• Tidak ada hasil yang ditemukan

Necip Alsan - Eylem Ve Düşünce Açısından Çağımız

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Necip Alsan - Eylem Ve Düşünce Açısından Çağımız"

Copied!
167
0
0

Teks penuh

(1)

Necip Alsan, düşünce ve eylem açısın-dan cağımızı hazırlayan hareket ve akım-ları iki ciltlik büyük ve önemli bir eser ha-linde incelemiştir. Gene bu dizide çıkan

Çağımızı Hazırlayan Düşünce ilk cildiy-di bu eserin. Şimcildiy-di sunduğumuz bu ikinci cildinde, yazar, yirminci yüzyılda, daha da hızlanmış ve eylem halinde daha çok yo-ğunlaşmış tarihsel gelişmeleri ele alarak günümüzün ana sorunlarına ışık tutmak tadır.

(2)

N E C İ P A L S A N

EYLEM VE DÜŞÜNCE AÇISINDAN

Ç A Ğ I M I Z

20. YÜZYIL

V A R L I K Y A Y I N E V İ Ankara Caddesi, İstanbul

(3)
(4)

B Ü Y Ü K Ç A T I Ş M A BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ

I

Buğu gücünün uygulanması, getirdiği zincirleme so-nuçlarla, yeryüzünün dört köşesine henüz sokulmadan, elektrik ona yetişiyor; insanlığın geleceğine ışığı, gücü, taşmmasmdaki kolaylıklarla girmeye aday oluyordu. Ba-calardan kömür tozları dökülen endüstri bölgeleri, maden bölgelerine bağlı kalıyor; ağaçların, işçilerin solukları daralan kara kentlerde uygarlık, kömür uygarlığı adını alıyordu. Anarşist prens Kropotkin, elektrik getirecek akarsuyu, akkömür, kurtarıcı güç diye selâmlamış; kö-mürden yoksun isviçre, Kuzey italya, Skandinavya, Ka-nada, Japanyo'da endüstrinin genişlemesi umudu belir-mişti. Yirminci yüzyıl uygarlığı endüstriden, endüstri üre-tim gücünden, üreüre-tim gücü elektrikten ayrı olarak an-cak düş görenlerin düşünde varolabilecekti. Gerçekler, yirminci yüzyılı temsil eden ülkelerde üretim gücünün baş döndürücü artışlarını gösteriyordu. Endüstri üretimi 1899 yılı için 100 ile gösterilecek olursa bu, 1914'e dek 175,7'ye yükselmişti. Avrupa'dan, Birleşik Amerika'dan başka ülkelere gönderilen endüstri malları iki kat art-mıştı. 1890'dan 1913'e Almanya'da endüstri malları ihra-catından adam başma düşen kazanç, 53'den 125'e çık-mıştı. Yatırımlar Almanya'da 7 milyardan 44 milyara, Fransa'da 20'den 60'a, ingiltere'de 42'den 100'e yükselir-ken; Birleşik Amerika'da, 1899'da mal dolaşımına katıl-mış 48 milyar, 1914'de 114 milyarı aşkatıl-mış bulunuyordu, iyi yaşama koşulları beliren çevrelerde, ülkelerde doğum

(5)

C Ç A Ğ I M I Z ' ' oranı düşmekle birlikte, kişi başına tüketim artıyordu.

Nasıl oluyordu da iyi yaşama koşullarında doğum oranı düşerken kıtlıktan, hastalıklardan kırılan Hindistan'da lâtin Amerika'da, Çin'de insanlar artıyordu? Sorunu nes-nel gerçekler alanında çözmek durumunda olmayan Paul

Leroy-Beaulieu gibi yazarlar "eski inanç ve geleneklerden j çözülmek"ten, cinsel ahlâkın bozulmasıyla kadınların

