• Tidak ada hasil yang ditemukan

Yol - Şakir Yıldız

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Yol - Şakir Yıldız"

Copied!
348
0
0

Teks penuh

(1)

Yol

Yol

Yol

Yol

(2)

ĐÇĐNDEKĐLER 1. Sunum...3-8 2. Akıl-Ruh...8-16 3. Nefs...17-23 4. Kelime-i Tevhid...23-31 5. Yasak Ağaç...31-91 6. Yol...91-107 6. 1- Şehr-i Emmare...107-115 6. 2- Şehr-i Levvame...115-123 6. 3- Şehr-i Mülhime...123-173 6. 4- Şehr-i Mutmain...173-206 6. 5- Şehr-i Raziye...206-228 6. 6- Şehr-i Marziye...228-270 6. 7- Şehr-i Safiye...270-276 7. Salat Hakikati...276-296 7. 1- Salat Nedir?...296-311 7. 2- Salatın Kesret ve Ahiret Alemini Bağlaması...311-328 7. 3- Salatın tüm ibadetleri cem edişi...328-340 8. Sonuç...340-348

(3)

SUNUM . Mevcudatı yokdan yaratan, yeri ve göğü birbirinden ayırıp, göğü

desteksiz olarak yükselten ve Hakikat-i Muhammediye zümrudi nurunu, Arş denen cevhere aks ettirip, Âlemi ve varlıkları yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlarım.

Hakikate giden yolda ilerlemeyi niyet edip, bu yola giren yolcu, bilesin ki, bu yol, daireden noktaya ve noktanın da fena bulması ile Samediyyet Deryasına açılan bir Seyr âlemidir. Đstikametinin nihai merkezi, Allah’ın Zatı’dır. Đlerlemeye başlandığında görürsün ki, yollar sonsuzdur. Ancak seni selamete ve kurtuluşa ulaştıracak yol bir tektir. Yol içindeki farklılıklar sırat-ı müstakimde yürüyüşleri itibarı ile kişilerin fıtrat farklılıklarıdır. Diğer yollar ise, bizim için yol olma vasfına sahip olmayıp, olsa olsa Şeytan’dan kolaylıkla etkilenebilecek Hayal Âlemleridir.

Esenlik içinde olan yol Muhammedi yoldur. Sahibi tüm Peygamberlerin imamı, hakikat feleklerini kendinde Cem eden ve seni takdirinde var ise varlık hissinin son sınırda, Makam-ı Mahmud’da bekleyen Samedi Risalet hakikatinin sahibi Muhammed Mustafa (a.s)’dır dır. Samediyyet deryasında aldığı isim “Ahmed”dir. Bu hakikatin mekânı “Lâ Mekân”, zamanı “An”, makamı ise “Makamsızlık”dır. Selam ona, temiz ve Ali ailesinin üzerine olsun.

(4)

Bizim bu kitabı kaleme alma sebebimiz, başta bu yola çıkmaya karar vermiş hakikat aşığına, yolda yürürken bulunduğu yeri ona tarif eden bir harita ve nasihat veren bir yol arkadaşı olmasıdır. Bu sebeple amaçlanan, yolun başından sonuna ulaşıncaya kadar hangi feleklerden geçiliyorsa, tüm bu aşamaların hâkim kavramları, kitapdaki işaretleri, sana yaşatacağı olası müşahedelerin bildirilmesi ve tuzaklara karşı Allah’ın yardımı ile uyarılmandır. Kitapdan maksat, senin hakikatin olan “KURAN-I KERĐM” dir. Kitab ilminin sana zahirde yol gösteren yansımasının aldığı isim ise “FURKAN”dır. Bir diğer ismi ise “NUR” dur.

Đkinci amacımız ise, Allah Hakikatinin müşahede edilmesi yolunda ilerlemekte zorlanarak, fıtraten bu yolda yürüme isteği kalbine nakşedilmemiş, normal dini vecibelerini yerine getirmeyi yeterli gören ve Cennet ehli olabilmek için çaba harcayan inanç sahiplerine, ölümü tatdıktan sonra hangi hal ve oluşlarla karşılaşacağını haber vermektir.

Çünkü bilmelisin ki, ölüm ile ilgili olarak, bilinç ölümünü dünya yaşamında tatmak ile dünya yaşamının sonuna ulaştığında, zorunlu ölümü tatdığında yaşayacağın bilinç halleri ve geçmek zorunda olduğun Âlemler aynıdır. Tek fark, birincisinde Dünya yaşamında ve organik beden algısı şartları ile ölümü tadıyor olmandır. Ancak bilinç hali, düşünce ve zahiren yaşadığın olayların manaları tamamen aynıdır.

(5)

Bu amaçla, yaşarken nelere dikkat edilmesi gereklidir? Ne gibi düşünce ve eylem şekilleri geliştirilmelidir ki, Cehennem ateşinden çıkılmasında Allah’ın eli bize uzansın ve Allah’ın izniyle fazlaca sıkıntı çekilmesin. Bu konulara eğinilecek ve uygulamaya dönük olarak nasihatlerde bulunulacaktır.

Uzun tanımlardan çok, yolun önemli dönüm noktaları zikredilecektir. Yöntem olarak öncelikle, her bir hakikat feleğinin sınırı olma özelliği taşıyan kavramların hakikat ilmi açısından barındırdığı Nurlar açıklanacaktır. Daha sonra, yolcunun yola ilk adım atması ve bunun belirtileri açıklanmaya çalışılacaktır. Ta ki, kesin bilginin Nuru bizi kuşatsın ve “Nokta”ya ulaşalım. Sonra “Nokta”yı da yok edip Samediyyet Deryasında, A’ma olarak, kendimizi göremediğimiz bir bilinç durumu bizi bizden alsın.

Kaleme aldığımız bu eser, açık keşif ile tahkik sonucu ulaşılan menzillerin ilmi manalarını barındırmaktadır. Bu eserde anlatılan belirli ilim feleklerinin ilerisine seni ulaştıracak yol, kıldan ince ve en keskin kılıçdan daha keskindir.

Bu yol, birçok aldatıcı farkediş ve müşahedelerle doludur. Bu bilinç feleklerine ilişkin uyarılarımız yapılırken, ağırlıklı olarak olası müşahedeler örnek gösterilmeye çalışılacak ve ancak müşahede ile yaşanılarak öğrenilen bilginin en üstün bilgi olduğundan perdelenmeksizin, kavramların kuşattığı Hakikat feleklerinin ilim şehirleri sana tanıtılmaya çalışılacaktır. Müşahedelerin Rahmani

(6)

olup olmadığı ise, öz hakikatimizin yansıması olan Kuran-ı Kerim ve Peygamber efendimizin gerçek hadislerinden onay alınarak açıklığa kavuşturulacaktır. Allah’ın konuların açıklanması hususunda bize izahda, sana da idrakda yardımcı olmasını dilerim. Allah senin ve bizim Nefs’imizi bir an bile kendi başına bırakmasın. Bil ki, bu yolda dalalete düşmemek, yolun sonuna ulaşmayı başarmak gibi, hiç bir kulun kendi elinde değildir. Sadece Allah’ın, Muhammedi Nuru, geçilen Âlemin yapısına uygun olarak, seyrettiği âlemin vechine-zahirine yansıttığı kullar bunu başabilmiştir. Gerçek felah-kurtuluş ise, batıni hakikati okumak değil, zahiri hakikatin bize açılmasıdır. Ta ki, zahiri ve batıni varlığında, senin kimliğinle Zatı hissedişinin irtibatı kesilsin. Bu irtibat kesilmedikce sen, müşahedenden zevk sahibisin demektir. Bu hal, senden Nefs’i etkinin gitmediğinin açık isbatıdır.

Yolun sonuna vardığının işareti, senin isim benliğinin bağlarının çözülmesi, boş bir kap ve sadece hakikati yansıtan bir yokluk (Âdem) kalıbı olduğunu bilmen, aslında hakikat yanında olmadığının senin açından anlaşılması, bu müşahededen aldığın zevkin kesilip, arzularının sönmesi ve senin tekrar halk arasına ve sıradanlığına dönebilmendir. Yolun sonuna kadar takılıp kalma ihtimalinin olduğu her bir hakikat âleminde ise, önemli olan, senin Rab olarak Allah’a ve O’nun Resulune iman üzere bulunmandır. Yoksa, senin yolun sonuna varmak gibi bir zorunluluğun mevzu bahis de değildir.

(7)

Unutma ki, her Işık Nur değildir. Ancak Allah hakikatinin kavranışı “NUR” ismini alır. Bu biliş ise, sadece Allah tarafından bilinebilen hakikatin, yine kendi Nuru ile bilinmesidir. Bunun daha da ilerisinde mevcut olan müşahede ise, senin onun Nuru ile değil, bizzat Allah ile bilmendir.

Zulmet dahi ışıktır. Fakat bu ışık çok kuvvetli olduğu ve altında hiç bir mevcudat ve kavranabilecek bir ilim bırakmadığı için “ZULMET” ismini almıştır. Hakikatin tam bilinmesi; yolun sonuna varılması ile içine girilecek bilginin, nefsin ve iradenin görülmediği bir zulmet olan “A’MA” nın idraki ile mümkün olacaktır.

“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” (Enam–122)

Tek “VELĐ” Allah’tır. ”O” yol göstermeyi dilediği kuluna hiç bir mahal ile sınırlanmaksızın Hidayet ihsan edendir. Allah senin yolunu, sadece bir yönü değil, tüm yönleri aydınlatan hakikat Nuru ile aydınlatsın. Tek yönü aydınlatan ışık karşına çıkarsa bil ki, bu görüş seni hakikatine iletmekten uzaktır. Bu tek dediğimiz yön, sadece senin isminle bilebildiğin Nefsinin yönüdür. Bu ışık, belki de Şeytan’nın seni yoldan çıkartmak için kullandığı ve bir ucu sana bağlı olan Şeytanın elindeki ip durumundadır. Bu aşamada, Cinni etki altına girmek sureti ile Nar ve Nur perdelerinden peyda olan

(8)

hayal âlemlerinde yaşayıp, kendini hakikat üzere zanneden birçok yolcu heba olmuştur. Allah seni Hz. Resulü Ekrem efendimize sadece şeklen değil, idrak ve Ruh’en de uyanlardan eylesin. Çünkü Allah’a ve Resulüne gerçek uyuş budur.

