• Tidak ada hasil yang ditemukan

TÜRK TARİHİ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "TÜRK TARİHİ"

Copied!
72
0
0

Teks penuh

(1)

Avrupa’daki Çocuklarımız için

TÜRK TARİHİ

1. KİTAP: Başlangıcından Osmanlı’ya Kadar

Hazırlayan: Hamza Eravşar

Yumak

Eğitim ve Kültür Hizmeti: 2

(2)

Bu kitapçı

ğ

ın basımında maddî desteklerini esirgemeyen

H

İ

LÂL GmbH sahipleri

MÜSLÜM A

ÇI ve MUSTAFA KOCATÜRK

(3)

İ Ç İ N D E K İ L E R

Önsöz ………... 5 Kitabın Manevî Dayanağı ……….. 6 Tarih Nedir? Anayurt ve Batıya Kayma, Mukaddes Adımız ………..………. 7 ANLI TARİHİMİZ

Sakalar ve Alp Er Tunga ……… 8 Kültür Merkezleri ve Göç Yolları ……… 8 Bilinen Tarihimiz:

A) ANAYURTTAKİ TÜRK TARİHİ

a) Büyük Türk Hakanlığı – Doğu Türk İli Tarihi

Türk Tarihinin Tasnifi ………. 9 1. HUNLAR (MÖ 220 – MS 216) …….……….………. 9

Mete Han’ın Akınları Oğuz Kağan Destanı

2. TABGAÇLAR (216 – 394) ……..………. 12 3. AVARLAR (394 – 552) ……..………... 12 4. GÖKTÜRKLER (552 – 745) …...……….………. 12 Ergenekon Destanı Orhun Kitabeleri 5. UYGURLAR (745 – 940) ……..……….. 14 Doğu Türk İli Kültür ve Medeniyeti (Bozkır Kültürü) ……….………... 15

A) Sosyal Yapı B) Hâkimiyet C) İdarî Teşkilat Ç) İktisadî Hayat D) Edebî Kültür 1. Destanlar, Efsaneler 2. Yazılı Eserler

Orhun (Ötüken) Kitabeleri

Dede Korkut 3. Alfabe 4. Sanat 5. Eğitim 6. Tıp 7. Müzik 8. Zaman Hesabı 9. Özel Günler F) Din, Düşünce, Ahlak İSLAM TARİHİ

Peygamberimizin Hayatı – Mekke Devri (571 – 622) ..………..………...…. 21 Doğumu, Çocukluğu, Gençliği

Peygamberliği ve Mekke Dönemi

Hicret ve Medine Devri (622 – 632) ..……… 22 Medine’de İlk Günler

Bedir Savaşı Uhud Savaşı

Uhud’dan Hendek’e Kadar Hendek Savaşı

Hudeybiye Barışı

Hayber’in Fethi, Kâbe’yi Ziyaret, Mute Savaşı Mekke’nin Fethi ve Huneyn Savaşı

Tebük Savaşı

Veda Haccı, Veda Hutbesi

Peygamberimizin Son Günleri ve Vefatı Veda Hutbesi Metni

Dört Halife Devri (632 – 661) …….………..………... 25 Hz. Ebu Bekir

Hz. Ömer Hz. Osman Hz. Ali

(4)

Emeviler Devri (661 – 750) ..………... 29

Battal Gazi Endülüs Emevileri (715 – 1492) .………... 31

Abbasiler Devri (750 – 1258) .………..…… 33

Horasanlı Ebu Müslim b) Büyük Türk Hakanlığı – Batı Türk İli Tarihi Nasıl Müslüman Olduk? ………..………..…… 35

6. KARAHANLILAR (940 – 1040) …..……….……….………... 37

Satuk Buğra Han Destanı 7. BÜYÜK SELÇUKLULAR (1040 – 1157) ………..…. 38

A) Oğuzlar Hakkında Kısa Bilgi B) Selçukluların Ortaya Çıkışı Oğuz Boyları C) Selçukluların Önemi Ç) 11. Yüzyılda İslam Dünyasının Hali D) Büyük Selçuklu Tarihi: Tuğrul ve Çağrı Bey Zamanı (1040 – 1063) ….……….……. 41

Dandanekan Zaferi ve Sonrası Alparslan Zamanı (1063 – 1072) ….……….…. 42 Melikşah Zamanı (1072 – 1092) ……… 43 Melikşah’dan Sonra (1092 – 1157) ……… 43 Haçlı Seferleri Bâtınilik Hareketleri İç Çekişmeler BÜYÜK SELÇUKLU MEDENİYETİ ………..……….……..……… 44

8. ANADOLU (TÜRKİYE) SELÇUKLULARI (1077 – 1308) ….……….………. 45

Anadolu’ya İlk Akınlar Malazgirt Zaferi’nden Sonra Anadolu Bizden Önceki Kavimler Ne Oldu? Kutalmışoğlu Gazi Süleyman ah Zamanı (1077 – 1086) ...……….. 47

Sultan 1. Kılıçarslan Zamanı (1092 – 1107) ...………..……….…….. 47

Sultan Mesut Zamanı (1116 – 1155) ….………....…….. 48

Sultan 2. Kılıçarslan Zamanı (1155 – 1192) ……….……. 48

Miryekefalon Savaşı 1192’den 1220’ye Kadar ………..………...………..… 49

Alaeddin Keykubad Zamanı (1220 – 1237) ………... 49

Alaeddin Keykubad’dan Sonra (1237 – 1308) ………..… 50

Anadolu Selçuklularında Kültür ve Medeniyet ……….….………..… 50

Anadolu Beylikleri ………..………..……… 51

1308’de Anadolu’nun Manzarası Beylikler Hakkında Kısa Bilgi ………..……….…. 52

Büyük Türk Hakanlığı’nın 9. ve 10. Hanedanları: Cengizoğulları (TÜRK-MOĞOL İMPARATORLUĞU) ………..…… 55

Cengiz Han Cengiz Han’da Sonra Türk-Moğol İmparatorluğu 1. Merkezin Durumu 2. Altın Ordu 3. İlhanlılar (BTH 9. Hanedanı: 1308 – 1335) 4. Çağataylılar (BTH 10. Hanedanı: 1335 – 1370) Büyük Türk Hakanlığı’nın 11. Hanedanı: TİMUR ve İmparatorluğu (1370 – 1447) ... 57

Timur’dan Sonra B) ANAYURT DIINDAKİ TÜRK TARİHİ (Tarihî Türk Yurtları) Çin ………. 60

Hindistan ………... 60

İran ………... 63

Orta Doğu ……….……… 65

Doğu ve Orta Avrupa ………. 67

Hanlıklar Avrupa’da Niçin Tutunamadık? TÜRK TARİHİNİN TEMELLERİ (Nasıl Bir Milletiz?) ……….….………. 72

(5)

ÖNSÖZ

Mevlâna'nın şöyle bir duası vardır: "Bizi, bizden öncekilerden sonra yaratan Rabbime şükürler olsun!" Bunun ışığında benim de duam şu: Bize, her hususta müracaat edebileceğimiz zengin bir tarih bırakan ecdadımızdan Allah razı olsun!

Millet asil, kaynak mükemmel… Bize gelince: “Ol mâhiler ki, derya içindedirler, deryayı bilmezler” misali, elimizdekinin kıymetini bilemiyoruz. Definenin üzerine oturmuş devler gibiyiz. Ne kendimiz çıkartıyoruz, ne de çıkartmak isteyeni bırakıyoruz.

Tarık Buğra şu siteminde haklı: “Soyunuzun, sopunuzun veya kendinizin geçmişine lâyık durumda değilseniz, o geçmiş ha sizin olmuş, ha bir Merihlinin fark etmez. Tarih ile övünmek, tarihe sahip olanların, onu gün içinde, geliştirerek, sağlamlaştırarak yaşatanların hakkıdır.”

Tarihçi Naima ne güzel belirtiyor: “Tarih, herkes için faydalı bir ilimdir. Ancak, tarihin faydası, onun kapısını çalanadır. Bugün, bu kapıya mesafeli duruyoruz. Hafızamızı, kapının öbür tarafında unutmuş gibiyiz.”

Türk tarihi emsalsiz bir kaynaktır. Çocuklarımız bu kaynağın gür suyundan mahrum bırakılmamalıdır. Sadece siyasî tarih değil, kültür ve medeniyet tarihi de ele alınmalıdır. Bunun yanında, Türk milletinin yaşadığı coğrafyalar, diğer milletlerle temasları, yetiştirdiği büyükler, ülküleri, meziyetleri, zaafları ve bugünkü durumu da öğretilmelidir. Ancak bu sayede çocuklarımız aşağılık duygusuna düşmekten kurtulurlar. Böyle gür bir kaynaktan niçin faydalanamıyoruz? diye soracak olursak, karşımıza şu meseleler çıkar:

1. Çocuklarımızın kolayca okuyabileceği, dil ve bilgi seviyesine göre yazılmış, derli toplu tarih kitapları yok. 2. Tarih, cemaat ve dernek hesaplarına, siyasî görüşlere malzeme yapılıyor. Herkes işine gelen kısmı,

işine geldiği gibi yorumluyor; işine gelmeyeni karalıyor. İnsanımız da, kendi adamı kabul ettiği o kişinin açtığı pencereden tarihine baktığı için, başka taraflarını göremiyor.

3. Bir kısım insanlar 7. asırdan yukarı çıkamıyor; bir kısım insanlar da 1919’dan öncesine inemiyor. Bu durum, tarihin bütün olarak kavranmasını engelliyor. Daha da kötüsü, bunun biri, diğerine cephe alıyor. Hâlbuki 7. asır da bizim, 1919 sonrası da, ikisinin arasındaki tarih de…

4. Bütünlüğü engelleyen başka bir husus da, bazı kahramanların yüceltilip, bazılarının yere batırılmasıdır. 5. Bazı insanlar da, “Kara Deniz taşar da Konya Ovası’nı su basarsa benim buğdaylarım ne olur?” diye,

yersiz kaygılara kapılmakta, gerçek tarihle insanımız arasına duvar örmektedir.

