalıştıkları ortamda yerlerdi. Yapılan yemekleri ilk tadan, biz olurduk. Beğenilmeyen koridordan geçemezdi. Baharat dedikleri harika tatlarla tanıştım. Bahçedeyken verilenlerden farklı yemekler yeniyordu. Öğüdü alıp gelenlerden olduğum için mutluydum. Tapınakta bulunmak zordu. Boş oturmak imkansızdı. İlk günün sonunda yorgunluktan bitmiştim. Gözlerim kapanıyordu. Uykunun tadını damağımda almış ve uyuyamamıştım. Geceye kadar işimiz bitmemişti. Koridordan geçip sohbet odasına gitmek için kendi yemeğimi yapmalıydım. Piriyel'in bocaladığını görünce kolay iş olmadığını anladım. Bilmediğiniz sebzelerle yemek yapmak zordur. Yeni güne merhaba derken işimiz henüz bitmişti. Mutfakta temizlik yapılmış ve koridorun kapısı sohbet odasından kapatılmıştı. Piriyel elimden tutup bitişik odaya, dinleneceğim yere aldı. Yer yatağı yapılmıştı. Mutfak kadar ferah değildi. Işık almıyordu. Tavana yakın yerlerdeki çok sayıda delikten gelen, uğuldayan havanın sesiyle uyumaya başlamıştım bile...

Rüya görmeye başlamıştım. Adını koyamadığım bir durumdu. Bilincim hatırlatmasa gerçek olduğunu sanıyorsunuz. Elim kaynağından akan suya girmiş, su soğukluğunu hissettirmişti. Suyun içindeki madeni paraları görmüş ve elime almıştım. Elimde ağırlığıyla parlamaktaydılar. Rüyamdaki güneş, gerçekti. Gözlerim kamaşmış ve bakamamıştım. Sıcaklığını yüzüme vurmuştu. Nasıl ve neden elimde olduğunu anlayamadığım bir somun ekmeğin kokusunu almıştım. Tadına bakmış ve yediğimi hissetmiştim. Beni sarsan Piriyel , tatlı rüyamdan etti. Gözlerimi açmıştım. 'Hadi kalk, yapılacak çok iş var' dercesine baktı. Konuşmadan konuşuyordu. Garip olanı ise bunu anlıyordum. Dudaklarımız sadece yemek ve içmek için açılıyordu. Uzandığım yerden kalkarak yıkanmaya gittim. Yeni güne temiz başlama şartı vardı. Kendinize geliyorsunuz. Yorgunluğunuz, üzerinize dökülen su ile gidiyor. Dün giyilen elbise, temizi ile değişiyordu. Gün doğarken uyumuştum. Uykuya doymuştum ama... Vakit uyandığımızda hala sabahtı. Bu kadar az uyku... Demek yetiyor.

Sabah ilk işimin, bahçedekilere öğünlerini hazırlamak olduğunu öğrettiler. İçeriye giden yemeklerden ayrı yapılan, basit ama doyurucu yemekleri, bahçeye açılan bölmeye koydum. Aklıma bahçede geçen günlerim geldi. Bitmez denilen bin gün. Beni buraya getiren ve tutan güç neydi. Sabretmeyi öğreten o güç, şimdi de susmayı öğretiyordu. Yakında dinleyeceklerden olacaktım. Bin günden bir gün eksilmişti. Piriyel ile göz temasını koruyarak onun verdiği işleri yapıyordum. Güzel bir tat peşindeydim.

(28)

Doyuracak yemek yerine, tadılacak yemek yapılıyordu sohbet odasına. Tatlı yapmaya karar verdim. Birkaç denemeden sonra, tadı uygun bir tatlı yaptım. Tabaklardan biri üzerine süsleyerek yerleştirip heyecanla koridora yöneldim. Önümü dilsiz Grobil kesti. Tadına baktı. Gülümsedi ve eliyle yolu açtı. Mutfaktaki sakinliğin aksine içimde sarsıntı vardı. Kalp atışlarım kulaklarımdaydı. Koridorun sonuna ulaşıncaya kadar zaman donmuştu. Zamanı düşündüm o an. Neresinde olduğumu.

Koridorda kalan bedenimden uzaklaşıp sizlere bilgi vermek isterim. Ölümü tadan bir insanın hayatını okuyorsunuz. Aradığının ne olduğunu bilmeden yola çıkanı... Gökyüzüne her bakışında kaybolanı... Ölüm, insanı kuşattığında pişman ve hüzün içinde kalırsınız. Hayatında aradığını bulanlar başka... Onları gözlerinden tanırsınız. Az olsa da çevrenizde birkaçını bulabilirsiniz. Yaratılışlarla dolu olan yere veda edersiniz. Ait olduğunuz göğe alınırsınız. Ömrünüzü tüketen bedenler, gömülür ya da yakılır. Ne fark eder... İçinde yoksunuz artık. Böyle düşünmemeyi öğrettiler bu tapınakta. Ölüm bedende iz bırakır, dediler. Bilen, bedelini ödeyene bildirirmiş.