ge-be kalmama çarelerini aramalarından yakınıp, bu görünü-şün iç yüzüne girmiyorlardı. Oysa Malthus, işçi kadın-ların çok doğurmasını da ahlâk bozukluğuyla yorumla-mıştı. Ahlâk bozukluğu hem doğum artmasının, hem de azalmasının nedeniyse; bunun tersi de doğruydu; ahlâk sağlığı doğumların hem azalmasının, hem de artmasının nedeni olmak gerekirdi. Freud'ün yüzyıl başında ileri sür-düğü (Die Traumdeutung, 1900) açıklamalar; uykuda gö-rülen dünlerin, doyurulmadan bilinç altına itilmiş cinsel isteklerle ilişkisini inceleyerek birtakım sinir bozuklukla-rının anlaşılıp iyileştirme yollarını göstermekle kalmıyor; bilinç altının bireysel davranışlârdaki önemini ortaya ko-yuyordu. Ve "Freudizm" sinir hastalıkları alanından, ge-nelleştirilerek topluma aktarıldığında; bilinç altlarıyla dav-ranan kişilerin toplu davranışlarında da bilinçli olmadık-ları Savunulacaktı ki, bu görüş, Hartmann'ın, Nietzsche'-nin bilinçsizlik teorilerine, XIX uncu yüzyıl metafizi-ğiyle invısyonalizmine uygundu. Toplumun nesnel yönü olan ekonomiyle ilişkisi kesilerek toplumsal olaya, birey-sel ruh tutumlarında açıklanma bulunması, en derin ger-çeği bilinç altında bulan pragmatizme uygun olduğu ka-dar, metafizik bir görüştü. Nesnel gerçekle ilişki kesi-lerek (metafizik), toplumsal olaylara bilinç altında açık-lama bulunması, Freud'u sinir hastalıkları alanından çı-kararak genişletme eğilimiyle pragmatizmi yan yana ge-tirecekti. Ne var ki, yirminci yüzyılın hızlanan yaşama ortamında (uygarlık ilerlemesi, yeni araçların bulunma-sı, üretim, taşıtlar, danslar, fiyat artışları, kazançlar, bi-linçlenme hızlanıyor) uzun etekler otobüslere,

metro-p—r—3" :

2 0 . Y Ü Z Y I L , 7 lara koşan kadınları sıkar ve bir parmak yukarı kalkarak

ayat bileklerini gösterecek biçimde kısalırken; rezalet bu, gelenekler elden gidiyor, ahlâk bozuldu sesleri yanın-da Freud; özellikle kadınlara yapılan baskılarla sinir hastaları ordusunun ilişkilerini göstermekle, yirminci yüzyıl; n başında özgürlük ve sağlık konusu bakımından ilgiyle karşılanan gözlemlerde bulunuyordu. Irkçı görüş-lerin ortamında (Kingsley, Dilke, Seeley, Kipling, Le Bon, Vacher de Lapogue, Bourget, Guillaume II) sarı tehlikeden, "sarı istilâ"dan söz ediliyordu. Ayrıca, boy az ırkın ulusları arasında üstünlük tartışmaları vardı. Kim üstünse yeryüzünün sahibi o olmalıydı; ayrı uluslarda kü-melenmiş ekonomik çıkarların sahipleri uluslarının, rakip uluslardan üstünlüğünü nasıl bırakırlardı emperyalist yarışmada? Vacher de Lapogue "emperyalist ve istilâcı" deyimlerini ırk üstünlüğünün nitelikleri, övünülecek ya-nı olarak kullaya-nıyordu. 1914'e doğru, silâhlı barış denen bir dönemde, ekonomik çıkarların bayrağı altında bir bir-leriyle dövüşecek halklara, çocuklara ırk nefreti eğitimi yapılarken Asya halklarının hızlı artışı da kuşkuyla iz-leniyor; Avrupalı kadından daha çok doğurması beklenir-ken o eteğini kısaltarak, sokaklarda gösteri, yürüyüş ya-parak, camları kırarak (1903; İngiltere'de siifrajet olay-ları) bağımsızlık, özgürlük, oy kullanmak istiyordu. Ar-tan üretimle kadınlara da iş alanı açılmasının nedeni, ah-lâk bozukluğu muydu? İstatistik göstergelere göre, do-ğum oranı azalırken, kişi başma diişsn tüketim Avrupa'da artıyordu. Tüketim bir anlamıyla harcama (israf) de-mekti. Hıristiyan olmakta direnen Roma'nın son günle-riyle, dinsel inançları gevşeyen Avrupa arasında yozlaş-ma benzerliği bulan Leroy-Beaulieu, beyaz ulusların için-de bulunduğu tehlikeyi kendi açısından belirtiyordu. Işık-lı kentlerde gece yaşayışı zenginlerden orta ha'lilere doğ-ru genişleme yolu bulmuş; sinema çıkmış, eğlence, sr>or artmıştı. 1899'da 1,5 milyon ton şeker yiyen Avrupa. 1913, de 6 milyon ton tüketiyordu. Tatlı bir çağdı yirminci

(6)

yüz-8 Ç A Ğ I M I Z

yılın başı (La Belle epoque), bu tüketime katılabilenlere operetleri, çalgılı kahveleriyle.