6. Tarihimiz Çanakkale’ye demir attı. Ondan daha önemli olan Sakarya ve Dumlupınar bilinmiyor.

7. Osmanlı denince de, 700 yıllık tarih İstanbul’un fethine düğümleniyor. Zaferleri de melekler kazanınca bize bir şey kalmıyor.

Türk tarihi, doğru olarak öğretilmelidir. Bu, Avrupa’daki çocuklarımız için, ekmek gibi, su gibi, hava gibi bir ihtiyaçtır. Mehmet Kaplan’ın belirttiği gibi, "Milletlerin tarihî tecrübeleri, nesilden nesile kendiliğinden geçmez, öğrenme yolu ile elde edilir. Bir millet çocuklarına tarihini öğretmezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler. Hatta buna ihtiyaç bile duymayabilirler. Milletinin tarihini bilmeyen nesiller, milletlerine karşı sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancılaşması çok kolaydır."

u husus çok önemlidir: Tarih denince akla, belli bir dönemin siyasî tarihi; vatan denince de sadece 780 bin kilometre karelik Türkiye gelmemelidir. Bugün, Büyük Okyanus ile Atlas Okyanusu, Kuzey Buz Denizi ile Hint Okyanusu arasında 250 milyon Türk yaşamaktadır. Lehçeleri, şiveleri, görünüşleri, idareleri farklı da olsa, bunlar aynı kökten türemiş, kardeşlerdir. Biz başka yerdeki kardeşlerimizi bilmeliyiz, onlar da bizi… Bu da ancak tarihimizi bütün olarak doğru öğrenmekle mümkündür.

Derneklere, yüzlerce çocuk gelip dinî bilgiler alıyor. Maksat ne olursa olsun, bu hizmeti küçümseyemeyiz. Çünkü bizi ayakta tutan dört temel direkten biri dindir. (Diğerleri tarih, dil ve töredir.) Derneklerimiz ellerindeki büyük imkânı tarih öğretimi için de kullanabilseler ne güzel olurdu. Zira çocuklarımız için tarih de din kadar lazımdır. Ancak, kol bilekten değil, omuzdan kesik… Elde, buraya uygun derli toplu bir tarih kitabı ve onu okutacak insan yok. Ben bu açığı kapatmak düşüncesiyle, yıllardır derneklerde verdiğim tarih derslerini kitaplaştırdım. Faydalı olacağı ümidindeyim.

Bu çalışma, milletime olan borcumun faizinin taksiti olarak kabul edilirse ne mutlu bana…

Hamza Eravşar Almanya, 14 Temmuz 2008 hamza@eravsar.de

(6)

ÇALIMAMIN MANEVÎ DAYANAĞI

ÖVÜLMÜ MİLLET

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; onlar müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler; Allah yolunda cihat eder, hiç kimsenin kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.” (Maide Suresi, 54. Ayet)

“Eğer siz itaatten yüz çevirirseniz Allah sizi ortadan kaldırır; yerinize, size benzemeyecek bir milleti getirir.” (Kıtal Suresi, 38. Ayet)

“Fitne ve fesat çıktığı zaman Allah, bu ümmetin yardımına Türklerden bir ordu gönderecektir. Onlar, ata binmede Araplardan daha üstün; silah kullanmada çok daha ustadırlar. İşte Allah bu dini onlarla bir kere daha ihya edecektir.” (Hadis- erif)

“Türk dilini öğreniniz! Çünkü onların uzun süren hâkimiyetleri olacaktır.” (Hadis-i erif)

TARİH DERS ALMAK İÇİNDİR

Yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesilleri kendilerinden evvel yıkıma uğratmış olmamız, hâlâ onları doğru yola yöneltmedi mi? (Secde Suresi, 26. Ayet)

Bunlar, sana doğru haber olarak aktardığımız geçmiş nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, kimi biçilmiş ekin gibi olmuştur. (Hud Suresi, 100. Ayet)

MİLLETİM GURUR KAYNAĞIM

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! Đnsanlığın bütün ufukları kapkaranlıkken, Işık olup fışkırmışız ta karanlığın koynundan.

(Mehmet Akif Ersoy) “Ne mutlu Türk milletine!” (Necip Fazıl Kısakürek)

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” (Mustafa Kemal Atatürk) Allah’ın övdüğü kurtulmuş millet

Güneşten başını göklere yükselt (Necip Fazıl)

Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. (M. Kemal Atatürk) Onlardan kaldı bu toprak;

Biz gezip tozmayalım mı? Yabanlar kıskanır diye, Destan da yazmayalım mı?

(7)

Avrupa’da Yaşayan Çocuklarımız için

TÜRK TAR

İ

H

İ

1

TARİH NEDİR?

Her insanın bir hayatı olduğu gibi, milletlerin, yani insan topluluklarının da hayatı vardır. İnsan hayatına ömür, millet hayatına tarih diyoruz.

Tarih, bizden önceki insanların, yani atalarımızın incelenmesidir: Nerede yaşadılar? Nasıl yaşadılar? Neler yaptılar? Nelerle karşılaştılar? Düşünceleri ve inançları nasıldı? Hangi büyük adamları yetiştirdiler? Dostları, düşmanları kimdi? Onlardan bize ne kaldı?

Tarih, ayna gibidir. Evimizdeki aynaya bakarak kendimizi görür; yüzümüzde, gözümüzde, üstümüzde, başımızda, taktıklarımızda, giydiklerimizde; temizlenmesi, düzeltilmesi gereken bir şey varsa, yaparız. Tarih de, milletler için bir aynadır. Ona çok bakmak, iyi bakmak lâzımdır. Nasıl bir millet olduğumuzu; neleri iyi, neleri kötü; neleri doğru, neleri yanlış yaptığımızı; sıkıntıları nasıl aştığımızı; neleri yapınca büyük devlet olup, dünyaya sözümüzün geçtiğini; neleri ihmal edince gücümüzü kaybettiğimizi; savaşları nasıl kazandığımızı, nasıl olunca yenildiğimizi; kimlerin bize dost, kimlerin düşman olduğunu hep o tarih aynasına bakarak öğreniriz. Tarih, aynı zamanda bir pusuladır. Nereden gelip, nereye gideceğimizi onunla anlarız.

Tarihi bilmek bize ne kazandıracak? İnsan için kendi tecrübesi ne ise, millet için de tarihi odur. İnsan, hayatını tecrübeleri sayesinde devam ettirir, millet de hayatını tecrübeleri yani tarihi ile devam ettirir.

Biz gökten düşmedik; yerden de bitmedik. Bizim anamız, babamız var, onların çocuklarıyız. Anamızın, babamızın da anaları, babaları vardı. Soyundan geldiğimiz o insanlara atalarımız diyoruz. Bizden sonra yaşayacaklar da olacak, biz de onların atalarıyız. Hayat böyle bir devamlılık içerisindedir.

Bizim huyumuz, ahlâkımız, âdetimiz, inancımız bizden önce yaşayan Türklerden geçmiştir. Hem kendimizi, hem de milletimizi doğru tanımak için tarihimizi, yani atalarımızın yaşayışını iyi bilmeliyiz.

Tarih, bize vazifemizi de hatırlatır: Bizden evvelkiler kendi zamanlarında, gerekeni yaptılar. Öncekilerin onlara bıraktıklarını koruyup, geliştirerek, bize güzel bir vatan ve emsalsiz bir kültür bıraktılar. imdi sıra bizde... Biz de, bize bırakılanları koruyup, geliştirerek, sonrakilere devretmekle vazifeliyiz. Hayat bizimle bitmiyor; bizden sonra da devam edecek.

7000’lerle ifade edilen bir geçmişimiz olmakla beraber, bunun şimdilik üçte birini aydınlatabilmiş durumdayız. (İki âlim, Kazım Mirşan ve Halûk Tarcan bu tarihi 16 000’lere kadar indirmektedirler.) Bu süre içinde bizim, Türkistan'da kurulup, Türkiye’de devam eden bir devletimiz olmuştur; adı, Büyük Türk Hakanlığı, devamı da Türkiye Cumhuriyeti'dir. Onun dışında, ordu ve hanedan hâkimiyetine dayalı Türk devletleri de vardır.

ANAYURT ve BATIYA KAYMA

Merkez, Altay ve Tanrı Dağları çevresi olmak üzere, Hazar-Ural-Altay üçgeni anayurdumuzdur. Sonra güneye ve batıya yayılmalar olmuştur. Yayılmalar, bazen fetih, bazen sızma şeklindedir. Hun göçlerinin kuraklıktan, Oğuz göçlerinin mera darlığından ileri geldiği bilinmektedir. Kuvvetli bir topluluğun saldırısı da yer değiştirmelere sebep olmuştur. Türk, elinde kılıcı; altında atı, yüreğinde cesaret ve kendine güven duygusuyla, bilinmeyen ufuklara, tehlikelere, ölüm-kalım savaşlarına atılmaktan çekinmemiştir.

MUKADDES ADIMIZ

Çok eskiden beri Türk isminin, Altaylı kavimleri ifade etmek için kullanıldığı kesindir. Türk kelimesini 552’de devletin resmî adı yapan Göktürkler olmuş ve Türkçe konuşan kavimlerin tamamı o tarihten sonra Türk adı ile anılmıştır. Türk sözü, güç, kuvvet, olgunluk manasına gelmektedir.

Divan-ı Lügat-üt’Türk’deki bir hadis-i şerife göre, bu adı Türklere Tanrı vermiştir. Hadis şöyledir: “Tanrı’nın, devlet güneşini Türk burcunda doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi, onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin yularını onların ellerine verdi. ...”

(8)

ANLI TARİHİMİZ

SAKALAR (İSKİTLER) ve ALP ER TUNGA

Alp Er Tunga, Tomris Hatun, Hakan u’yu yetiştiren Sakaların Türklüğü kesindir. Ancak haklarında, şimdilik fazla bilgi yoktur. Alp Er Tunga’yı ise destanlardan öğrenebiliyoruz.