İlk adımım odaya girmişti. Girmemle odadaki konuşma son bulmuştu. Gözlerini bana diken sekiz kişi gördüm. Odaya açılan üç kapı vardı. Üzeri gün ışığını görecek şekilde örtülmüştü. Gölgenin tapınağa alınmadığı yerdeydim. Birbirine eşit mesafedeki üç kapıdan en heybetlisinin önünde dikilmiş, çevreme bakıyordum. Susmuş yedi ibbar, arasına aciz bir genci almışlardı. Acele etmeden, göz temasları ile tatlımı önlerindeki yer masasına teker teker verdim. Gencin, önündeki tatlıya bakacak hali yoktu. Konuşulanlar her neyse sarsmıştı. Yüzü solgun, gözleri derinlerdeydi. Ne düşündüğümü anlayan bir ibbar, eliyle kapıyı gösterdi. Tadına bakmadıkları yemekler önlerindeydi. Mutfaktakilerin yüzlerindeki ifadeyi şimdi anlamıştım. Konuşmadan konuşanlar arasında fazla kalamayarak odadan mutfağa yöneldim. Arkama bakmak istiyor, ama yapamıyordum. Koridorda zamanı donduran neydi. Mutfağa ulaşıncaya kadar, yaşadığım anlar üzerinde gittim geldim. İbbarların heybetini ve oradaki gencin duyduklarını düşündüm. Konuşulanlar, onun kaldıramayacağı kadar ağır ve kafa karıştırıcı olmalıydı. Elimdeki boş tepsiyi yıkarken hayaller kurdum. O genç yerinde olmayı istedim. Sonra istemedim. O zaman gitmeliydim. Gitmek mantıklı değildi. Unutmayı ve susmayı öğrendim. Sıra dinlemeye gelmişken vazgeçmek olmazdı.

Bahçedekine benzer günlere gelmiştim. Aynı işler: Yemek yap, temizle. Sohbet odasına giriş-çıkışlar. Alıştığım yüzler, mutfak günlerini bitirdikçe alınıyordu. Sormadan dinlemeye. Dayanılmaz bilgiler. Dinlemenin konuşmaktan zor olduğu yere. Alınmayı bekleyen için, sabah görülen garip rüyalar. Unutulan sözler. Nereden ve nasıl geldiğimi unutmuştum. Silik hatıralar dışında bir anımsama kalmamıştı. Öncesi yoktu. Hep oradaymış gibi. Sonrası olmayacak gibi. Bin gün aynı yerde kalmanın nedeni bu olmalıydı. Temizlenmeden bilgi alınmış, neye yarar. İçin boşalmadan, dışın unutulmadan... Beklemekteydik. Odaya alınma sırasının kendinize gelmesi endişesi ve isteği ile çalışıyordunuz. Odaya giren, yemeğini sunuyor ama duyamıyordu. Sıradan günler dışında, mutfağa gelen ibbarlar, yanımızda fazla kalmıyordu. Mutfaktan bahçeye açılan kapının anahtarı ellerindeydi. Ama ellerinde taşıdıklarını göremedim. Birimiz o kapıyı açmak istememişti. İbbarlar, olması gerektiği yerde ve doğru olanı yapıyorlardı. Güldüklerini, ağladıklarını görmedim. Uzun, beyaz sakallı olmaları dışında

Referensi

Dokumen terkait

Sedangkan semakin lama proses Holding hydrothermal maka struktur yang terbentuk akan cenderung Few layer Graphene (FLG) yang lebih sulit menghantarkan listrik

enggunaan ster%i/ masih k%ntr%?ersial. angguan 4erna=asan /iatasi /engan intu&asi en/%trakeal, sementara gagal ginal akut mungkin memerlukan /ialisis. isa ular

Oleh karena itu, bahan ajar model inkuiri terbimbing terintegrasi kearifan lokal berbasis OBE melalui penggunaan media online dapat diterapkan dalam proses pembelajaran

Tujuan yang diharapkan oleh penulis dalam penelitian ini adalah untuk mendeskripsikan ada tidaknya pengaruh persepsi siswa mengenai kompetensi berkomunikasi

Serangkaian penelitian yang telah dilakukan mulai berlangsung selama 24 bulan dimulai pada bulan Juli 2007 sampai Juli 2009. Penelitian ini dilakukan dalam dua tahap. Tahap

Kelelahan dari sisi persepsi menunjukkan adanya peningkatan untuk kriteria selang interval waktu berkendara sementara kelelahan dari sisi fisiologis tidak menunjukkan

e!erikan per!aikan yan" !erarti terhadap koe$isien perpindahan kalor enyeluruh. at #air itu san"at tur!ulen, dan laju perpindahan kalornya !esar.. ntuk &at