(9)

Akıl-Ruh . Akıl Allah’ın ilk yaratığı varlıktır. Bu akıl iki ana zeminde çalışan

yapısı ile “Cüzzi” ve “Külli” ismini almıştır. Vücud olarak tabir ettiğimiz gerçek varlık için ise, böyle bir Akıl’ın varlığı ve bir ikilik söz konusu değildir. Allah ilk önce Kalemi, Ruhu veya Aklı yarattı denilmektedir. Buradaki tüm kavramlar tek bir hakikate işarettir. Ruh-Akıl “Kalem”, Beden ise “Levha”dır.

Beden ile sınırlandırılmamış Akıl “Külli akıl”, beden ile sınırlandırılmış bir zihinden bu Külli Akılın yansıması sonucu oluşan yankısal Akıl ise, “Cüzzi akıl”dır. Adeta bir yankı niteliğinde olan “Cüzzi Akıl”, aslen yoktur. Ancak kendini var zannetmektedir. Yankı kesilmeden de, gerçek sesin nereden geldiğinin anlaşılmasının ve duyulmasının mümkün olmadığı açıktır.

Külli Akıl, “Hakikat-i Muhammediyye” dediğimiz bilincin, yani “AZAM RUH”un meydana getirdiği bir kuvvedir. Bu bilinç, Külli Akılın varlık hissini, kendi varlığında hissetmeksizin de varlığını sürdürme özelliğine sahiptir. Ancak kişi, bu akıl’a karşı tam vakıfiyet sağlamasa da, bu aklın âlemindeki tasarrufunu izleyebilme şansına sahiptir. Âlemlerin aslı ise rüya yani hayaldir.

Bu hakikatin bilincinin razı olması ile görülen rüya, “RUH”u var etmiştir.(Hu) Bu ”RUH”un gördüğü rüya ise, “Kâinat”ı var etmiştir. ”Kâinat”tan maksat tüm “Âlem”leri “Batın” isminde kapsayan bir

(10)

bütünlük halidir. Đnsanın hakikati ise, ”Batın” isminin Kâinatı, “Zahir” isminin ise Âlemi ihata etmesidir. Kâinattan kasıt, görelim görmeyelim tüm âlemleri ihata eden Tek varoluş tecellisi, Âlemden kasıt ise, senin benim ve tüm varlıkların izledikleri ve kesitsel algı ile açığa çıkan Seyr Âlemleridir. Bu Âlemleri tek tek birbirine bitişik Nur küreleri olarak düşünebilirsin. Kâinat ise, tüm bu küreleri içine alan mana âlemi denilebilir.

”Cüzzi Akıl”, Rüya içinde bir başka Rüya’yı meydana getirir ki, bunun ismi, kesret âleminde sahip olduğumuz bilinç itibarı ile Dünya, yani “Hayal” dir. Dünya hayatı itibarı ile görülen, Rüyanın, Rüyasının, Rüyasıdır. (RUH)-(ĐNSAN)-(KESRET ÂLEMĐ). Bu rüyaların tümünü gören ise “A’ma”da bulunan “Saf bilinç”(Akl-ı Evvel) dir.

Đnsan ölünce, bizdeki öz hakikat, bu sonuncu Rüyadan uyanır. Sadece ikinci ve gerçek olarak tanımlayabileceğimiz “RUH”un gördüğü rüya kalır. Kişi eğer ölmeden önce bir bilinç ölümü ile ölümü dünyada tatma şansını yakalar ve kendi hakikatini tam anlamı ile müşahede edebilirse, son rüyadan da dünya’da iken uyanıp öz hakikatinde fena bulma şansına sahip olacaktır. Bunun anlamı “NEFS”in “RUH”a rücu etmesi, yani dâhil olmasıdır.(Vech) Böylece insan da, “RUH” rüyasını gören varlık hissine sahip olan bilinç de daha da ilerleyerek Fena bulma şansına sahip olabilir. Bu müşahede ile ulaşılan bilinç seviyesi aslında, bilinç olarak nitelendirilemiyecek bir bilinçlilik halidir. Bu bilinç kendine cahil

(11)

olan “SAF BĐLĐNÇ”tir. Âlemleri ayakda tutan ise, bu “Saf Bilinc”in gördüğü rüyadır. Bu bilinç, Tasavvufta bilinen ismi ile “Hakikat-i Muhammediyye” nin bilincidir.

“Đnsanlar rüyadadır. Ölünce uyanırlar.” (Hz.Muhammed)

“RUH”un gördüğü rüyanın bir başka hakikati de şudur; “RUH”un özelliği, Batınen Allah’ın saf zihni diyebileceğimiz Zati hakikati, Zahiren ise sıfat mertebesi olan “Nefs’i Küll”ü bünyesinde bulundurmasıdır. Bu “Nefs’i Küll”ün içerisinde tasarrufta bulunan ise, “Akl-ı Küll”dür. Bu hakikatin yaşandığı boyuta, düşünce boyutu da denilir. Aslında bu boyut “NUR”ani dediğiz bir boyuttur. Rüyanın içinde gerçek varlığın Zati ile bulunması ise, Rüyanın bitmesi ve olamaması ile sonuçlanır! Ancak, her türlü tanımdan dahi beri olan gerçek “VÜCUD”un insan’da zuhur eden Ferd olma hissinin, Âlemden çekilmesi ve kendisini bilmesi ile açığa çıkan yapının ismidir “NUR”.

Đşte Hakikatin, Đnsan denen manada kendisini bilmiş ve ondan razı olmuş olarak, batınen “ZAT”, Zahiren ise “SIFAT” mertebesinde insanda sürdürdüğü yaşamın ismi “Cennet” yaşamı olarak anlatılmıştır. Bu Nurani yaşamın adı ise, gerçek varlığın, yani “VÜCUD”un varlık hissinin bu boyutta “Zat”en bulunmadığı ve “Gölgelik Yer” anlamına gelen “Cennet” yaşamıdır. Zati Nurun yok ediciliğinin önüne geçen ve bizi Zat’tan sakındıran bilinç halinin

(12)

aldığı isim ise, “Tuğba” denilen cennet ağacıdır.

“Allah ile beraber başka hiçbir ilaha yalvarma! Ondan başka ilah yoktur. O'nun vechi hariç, her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”(Kasas–88)

Akıl, Ruh’un öz cevher olarak, Enerji+Bilinç kazanması sonucu açığa çıkan, işlevselliğinin tanımıdır. Bu “RUH”, orijinal yapısı itibarı ile sonsuzluk içerisinde, izlenen ve ayrı ayrı var sanılan tüm nesne ve öznelerde işleyen tümel bir “AKIL”a sahiptir. Bu Aklın ismi “CEBRAĐL” dir. Bu sebeple Hz. Cebrail’in bir adı da “Ruh-ul Kudüs” tür. Yani, Saf ve Temiz, yani “Nefs” bulaşmamış Ruh-Akıl. Bu “Külli Akıl” daha sonra, Zat mertebesinin tazziki ile Külli Nefs’i meydana getirmiştir. Külli nefis “BEN” hissini duyumsama potansiyetine sahip olduğundan, “Külli Akıl”, bu mertebenin zuhurundan sonra düşünme yetisine sahip olmuştur. Düşünce yetisi, “Cüzzi Aklı”ı, o da “Cüzzi Nefs”i meydana getirmiştir. Đşte bu noktadan sonra Bilinç-Külli Akıl artık, Organik bir bedenin tanımladığı bir kimliğe bürünmüş, Külli Akıl ve Nefs, tümel sistemden kopmuş, “Cüzzi Ruh” ve “Cüzzi Akıl” halini almıştır. Daha doğrusu bu iki illizyonun var olduğu “Vehm”ine sahip olmuştur. Vehm Nuru ise ilk Aklın sahip olduğu bir kuvve ve nurun ismidir ve “Heyula” âlemi dediğimiz bir tasavvur aleminin ismidir.

(13)

“Külli Nefs” ve “Külli Akıl”, düşünce yolu ile birleştiği için, bilincin bedenden çıkması ve yokluğa dönmesinin önündeki en büyük engel “Cüzzi Akıl” , yani düşüncedir. Yine bu sebeple bu “Cüzzi Akıl”, Nefs’in bekçisidir. Bu çeşit akıl ise, Nefs’in cüzzi yapısından çıkmasının önündeki en büyük engeldir. Bu iki yapı sibernetik bir şekilde sürekli olarak birbirlerini var etmektedirler.

”Cüzzi Akıl”, öyle bir akıldır ki, insanda “Vehm”i varedendir. ”Külli Nefs” asıl olarak, sadece izlenecek seyr âleminin “Cemal”idir. Âlemin bir “BEN” hissi yoktur. Bu âlemin varlık olarak karşılığı “Havvaiyet”tir. Âlemleri sonsuzluk kavramından dahi Ali bir Akıl ile izleyen ise, Zati hakikat bilincidir. Bu bilincin bulunduğu hakikat mertebesinin ismi ise, “Samediyyet”tir. Bu ise “Ahadiyyet”in batınıdır. Bu öyle bir bilinçtir ki, varlık için kavranışının adı “HĐÇ”tir.

Bu gerçek varlık yani “ZAT”, biz miyiz diye soracak olursan. Hem evet, hem hayır deriz. Evet, çünkü bizim en derin ve sonsuzluk içindeki hakikatimiz zatıdır. Hayır, çünkü bu öyle bir tek varlık ve “VÜCUD” tur ki, bu hakikate kavuşan bir bilinç “BEN” hissine sahip olamaz. Bu “VUCÜD” ki kesinlikle izlenen âlem olmayandır. Aynı zamanda bu “VÜCUD”, Âlemle ne bitişiktir, ne de ayrıdır. Bu hakikate uzanan bilinç, kendi irade ve aklı hissedişini aşmıştır. O insanın düşüncesi ve aklı artık Aşkın bir yapıya sahiptir. Bu sebeple bu yapıya insan “BEN” diyemez. Ancak bu bilinç mertebesine,

(14)

algısal varlığı ile Kulluk-Ubudiyyet edebilir. Bu noktada Aklının ve varlığının ismi “Ademiyyet”yani “Yokluk” tur.

Burada şöyle bir hakikat karşımıza çıkar. Tüm bu anlatılanlar, Cüzzi Nefs’i neyin idare ettiğine ait tek bir adres göstermektedir.Bu adres Akıl dır.Ancak Cüzzi yapıya sahip olan bir Akıl.Peki bu akıl nasıl çalışır. Hemen söyleyelim; Đstatislikle.