Alp Er Tunga, MÖ 7. yüzyılda yaşamış, kahraman bir Saka hükümdarıdır. İranlılar ve Araplar, O’na Efrasyab derlerdi. Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu hükümdarları ve Yakut Türkleri hep Alp Er Tunga soyundan geldiklerini söylemişlerdir.

Alp Er Tunga, bütün Türk boylarını birleştirerek, Saka (İskit) devletini kurdu. Sonra Kafkasları aşarak Anadolu, Suriye ve Mısır'ı fethetti. Devletin merkezi Kaşgar idi.

Alp Er Tunga'nın hayatı savaşlarla geçmiştir. En çok da İranlılarla savaşmıştır. Bu savaşların hatıraları, asırlarca hem Türk hem İranlılar arasında yaşamıştır.

1070’lerde yazılmış olan Kutadgu Bilig adlı kıymetli eserde, "Alp Er Tunga" hakkında şu bilgiler vardır: “Dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Türk beyleri arasında adı meşhuru Alp Er Tunga idi. O, yüksek bilgiye ve fazilete sahipti. Seçkin ve yiğit adam idi; âlemde ileri görüşlü insan bu dünyaya hâkim olur”. İranlıların yazdığı ehname isimli eserde, onun hakkında şöyle denmektedir: "Turan şehzadesi Efrasyap babasının isteği üzerine İran’a harp açtı. İki ordu Dihistan'da karşılaştı. Boyu uzun ve fil kadar kuvvetli olan Efrasyap, İranlıları yendi. İran padişahı Efrasyap'a esir düştü. İran’ın ilk intikamını o zaman İran’a bağlı olan Kabil padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen, İran şahının öldürülmesini engelleyemedi.”

ahları öldürülen İranlılar, Türklere sığınmış olan, Siyavuş'un oğlu Keyhusrev'i kaçırıp, İran tahtına oturttular. Keyhusrev tek başına Alp Er Tunga ile başa çıkamayınca, Zaloğlu Rüstem'le işbirliği yaptı. Yine çetin savaşlar oldu. Alp Er Tunga yaşlanmıştı. Keyhusrev O’nu şölene davet etti ve hile ile öldürttü. (MÖ. 624) Hükümdarlarının namertçe öldürülmesi Türkleri derinden üzmüş ve O’na ağıtlar yakılmıştır:

Alp Er Tunga öldü mü Dünya sahipsiz kaldı mı Korkak öcünü aldı mı imdi yürek yırtılır

Felek yarar gözetti Gizli tuzak uzattı Beylerbeyini kaptı Kaçsa nasıl kurtulur

(9)

BİLİNEN TARİHİMİZ

Tarihçilerin, “Büyük Türk Hakanlığı” adını verdikleri devletimizin merkezi, kurulduğu MÖ 220 yılından MS 845 yılına kadar, şimdi Moğolistan'da bulunan, Ötüken idi. Uygurların, Büyük Türk Hakanlığı tahtına oturması ile başkent güneybatıya, yani Orhun civarındaki Karabalgasun'a alındı. 940 yılında idare Karahanlılara geçince, sırayla Balsagun, Kaşgar ve Semerkant başkent oldu. Böylece batıya kayıldı. Selçuklular zamanında başkent daha batıdaki Nişabur idi. Anadolu Selçukluları Konya'yı, Osmanlılar İstanbul'u başşehir yaptı. Görüldüğü gibi, Türklerin ana kolu, hep batıya kaymış, adeta güneşi takip etmiştir. Denilebilir ki, ağır ve emin adımlarla yüzlerce yıl yürünmüş, binlerce kilometre yol kat edilerek, gelinmiş ve kalınmıştır. üphesiz, gelip kalamadığımız yerlerde olmuştur.

Türk tarihini şöyle sınıflandırabiliriz:

A) Anayurttaki Türk Tarihi (Büyük Türk Hakanlığı) a) Doğu Türk İli Tarihi

1. Hunlar (MÖ 220 - MS 216) 2. Tabgaçlar (216-394) 3. Avarlar (394-552) 4. Göktürkler (552-745) 5. Uygurlar (745-940) b) Batı Türk İli Tarihi

6. Karahanlılar (940-1040) 7. Büyük Selçuklular (1040-1157) 8. Anadolu Selçukluları (1157-1308) 9. Çağataylılar (1308-1335) 10.İlhanlılar (1335-1370) 11.Timurlular (1370-1447) 12.Osmanlılar (1447-1922) 13.Türkiye Cumhuriyeti (1923 - .... ) B) Anayurt dışındaki Türk hâkimiyeti

1) Çin’de: MÖ 1050 yılından başlayarak altı ayrı Türk hanedanı toplam 1287 sene… 2) Hindistan’da: On sülale (Ak Hunlar, Gazneliler, Babürlüler vd.) toplam 656 sene… 3) İran’da, 1000-1925 arasında 11 sülale tarafından, toplam 925 sene…

4) Orta Doğu’da, 8 ayrı sülale tarafından, toplam 720 sene…

5) Doğu ve Orta Avrupa’da, 9 ayrı sülale tarafından, 374-1502 yılları arasında toplam 1128 sene olmak üzere, 4700 sene anayurt dışında Türk hâkimiyeti vardır.

A) ANAYURTTAKİ TÜRK TARİHİ

l) BÜYÜK TÜRK HAKANLIĞI - DOĞU TÜRK İLİ TARİHİ 1) HUNLAR (MÖ 220 - MS 216 = 416 yıl)

Çin, kuzeybatısında yaşayan kavimlere Hiungnu, yani Hun diyordu. “En az bin yıldır, bazen toplanıp büyüyerek, bazen parçalanıp dağılarak” orada yaşamakta olan bu topluluğu Teoman (Tuman) Han, MÖ 220 yılında bir kere daha toplayıp, ileride, Kore’den Aral Gölü’ne, daha sonra Kırım’a kadar uzanacak olan devletin temelini attı. Bu toplanma Çinlileri korkuttu ve uzun zamandır yapmakta oldukları meşhur Çin Seddi’ni MÖ 214’de tamamladılar ama Türkler karşısında o da pek işe yaramadı.

Tuman Yabgu’nun, Türk töresine aykırı hareket etmeye başlaması üzerine, hükümdarlık oğlu Mete (Mavdun=Bahadır) Han’a verildi.

Hunlara altın çağını, MÖ 209-174 yılları arasında Mete Han yaşattı. O, bütün Türk tarihinin de en büyüklerindendir. Türkler onu, “Oğuz Kağan” adı ile bir destan kahramanı yapıp, ebedîleştirmiştir. Bazı müfessirler Kur’an’da adı geçen Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olduğunu söylemektedirler. Mete Han’ın tarihî şahsiyeti ve Oğuz Kağan’ın efsanevî şahsiyeti incelenince, bunların birbirine benzediği görülmektedir.

(10)

Türk devleti en geniş sınırlarına Mete Han zamanında ulaştı. Türklerle beraber 26 yabancı kavim de Türk hâkimiyetine alınmıştı.

Hun devleti bir kabileler konfederasyonu idi. Tunguz (Moğol) kabile reisleri ayrıcalıklarını korurlardı. Bu, bazılarını yanıltmış, Hunları Moğol zannetmişlerdir.

Mete Han’ın Akınları

Mete Han’ın Doğu Akını: Moğolların ataları Tunghular en güçlü çağında idiler. Hunların başına genç ve tecrübesiz birisinin geçtiğini düşünerek gözünü korkutmak istediler ve ondan atını, kadınını istediler; verdi. Bundan cesaretlenen Tunghular, iki devletin arasındaki boş bir araziyi isteyince, Mete Han “toprak milletin malıdır, onu kimseye veremem” dedi ve Moğolların üzerine yürüdü. Yapılan akınla Moğolların beli kırıldı ve yüzyıllarca bu yenilgi unutulmadı. Türk devletinin sınırı Büyük Okyanus’a dayandı.

Batı (Yüeçi) Akını: Mete Han babası tarafından onlara rehin verilmişti. Yüeçiler üzerine iki akın yaptı ve onları yerinde söktü.

Güney (Çin) Akınları: Bunların en önemlisi MÖ 201 yılında yapılan ikinci Çin seferidir. Mete Han, bu akında Çin imparatorunun 320 bin kişilik ordusunu Peteng yaylasında kuşattı. Mete Han ordusunu at renklerine göre düzenlemişti: Doğuda kır, güneyde doru, batıda ak, kuzeyde yağız atlar yer almıştı. İmparator “yazılması utanç veren” bir andlaşma yaparak kurtuldu.

Mete Han kuzeye ve kuzeybatıya da seferler yapmıştır.

Mete Han’da kuvvetli bir millî şuur vardı. Teşkilatçı idi. İyi bir devlet adamıydı. Attığı sağlam temeller sayesinde Hun hanedanı 436 sene ayakta kaldı. Hunların güney kolu Hindistan’da devlet kurdu. Batı kolu da Avrupa’da devlet kurdu; meşhur Attila onlarının hükümdarıdır.

Atlı asker, disiplin, ıslık çalan ok, saf düzeni, onluk sistem Mete Han’dan kaldı.

Hun yükselişi Mete Han’dan sonra da devam etti. Ele geçirilemeyen Yüeçi hükümdarı esir edilerek başı kesildi ve içki kadehi yapıldı.

Türklerden yüz sene sonra, Çinliler 140 bin kişilik atlı asker kurmayı başardılar ve savaşa tutuştularsa da yenildiler ve ellerinde 30 bin atlı askerleri kaldı.

Bu yenilgiden sonra Çin hileleri başladı: MÖ 58’de Hunların başındaki hükümdar, darlık sebebiyle Çin’e tâbi olmayı teklif etti. Mesele kurultayda görüşülürken bir bey şunları söyledi: “Hunlar istiklâllerini at üzerinde savaşarak elde etmişler, devlet kurmuşlardır. Bizim için başka bir millete uşaklık etmek ölümdür. Çin hâkimiyetine girmekle belki iç barış sağlanacaktır; ama böyle bir barış asla bize yaramaz.”