Adı, kurucularından bulunduğu bir sömürgeye (Ro-dezya) verilmiş olan Cecil Rhodes 1895'de, "Hep söylerim demişti, imparatorluk bir mide işidir; iç savaştan kur-tulmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız." Ve Alman sosyalistlerinden Bernstein, emperyalist dev-letler arasında şerefli bir yeri olmasını diliyordu Alman-ya'nın. "Başka bir halkı boyunduruk altında tutarak ya-şayan bir halk özgür değildir" diyen Marx yanılıyordu Bernstein'e göre. Kapitalizmde en ileri geçmiş emperya-list toplumlarda işçinin durumu ağırlaşmamış, düzelmiş-ti. Sosyalizm varsayımlarını gözden geçiren kitabında

(Voraussetzungen des Sozialismus, 1899) Bernstein, Kant'a ve kısıtlı olarak Saint-Simon'a dönerek Marx'ın düşüncesini sosyalizmden ayıklıyordu (revisionisme). Kırk yıl önce (1855), Engels'in gördüğü bir olaydan Bernstein başka sonuçlar çıkarıyordu; Engels İngiliz iş-çisinin yaşama düzeyinde görülen yükselmeyi emperyalist gelişmenin sağladığını belirtmişti. Yeryüzünün sömüren ve sömürülen uluslar olarak bölünmesi ne gibi yemişler verecekti? İngiliz işçisinin yaşama düzeyinde emperya-list gelişmeyle sağlanan yükseliş dolayısiyle düşüncele-rini temelden değiştirme gereğini ne Marx, ne de Engels duymuştu ki; onların, kapitalist gelişmenin sonuçlan üze-rine olan görüşlerinin, emperyalizmin ayakta olduğu Tat-lı Çağ (Belle epoque) döneminde derhal gerçeklenmedi-ğini gören Bernstein, Marx'ın yanıldığı kanısını edin-mişti. Ve yanılgı temeldendi; çünkü doğru bir görüşe en-gel olan diyalektikti. "Marksizmin ayak bağı, gerçekleri doğru görmesine engel olan sakat yönü, diyalektiktir" di-yordu Bernstein. Doğru düşünmeden sapmış olmakla, felsefe zincirinin büyük halkalarından Hegel'i de kopa-rınca geride büyük halka olarak Kant kalıyor ve Bernstein ona dönerek sosyalist düşüncenin felsefesini Kant'ta arı-yordu. Kesin ahlâk buyruklarıyla her türlü eşitsizliği,

sö-T f sö-T "

«• i

2 0 . Y Ü Z Y I L 107 mürücülüğü Kant ahlâksızlık sayarken Bernstein, Alman

sömürgeciliğinin Alman işçisinin durumuna getireceği iyileştirmeleri sosyalizm olarak görüyordu. Kant ahlâk-la bilimi, özgürlük aahlâk-lanıyahlâk-la, zoranluk aahlâk-lanını birbirinden ayırmıştı. Kant'ın düşüncesinde bu alanlar arasında ikili ilişki kurulmadığına ve diyalektiği Bernstein de reddet-tiğine göre revizyonist sosyalizm, ahlâk açısından en iyi dileklerde bulunmakta özgür ve zorunluk acısından, bek-le-gör durumunda bulunuyordu ki Bernstein, sosyalizmi sömürgeciliğin getireceği kazançlarda bekliyor ve onu bir sosyalist olarak destekliyordu.

Kautsky, Bernstein'a karşıydı (Bernstein und das sozialdemokratishe Programm, ein Antikritik, 1899). Kautsky, Bernstein'm revizyonist sosyalizmine karşı re-, formist sosyalizmle çıkıyordu. Revizyonizmre-, diyalekti-ğin inkârına varmıştı. Kautsky ile onun tutumunda olan-lar da (ortodoks diye de anılmışolan-lardı), Marx ile Engels'i birer dogma gibi alıyorlardı. Diyalektik düşünce ve onun sözleri, gerçeğin yansıması olarak değil de, filânca demiş yada dememiş diye eğri yada doğruysa; bir gerçek Marx dedi yada demedi diye doğru yada eğri bilinecekse bu dogmatizm değil mivdi? Dogmatizm, diyalektik düşün-ceyle bağdaşmayacağına göre, diyalektiğin dogmatik yol-dan kabulü, diyalektiğin inkârıydı. Revizyonist sosya-lizme karşı Kautsky'nin ortodoks sosyalizmi, bekls-gör tutumunda, reformizm olarak revizyonizmle birleşiyordu. Bernstein, kapitalizmin sonu üzerinde Marx'm yanıldığı-nı söylerken, Kautsky'nin M?.rx söyledi, sosyalizm ergeç olacak diye bilincin olaylar üzerindeki etkisini küçümse-yip dönüşmeyi mekanik bir oluş gibi görmesi, sonuç ola-4 ? rak diyalektiğin inkârıydı.