Yani, yaşamı boyunca elde ettiği tüm yaşamsal ve kavramsal bilgi birikiminin oluşturduğu doğrular ve yanlışlarla tanımlanmış, istatislik veritabanı ile işlevini yerine getirir ve sürekli kıyas yapar. Bu bilginin büyük bir kısmı da şartlanmışlıklardır. Bunun bir başka adı ise, kişiye has “MANTIK”tır. Mantık ise, insanlığın en büyük illizyonlarını vareden bir buğulu camdır. Bu camı gözüne takıp, olay ve Evrende gizli duran bilgiye uzanan hiç kimse, gerçeği saf hali ile görme şansına sahip değildir. Bu mantığın işlevselliğinin adı ise, “DÜŞÜNCE” ismini alır.

“Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi’nin ruh feyzine sığınmaktan ibaret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayal! Akıl ise bir hiç… Sadece hudut !” (Đmam-ı Gazali)

Peki, bu yanılgıdan nasıl kurtulabiliriz. Önce, yanlış dediğimiz kavram ve davranış şekillerinin listesini yaparız. Liste bitince, tüm maddeleri dikkatlice okuruz. Sonra ise, bu kâğıdı ve yanlış olarak

(15)

nitelendirdiklerimizi yırtar çöpe atarız ki, değişmez doğrularımız da kalmasın.

Doğrularımız, Evrensel Zihne Teslim olunması için gerekli olan Đlmi doğruları kullanmak için var olmalıdır. Bu bilgi, ifrazattan arınmış Saf Kuran ve Sünnetullah ilmi tabanlı olmalıdır. Gelenek, görenek, ailevi kabuller, milli kabuller gibi şartlanmışlıklar, genel, kişisel doğru ve yanlışlar, olayları sürekli tanımlama saplantımız, bizi bir birim olmaya ve sadece bildiğimize mahkûm olmaya götürür. Bu bilgi de muhtemelen bildiğimizi sandığımız, ancak öz hakikatini ve bilincini tam olarak kavrayamadığımız bir yapıdadır.

Gerçek bilgi, taşınmayan ve sahip olunmayandır. Bu bilgi ki, ancak sizin içinde varolduğunuz bir”Su”dur. Bizi Teslimiyete götürmeyen bilgi ise, hakikatte bilgi olma vasfına sahip değildir. Tam teslim olanın ise, var olandan başka neyi bilmeye ihtiyacı vardır... Varolanı bilmek ise var olanda yok olmatır. Beyninden yükselen itirazları duyar gibiyim. Bunun neden böyle olduğu “YASAK AĞAÇ” bahsinde detayları ile dikkatine sunulacaktır.

Düşünce, bilmek, tabii ki kötü ve yanlış değildir. Düşünmek, iyi ve kötüyü bilmek dünya yaşamında doğrudur. Ancak Ahiret ve Cennet yaşamında ise, bunun böyle olduğunu sakın düşünme.... Bununla sadece, düşüncenin “SAF AKIL” olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

(16)

Bugün itibarı ile Hologramik yapının keşfi ve Kuantum Fiziğinin bulguları, Zihnin-Aklın, maddeyi ve Âlemi açığa çıkardığı hakikatini tasdik etmektedir. Zaman aslında bizim beynimizin ürünüdür ve yoktur. Gerçekte olan “AN” dır. ”AN” içinde ise Zahir ve Batın, Madde ve Akıl birdir. Bu bilgi ışığında aslında önemli bir gerçeği farkederiz. Akıl var olan maddede, yani algıladığımız ve bizi kuşatan Âlemde, ortak bir bilinç olarak Zat’en işlemektedir. Her bir kişinin ise, kendine has bir zaman ve tarih gerçekliği mevcuttur. Yani her bir bireyin zamansal gerçekliği farklıdır.

Gerçek akıl, bizim beynimizde değildir. Gerçek akıl, var olanda mevcut olan bir akıldır. Bu akıl, bizi kuşatan bir gerçeklik deryasıdır. Bu Akıl Kadir, Cebbar, Muhit gibi isimlerin açığa çıkışı ile de eştir. Bu noktada Tek yapmamız gereken, ona nasıl kendimizi bırakacağımızı öğrenmektir. Âlem mertebesinde Seyr edilen Resim, Ressamın kendisine ait olan aklı içinde barındırmaktadır. Resmi yapan şey Resmin kendisindeki her zerrede mevcuttur. Ancak, yapan resmi yapan “Zat”ın sıfat mertebesi dışında bu resimde mevcudiyeti yoktur. Âdemin durumu ise böyle değildir.

(17)

Nefs . Genel manası ile kişinin “BEN” tanımı olarak andığı hakikattir.

Özde ise, kişinin sahip olduğu bilincidir. Hakikat ilmin de ise, bu kelime bir “o”k hükmündedir ve gerçek varlığı işaret eder. Ancak “Ben” gerçek varlık da değildir. Sadece işarettir.“Ok” tur. Kişi kendi varlık hissini neye isnat ederse, o oluşu “BEN” olarak nitelendirir. Kişi Nefsi olarak organik bedenini tanımış ve bilmiş ise buna göre, kendi varlık hissini Ruh olarak tanımlıyorsa da, o tanıma göre ilişkilerini yürütecek ve hayatını bu bilinç seviyesinde yaşayacaktır. “Allah sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir.” (Araf–189)

Nefs’in Hakikati birdir. Yani tüm mevcudatın öznesi birdir. Đnsanlar da, tüm varlık da, bu Nefs’i Vahide’nin, yani Bir olan Nefs’in çeşitli mertebelerinde halk edilmiştir. “Nefs nasıl meydana gelmiştir? Đnsanda “BEN” hissi nasıl oluşmuştur?”, sorularına verilecek cevap, “Đnsan ile kozmozun öznesinin bir olduğu ve kendisinin de bundan ayrı olmadığı hissini nasıl olup da farkedememektedir?”, sorusuna verilecek cevabı da içermektedir.

Bu sorular ve cevaplarına geçmeden önce, bizce hayati öneme sahip olan bir hakikatin altını çizmek isterim. Bu hakikat ki, bir çok velayet sahibinin dahi yanılgıya düşebildiği bir bilinç haline işarettir.

(18)

Đnsanın Nefs’inin hakikatini bilmesi ve bununla karşılaşması, hakikat ilminde kesinlikle son nokta değildir. Bilakis “Samediyyet” hakikatine uzanan köprünün başına gelmek ve köprüye adım atmaktır. Bu köprü ki, sırat süreci olarak bilinir.

“Nefs’ini bilen Rabb’ini bilir.”(Hz.Muhammed)

Bu Ayeti kudsi de dikkat edilirse, Nefs’in hakikatini bilenin Rabbini bileceğini vurgulamaktadır. Burada Öz varlığa ait Rabb’lik mertebesinin hakikatine işaret edilmiştir. Yoksa, Allah’ın Zati hakikatine tam bir idrakdan bahsedilmemektedir. Peki nasıl olurda, bir yolcu Allah’ın Zatına vakıf olur, bu mümkün müdür ?

Bu mümkündür. Şöyle ki; “Allah’ın Zatını biliş; Onun Zati hakikatinin kavranılamayacağını bilişin kendisidir.”Bu söz, Hz.Ebu Bekir Sıddık’a R.a. aittir. Bu kavrayış noktası ise, aslen Nefs’in Fena bulması ile ulaşılacak ve müşahededen beri oluş haline işarettir. Đnsan kendi varlık hissi olmaksızın, özüne ait bir hakikatin bilincine varamamaktadır. Öyle ise, bir yolcu ancak, kendi varlık hissi olan Nefs’inin yokluğunu tadarsa, Nefs’inin işaret ettiği gerçek varlığa ve hakikati olan Allah’ın Zatına ait kavrayışının “HĐÇ” olduğunu idrak edebilir. Yani Nefs-Ben Zat’ı gösteren bir işaret manasını içermektedir. Ancak Nefs, Zat’ın kendisi de değildir. Aksini düşünmek ise, muhaldir. Bununla hangi gerçeği ifade etmek istiyoruz?

(19)

yaratmayan Allah, Zati hakikati ile tüm varlığı halk etmiştir. Öyle ise, Nefs’in kavranması, onun işaret ettiği “VÜCUD”un idarakidir. Ancak bu Vücud’un kavranması değildir. Bu durumda Nefs’inin hiçliği ve Nefs’in işaret ettiği şeyin kavranılamayacak hakikati ile karşılaşmayan hiç bir kişi Allah’ın Zatı’nın kavranılamayacak bir sonsuzluk ki, sonsuzluk kavramı dahi Zat’a isnat edilemez, dahi kendi kavrayışı açısından bir “HĐÇLĐK” olduğunu kavrayamaz! Bu Zati hakikat ise, bünyesinde “Nefs” kavramına yer vermez. ”O” “Ahad”dır. Yani parçalara bölünemiyecek, iç ve dış kavramlarından münezzeh “BĐR”dir. ”Samed” tir. Eşi benzeri olmayan, doğmamış ve doğurulmamış olandır. Öyle ise, bu tek varlık nasıl olur da, “BEN” hissine sahip olabilir. Çünkü “BEN”in olması demek, mutlak surette “SEN”in olmaklığını zorunlu kılar. Ya da, herşeye “Ben” denilerek, izlenilen âlemde ne varsa, bir yaratılmış olarak onların en ulu rabbi olunduğu iddeasında bulunulmuş olunur. Bunu ise, tarihte denemiş ve helak edilmiş bir çok kişi ve kavim mevcuttur. Bu anlayış ise, aslen hakikatin iki olduğu anlamına gelir. Bu anlayış ise, “Şirk”tir.

Unutma ki; Nefs, Allah tarafından yaratılmış bir varlıktır.

“Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendi Nefislerinin yaratılışına şahit tuttum.” (Kefh–51)

(20)

geçişin akebinde ise bu akıl, Bütünlük kavramını ve bu kavram tabanında işlevini sürdürecek olan “Akl-ı Küll”ü var etmiştir. Bu “Külli Akıl” ise, “Nefs-i Küll”ü varetmiştir. ”Külli Nefs” ise, düşünme yetisine sahip olmuş ve düşünme yetisi ile de “Ben” kavramını, yani “Cüzzi Nefs”i yaratmıştır. Öyle ise, insanın en içrek hakikatini bilmesinin yolu; Nefs yaratılmadan önceki orijinal Akla, yani kendisine “Nefs” bulaşmamış olan “Saf Akla” ulaşabilmesidir. Bu akla “Allah’ın Zihni” de denebilir. Bu akılın işlevselliğine ise, “Allah gibi düşünmek” denebilir. Bu, içinde hal olmayan hale ulaşmak, ancak “Nefs” hissinin yolcunun bilincinde ölmesi ile mümkündür. Böyle bir bilişin doğası, Allah’ın kendini bilişidir. Çünkü gerçekte “ŞEHĐD” olan Allah’tır. Allah kendi bilinemezliği ile kendini bilmiştir.

Varlık Âleminin ve bizim hakikatimiz olan “Samediyyet” hakikati, birçok bilinç feleğinden alt boyutlara iniş yapmış ve en son kesret âleminde dört element dediğimiz, HAVA, ATEŞ, SU ve TOPRAK elementlerini meydana getirmiştir.”Saf Bilinç” Bu elementlere ait bilinç elbiselerine bürünmüş ve böylelikle Dünya Âlemi kişi için zahir olmuştur. Gerçek varlık, “Samediyyet” hakikati itibarı ile kendisinde herhangi bir “BEN” hissi barındırmayan “An” hakikati ile özdeş olan “A’ma”da iken, ne zaman ki, birlik bilinci üzerinde, bu elementler etkinlik kazanmaya başlamıştır, işte o zaman, bilinç Saf Bilinç halinden yoğunlaşarak “BENLĐK” hissine sahip olmuştur. Bu yapısal bütünlük, Organik bir bedene sahip, düşünen bir varlık karşımıza çıkartmıştır. Bu varlık, varlık palnında inişi sırasında

(21)

zuhur ettiği yapılar içerisinde, geldiği ve kendisini vareden bilinçten kopmuş, kendi özgün bilinci bedene gömülmüş ve kendi orijinal Aklını yitirmiştir.

Bu inişin en son noktası, varlık âlemini kendinde cem eden ve gerçek varlığa, sahip olduğu “Sır” ile tam BĐR AYNA olabilmiş tek varlık ise, Đnsan olmuştur. Ancak bu varlık, ilk yaratılma amacı olan Halife olma özelliğini kaybetmiştir. Bunu geri kazanmasının yolu ise, bilincini tekrar yükselterek ilk orijinal haline geri dönmektir. Tasavvufda bu yükselişe “Uruç”, bu yükselişin tamamlanmış haline ise, “Miraç” denilmektedir.

Bu noktada, gözden kaçmasına izin verilemeyecek bir gerçek karşımıza çıkmaktadır. Saf Aklın Nefs kazanması, insan bilincini yere indirmiştir! Yani organik beden ile sınırlı bir hale getirmiştir. Bunun anlamı , “YASAK AĞAÇ”ın ne olduğuna ait konu açılırken ayrıntılı olarak açıklanacaktır.

Đnsan‘da kimilerinin Nefs olarak ifade ettikleri Hayvani Ruh denen bir yoğun ışık yapı ve Âlem de bulunmaktadır. Đnsanın tüm fiziki bedensel idaresi bu yapının emrindedir. Bu ruha “Can”da denilebilir. Bu Organik ve yoğun Nari yapı, Ölümle beraber asli unsurları olan Ateş, hava, su ve toprağa ayrışarak parçalanır ve aslına rücu eder. Bizdeki cinsel istek, yeme isteği ve arzuların kaynağı bu Hayvani ruhdur. Bir insanda fiziki ölüm gerçekleşinceye kadar bu Hayvani ruh bilinci hayatiyetini sürdürür.

(22)

Varlıkdaki Tek Nefs, özü itibarı ile Ana Ruh ile özdeştir. Ruh yönü ile de ölümsüzdür. Ancak bu tek nefs mertebesindeki Ruh’un, yoktur ve kişi bu noktaya ulaşabilirse, kendisindeki bu teklik Ruh’una ait “Ben” ve “Kimlik” hissi ölebilir. Đşte bu Nefs’in fena bulması onun ölümüdür. Nefs kendisinin bir birim olmadığını ve aslının önce izlenen âleme ve sonunda da Samediyyet deryasına ait olduğunu farkederse ilkin, birimselliğe, ikinci olarak da Allah onu ilerisine taşırsa mutlaklığına ölmüş demektir. Artık ondaki tüm nefsanî istekler ölmüştür. Bu nefsanî istekler; Yönetme tutkusu, baş olma sevdası, mal mülke sahip olup, çoğaltma isteği, garanti arayışı, olaylar karşısındaki şiddetli yanış hali, bedensel ihtiyaçların tatmininin her türlü ilmi ve ahlaki değerlerin üzerinde olma hallerinin her birisi ondan silinmiştir. Bir yolcunun bu hale gelebilmesinin tek yolu, Allah’ın o kişinin kalbini eline alması ve üzerine “Sekine”sini indirmesidir. Bunu dünyada başarabilenlerin ve Allah’ın, bu Mutlaklık hissinin de yokluğunu yaşattığı ve sona ulaşılarak içine girilen yaşamı lütfettiklerinin ise, yeryüzünde onlarla ifade edilen bir sayıyı geçemiyeceğini ifade etmek isterim. Đşte, insanın Nefs edinmesi, bunu da en alt aşamada, kendi hakikatini organik beden ile özdeş sanması, otomatik bir şekilde, bu organik bedene dönük yaşamasına yol açmıştır. Bu yapı ise, tüm değerlendirmelerini bedeni ile sınırlanmış yaşam şartlanmalarına göre yapması ve kendi orijinal hakikatinden perdelenmesi sonucunu meydana getirmiştir.

(23)

Kelime-i Tevhid . “La Đlahe Đllallah” “La Đlahe” Đlah adı altında andıklarınız aslında

yoktur. Manasına sahip bir zikirdir. ”La” yok demektir. ”La”öyle bir kılıçtır ki, dokunduğu herşeyi yok eder. Dokunmadığı hiç bir mevcudat ise yoktur. ”Đlah” öyle bir mabuttur ki, herşey onun için yapılır. ”DEĞER”den çok “ÖNEM” ifade eder. Herşeyi onun kontrol ve idare ettiğine inanılır. Güç ve kudret sahibidir.

”Đllallah” sadece Allah’ın gerçek varlık olduğunu ifade eder. Görülen suretler ve açığa çıkan tüm kudret seyrinin hakikatinin Zat-en “Allah” olduğunu ifadesidir. Bu sebeple tüm mevcudat içinde her ne ve kim varsa, onun üzerinde Allah isimlerinin hepsinin Mutlak hâkimiyeti vardır. Varlık ona aittir. Tüm mevcudatın tek bir hakikati vardır. ”O” da Allah’tır. Anlamına gelmektedir.

Cennetin bedeli bu kelimedir. Bilinç olarak Kelime-i Tevhide iman eden kurtulmuştur. Đman etmeyen ise, kendi bilincinde kendi elleri ile kendi âleminde varettiği bir surete veya kudret sahibi yapıya kul olmuştur. Bu yapı, Allah’ın sadece bazı isimlerine mahaldir. Ancak bunun böyle olması hakikat yönünden sorun ifade etmemektedir. Çünkü o insanın inandığı her ne ise, o varlığın da hakikati zaten Allah’tır. Bunu ifade eden söz ise, Kudsi hadiste Allah’ın ifade ettiği; “Ben kulumun zannı üzereyim”(Kudsi Hadis) dir.

(24)

Tevhid birleştirmek, sınırları ortadan kaldırmak ve bir tek hakikat altında, ayrılıkların silikleşmesi demektir. Algıdaki sınırların Fena bulmasıdır. Fakat bu silikleşme, varlık alanına çıkmış olan farklılıkların yokluğa düşmesi manasında olmayıp, sıfatların birbirlerinden ayrılmalarının mümkün olmadığının bir ifadesidir. Çünkü, tüm sıfatların sahibi tek bir varlıktır. Đslamın esasını vücuda getiren Kelime-i Tevhid hakikati, ayrı ayrı hüküm süren, kimliklere bölünmüş bir hakikatin aslında olmadığı, tek bir Hâkimi Mutlak’ın Kâinat ile hayatımız üzerinde hükmünü sürdüğünün ve onun yanında kimsenin veya şeyin varlığının bulunamıyacağının açıklanmasıdır. Allah’a döndürülme kavramı da bununla bağlantılıdır.

Çokluk kavram olarak, ayrılık anlamına gelmemektedir. Allah’ın Birliği, sıfatlarının sonsuzluğu yönünden çokluk yapısına sahiptir. Ancak bu çokluk, çeşitlilik manasına olup, hiç bir şekilde bağımsız ve müstakil birimlerin birleşmesi ile oluşmuş bir tümel yapıyı tanımlamamaktadır.

Bu birlik, aynı zamanda, bir birimin Nefsi altında da gerçekliğini süren bir hakikat değildir. Bu birliğin dayandığı Zati hakikat, “Samediyyet” kavramı ile kavranabilecek ve tüm yaratılmış olarak tanımlanan âlemlerin, hem dışında, hem de onlarla beraber olan ve şeylerin dayandığı bir ihata edişi tanımlamaktadır. ”Samed” ismi dahi bir sıfattır. ”ZAT” mertebesinde ise bu tanımların hiç birisine yer bırakmayacak şekilde sadece kendi vardır ve onun varlığı

(25)

dışında, ne yaratılmışlar kavramından, ne iç ve dış kavramlarından, ne de sıfatlarından söz edilemeyecek bir gerçeklik söz konusudur. Bu yönü ile sadece “La Đlahe Đllallah” zikrinin yanına “Muhammedun Resullallah” zikrinin konulamadığı bir kavrayış kesinlikle yolun sonuna dahil olmayıp, kemalat olarak da yetkin değildir.Bir yolcu, Kelime-i Tevhidin ikinci cümlesi olmaksızın eğer Hakikati Kemalat ile idrak ettiğini zannederse, bu kavrayış sadece zandan ibarettir.Bu cümle, Hz.Resul’un kimliğini tanımlamanın çok ilerisinde, hakikati ile karşılaşılması gerekilen bir boyutsal farkediş ve bilinçlenişin Risali tanımıdır.