Buna rağmen hakan teklifinde ısrar edince, kardeşi Çiçi Han, kendisine bağlı olan birlikleri alarak batıya göçtü; orada 20 yıl bağımsız hükümdar olarak yaşadı. MÖ 36 yılında Çinliler büyük bir ordu ile üzerine geldiler. Çiçi Han ve yanında kalan az sayıdaki ordusu devletleri uğruna hayatlarını feda ettiler. Son konuşmasında Çiçi Han şunları söylemişti:

(11)

“Çinlilere tâbi olmayacağız, zira kuvveti takdir etmek, mahkûmiyeti küçük görmek biz Hunların en eski âdetidir. Savaşçı atlı hayatımız dolayısıyla, adı bütün yabancı kavimleri titreten bir millet meydana getirdik. Savaşçının kaderi savaşta ölmektir. imdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık şanımız yaşayacak, oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin başbuğları olacaktır.”

Hunlar, yarı müstakil halde yaşarken, Çin hileleri ile MÖ 48 yılında, kuzey ve güney olarak ikiye bölündüler. Büyük Türk Hakanlığı, MS 93 yılına kadar Kuzey Hunlarında, onların yıkılması ile de Güney Hunlarında devam etmiştir.

OKUMA: OĞUZ KAĞAN DESTANI

Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in Türk adında bir oğlu vardı. Babası Yafes ölünce Türk, Isık Göl çevresine yerleşti. Türkler ondan türemiştir.

Günlerden bir gün Türk hükümdarı Kara Han’ın bir oğlu olur. Çocuk aydan da güneşten de güzeldir. Üç gün, üç gece ana sütü emmez. Hep onun düşüne girer. Anasına: “Hak dinine girmezsen ben senin sütünü emmem” der. Anası oğluna dayanamaz ve Müslüman olur.

Kara Han, oğlu bir yaşına basınca, bütün ülkeye haber salıp, şölenler verir. ölende: “Oğluma bir ad komam gerek, ne desek?” diye sorar. Beyler ve şölen halkı düşünüp bir ad ararken çocuk dile gelip: “Benim adım Oğuz'dur!.” diye bağırır. Herkes şaşırır. Oğuz'un kendi kendine verdiği adı beğenirler.

Oğuz'un falına bakılır, çok uzun ömürlü olacağı, şanlar şerefler kazanacağı anlaşılır. ölen biter, herkes evine, yurduna, yuvasına dağılacağı sırada çocuk Oğuz: “Allah!”, diye bağırır. Duyanların hepsi şaşırır, çocuğun ne dediğini anlayamazlar.

Oğuz evlenecek çağa geldiğinde babası oğluna, kardeşinin kızını almak ister. Oğuz da buna razıdır amcasının kızına, dinini kabul ederse evlenebileceğini, aksi halde evlenmeyeceğini söyler. Kız teklifi kabul etmez. Oğuz da onunla evlenmez.

Oğuz bir gün ava çıkar. Dönerken küçük amcası Gürhan'ın kızını görür, kızı sever, kanı kaynar. Onu da bir köşeye çekip, Hak dinini kabul etmesini, Ulu Tanrı’ya iman eylemesini ister; dediklerini yaparsa kendisiyle evleneceğini de söyler. Kız: “Senin yolun kötü yol değildir, kabul ediyorum.” deyince, Oğuz dönüp babasına gelir ve en küçük amcası Gürhan'ın kızıyla evlenmek istediğini anlatır. Büyük bir şölen sonunda evlenirler. Oğuz'un Müslüman olduğu anlaşılır. O’nun avda olduğu bir sırada babası, ülkesinin ileri gelenlerini çağırıp, durumu anlatır. Herkes hiddetlenir ve kimse bu işi kabul etmez. Sonunda, Oğuz'un ardından adam gönderip, onu avda öldürtmek isterler. Karısı kararı öğrenmiştir. Oğuz'u durumdan haberdar eder.

Haberi alan Oğuz, dostlarını etrafına toplar. Babasının üstüne yürür. Savaş olur. Oğuz galip gelir. Bu sırada nereden geldiği bilinmeyen bir ok Kara Han'ın yüreğine saplanır ve onu öldürür. Kara Han'ın ölümü üzerine de Oğuz, Han olur. Milletini Hak dinine davet eder, kabul edenler ülkede kalır, kabul etmeyenler ülkeden sürülür. Birliği kurar. Herkesi kendi bayrağının çevresinde toplar. Düşmanlarının üstüne yürür. Tatarları buyruk altına alır. Çin'e doğru yürür. Çok kanlı savaşlar olur. Sonunda taşınamayacak kadar ganimet elde edilir.

Ordunun içinde Kanglı adında biri kağnıyı yapar ve ganimeti onunla taşırlar. Oğuz, onun adını ondan gelen soya verir.

Savaşlar birbirini kovalar; düşmanlara ulaşmak için yollar, dağlar, sular geçilir. Çıkan her zorluğu, akıllı bir kişi ortadan kaldırır ve duruma göre onlara adlar verilir, bu adlardan yeni soylar başlar.

Sonunda Oğuz, Moğollarla savaşıp onlara da Hak dinini kabul ettirir. Daha birçok ülkeler alır; sonra öz yurduna döner, zaferlerinden dolayı Tanrı’ya şükretmek için sayısız hayırlar yapar, bağışlarda bulunur.

İyice yaşlanan Oğuz, kurultayı toplayıp oğullarına nasihatlerde bulunur ve ülkesini altı oğlu arasında paylaştırır. Sonra da ruhunu teslim eder.

(12)

2. TABGAÇLAR (216 - 394 = 178 yıl)

Hunların zayıflaması neticesinde, Büyük Türk Hakanlığı tahtını, onlara bağlı bir beylik olarak yaşamakta iken, Çin ile yapılan mücadelelerde ve iç karışıklıklarda adını duyuran Tabgaçlar ele geçirmiştir. Bu hanedana Çinliler, Siyenpi demişlerdir. Tabgaçlar, Hunların büyüklüğüne ulaşamadı. Onların zamanında idareye Moğol unsuru karışmaya başladı. Bu sebeple de bazıları Tabgaçları Moğol saymışlardır.

İdarenin Tabgaçlara geçmesi ile Hunların büyük bölümü ülkeyi terk edip, Çin’e, Hindistan’a ve Avrupa’ya gitti. Oralarda yeni devletler kurdular.

3. AVARLAR (394 - 552 = 156 yıl)

Tabgaçlardan sonra Büyük Türk Hakanlığı Avarların eline geçti. Avarların, Çinliler yanındaki adı, “Juan Juan”dır. Hun büyüklüğüne bunlar da ulaşamadı. Buna rağmen Avar akınları sebebiyle Çin Seddi 423 yılında büyük ölçüde tamir edildi.

Hunlar ve Tabgaçlar hükümdarlarına “Yabgu” derlerdi; Avarlar “Kağan” dediler. En büyükleri, ilk hükümdarları Tolun Kağan (394-410) ve son hükümdarları Onaboy Kağan (520-552) dır.

Avarlar zamanında yönetime biraz daha Moğol unsuru karıştı. Bunu hoş görmeyen Göktürkler, Avarları devletin başından indirdiler. İdareyi kaybeden Avarların önemli bir kısmı Doğu Avrupa’ya geçti. Avrupa Avarları, Asya Avarlarında daha meşhurdur.

4. GÖKTÜRKLER (552 - 745 = 193 yıl)

Hunların gerçek vârisi (onların yerini tutan) Göktürklerdir; Hunların hâkim olduğu sahanın tamamını ele geçirdikleri gibi, batıda Aral’ı da aşarak, Hazar’a, Kafkasya'ya ve Kırım’a ulaşmışlardır.

Göktürklerin iki devresi vardır: 552-647 arasındaki, Bumin Kağan ile başlayan birinci devre ve 681-745 arasındaki, İlteriş Kağan ile başlayan ikinci devre... Aradaki boşluk, göstermelik hakanlarla Çin’e bağlı geçen süredir. Kürşad bu devrin kahramanıdır; kırk kişi ile Çin sarayını basıp, Türklerdeki istiklâl ateşini parlatmıştır.

Göktürklerin Türk tarihi içerisinde çok mühim bir yeri vardır: Bumin Kağan, İstemi Han, Mukan Kağan, Kürşad, İlteriş Kağan, Bilge Kağan, Kültigin, Tonyukuk gibi, isimleri bile insanı heyecanlandıran dev şahsiyetler onların hükümdarlarıdır. Milletimizin gurur kaynağı Orhun Abideleri'ni onlar dikmiş, Ergenekon Destanı'nı onlar söylemiş ve ismimiz onlardan kalmıştır.

OKUMA: ERGENEKON DESTANI

Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu hâl yabancı kavimleri kıskandırıyordu, birleştiler ve Türklerin üzerine yürüdüler. Düşman gelince vuruşma başladı. Savaştılar. Sonunda Türkler üstün geldi.

Bu yenilgi üzerine dediler ki: ''Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur!'' Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar'' deyip artlarına düştüler. Düşman, birden döndü. Vuruşma başladı. Bu defa Türkler yenildi; büyükleri kılıçtan geçirildi, küçükleri tutsak edildi. Türklerin çadırları, malları düşmanın eline geçti.

(13)

O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında bütün çocukları öldü.

Kıyan adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan'ın bir de Nöküz adlı yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kıyan ile Nöküz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna geldiler. Burada develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Düşündüler: ''Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yere gidip, yurt tutalım' dediler. Sürülerini de alıp dağa doğru göç ettiler.

Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki, deve olsun, at olsun, güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp parçalanırdı.

Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Bu ülkeye ''Ergenekon'' (sarp yer) dediler.

Aradan dört yüz yıl geçti; Kıyan ile Nöküz’ün birçok çocukları oldu. Artık Ergenekon'a sığmaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: ''Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ve güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Ergenekon'dan

çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.'' Bu karar üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: ''Bu dağda bir demir madeni var. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun ve kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu.