Metafizik düşüncenin mantığı surî ve mekanikti; çünkü düşünme ve uygulama biçiminde (metotta) tutu-lan yol. felsefî düşünceye bağlıydı. Bir felsefeye daya-narak tutulan yol, bir dogma olarak ele alındığında; felsefî düşünce, ortodoksluğun yaptığı gibi küçümsenecekti ki,

(7)

r

10 Ç A Ğ I M I Z tutulan yol, dogma değerini alsın, işte ortodoks sosya-lizm diyalektik felsefeyi umursamamakla, diyalektik yön-temi, diyalektik düşünceden kesiyor; onu özünden yoksun bir biçime sokarak surî kılıyordu. Felsefeyi, felsefî dü-şünceyi küçümsemişti Kautsky. Oysa diyalektik mantık özü gereğince ne surî ne de mekanik olabilirdi. Sosya-list düşüncede diyalektiğin reddi; madde-düşünce karşı-lıklı etkisinin inkârı olarak kaba çizgileriyle, ya biri öte-kinden bağımsız kılınarak yeni kantçılıkta; yada biri ötekine egemen olarak volontarizm, yada mekanizmde son bulacaktı ki; Bernstein, insanların şöyle yada böyle dav-ranışında, yani ahlâk alanında maddenin, zorunluğun ye-ri yoktur; orada salt insan dileği egemendir diyor; Kautsky sosyalizmin ergeç olacağını savunuyordu. Ken-di kenKen-dine, yani mekanik oluş da iki türlü olabilirKen-di: ya Kautsky'nin görüşü gibi ağır, ağır (reformizm); yada kapitalizmin ergeç çökmesiyle kendiliğinden, fakat bir-den, kıyamet koparcasına (spontaneisme, kıyamet teori-si). Bu görüşün önemli temsilcisi de Kari Liebknecht ve Rosa Luxepıbourg'du.

Herzen, hegelcilikten sonra Feuerbach maddeciliğine, ondan sonra Marx'a eğilim göstermiş; ancak 1848 ayak-lanmalarının başarısızlığı karşıs'nda, Batı'da bundan böyle devrim olamayacağı, kapitalizmin bütün toplum sınıfları-nı yozlaştırdığı kasınıfları-nısına varmıştı. Artık diye düşünüyor-du Herzen, sosyal bir devrim, kapitalizmin bulaşmadığı Rusya'da olabilir. 1861'den önce serf olan Rus köylüsü-nün elinde hâlâ birlikte kullanıp yararlanabildiği "mir" denen köy varlıkları vardı ki; Herzen'e göre, bu çeşit ya-rarlanmanın köylerde genelleşt;ri!mssiyle kurulacak halk-çı (popülist) bir toplum, kapitalizm Rusya'ya yerleşip geleneksel köy ekonomisini, mirleri yozlaştırıp çöktürme-den, köylülerin kendilerini ezen soylulara karşı ayaklan-malarıyla kurulabilirdi. 1860 sıralarında Çernişevski, endüstriden çok tarımı gözeten Fourier sosyalizmiyle po-pülizmi bağdaştırıyordu ki, Aleksandr II serfliği

(8)

kaldır-12 Ç A Ğ I M I Z

devrimci sosyalistlerce benimsenmiş olduğundan, kapi-talizmin gelişmesi mi, gelişmemesi mi devrim doğurur tartışması yapılıyordu. Bu tartışma, sosyalizmin, kapi-talizm dışında mı, yoksa ona karşı mı doğacağı konusunu da kapsıyordu ki, devrimci sosyalistler, dışında olacağı-nı savunuyorlardı. Plehanov, kapitalist gelişmenin sosya-lizme basamak olduğunu; Vorontsov basamağın Batı kar-şısında geri kalmış bir ülkede olmayacağını söylüyor; ve yabancı kapitalin geri kalmış ülkelerle olan ilişkilerinde o ülkelerin kapitalizm dışında kalıp kalamayacağı soru-suyla; onlarda sosyalizmin, yabancı kapitalin ilgisizliği önünde mi, yoksa ona karşı olarak mı olabileceği soru-su doğmuş bulunuyordu.