Eğer yolcu, birinci cümlenin maksadını kavramış, ancak bu ikinci cümlenin manasının ne olduğunun farkedişini henüz yaşamadı ise, diğer şeyleri “La ilahe” lafsı ile yokluğa düşürmüş, ancak kendi nefsini buna muhtemelen dâhil edememiştir. Bu durumda ise “La ilahe illallah”ın hakikati ile karşılaşıp, Nefsinin Velayetten pay almış olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Nefs’in yokluğa geçişi Hz.Peygamber’in Risalet boyutuna ulşılamadıkca mümkün değildir. Đşte “La Đlahe” hakikati ile karşılaşılan ve yolun sonuna gelinememiş bu bilinç seviyesine Cenab-ı Hak söyle hitap etmiştir.

“Ey (Mutmain) tatmine ermiş nefs, Rabb’inden razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabb’ine dön, iyi kullarımın arasında, gir cennetime.”(Fecr 27–30)

(26)

Burada dikkat edilirse; yolcu Allah’ın varlığını ve birliğini müşahede etmiştir. Onunla Karşılaşmış, ancak hala Allah’tan razı olma makamında bulunmamaktadır. Allahü Teala bu yolcuya “Razı ol ve bende senden Razı olayım ki cennetime gir.” demekte ve kendisine çağırmaktadır. Bir şeyi bilmeden ondan razı olunamayacağı açıktır. Yolcu, Nefs hakikatini tanıyıp, Nefs hissedişinin öz varlıkla olan irtibatından vaz geçemez ise, yukarıda açıkladığımız duruma düşmesi kuvvet ile muhtemeldir. Bu durumda da Zat-en Nefs’inin hakikatini tam olarak bilememiştir. Sonuç olarak yolcu, Rabbül Alemin’in kendisine dokunan noktası olan kendi Rabbi kudret noktasını bilmiş, ancak Rabb’ini “Allah” bilememiştir. Bu ise istemediğimiz bir durumla yolcuyu karşı karşıya bırakacaktır.

“Nefs’ini bilen Rabb’ini bilir.”(Hz.Muhammed)

Burada bahse konu Birlik, Teklik de değildir. Çünkü Tek kavramı farklılık ve çokluğu bünyesinde barındıramıyacak bir yapıya sahiptir. Bu Teklik âlemi öyle bir âlemdir ki, orada sıfatların farklılık göstererek açığa çıkması mümkün değildir. Bu Âlemde tüm isimler eriyik bir potansiyel halinde ve açığa çıkma sınırında zaptedilmiş olarak sabitliğini koruyup durmaktadır. Bu sebeple yolda ilerlerken, bu iki kavramın aslında neyi ifade ettiğini iyi anlamak zarureti vardır.

(27)

ile beraber anlaşılabilecek bir kavramdır. Tekliğini müşahede eden sadece Nefs’in tekliğini müşahede halindedir. ”TEK”liğin müşahedesi, Nefs’siz müşahede edilmesi muhal bir karşılaşmadır. Allah eğer yolcuyu bu Âlemden daha üst bir bilinç ve Âleme davet etmeyi dilerse, onu bir başka feleğin sınırına taşıyacak ve kendisine Mele-i Ala ile karşılaşma olarak ifade edebileceğimiz bir başka tecellisini gösterecektir. Bu hakikatin anlaşılması ile beraber Teklik boyutunun ne olduğu, bu tecellinin neye yol açacağı, neye cürret ettiği yolcuya seyr ettirilecek ve Âlemin yıkılmasının ne demek olduğu yolcu tarafından müşahede edilerek, süphesiz bir şekilde anlaşılacaktır.

Bu müşahede ile aslında farkedilen, yaratılmış bir varlığın, bu teklik kavramının içerisinde Âlemde yaşayamıyacağının anlaşılmasından başka bir şey olmayacaktır. Bu hakikatin farkedilişi ile yaşamın devam edememesinin tek sebebi, Nefs sahibi olmaktır. Çünkü, Nefs tek varlık olduğunda, kişinin kimliksel Mutlak varlığı herşeyi yok eder. Bu, gerçek manada ikiliğin kalkmaya başladığının ve Fena’nın son mertebesinin sınırında olunduğunun yolcuya belirmesidir. Ancak bunlar zaten normal ölüm veya bilinç ölümü gerçekleşdikten sonra kendiliğinden oluşacak ve yolcunun elinde olmayan yola dâhil aşamalardır.

Zikrettiğimiz sebeple, Kelime-i Tevhid’in kavranılması açısından belki de en doğru saptama, bu kavramın idraki açısından Zahirin

(28)

Birlik, Batının ise, Teklik âlemi, bu batının en derin manasının ise “Ahadiyyet“ olduğunun anlaşılmasıdır.”Ahadiyyet”in işaret ettiği hakikat’in batını ise , “Samediyyet”hakikatidir. Bu Teklik ki, kişinin algısal kimliği tarafından farkedilmeyecek noktaya kadar genişlemiş olsun. Bu hal gerçekleşinceye kadar ise, yolcunun işi zordur.

Yaşamımızı sürdürdüğümüz Âlem, kesret âlemidir. Zahiren ise bu âlemde birlik yaşanması muhaldir. Bu dünyada iken, Ahireti yaşamak müstesna. Birlik bu âlemde, ancak bilinç olarak farkedilip yaşanası bir farkediştir. Birliğin hüküm sürdüğü Âlem, Ahiret Âlemi ve yaşantısı ise, Ahir yaşamdır. Bu birlik kişiye huzur da verebilir, acı da. Bu bilincin Allah’a iman ile yerleşmesi vuku bulur ise, sonunda yolcunun zahirine de huzur hâkim olmaya başlayacaktır. Bu bilincin en temel belirtisi, artık kişinin amacının kalmamasıdır. Bu ise, kişinin terkibiyetinin tamamen ortadan kalkması demektir.

Teklik Âlemi “Ceberrut Âlemi” olarak isimlenmektedir. Bu Âlemin hakikatinin yaşanmaya başlanması durumunda ise ilk girilen halin ismi “Cehennem”dir. Daha sonra ise, selamete ulaşılması takdir edildiyse, şiddeti azalarak devam edecek, Sırat Köprüsü olarak bilinen bu süreç, Allah’ın Rızasının verilmesine kadar hâkimiyetine devam edecektir. Ta ki, Hak-el Yakin biliş açığa çıksın.

“Ceberrut Âlemi” adeta bir ateş topudur. Kavramaya ve zaptetmeye gelmez. Bu yaşam içerisinde ise, birlikden söz edilemez. Çünkü

(29)

birlik âlemi, Afiyet ve huzur âlemidir. ”Ceberrut” âleminde ise, ancak dirliğin bozulması ile varlıkların farklılıklarının algılanamaması şeklinde zuhur eder. Bu haldeki bilinci ise, Kâinatın Kuvveleri rahat bırakmazlar. Bu hal, ”Sekr” hali olarak da bilinir. Bu müşahede içinde yolcu, hakikatin son noktasına gelindiğini sanalabilir. Allah, Yolcunun bu Âlemde durmasını diledi ise, ateşini git gide söndürerek dengeyi tesis eder. Ya da kişi, Allah’ın Mekri sonucu Kuvvelerin sahibinin kendi vehmi nefsi olduğunu sanabilir. Ayrıca, bu açığa çıkan kuvveleri, istediğini yapmak için kullanma gafletine düşerek de, dengesini tesis edebilir. Ancak bunu yapan kişi ne yazık ki, Mekr’e ugramış ve Hakikatten uzağa düşmüştür. Allah bu yolcuyu kendi nefsi ve cinni kuvveleri ile baş başa bırakabilir. Bu da Đnsanın Allah’a ve meleklerine değil, Kendi Nefs’i ve Cinni kuvvelerine imanın ta kendisidir. Bu durumdan Allah’a sığınırız. Bu durumdaki bir yolcu için ne yazık ki “Kull olabilmiştir” denilemez. Bu noktaya ulaşan yolcu, şeylerin ve Âlemin ayrı sınırları olmadığını bilmiştir. Allah’ı tanıma ve görme yolunda “Mutmain” olmuştur. Ancak, önceden kör ve hakikati göremez iken, şimdi de şaşı olmuştur. Yani, hem Allah’ın vech’ini, hem de kendi nefsini aynı anda seyr haline girmiştir. Bu Âlemin hakim elementi Ateş’tir. Kişinin gerçek manada Hakk-el Yakin olarak hakikati yaşayabilmesi, ancak bilinç olarak “Ceberrut” âleminden geçmek sureti ile “Lâhut” âlemine, yani Zat Âlemine girmesi ile mümkündür. Bu biliş ise, Fena mertebelerinin sonu olan

(30)

“Fenafillah”dır. Ancak bundan sonra Yolcunun zahiri selamet ile Ahiret, batını ise Ahadiyyet-Samediyyet olacak ve huzura kavuşacaktır.

Bu son âleme, sadece ezelde Muhammedi Nur’un isabet ettiği yolcular ulaşabilir. Bu Nur ile karşılaşmadan ise, “Muhammeden Resullallah” ın manası anlaşılamaz. Bu Nura ulaşılmasının alemeti Yeşil Nura ulşılmasıdır.

(31)

Yasak Ağaç . Tüm dini yaşam bu hakikatin olumsuz etkisini kırmak ve düşülen

mertebeye ve Allah’ın Rızasına tekrar nail olabilmek içindir. Bu bahsi iyi anlaman, Allah’ın izni ile senin Akıl Nurunda eksik olmayan keskin bir basiret olacaktır. Bu konu, bugüne kadar belki de bizim anlattığımız açıklıkda hiç bir zaman dile getirilmemiştir. Bu, Allah’ın aciz kuluna olan lütfu ve Hz. Peygamberin sadakasıdır. Akl-ı Küll-Âdem ve Nefs-i Küll-Havva Birlik yurdunda ve Tevhid bilincine sahip olarak yaratılmışlardı. Yani Cennet yaşamı ve bilinci içerisindelerdi. Đnsanlığın beşeri serüveni Allah’ın onlara Yasak olan ağacı tanıtmasının sonrasında, bu ağaçdan uzak durmaları konusunda uyarılmaları ve ikisinin de bu yasağı dikkate almayarak bu ağacın meyvesini yemeleri ile başlamıştır.