Türklerin Ergenekon’dan Çıkışı

Sonra gök yeleli bir kurt çıktı ortaya; Türk beyinin önünde dikildi. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti yürüdü. Ergenekon'dan çıktılar.

Türkler o günü iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beyleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. Bugün “Nevruz” olarak kutlanan bayram odur. Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kıyan Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. O, bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon'dan çıktıklarını, eskisi gibi, bütün iller Türklerin buyruğu altına girene kadar savaşacaklarını bildirdi. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi kağan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana hâkim kıldılar. OKUMA: ORHUN ABİDELERİ (Ötüken Kitabeleri)

Göktürklerin, milletimize en büyük armağanı, kendimizi kendi kaynağımızdan öğrenmemize imkân veren Orhun Abideleridir. Bunlar 725-735 yılları arasında dikilen dört büyük taştır. (Kazım Mirşan ve ona

dayanarak Halûk Tarcan, bu kitabelerin 570’lerde dikildiğini söylemektedir. Aynı âlimler, Hun, Göktürk, Uygur gibi devletlerin olmadığını; devletin adının “Türük Bil” olduğunu, bunun da “Türklerin hâkim olduğu ülke” anlamına geldiğini ileri sürmekte; bütün bunların, Türkçe bilmeyen Thomsen’in, Orhun Kitabelerini yanlış

okumasından ileri geldiğini belirtmektedirler. Türük Bil, M.Ö. 879’da kurulmuş, M.S. 580’de dağılmıştır. Varlıkları 1459 yıl devam etmiştir. Geniş bilgi için Halûk Tarcan’ın “Ön-Türk Uygarlığı” kitaplarına bakılabilir.)

Orhun Abideleri hakkında sahanın uzmanı Muharrem Ergin şöyle der: "Türk adının geçtiği ilk Türkçe metin... İlk Türk tarihi... Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi... Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri... Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası. Türk edebiyatının ilk şaheseri... Türk milliyetçiliğinin temel kitabı... Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık... Türk dilinin mübarek kaynağı... Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser..."

(14)

K o r u m a y a a lı n a n O R H U N ( Bi l g e K ağa n v e K ü l T i g in ) A BİD EL E Rİ

“Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan ve İstemi Kağan hükümdar olmuş. Hükümdar olup Türk milletinin ilini töresini tutmuş, düzenlemiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbî kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş.”

“Tanrı, Türk Milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı, annem İlbilge Hatun’u tutup yukarı kaldırmış.” “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbîdir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken’de oturursa ilde sıkıntı yoktur.”

“Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp nasıl devlet kuracağını buraya yazdım. Yanılırsa öleceğini, yine buraya yazdım. Her ne sözüm varsa ebedî taşa yazdım. Ona bakarak iş görün!”

“Türk Oğuz beyleri, milletim, işitin! Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, senin devletini, töreni kim bozabilir? Türk millet, düşün ve kendine gel!”

Avrupa’da yaşayan Türk çocuklarının okuması gereken çok kitap vardır. İlk fırsatta, Orhun Abideleri’nin tamamını, bir bilenin nezaretinde; arkasından da Atsız’ın, Göktürklerin birinci döneminin son zamanlarını ve Kürşad’ı anlatan “Bozkurtların Ölümü” ile ikinci dönemin başlangıcını anlatan “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarını okumalarını tavsiye ediyorum.

5. UYGURLAR (745 - 940 = 195 yıl

Göktürklerden sonra Büyük Türk Hakanlığı, 5. hanedan olarak Uygurların eline geçti. Uygurlar, ilk bir asır Ötüken’de oturdular. Kuzeyden gelen Kırgızlar onları oradan çıkartınca, Doğu Türkistan’a inerek, Beşbalık’ı başşehir yapıp, küçük bir beylik halinde 1209’a kadar yaşadılar; o tarihte de Cengiz Han’a tabi oldular; ellerindeki Büyük Türk Hakanlığı tacı da, 940’larda Müslüman Karahanlılara geçmişti.

Uygurlar Göktürklerin devamıdır, onlardan da Karahanlılar çıkmıştır.

Uygurlar, medeniyetin zirvesinde idiler. Matbaayı icat ettiği söylenen Gütenberg’den tam 7 asır önce, onlar kâğıt üzerine kitap basabiliyorlardı.

Uygurların bir kısmı, Türk ruhuna uymayan Budizm’i kabul ederek uyuştu. Bu iş, millî yapıyı zedeledi. Aralarında inanç kavgası görülmeyen Türkler, din uğruna birbirleri ile dövüşmeye başladı.

(15)

Uygurların iki de faydalı işleri olmuştur:

1. Yerleşik hayata geçmişler, ekip biçmeye ve hayvancılığa çok önem vermişlerdir. 2. Türk - Çağatay edebiyatının doğuşunu hazırlamışlardır.

DOĞU TÜRK İLİ KÜLTÜR VE MEDENİYETİ (Bozkır Kültürü)

Kültürün temeli, insan, coğrafya ve çevredir. Kültürü bunlar meydana getirir. Türk coğrafyası bozkırdır. İklim sert, su az, ağaçtan ziyade çayır, sarp kayalar, derin uçurumlar, yüksek yaylalar ve vadiler bulunan, uçsuz, bucaksız bir arazi... Türk’ün, gönlünce at koşturacağı, istediği yere konup, göçeceği; haşir, neşir olduğu bir yeryüzü... Çevre ise her an tetik olunmasını gerektiren, düşmanlarla dolu... İnsanımız bu sert tabiat içerisinde şekillenmiş; altında atı, elinde kılıcı, gönlünde Türk Töresi ile kendine has bir hayat tarzı ortaya koymuştur. İşte Bozkır Kültürü budur.

BOZKIR KÜLTÜRÜNDE NE NASILDIR?

A) Sosyal Yapı

Türk tarihinin kökü ve dinamik çekirdeği ailedir. Türk ailesi devlet teşkilâtının küçük bir örneğidir. Ailede reis babadır. Tek kadınla evlenilir. Kuma alındığı da olmakla beraber onun ve ondan doğan çocukların baba mirasında hakları bulunmamaktadır.

Türklerde, kendini başkalarından farklı ve üstün gören sınıf (aristokrasi) yoktur. Çünkü bu durumu ortaya çıkartan geniş topraklara sahip olmak (iktisadî büyüklük), askerliği meslek edinmek (idarî-siyasî ağırlık), ruhanî sınıftan olmak (dinî üstünlük) yoktu. Her kabilenin oturacağı yerin, yiyeceği etin belli olması, farklı olmaktan değil, teşkilâtçılığın gereklerindendi. Beylik bile irsî (babadan oğla geçme) değildir; lâyık olanlar bey olurdu. Her şey töreye (örf ve âdetlere) bağlıdır. Töre ve devlet iç içedir. Kimse töreden üstün değildir. Törenin temeli, adalet, iyilik, eşitlik ve insanlıktır; herkesin boyun eğdiği, yazılı olmayan hukuk kurallarıdır.

B) Hâkimiyet

Hâkimiyet, devletin hukukî bakımdan, emretme hak ve yetkisine ve o emri yerine getirtme gücüne sahip olması demektir. Üç türlü hâkimiyet vardır:

1. Gelenekçi hâkimiyet 2. Karizmatik hâkimiyet

3. Kanunî (Demokratik) hâkimiyet

Eski Türk hâkimiyeti karizmatik idi. Yani hükümdarlık yetki ve kudreti Tanrı tarafından bağışlanmıştı. Bu Tanrı hediyesine “Kut” denirdi.

C) İdarî Teşkilât

1. Devlet Meclisi (Toy)

Toy, yılda üç defa yapılır: İlkbaharın başında, sonunda ve güz başında... Birinci toplantı daha çok dinîdir; sarayda yapılır. İkinci toplantı en mühimidir. Bu toplantıda ülkenin meseleleri görüşülür, rütbeler tasdik edilir, gerekirse töreye yeni maddeler eklenir. Kurbanlar kesilir, ziyafetler verilir, eğlenceler yapılırdı. Üçüncü

(16)

toplantıda, devletin insan ve askerî gücü, hayvan sayısı tespit edilir; bir çeşit sayımdır. Toyların üyeleri: Hükümdar, hatun, hükümdar çocukları (teginler), hükümet üyeleri, bağlı kavimlerin beyleri, ordu başbuğları, yüksek makam sahibi memurlar. Bunların toya katılmak mecburiyeti vardır.

2. Hükûmet

Toy kararlarının uygulanması için kurulan meclise hükümet denmektedir. Hükümet üyeleri, hanedan mensupları dışından, hizmetleri ile adını duyurmuş, dirayetli kimseler arasından seçiliyordu; 9 bakandan oluşurdu. Bunların altısı dış-bakan, üçü iç-bakan idi. Yasama (kanun yapma) yetkisi devlet meclisinde, icra (uygulama) yetkisi hükümetin elindeydi.

3. Hükümdar

Türk hükümdarı, göğün altındaki bütün ülkelerin hükümdarı olarak düşünülüyordu. Kağan, Tanrı’nın yerdeki temsilcisi kabul edilirdi. Kağanı devlet meclisi seçer, Tanrı ona kuvvet verir, halkına iyi hizmet etmezse kağanlığını geri alırdı. Hükümdarlar bilge ve alp olurlardı. Bilge, bilgi sahibi olmaktır; ama bu bilgi, Hind’de, İran’da, Çin’de olduğu gibi kitaba dayalı bir kuru bilgi değil; geçmişteki hâdiselere ve hayat tecrübelerine dayalı, canlı bir bilgidir. Bilge, hikmeti (Allah vergisi sezme yeteneği) de içine alır. Alplik ise, kahramanlıktır. Hükümdarın Oğuz neslinden olması gerekirdi. Hükümdarların üç mühim vazifesi vardı:

a) İktisadî devamlılık yani doyurma, giydirme, barındırma. b) Adil kanun ve fark gözetmeden uygulama.

c) Halkın can ve mal güvenliğini sağlama.

4. Hatun: Türk devletlerinde hatunlar söz sahibi idiler. Törenlerde hükümdarın yanında oturur, hükümdarın bulunmadığı zamanlarda, onun yerine kararlar verir; elçileri ayrı kabul ederlerdi. Hatunların Türk olmasına çok dikkat edilirdi.

5. Veliahd (Tegin): Hükümdardan sonra, devlet meclisi uygun görürse, oğullarından birisi, o küçükse amcası başa geçerdi. Teginler ülkenin bir bölgesine “şad” unvanı ile tayin edilir, bazen de tümen komutanı yapılırlardı; toyun asıl üyesi idiler.

6. Ülkenin Siyasî Taksimi: Arazi iki bölgeye ayrılırdı: Sağ-sol, ak-kara, sarı-kara, iç-dış, Üç ok-Boz ok, gibi... Bunlardan biri, iç işlerinde serbest olarak diğerine bağlı olurdu. Hakan tekti.

7. Hariciye: Tarihin her döneminde olduğu gibi, eski zaman Türklerinde de dış işleri çok önemli idi. hariciye, bakanlar, elçiler, casuslar ve diğer memurlarıyla kalabalık bir teşkilâttı. Kararlar yazıya alınır ve altına hükümdarın damgası (tuğra) basılırdı.

8. Ordu: Sivil ve ordu diye bir ayırım yoktu; herkes askerdi. Ordu atlı idi. Ücretli asker hiç olmamıştır. Beslenme, kurut denilen at pastırması iledir. Boy esasına göre ayrılmış 24 tümen vardı. Bunlar 10, 100, 1000, 10 000’lik bölümlere ayrılmıştı. Sağlam ve sert disiplini sayesinde bu ordu birkaç dakikada savaş düzenine sokulurdu. Türkler, her devirde silahın en iyisini, taktiğin en ustacasına kullanmıştır. Islık çalan ok, yangın mermisi, mancınık, çift kavisli yay, kement, Turan (hilal) Taktiği bizim icadımızdır.

9. Adliye: Adam öldürme, soygun, hırsızlık, hayvan kaçırma, barış zamanlarında başkalarına kılıç çekme suçunun cezası ölümdü. Bunların mallarına el konur; aile fertlerinin hürriyetleri kısıtlanırdı. Irza tecavüz en ağır suçlardandı; yapan evli ise öldürülür, bekârsa kırbaçlanırdı. Hafif suçlarda on güne kadar hapis vardı. Suçluları devlet cezalandırdığı için kan gütme yoktu.

Ç) İktisadî Hayat

1. Hayvancılık: At ve koyun beslenmiştir. Sığır, deve, katır da bir miktar vardı. Seyyah İbni Fadlan, Oğuzlar arasında 100 000 koyun ve 10 000 binek hayvanına sahip kimseler gördüğünü yazmaktadır. Oğuz Han’ın, bir sefer dönüşünde 1000 koyun ve 900 at kesilerek şölen yapılmıştır.

2. Ziraat: Ülkenin batısı, doğusuna göre daha ileridir. Hunlar zamanında, Altay bölgesinde açılan Çulışman Kanalı, Göktürkler zamanında 10 km’lik Tötö Kanalı açılmıştır ki, bu kanal 1935’den beri Ruslar tarafından kullanılmaktadır. Çinlilerden tohum, alet ve işçi getirilerek üstün seviyede tarımcılık yapılmıştır. 698’de Kapgan Kağan, Çinlilerle yaptığı bir antlaşma ile onlardan 3000 ziraat aleti, 12 500 ton tohumluk almıştır.

3. Endüstri ve Ticaret: Hayvan, deri, kösele, kürk, hayvanî gıda satıp, hububat (buğday, arpa, mısır, fasulye gibi taneli bitkiler) ve giyim eşyası alınmıştır. Çin-Türk ve Bizans-Türk sınırında pazar yerleri

(17)

kurularak alış verişler yapılmıştır. İpek ve kürk yolu devletin can damarı olmuş, o yollar için savaşlar bile olmuştur. Türkler, Avrupa’dan asırlarca önce kâğıdı biliyorlardı; onlardan, 751 yılında Araplara, oradan da Avrupa’ya geçmiştir.

4. Madencilik: Altaylarda emsallerinden çok ileri bir altın ve demir endüstrisi vardı. Zaten Türk fetihleri atın sürati ve demirin gücüne dayanmakta idi. Türkler, nişadır, boraks, bakır ve maden kömürünü ustalıkla kullanmışlardır. Bunlar daha sonra yine Türkler eliyle başka memleketlere ve Avrupa’ya geçmiştir.

5. El Sanatları: Ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, temren, at ve eyer takımı yapmakta pek usta idiler. İşlerinde ince bir zevk vardı. Tahta işinde de çok ileri idiler, masa, koltuk, dolap yapmaktaydılar. Elbiseleri için ütü dahi kullanmışlardır. Üstün seviyede halıcılık vardı. Altay dağlarında bulunan Pazırık Halısı buna misaldir.

6. ehircilik: Yazın yaylalarda, kışın vadilerde otururlardı. Evlerini kerpiçten yaparlardı. Ahşap evler de vardı. ehirler, ticaret ve sanayi yerleri idi. Etrafı çevrili şehirler yoktu.

7. Giyim: Koyun, kuzu, sığır, tilki derisi ile koyun, keçi ve deve yününden yapılan giyecekleri vardı. Kumaş ve bez dokurlardı. İç çamaşırları da yapılırdı. Keten gömlek, pantolon ve ceket giyerlerdi. Kendir yapılırdı. Türkler, başlıklarını saygı olarak büyüklerinin yanında çıkartırlardı.

8. Beslenme: Temel besin maddesi et idi. Ana içkileri kımızdı. (Kımız, at sütünün ekşitilmesiyle elde edilen besleyici bir içecektir.) Buğday ve darıdan yapılan başka içecekleri de vardı. Sebzeye fazla yenmezdi.

9. Maliye: Savaşta yenilen devletlerden, bağlı devlet ve beylerden, tüccarlardan, halktan alınan vergiler; hediyeler, gümrükler, önemli gelirlerdi. Göktürklerden beri para vardı.

D) Edebî Kültür

1. Destanlar, Efsaneler

Milletin meydana gelebilmesi için binlerce yıla ihtiyaç vardır. Felâketleri, acıları, zaferleri, sevinçleri beraber duymuş olanlar, madden ve manen birleşir. Destanlar, zafer ve acıların hatıra defteridir. Hâdiseler ve kahramanları yok olsa da hatıraları nesilden nesile geçerek ortak duygu ve ortak şuur meydana getirir. Kişiler yok olur; var olan millettir. İşte gönüllere işleyen ve toplumları güden bu inanca (zafer ve felâket hatıralarına) “milliyet şuuru” denir.

Türk destanları, Türk milliyet şuurunun, Türk aile ve cemiyet yapısının, Türk ahlâk ve âdetlerinin bir aynasıdır. Türk destanlarında yüksek bir millet ideali ve tarih yapan bir fikir vardır. Türk destanları, diğer milletlerin destanlarında olduğu gibi ölü fikir ve düşüncelerden değil, cemiyeti düzenleyen ve sevk eden canlı düşüncelerden meydana gelmiştir.

Destanlar, bir milletin bütün varlığını, elem ve kederleriyle, sevinç ve coşkunluğu ile bütün duygu ve düşüncelerini, millet olma yolundaki gayretlerini ve bu gayretlerden doğma canlı ve her zaman taze hatıralarını, geleceğe yönelmiş dinamik emellerini bir mefkûre (ülkü) yumağı halinde derleyip toparlayan en zengin edebî hazinelerdir.

Destanlar, bugünün insanını ilk ataları ile karşı karşıya getirir. Bu, onları duymak ve yaşamak demektir. İlk atalarının sonsuz tabiat içerisinde duyduğu büyük korkuyu ve yalnızlığı hissetmek, bugünün insanına birçok şeyi birden anlatacaktır.

Türk destanları, bunlara ilaveten, milletimizin, İslâm öncesi örf, âdet, inanç, tören ve bütün hayat tarzlarını öğrenmek için en önemli kaynaktır.

Bize koca bir dünya hazırlayan atalarımızın bu hizmeti asla küçümsenemez. Bu hizmetler olmasa belki bugünün şartları daha başka olurdu. Bugün sağlam bastığımız, üzerinde başımız dik yürüdüğümüz topraklar onların gayretinin eseridir.

Destanlarımız şunlardır: Oğuz Kağan, Yaradılış, Türeyiş, u, Alp Er Tunga, Ergenekon, Bozkurt, Göç, Dede Korkut, Satuk Buğra Han, Er Manas, Köroğlu, Battal Gazi Destanları

(18)

2. Yazılı Eserler ORHUN ABİDELERİ

Orhun Abideleri, bugün Moğolistan sınırları içerisinde kalan Ötüken’de, 720-735 yılları arasında dikilmiş olan Göktürklere ait, dörder metre boyunda dört büyük taştır. İkisi Bilge Tonyukuk, birisi Kül-Tigin, birisi de Bilge Kağan adına dikilmiştir. Keşfi, Rus Yadrintsev tarafından 1889’dadır. Çözülmesi 1894’de Rus Radloff, 1896’da Danimarkalı Thomsen tarafından yapılmıştır. Orhun Abideleri Türkiye’de ilk defa 1903 yılında emseddin Sami tarafından yayınlamıştır. Orhun Abideleri’nden Türk milletinin altı özelliğini öğreniyoruz: 1. Milletimizin hayatını şekillendiren birçok acı, tatlı hatıraları sebepleri ile dile getirmekte ve Türk milletini

bir bütün halinde tutacak millî kültürün zayıflaması ile ne gibi tehlikelerin ortaya çıkacağını göstermektedir. Bilge Kağan, bunları, evvelki olaylara bakarak, çok derinden duymuş ve milletine duyurmaya çalışmıştır. Abideler, bilgi öğrenmeye, her işde bilgili hareket etmeye çağırmakta, bilgisizliğin zararlarını çeşitli misallerle anlatmaktadır.