Bu olay, mit ve tüm kutsal kitaplarda konu edilen ve belki de insanlığın en önemli sorusunu akla getiren bir olaydır. Neydi bu tadılması Yasak olan ağacın anlamı? Niçin yasaklanmıştı? Şeytan niçin Ademi değil de, Havva’yı kandırabilmişti. Âdem’i ikna edebilen ise, Havva idi. Şeytan değil.

Đsterseniz şimdi, cevabı çok önemli olan bu soruya ve içinde yatan sırlara eğilelim. Nefsin edinilmesi ve tevhid hakikatinden ayağımızın kayması ile Dünya yaşamında bulunduğumuz duruma kadar gelelim ve bu boyutsal bilinç düşüşünün-depresyonun önemli

(32)

kavramlarını irdeleyelim ki, bundan sonra tekrar “Ademiyete”, yani bilincimizin olması gereken o ilk ve orijinal haline dönüş yolculuğumuza ve yolun müşahede edilişine ait hakikatlerin açıklanmasına başlayabilelim.

“Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim." dediği vakit , "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?" dediler. Allah "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu.”

“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip: "Haydi davanızda doğru iseniz, Bana şunları isimleriyle haber verin!" buyurdu.”

“Melekler: "Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sahibi sadece Sensin Sen!" dediler.”

(Bakara–30, 31, 32)

Bilmelisin ki, Varlık Âlemi Tek bir bütündür. Bu bahis, tek olan varlığın kendinden kendisinedir. Yukarıdaki diyaloglar hakikatin çeşitli bilinç seviyeleri ve mertebelerinde cerayan etmektedir. Bu hakikati unutmadan konuya yaklaşım göstermek gerekir. Đnsanın bilinç düşüşünü niçin yaşadığının ve “Yaşak Ağaç”ı yeme fiilinin ne olduğunun anlaşılabilmesi açısından, “Melek” kavramı ve ana

(33)

gruplarının iyi idrak edilmesi zarureti vardır. Şimdi bu konuyu Allah’ın izni ile sana açacağız, arkasından ise, Hz. Âdem ve Hz. Havva nasıl ve neden bir düşüş yaşadılar bunu dikkatine arz edeceğiz.

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah c.c. Kendisini, kendi ile seyretmeyi amaçlayarak, kendi Đsim ve Sıfatlarının açığa çıkış mahali olarak, ayrıca kendisinin bilincine varma potansiyelinde bir halife varlık yaratmayı dilemiştir. Bunun amacı; bilinmeyi dilemiş olmasıdır. Bir varlık, kendi Zati Hakikatine işaret olan isim ve bu Zata ait özellikler olan sıfatlar olmaksızın bilinemez. Kendi bilmekliğini dilemiş, Hz. Âdem’i, kendi bilinmekliğini dilemiş ve Hz. Âlem’i yaratmıştır. Asıl itibarı ile de biri olmaksızın diğeri varlık bulamaz. Bu ikisinin cem olması ile oluşan Âdemi hakikatin Cemiyyet ismi ise, Hz. Đnsan’dır. Fakat unutmamamız gereken, Zat, yani gerçek “VÜCUD” olmaksızın aynanın var olamıyacağı ve aynanın gösterdiği görüntünün aynadaki varlığının da, gerçek varlığın Zatı olmadığıdır. Đşte bu hakikat üzerine var edilen Hz. Âdem’e Allah, Đsim ve Sıfatları talim ettirmiştir.

“Allah Âdem’i kendi suretinde (Sıfat’ı olarak) yarattı.” (Hz.Muhammed)

Bu talim, Hz. Âdem’in öz varlığında kuvvede/gizli bulunan çeşitli melekeleri açığa çıkabilme-yansıtma yetisi ile donatılması olayıdır. Hz. Âdem’in yaratılışından maksat; Allah’ın Zati hakikate ait isim

(34)

ve sıfatları, kendi sıfati hakikati olan Kâinattan yansıtmasıdır. Amaç, Allah’ın bu sıfat ve isimleri, kendi Zati hakikati yanında yok hükmünde olan bu Ademiyyet aynasından izlemesidir.

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık.”(Tin–4, 5)

Ancak, Hz. Âdem mükemmel surette yaratılmasına rağmen kendini tanımamaktadır. Sahip olduğu mükemmel yaratılış fıtratı’nın hazım kemalatına sahip değildir. Bunun sebebi, kendi öz hakikatine ait ilmi tüm boyutları ile bilememesidir.

“Đsa dedi ki: Âdem büyük bir güç ve zenginlikten var oldu, ve insan liyakatlı değildi. Eğer layık olsaydı, ölümü tatmazdı!”

(Thomas Đncili–85)

Hz. Âdem Zati hakikate ait bir ilmin sahibi olma potansiyeli ile halk edilmiştir. Ancak Arzi melaike, bu ilme ulaşabilmeye yarayan ve bu ilme ulaşılınca sahip olunan isim ve sıfatların bilgisine sahip değillerdir. Örnek; “SABIR”, “ŞEHĐD”. Kâinatta var olan tüm eşya, Allah’ın isim ve sıfatlarının âlem aynasından yansımasından başka değildir. Bu sebeple, Hz. Âdem’e talim ettirilen isimler aynı zamanda eşyanın da isimleri durumundadır.

“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tespih ederler. Her şey O'nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”(Đsra–44)

(35)

Belirttiğimiz gibi Hz. Âdem Zati hakikati bilmeye yarayan bir çok ismi açığa çıkartabilmektedir. Meleklerin de hali ile Zata ait ilimleri yetkin olmayınca, bu özellikten türemiş isim ve sıfatlara ayna olamamaları, yani onların isimlerini açığa çıkarıp bildirme özelliğine sahip olamamaları normaldir. Ancak bu bahse konu melekler hangi grup meleklerdir?

“Hani Rabbin meleklere, "Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin" demişti.”

(Hicr-29)

Dikkat ederseniz, Hz. Âdem öncelikle kuru çamur ve şekillendirilmiş balçıkdan düzenlenmiştir. Ancak henüz her hangi bir fiil ortaya koyabilme yetisine sahip değildir. Allah meleklere; ne zaman ki, ona yani Âdem’e, Ruhumdan üfleyeceğim, yani onun varlığına kendi bilincimin Ruhunu kuvve olarak bahşedeceğim. Đşte o zaman ona secde edin, yani Âdem’in bedeninde şekillenmiş çamura ait meleke durumuna geçin diye emretmiştir. Burada secde ile Emr olunan melekeler Hz. Âdem’in gölge varlığına ait iş gören melekelerdir. Burada Hz. Âdem’in taşıdığı “RUH”, Allah’ın Emr’idir ve hakikatidir.

"Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver!" buyurdu. Bu emir üzerine Âdem, onlara isimleriyle bunları haber verince buyurdu ki: " Size demedim mi Ben her halde göklerin ve yerin sırrını bilirim! Ve

(36)

sizin açıkladığınız ve gizlediğiniz şeyleri de biliyorum!"

“Ve o vakit meleklere: "Âdem için secde edin!" dedik, derhal secde ettiler. Ancak Đblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kâfirlerden idi.”(Bakara–33, 34)

Hz. Âdem’den yansıyan isim ve sıfatların zuhuru ise, Allah’ın Emri olan “Ruh” vasıtası ile gerçekleşebilmiştir. Bunu gören, Melekler secde etmiş, yani Âdem’in hkikati olan Ruh’a teslim olmuşlardır. Yani Hz. Âdem bu melekere sahip olarak işlev görebilme yetisine sahip kılınmıştır. Ancak, terkibi yapısı itibarı ile asli unsuru Ateş olan ve “CĐN” sınıfına giren “ĐBLĐS” bu emre karşı çıkmıştır. Burada, iblis’in “Kâfir” olduğu ifadesi karşımıza çıkmaktadır. Kâfir, örten demektir. Đblis, hakikati ve gerçeği örtendir. Đblisin Kâfirliği Hz. Âdem’de mevcut bulunan Allah bilincinin temsilcisi olan “RUH” ile Tevhid hakikatini idrak edememek ve bunu örtmesinden ileri gelmektedir.

Salt Meleki yapılı varlıklarda “Benlik” bulunmadığından onların emire karşı gelip günah işleme potansiyelleri bulunmamaktadır. Bu ise, Kemalata ulaşabilme açısından bir eksikliktir. Allah’ın sistemine uygun olmayan fiil ortaya koyma gücüne sahip olup, bu gücü Rabb’inin isteği doğrultusunda kullanmama seçeneğine sahip olan varlık sınıfı, sadece Đnsan ve Cin sınıfıdır. Bu da Allah’ın bir hikmeti gereğidir. Aslında burada bahsettiğimiz Emr’e aykırı fiilden çok Rıza’ya aykırı bir fiilin ortaya konabilme durumudur. Ancak Cin

(37)

sınıfı Allah’ın Zati Tevhid hakikatine ulaşıp idrak edebilme özelliğine sahip değildir. Bu Zati hakikate, ancak düşünce-tefekkür gücü ile yani derinlemesine düşünebilme yetisi ile ulaşılabilmektedir. Bunu Đnsanda mümkün kılan, Toprak elementine sahip olmasıdır. Cin sınıfı ise, hadde sahip olmaması açısından problemli olan Ateş elementinin, Âleme yaygın durması prensibi ile halk edilmiştir. Bu sebeple onlar Âlemi kendinde toplama ve tüm boyutlarda aynı anda düşünebilme yetisine sahip değillerdir.

Farkedilemeyen aslında, Allah’a ait Ana-Ruh bilincinin ne olduğudur. Bu bilinç algısal olarak, tüm varlık âleminde, varlıkların en derin hakikati olarak mevcuttur. Ancak sadece Đnsan, Allah’ın tek varlık olduğuna ait hakikatin farkına varıp, bu bilincin kulu olma potansiyeti ile varlık alanına çıkmıştır. Bu bilinç akışının hakikat içinde yaşanmasının akebinde olayın şu şekilde geliştiği görülmektedir. Secde bir hakikati idrak ile boyun eğmek ve teslim olmak manasına gelmektedir.