2. Abideler, hayatın düzenlenmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir iktisadî faaliyetin gelişmesinin, devlet idaresinde, üzerinde önemle durulan bir husus olduğunu göstermektedir.

3. Abidelerde, Türk milletinin bütünlüğünü korumak ve devam ettirmek için girişilen mücadeleler anlatılmakta; bu işin, devleti idare edenlerin işi olduğu belirtilmektedir.

4. Abidelerde, millet hayatında geliştirilmek ve yaşatılmak istenilen üstünlük şuurunun devam etmesi ve kuvvetlendirilmesinin şart olduğu ifade edilmektedir.

5. Bilge Kağan, güçlenmek ve dağınıklıktan kurtulmak için yerleşik hayata geçilmesini, bir yerde oturup toprağa bağlanmasını, ziraat, sanat ve ticaretin geliştirilmesini tavsiye eder.

6. Bu abidelerden Türk milletinin millî ülküsünü de anlamaktayız. Bilge Kağan ve diğer bilgili kağanlar hep bu ülkü için çalışmştır.

DEDE KORKUT

“Bütün Türk edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u öbür kefesine koysanız, yine Dede Korkut ağır basar.” (Fuat Köprülü)

“Dede Korkut, Türk edebiyatının en büyük abidesi, dilimizin en güzel eseridir.” (Muharrem Ergin)

Hayat tarzımızı, kültürümüzün zenginliğini, milletimizin insanî vasıflarını, faziletlerini, meziyetlerini, parlak bir şekilde, bu kitapta görmekteyiz. Ayrıca:

Milletimizin kahramanlara verdiği değeri ve onların özelliklerini; tarihimizin ilk devrine ait hâdiseleri ve bunun halk üzerindeki tesirlerini; atalarımızın duygu, düşünce, öfke, heyecan, kızgınlık, pervasızlık, sadakat, sevgi, saygı, itaat hallerini, zayıf taraflarını, alınganlıklarını; Türk aile yapısının sağlamlığını; Türk coğrafyasının özelliklerini, Türk destanlarının en güzel örneklerini Dede Korkut’ta bulmaktayız.

3. Alfabe: Hareketli bozkır hayatı eserleri silip götürmüş olduğu için şimdilik Hun yazısını bilemiyoruz; Akhun yazısının Göktürk yazısı ile aynı olduğu biliniyor. Göktürk (Orhun) yazısından sonra Uygur yazısı kullanılmıştır. Uygurlar, matbaayı bilip, kitap basmakta idiler. Uygur yazısı Moğollar, tarafından da kullanılmıştır. Cengiz Han ve Timur devirlerinde hep Uygur yazısı kullanılmıştır. 1970 yılında “Altın Elbiseli Adam” kurganında bulunan gümüş çanak içerisindeki Orhun yazısının MÖ 5. asra ait olduğu tespit edilmiştir. MÖ 200 yılına ait beş harften ibaret bir yazı da Tanrı Dağları’nda bulunmuştur. Türk yazısının başka bir yazı ile alâkası yoktur; tamamen Türk’ün malıdır. (Halûk Tarcan, Kazım Mirşan’a dayanarak buna da itiraz etmekte ve Orhun yazılarının M.Ö. 8000’lere kadar uzandığını, 3000 sene işlenerek son şeklini 5000’lerde aldığını, bunun da Kırgızistan’ın Talas vadisindeki kaya yazılarında açıkça görüldüğünü, bu Türk alfabesinin 35 harfli olduğunu yazmakta ve dünyada yazıyı ilk kullanan milletin Türkler olduğunu belirtmektedir. Ön-Türk Uygarlığı adlı kitaplarına bakılınca bu iddianın pek de yabana atılır şeyler olmadığı görülmektedir.)

4. Sanat: Bozkır Türk sanatı bütün incelikleri ile ortaya çıkartılamamıştır. Hayat şartlarına uygun olarak taşınabilir eşya üzerine motifler işlenirdi. En uygun motif kurt idi. Mezar taşı süslemeleri, altın ve gümüş kakmacılığı, mermer işlemeciliğinde mahir idiler. Altın Elbiseli Adam, altın işlemeciliğinin, her bakımdan, çok kıymetli bir örneğidir. Balballar kasten kaba ve kötü yontulurdu. Hükümdar sarayları ve tahtlar ustalıkla işlenirdi. Tahtlar altından idi ve merdivenli olurdu; sağında ve solunda koltuklar bulunurdu. Türk sanatı tuğlarda ve bayraklarda da kendini gösterirdi. Devlet sembolü olan tuğlar 7 veya 9 tane olur, başında

(19)

altından bir kurt bulunurdu. Tuğun direği süslü idi, yukarısına bir at veya yak öküzü kuyruğu bağlanırdı. Hükümdarın başlığında balıkçıl kuşunun tüyünden olan sorguç ince bir zevkin ürünü olup, başka milletlere de geçmiştir. Miğfer sorguçları demirdendi.

Türk sanatını anlatırken, 1912’de keşfedilen, 1957’de bir İngiliz pilot tarafından resmi çekilip, yayınlanan, “Beyaz Piramitler”i yazmadan geçmek olmaz: Bunlar, Çin işgalindeki Doğu Türkistan’dadır. 100 kadar piramidin bir tanesi 300 metre yüksekliğindedir. Yaşı da 4500 sene olarak tespit edilmiştir. Bizim ön atalarımıza aittir. Mısırdakilerden öncedir ve onlardan yüksektir. Oranın, Çin devleti tarafından “yasak bölge” ilan edilmesi sebebiyle araştırma yapılamıyor, bu sebeple içinde nelerin bulunduğu da bilinmiyor. Mısırdakileri bu piramitleri dikenlerin veya torunlarının yaptığını yine Kâzım Mirşan ve ona dayanarak Halûk Tarcan belirtmektedir. (1994’de Alman Hartwig Hausdorf, rüşvet vererek bölgeye girmiş, piramitlerin, resimlerini çekmiş, bazılarını da yayınlamıştır; internette görülebilir.)

5. Eğitim: Kullanılan takvim ve işlek Orhun yazısı, geniş bir eğitim öğretim teşkilâtının varlığını göstermektedir. At terbiyesi, hayvancılık, hastalıklardan korunma ve tıbbî müdâhale uzmanlarının; savaşçı bir millete silah, giyim, yiyecek hazırlayan on binlerce zanaatkârın yetiştirilmesi için önemli çalışmalar ihtiyaç olacağı tabidir.

6. Tıp: Türkler ölüleri mumyalamayı biliyorlardı. Bulunan ilk mumya M.Ö. 1600’lere ait… Bu mumyaların üzerinde, at kılı ile dikilmiş dikiş izleri görülmüştür. Bunlar, dünyanın ilk ameliyatları olarak kabul edilmektedir. (Bir televizyon pırogramında, eski bakanlardan Halil ıvgın şunları anlatmıştı: “1984 yılında Çin’e gittiğimizde bize, Turfan’da bulunan mumyaları gösterdiler. Bunların, Mısır mumyalarından önce ve onlardan üstün olduklarını söylediler.” Halil ıvgın İsviçre’deki ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil’den aldığı

şu bilgileri de aktarmıştı: Cerrahımız aynı yöreye bir heyetle gitmiş. Orada, daha dünyada kimse bilmez iken Türklerin beyin ameliyatı yaptıklarını tespit etmişler. “Hatta” demiş, Yaşargil, “O ameliyatlarda kullanılan aletlerden birini aldım, günümüze uyarladım… O alet şimdi benim adımla anılıyor.” )

7. Müzik: Uçsuz bucaksız bozkır, dağ yamaçları, yüksek yaylalarda can yoldaşı müziktir. Çin kaynaklarında 28 çeşit türküden bahsedilmektedir. Telli sazlardan kopuz, kutsal bir çalgı, nefesli sazlardan zurna ve hâkimiyet sembolü davul başlıca müzik aletleri idi. Askerî mızıka vardı; bunlar her gün hakanın huzurunda 9 tane “kög” (sözsüz müzik) çalardı. Bu hâkimiyet alâmetlerindendi. Hükümdar, savaş dönüşü şarkılarla karşılanırdı.

8. Zaman Hesabı: Bozkır hayatının tabii sonucu olarak zaman da hayvanlarla temsil edilmiştir. 12 hayvanlı bir takvim kullanılmıştır; her bir hayvan bir yılın adıdır. Yıl 12 aydır. Aylar, 1, 2, 3 diye sıralanır. Bir gün 12 kısımdır; her kısma çağ denir. Yılın tamamı 365 gün 5 saat olarak bilinmektedir ki, bu günün aynısıdır. Önceleri ay hesabı kullanılırken, Göktürkler zamanında güneş hesabına dönülmüştür. 12x5=60 yıla bir asır denmiştir. 12 hayvanlı takvim bütün Türk boyları tarafından asırlarca kullanılmış, Çinlilere de bizden geçmiştir, hâlâ kullanılmaktadır. 12 hayvanlı Türk takvimi şudur:

1. fare yılı 2. öküz yılı 3. pars yılı 4. tavşan yılı 5. ejder yılı 6. yılan yılı 7. at yılı 8. koyun yılı 9. maymun yılı 10. tavuk yılı 11. it yılı 12. domuz yılı 9. Özel Günler

Bayramlar: Baharda gök gürlemesi ile yeni bir yıl başlar ve bahar bayramı şenlikleri yapılır. At yarışları ve kımız bu kutlamaların temel unsurudur. Topluca müzikler söylenir. Yemekler yenir. Yaşlar, yeşilliklere göre hesaplanır. Yeşil, bahar demektir. 54 yaşındaki bir kişi “54 yeşil gördüm.” der. “Yaş” sözü, bu yeşilden gelmektedir.