“Allah, "Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?" dedi. (O da) "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" dedi.” (Araf–12)

Ateş elementi, Zati hakikate ait bir yapıya sahiptir. Nefs de aslen Ateş elementi kökenlidir. Bu elementin terkip olarak var ettiği bilinç varlık olan Đblis, Hz. Âdem’in toprak ve su ağırlıklı yapısında mevcut olan Zati hakikatin farkına varamamıştır. Kendisi hem

(38)

“Kudret” ismine kuvvet ile ayna olması, hem de Nefsanî yanının “Ateş” ve bunu kuvvetlendiren “Hava” elementinin terkibi yapısında ağır basması sonucu, Âdemi hakikate secde etmemiş, yani teslim olmamıştır. Bu diyaloğun akebinde;

“Allah: "Ey Đblis, o Benim iki elimle (Rahman ve Rahim) yarattığıma secde etmene sana ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden (Alliyyun’dan) mi bulunuyorsun?" dedi. “ (Sad–75) Burada dikkat edilirse, Đblis’in secde etmeyişinin sebebi olarak kendisini Alliyyun’a mı dâhil olduğunu sandığı sorulmuştur. Demek ki, bu secde emri ile Hz. Âdem’e secde etmeyen bir grup varlık, yani “Yüceler” mevcuttur. Bu grup varlık, yeryüzü melaikesinden yüce olan bir grup melaikedir. Bu melaike, Saffat suresinde kendilerini tanıtan ve Kuran-ı Kerim’de sıkca kendilerinden “BĐZ” olarak bahseden “Mele-i Ala”dan başkası değildir. Hz. Âdem’e yapılan secde aslen, Hz. Âdem’in öz hakikati olan Allah isminedir. Mele-i Ala melekesi, Allah’ın Zat’ında tam bir Fenaya sahiptir. Bu sebeple, tabiri caiz ise, Hz. Âdem’e secde edecek bir başları dahi yoktur.

"Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır." "Şüphesiz biz saf duranlarız."

"Şüphesiz biz (Allah'ı) tespih edip yüceltenleriz." (Saffat–164, 165, 166)

(39)

özünde gizli olan bu Zati hakikat ilmini açığa çıkartması-yansıtması için gerekli olan melekeyi edinmesi fiili, Meleklerin Hz. Âdem’e olan secdesidir. Toprak’tan olan beden elbisesi, tüm Esma-i Hüsna’nın yansıdığı bir elbise-aynadır. Bu elbise tüm esma terkiplerinden örülmüştür.

Melaike, evrende işleyen sistemleri, varlık ve kozmik planda işler hale getiren kuvveler demektir. Örneğin; Yer çekimi, gezegene ait ve gezegenin sahip olduğu bir melekedir. Suyun kaldırma gücü suya ait olan ve onda yaşamını sürdüren bir melekedir. Çeşitli kültürler bu kuvvelerin farkına vardıkları ve Tevhid ilminde de bozulmalar baş görderdiği için bu kuvvelere çeşitli isimler vermiş ve bunlara Tanrılar demişlerdir. Her bir melekenin, gözlemcinin bilinç seviyesine göre de bir sureti vardır. Güzel ahlakın yaşanmasını sağlayan Takva, Vera, bunlar da birer melekedir. Bunların da kişiye has suret ve işleyişleri mevcuttur.

Ancak, önemle üzerinde durulması gereken biricik hakikat; Hz. Âdem’in Kemalatının, Mele-i Ala (Zati Teslimiyyet ile açığa çıkan Meleke) hakikatinin idraki olmadığıdır. Bu bilinç, ilk insan olma vasfı ile yaratılan Hz. Âdem’de değil, ilk Đnsan-ı Kamil olma vasfı ile yaratılan ve var edelen ilk Nur olan, Hakikat-i Muhammediyye’de, yani Hz. Muhammed Mustafa a.s. suretinde açığa çıkabilmiştir. Hz. Peygamber’in beşeri kimliği ile Hakikat-i Muhammediyye aynı şey değildir. Hakikat-i Muhammediyye söz konusu olduğunda bir

(40)

terkibi yapı, yani Muhammed (a.s.)’dan bahsedilemez. Ancak bu kemalatı ve ilmi açığa çıkaran ilk Resul ve Nebi olması sebebi ile kendi kavrayışı olan bu Nura, onun ismi verilmiştir. Yani Hz. Muhammed’in ulaştığı hakikat manasında olan Hakikat-i Muhammediyye budur.

“Hz. Adem su ve toprak arasında iken ben Resuldüm” (Hz.Muhammed)

Yani, Hz. Âdem yaratıldığında Hakikat-i Muhammediyye kendisinde kuvvede bulunan bir Nur olarak, diğer nesillere aktarılmak üzere mevcuttur. Ancak Hz. Âdem bu kemalat ve Risalet boyutunu kuvveden fiilata geçiremiyecektir. Aşağıdaki ayet, Hz. Peygambere yapılan bir sesleniştir. Allah’a, Nefs’den arınarak teslim olabilen ilk insan olduğu ve bununla emr olunduğu açık bir ifade ile vurgulanmaktadır. Demek ki, Hz. Âdem’den sonra gelen Beni Đsrail peygamberlerinin hiç birisi bunu tam manası ile başarabilecek bir Kemalata ulaşamamışlardır.

“De ki: "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah'tan başkasını mı dost edineceğim." De ki: "Bana, (Allah'a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma (denildi)." (Enam–14)

(41)

elleri olan Mele-i Ala aracılığı ile Zati hakikatimize teslim olunması sonucunda ulaşılabilmektedir. Bu ise, Rabb-ül Alemiyn hakikatini idrak ile girilen bir bilinç seyridir. Kuran-ı Kerim’in yazdırıldığı Zati boyut olan “BĐZ”, Hz. Peygamber’in çeşitli hatalar işlediğini ve hatta, hataya düşmesi durumunda Hz. Peygamber’in ellerinden kurtulamıyacağı ve acı veren bir ceza ile karşılaşacağı açık bir şekilde ifade edilmektedir. Bu ifadelerden, bu melekenin Kahredici bir tasarruf gücüne de sahip olduğu anlaşılmaktadır.

“Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.”

“Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin.”

“Đşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.”(Đsra–73, 74, 75)

Alliyyun melekesi, burçları, galaksi içerisindeki tüm boyutları kapsayacak şekilde sevk ve idare eden Zati Kozmik bilinç yansımasıdır. Allah’a Teslimiyeti fıtratı âlemde işler hale getiren, bu Ali melaike’ye olan Fıtrati teslimiyettir. Hz. Âdem’e secde eden melekeler, Đnsanda bu Ali Meleke’nin “ĐNS” ve “CĐN” üzerindeki tasarruf zincirine bağlı, ancak alt mertebede olan, beden ve zihin ile

(42)

bağlantılı melekelerdir.

“Andolsun, biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik.” (Hicr–16)

Diğer Evrensel melekeler ise, zaten Ali Melekelerin otomatik kontrolü altında işlevlerini uyumlu bir şekilde yürütürler. Burçların kişi üzerindeki tasarrufu bu şekilde fonksiyonunu yerine getirmektedir. Bu meleke grubunun bir diğer ismi de “Kerribiyyun” melekesidir. Bu Ali meleke, “RUH” isimli Kudsi teklik boyutu tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu kudsi ”RUH” melekesi ise, Samediyyet deryasının cezbesi altındadır. Bu meleke, Sema, yani en iç boyut, diğeri ise Arz, yani beden ile idame edilen zahiri yaşam Melaikesidir. (Not: Sameddiyyet hakikati ortaya çıkmadan bu meleke ile iletişim sağlanamaz, ancak bu meleke işlevini her an yerine getirmeye devam etmektedir. Bu melekenin bir diğer adı da Kahhariyyet Melekesidir. Bu meleke insanda her zaman galiptir.)

“O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir.”(Enam–61)

Yıldızlarda işlevini yerine getiren meleke insanda, beyinde bulunan Nöron olarak Nuraniyetini icra eder. Bu Nuraniyet insandaki idrak ve algıyı oluşturur. Bu yıldızlar, yani meleke, bedenin bilinç ve hareket noktalarını yönetmektedir. Bu bilinç noktalarının her birisi bir planete-gezegen karşılık gelir. Bu bilinç noktaları ise vucütta

(43)

bulunan her bir salgı bezi ve organı yönetmektedir. Ali Melaike’nin yurdu gönüldür. Bu melaike aslen, kalbe ait melekedir. Kalp nurunun beyin aynasına yansıması ile Alem seyredilmektedir. Fıtrat kalbin aklı, akl-ı cüz ise beynin aklıdır. Bu sebeple bil ki, senin akıl dediğin gerçek akıl değildir!

“Hanif-Hakka yönelen (Allah dışında hakimiyyet ve hüküm sahibi kabul etmeyen, tevhid dini) bir kimse olarak yüzünü dine-islama (teslim olmak) çevir. Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah'ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. Đşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum–30) Đnsanların ve evrenin işleyiş programı olan Fıtrat, bu en üst melekenin işleyiş prensibidir. Teslimiyyet bu sebeple aslında bizim yaratılış programımıza yani fıtrat’ımızadır. Đşte, teslim olmak, yani Đslam olmak budur. Yani; Đslam-Teslimiyet bu Ali melekeyi insanın iman nuru ile açığa çıkartması-Âlemine bu melaikenin kudretini yansıması ve fıtraten en derin hakikatinin Ali melaikesine, irade ve vech’ini-zahirini teslim etmesidir. Đnsanların Ahiretdeki mertebeleri de, hayatlarında bunu gerçekleştirebilme oranına göredir. Bu ise, insanın kendi işlerini görürken kullandığı, kendisine ait gördüğü gücün dışındaki bir güce iman etmesi ile mümkündür.

Bu kendilerinden “Biz” olarak bahsedilen Melaike topluluğu Kuran-ı Kerimde ayrKuran-ıca “Yüce Divan”olarak da geçmektedir. Bundan özellikle Kaf suresinde bahsedilmesi “Kaf” harfinin hakikat ilmi

(44)

açısında, hakikatin zirve dağı olmasıdır. Bu noktaya ulaşıldığında mutlak suretle Yüce divan ile irtibat kurulmaktadır.

“O gün herkes beraberinde bir muhafız, bir de şahit olarak yüce divana gelir.”(Kaf–21)

Đblis’e “ŞEYTAN” isminin verilmesinin sebebi, Terkibiyyetten Ali olan Zati hakikatten gaflet içinde olması ve bu hakikate karşı gelmesidir. Şeytan kelimesi, uzağa düşmek anlamına gelen “ŞEYTANA” kelimesinden türemiştir. Bu sebeple “ŞEYTANĐYYET” , her zerrede mevcut olan Zati Hakikat bilincine ait, terkibiyetsiz ve Nefis bulaşmamış Ruh’un ihata ettiği Tevhid hakikatinden uzağa düşmüş bilincin aldığı ismin karşılığıdır.