Yas: Ölünün arkasından büyük törenler yapılır, hemen gömülmezdi. Ziyafetler verilir; ağıtçılar çağrılıp, ağıt yaktırılırdı. Ateşin, öleni günahlarından temizleyeceğine ve ruhunun Allah’a daha çabuk ulaşacağına inanıldığı için, ölüler yakılmakta idi. 630’lardan sonra gömülmeye başlandı. Ölü, eşyaları ile gömülürdü. Atı boğazlanarak aşı verilirdi. Buna “yuğ töreni” denirdi.

(20)

F) Din, Düşünce, Ahlâk

Bozkır insanının gözünde dipsiz, derin, ulaşılmaz gök ve uçsuz bucaksız yer ayrı bir değer, bir kutsiyet kazanmıştır. Gökteki cisimler, yerdeki dağlar ve sular onun dünyasında saygı gören şeylerdir. Ancak, bunların hiç birisi “ilah” değildir. İlah, yücelerden yücedir, kimse bilmez nicedir. O, “Tengri teg Tengri” yani, kendine benzer Tanrı’dır. Her şey onun dilemesi ile olur. Yeri, göğü ve ikisi arasındakileri yaratan odur. O ölümsüz, ebedî varlıktır. Mükâfat ve ceza veren de, verecek olan da odur.

Türk düşüncesine gelince: Bozkır Kültürü’nün temeli at (maddî imkân) ve demir (itisadî unsur) olmakla beraber, atın ve demirin her bulunduğu yerde böyle bir kültür meydana gelmez gelmemiştir de... İnsan unsuru bunda etkili olur.

Kafesoğlu’ndan aynen alalım: “Türklere, at iki imkân sağlamıştır: Biri, at üstünde insanın kendisini başkalarından daha üstün hissetmesi; ikincisi, atın hızı sebebiyle, kısa zamanda istenilen yere ulaşabilme ve hükmetme arzusunun gerçekleşmesi… Hükmetme isteği her insanda, her toplumda iç-güdü olarak bulunur ve ellerine fırsat geçer geçmez, başkalarını kullanmaya yönelir. Türk’ün başkalarından farkı işte burada ortaya çıkar: Onlarda “Beylik gururu” vardır; zira beyliğini Tanrı vermiştir. Cihan devleti anlayışının gereği olarak, asıl özelliği, karşılık beklemeden koruyucu olmaktır. Bunun temeli ise, idare altına alınan insanları sevmektir. Sevgiden doğan bu koruyuculuk, adalet, hürriyet ve eşitlik düşüncesini getirmiştir. Türk töresinin temeli işte budur...”

“Türk düşüncesine kısaca: Beylik duygusu + insan sevgisi + gerçek hayat, diyebiliriz. Türk milletinin ahlâkı bu üç unsurla şekillenmiş, ahlâkını cesareti ile birleştirmiş yiğit kişilere “alp” denmiştir. Alpliğin devamını sağlayan eski Türk topluluğunda debdebeye, gösterişe ve maddiyata değer verilmez; yalancılıktan nefret edilir. Devletlerarası andlaşmalarda bile sadece söz verilmekle yetinilirdi. Türklerde “söz namustur”. Türkler, aynı zamanda “utangaç” bir millettir. Rahat döşekte ölmek, esir düşmek, kadınların düşman eline geçmesi, şatafat, böbürlenmek, övünmek, övülmek, verdiği sözü yerine getirememek, yalan söylemek, başkalarını aldatmak büyük utanç kaynağıdır. Bu durumlara düşmemek için büyük gayret sarf edilirdi. Böyle gerçekçi ve nizamcı bir kültür sahiplerinin, hayale dalması, endişeye düşmesi, metafizik konulara yakınlık duyması mümkün değildir. Onlar gerçek hayatın içindedir, tatbik edilebilir, insanî bir dünya görüşleri vardır. Millet sevgisini, Allah korkusunu ve doğruluğu ahlak edinmiş idarecilere sahiptir. Çin’i, Ön Asya’yı, Arap dünyasını, Orta Avrupa’yı, Bizans’ı, Akdeniz çevresini, asırlarca idaresi altında tutan bu kültürdür.”

(21)

İ S L A M T A R İ H İ

PEYGAMBERİMİZİN HAYATI – M E K K E D E V R İ Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği

Peygamberimiz 20 Nisan (12 Rebiulevvel) 571, Pazartesi günü Mekke'de doğdu. Soyu Hz. İbrahim’e uzanır. Ataları şöyledir: Hz. Muhammed, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdümenâf, Kusayy, Kilâb, Mürre, Ka'b, Lüeyy, Gâlib, Fihr (Kureyş), Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizâr, Me'ad, Adnan.

Peygamberimizin annesi Âmine, Kureyş Kabilesi’nin Zühreoğulları kolunun reisi Vehb’in kızıdır.

Mekke'nin ağır havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı olduğu için onları şehir dışında bir sütanneye verirlerdi. Peygamberimizin sütannesi Halime Hatun’dur. O, sütannesinin yanında, aralıklarla, beş sene kaldı. Orada iken göğsü, iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkartılarak Zemzem'le yıkanıp, tekrar yerine konmuştur.

Doğumundan iki ay önce babası Abdullah’ı kaybeden Peygamberimiz, altı yaşında iken de annesini kaybetti. Hz. Âmine, Medine'deki akrabalarını görmeye gitmişti. Bu vesile ile Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Mekke'ye dönerken rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.

Hz. Peygamber sekiz yaşında iken dedesi öldü. Vefatından önce torununu, oğlu Ebu Talib'e teslim etmişti. Peygamberimiz, 25 yaşına kadar amcası ile kalmıştır.

Ailesi kalabalık olan Ebu Tâlib'e yardımcı olmak için Peygamberimiz çobanlık da yapmıştır. Böylece tabiatla iç içe olmuş, bu anlarda düşünme ve anlama gücü gelişmiş, her şeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığını ve birliğini kavramıştır.

Peygamberimiz 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. Ondan, dördü kız, ikisi erkek altı çocuğu oldu. Kızları, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’dır. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah’dır. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in erkek çocukları küçük yaşlarda vefat etmişlerdir.

Dürüst, doğru sözlü ve âdil oluşu, herkese elinden gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun elinden tutması, yakınları ile ilgilenmesi, ahlâkî olgunluğu, Peygamberimizi çevrede herkesin güvendiği, sayıp, sevdiği bir kişi hâline getirmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emin” yani “güvenilir kişi" demişlerdir. Kâbe tamir edilirken Haceru'l-Esved'in yerine konması meselesinde baş gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.

Hz. Peygamber, bazen Mekke'den uzaklaşır, Hıra mağarasında günlerini geçirirdi. Orada, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü, O'nun gücü karşısında yaratılmışların zayıflığını düşünürdü.

Peygamber Efendimiz hayatı boyunca puta tapmamış, putlar adına kurban kesmemiş, kesilen hayvanların etinden yememiş, onlar adına yemin etmemiştir.

Peygamberliği ve Mekke Dönemi

Peygamberimiz 40 yaşında iken Hıra mağarasında Cebrail (AS), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş ayetini getirdi. Artık Allah'ın Resulü, insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine aile ve akrabalarını davet ederek başladı. Sonra yakın arkadaşlarını çağırdı. O’na ilk önce eşi Hz. Hatice, Hz. Ebûbekir, Hz. Ali ve evlatlığı Hz. Zeyd iman etti. Ardından Hz. Ebûbekir’in aracılığı ile Hz. Osman, Hz. Zübeyr Hz. Abdurrahman, Hz. Talha, Hz. Saad, Hz. Ebu Ubeyde, Hz. Said gibi büyük şahsiyetler Müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli yaptı. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davasına balta vurulmaması açısından böyle yapmıştı

Ek bilgi: Vahiy nedir? Allahu Teâlâ’nın, yapılması ve duyurulması gereken hususları peygamberine bildirmesidir. Bu işle görevli melek Cebrail (AS)’dir.

Hz. Peygamber sağlam bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibaren İslâm'ı açık anlatmaya başladı. Müşrikler korunmasız Müslümanlara insafsızca eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında, isteyenlerin Habeşistan'a gidebileceklerine izin verilince, Müslümanlardan bazıları Habeşistan’a gittiler. İslâm'ın Mekke dışına taşınması, müşriklerin öfkesini artırdı. Ebu Cehil'in Hz. Peygamber'e sözlü ve fiili bir sataşması, Mekke’nin en güçlülerinden Hz. Hamza'nın Müslüman olmasını

Referensi

Dokumen terkait

 gedung yang yang berlaku berlaku untuk untuk bangunan bangunan gedung gedung pada pada umumnya dan yang khusus untuk bangunan gedung negara. umumnya dan yang khusus

Untuk menyimpan file yang sudah kita buat, bisa dilakukan dengan klik menu FILE  SAVE atau SAVE AS (bila mau menyimpan ulang file dengan nama baru) atau klik gambar  pada

Untuk keterampilan membaca Pondok Pesantren Darul Hikmah dan Pondok Pesantren Al Kamal menggunakan metode qiro’ah atau membaca teks Arab langsung untuk melatih

Parlindungan Manik Sp.JP(K) selaku Ketua Departemen dan Sekretaris Departemen Ilmu Penyakit Jantung dan Pembuluh Darah Fakultas Kedokteran Universitas Sumatera Utara/RSUP Haji

Tabel 8.1 Perubahan entropi semesta akibat proses alamiah Jenis ke tak terbalikkan Proses takterbalikkan Perubahan entropi sistem ( ) Perubahan entropi

Peraturan Bupati Kabupaten Kebumen Nomor 8 Tahun 2014 Tentang Anggaran Pendapatan dan Belanja Daerah Tahun Anggaran 2015 (Lembaran Daerah Kabupaten Kebumen Tahun

Selain upaya pelestarian dan sosialisasi yang sudah sering dilakukan, kiranya perlu juga dilakukan program internalisasi nilai-nilai budaya (dalam hal ini lukisan dinding gua)

 berdinding penuh dapat dibedakan menjadi kuat geser pratekuk dan kuat geser pasca tekuk yang dihasilkan dari aksi medan tarik. Aksiu medan tarik hanya terjadi pada..  balok