Bir varlık, kendine uyan diğerini kendisi gibi yapar. Bu sebeple de her kim, hakikatten uzak düşüp sapar ve Şeytani bilince-Ayrılık vehmine kim uyarsa, o kişi sapmış ve dalalete düşmüş demektir. Şeytan, Allah’ın isimlerinden “MUDĐL” yani dalalete düşüren, saptıran ismine kuvvet ile aynadır. Bu yönü ile de Kâinatta önemli bir bekçi rolü oynamaktadır. Bilesin ki, en değerli ve farkedilmesi en ölümcül olan hazine: Zat’ın Hü’vviyet ilmidir.

“Allah: "Hemen in oradan, orada büyüklük taslamak ne haddine, haydi çık; çünkü sen alçaklardansın! " buyurdu. ”

(45)

“Allah: "Haydi, mühlet verilenlerdensin." buyurdu.”

“Đblis: "Öyle ise andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için her halde Senin doğru yoluna oturacağım”

“Allah: "Çık oradan, yerilmiş, kovulmuş olarak! Andolsun ki, onlardan her kim sana uyarsa, kesinlikle cehennemi tamamen sizinle dolduracağım.” (Sad–13, 14, 15, 16, 17)

Đblis’in en önemli özelliği belki de Ateş kökenli olmasıdır. Ateş, Zati hakikate ait bir elementtir. ”LÂHUT” Âlemi (Zat Âlemi) de zuhur edişi itibarı ile gizli bir ateştir. Ancak, bahse konu ateş bu gizli olan değil, terkibi bir yapı ile açığa çıkan “ATEŞ”tir. Bu gizli ateşin, terkibi bir arş ile sınırlı olan hali, Nefs ile bilinebilen ve özü yine ateş olan “CEBERRUT” âlemidir. (Sıfat Âlemi) Bu âlem Nefs ile karışık “Mutlak Ben” âlemidir. “Lâhut” âleminin manasının yaşandığı yaşantı “CENNET”, Ceberrut Âleminin manasının yaşandığı yaşantının ismi ise , “CEHENNEM”dir.

Sahip olunan Nefs, Ölümle beraber, Berzah âleminden çıktıktan sonra Ceberrut âleminde kalırsa Cehennem, Lâhut Âlemine geçip Yokluğunu tadarsa Cennet yaşamı oluşur. Đlkinde, tüm mevcudata “Ben” demek sureti ile bir sahiplenme hali, ikincisinde ise, yokluğun tadılması dolayısı ile Allah’ın tüm mevcudat üzerindeki hakimiyyet kudretine teslim oluş halinin sonucu oluşan bir Rıza hali mevcuttur. Bu sebeple Cehennemden çıkmamıza izin vermeyen bizdeki bekçi

(46)

Melekenin ismi “MALĐK” , yani mülkün sahibi, Cennet yaşamından çıkmamıza engel olan melekenin adı ise “RIDVAN”, yani rıza sahibidir.

Ceberrut âlemi, “HÜ”viyetin bir birim tarafından sahiplenilmesi ile seyredilir. Bil ki, birçok keramet bu bilinç açılımı sonrası yaşanmaya başlanır. Açığa çıkan Kudreti kendinden bilmenin adı “ĐSTĐRAÇ”, Allah’a ait olduğunu bilmenin ve edep üzere kalmanın ismi ise, “KERAMET”dir. Bu kudretin bir Nebi veya Resul’den yansıması ise “MUCĐZE” ismini almaktadır. Zati hakikatin haddi ve Arş’ı aşarak âleme yayılması Âlemde Ateşi, Âlemden geri çekilerek kendi orijinal konumu olan “Lâhut Âlem”inde sabitlenmesi ve Âleme yayınlan ateşin sönmesi ise, “NUR”u meydana getirir. Çünkü, böylelikle mevcudatın birlik hakikati, Nari Zulmet perdesi ile örtülmemiş ve bu Tevhid hakikatinin kavranılması sonunda geri çekilme gerçekleştiği için “NUR” açığa çıkmıştır.

Bu had içinde, Zati hakikatin kalabilmesinin tek şartı, kendini tanıması ve hakkı ile bilebilmesidir. Bu kavrayış neticesinde, Zat Ateşi Âlemi terk edip, Arş’ın ötesinde kalmak sureti ile sabitlenirse, Âlemde “NUR” meydana gelir. Âlemde kendi sıfatından başka olmadığı için Allah, kendisini bizzati insan ile tanımakta ve “Muhammedi Hakikat”in Đrsali ile de Âlemi Zat’en terk edip, âleme, Sıfat boyutu olarak Hayy-at vermektedir.

“Habibim sen, sen olmasaydın, Âlemleri-felekleri yaratmazdım.” (Kudsi Hadis)

(47)

Çünkü, Muhammedi Hakikat Nuru açığa çıkmasaydı, yukarıdaki işleyiş sebebi ile Âlemler zaten var olamazdı. Âlemlerin var olma şartı “SIFAT” mertebesi ile “ZAT” mertebesinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılış bir kopuş ile ikilik değil ve sadece her şeyin mertebesine, yerine oturmasıdır. Âlem-Âdem sıfat, Allah ise Zattır. Sıfat-Kull, Zat-Rabb’dır. Đnsan ise bu ikisinin arasında denge ve sınırı koruyan Berzah’tır. Ancak, bilincinde olduğu ve algıladığı varlığı Sıfat, en derin olan hakikati ise Zat’tır.”Zat” bilinemez olarak senin kendi kavrayıp algılayabildiğin varlığını tam bir hüküm ve hâkimiyet altında yönetir. Gayb’a iman bu sebeple çok önemlidir. “Đnsan benim sırrımdır. Bende insanın sırrıyım.”(Kudsi Hadis) Şimdi bu bilgiler ışığında Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetdeki durumlarına geri dönelim.

“Bunun üzerine Biz de: "Ey Âdem, haberin olsun, bu şeytan, sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra mutsuz olursun.”

“Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman oradadır.

ve sen orada susamazsın ve güneşte (Zat Ateşi) yanmazsın. " dedik.”

“Derken şeytan ona vesvese verdi: "Ey Âdem, sana sonsuzluk ağacını ve çürümesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" dedi.” (Taha–118, 119, 120, 121)

(48)

Đblis’in, Hz. Âdem’e secde etmemesinin akebinde, Âdem ve Havva’nın, Allah’ın “BĐZ”sıfatı tarafından, Şeytana dikkat etmeleri ile ilgili olarak uyarıldığı görülmektedir. Đçinde bulundukları bilinç alemi Cennettir. Bu Âlem tevhid, Rıza ve teslimiyyet yurdudur. Bu sebeple otomatik bir bilinç akışı ile ihtiyaç duyulan herşey önlerine gelmektedir. Öyle ki, ihtiyaç hissi ve irade dahi mevcut değildir. Yani, Đkisinin de tüm işlerini Allah üzerine almış durumdadır. Bunun sebebi de, varlık hissi açısından Cennet yaşamında, orijinal “Ademmiyyet” yani yokluk, ben hissinden yoksun bir durumunda olmalarıdır. Đnsanın sahip olduğu bilinç, onun “MUHĐT”idir. Sahip olunan bilinçin izin verdiği ile Allah bizi çepe çevre kuşatmıştır. Hal böyle iken, kendisinden ayrı olmayan Şeytani bilinç Hz. Âdem’e vesvese vermeye başlamıştır. Şeytan, insandaki Vehim kuvvesi ile özdeştir. Đnsanda hüküm süren düşünce gücü, vehm ve vesvesenin sebebidir. Bu vesvese, ikinci bir varlığın Âdem’e verdiği vesvese olmayıp yine kendinden kendinedir. Tüm varlık alemi Đnsanın hakikatinde mevcut olarak hayatiyyetlerini sürdürürler. Ancak bu varlıklar çeşitli boyutsal âlemlerde yaşamaktadırlar. Şeytan da, Hz. Âdem’in Nari boyutuna ait en yüksekde bulunan bilincidir. Sözü geçen boyut, yoğun ışıkdan meydana gelmiştir. Bu bilincin de, aynı melaike gibi bir sureti mevcuttur. Bu bilince ait kendine özgü melaikeleri de ayrıca mevcuttur.

Bu yapı itibarı ile Nari boyutun varlıklarının aldığı genel isim “CĐN” veya “ĐBLĐS”dir. Đblisiyyet, kendinde mevcut olan Allah Bilincinin

Referensi

Dokumen terkait

Apabila belum terjadi drainase spontan, maka perawatan abses vestibular adalah insisi dan drainase pada puncak fluktuasi dan drainase dipertahankan dengan pemasangan drain (drain

Peraturan Menteri Riset, Teknologi, dan Pendidikan Tinggi Republik Indonesia Nomor 50 Tahun 2018 tentang Perubahan Atas Peraturan Menteri Riset, Teknologi, dan

Berdasarkan hasil penelitian ini dapat disimpulkan bahwa penambahan EDTA dalam pengencer Tris dapat mempertahankan kualitas semen beku domba garut, sehingga tetap memenuhi syarat

Dengan ini saya menyatakan bahwa tesis Penentuan Titik-titik Batas Optimum Strata pada Penarikan Contoh Acak Berlapis dengan Pemrograman Dinamik (Kasus: Pengeluaran

Pembuatan kotak batik ini mempunyai tingkat kesulitan yang cukup menguras tenaga, karena dalam proses pengerjaannya kita harus sangat jeli mengukur (tebal,panjang dan tinggi)

mempu membaca dan memahami  berbagai teks  pendek dengan teknik membaca  bersuara dan membaca indah  berbagai kalimat 1.1 mendengarkan pesan lisan yang bertema keluarga

Neurology and Penyakit infeksi Penyakit infeksi Manajemen Manajemen Neurology and Neurology and behaviour behaviour Penyakit infeksi Penyakit infeksi dan imunologi

Tujuan : Untuk memastikan hasil pemeriksaan telah dicek & divalidasi oleh petugas yang berwenang dan sampai di tangan pasien/ perawat/ dokter yang meminta, sesuai