Yirmi yaşında bir üniversiteli olarak başkentte sına-vını geçirmeye gelen Vladimir İliç Ulyanov (Lenin adını sonradan alıyor), popülistlerle Plehanov'cuların tartış-malarını izliyor; 1899'da popülistlere karşı yayınladığı bir incelemede, kapitalizmin Rusya'da artık tarım alanı-nı bile etkileyecek ölçüde gelişmekte olduğunu yazıyor-du. Fakat Lenin, yalnız devrimci sosyalistlere (popülist-ler) karşı değil, Plehanov'a da karşı olacak bir tutum ve düşünceyi belirtmekteydi. Şöyle ki Plehanov, ortodoks-luk, mekanizm ve reformizme düşmüştü. Devrimci sos-yalistlerin kapitalizmi önlemek ve sosyalizmi köy toplu-munda kurmak çelişmelerine karşılık; Plehanov, sosya-lizm kapitasosya-lizmin aşılmasıdır, diye, bir sosyalist olarak kapitalizme yardımcı olmak çelişmesine düşmüştü. Le-nin'e göre sosyalizm bir geriye dönüş olmayıp en ileri üretim tekniğiyle endüstrileşmeyi amaç bileceğinden, po-pülizmin köy ekonomisini amaç bilmesi yerinde olmadığı gibi, Plehanov'un endüstri gelişmesini dilerken köy ve köylü konusunu ihmal etmesi de yerinde değildi. Rusya kapitalist alanda ilerlemekle birlikte halkının çoğunluğu köylüydü. Sertlik kaldırılmış, köylü toprağa kavuşma-mıştı; soylular sertliğin kalkmasından tedirgindiler; ka-pitalist gelişme devlet yatırımlarını hızlandırdığı ve o da

2 0 . Y Ü Z Y I L 13 vergileri artırdığından pahalılık daha ezici olmuş,

kent-lerde yaşama güçleşmişti; iş günü on bir buçuk saatin üstündeydi; soylular, Batı biçimi liberalizm isteyenler, aylıklılar, köylüler, işçiler tedirgindi; yirminci yüzyılın başında küçük değişikliklerden köklü değişikliklere dek bir şeyler olması bekleniyordu. 1902'de popülistler, dev-rimci sosyalist partiyi kurmuşlardı. Lenin ile Plehanov'un sosyal demokrat partisi de 19D3'te ikiye bölünmüştü. Ple-hanov'a göre ilkel kapitalizme girmiş Rusya'da, önce ka-pitalizm ile onun gerekli kıldığı liberal düzen gelişmeliy-di ki, bundan sonra ergeç sosyalizm olacaktı. Lenin öyle düşünmüyordu. Sosyal demokrat partinin, liberalleri de kucaklayacak ölçüde büyük gövdeli olup olmaması tartı-şılıyordu ki, Lenin liberallerle değil, köylülerle, popülizme düşülmeden işbirliği edilmesini öneriyor; onlara önderlik edebilecek ne yaptığını bilir derli toplu bir partinin kü-çük de olsa, büyük gövdeli fakat disiplinsiz, dağınık amaç-lı bir partiden yeğ olduğunu savunuyordu. Tarımın sos-yalleştirilmesiyle, en yeni üretim araçlarıyla donatılması birbirini bütünleyerek toplumun endüstrileşmesine bağlı olduğundan, aradaki sürede toprağın, işleyenlere verilme-si, köylüyü işbirliğine çekecekti. Parti çoğunluğu Lenin'e katılmıştı ki, Troçki, Avrupalı sosyalist bir devletin yar-dımı olmadan Rusya'da sosyalizm yaşamaz diyordu 1905" te. O yıl Rusya karışmıştı. Devrim Avrupa'ya sıçramalı, orada sosyalizm kurulmadan ardı arkası kesilmemelidir diyordu Troçki; çünkü diyordu, torpak sahibi tarımın sosyalleştirilmesine karşı geleceğinden, topraklandırılmış köylüyle işbirliği geçici olacak ve büyük çoğunluğun di-retmesi karşısında Rus sosyalizmi, Avrupalı, yani işçisi çok, endüstrisi ileri bir toplumda sosyalizm kökleşmeden önce yaşamayacaktır.

Liberallerin, anarşistlerin, sosyalistlerin, devrimci sosyalistlerin, nihilistlerin tutumlarından, kaynaşmala-rından bakanlarının raporlarıyla bilgi edinen Nikola II, "Küçük, muzaffer bir Bavaş, devrimi önler" düşüncesinde

(9)

I ~ ~

-14 Ç A Ğ I M I Z bulunmuş; ama ulusal onur devrimi unutacak yerde, ge-rekliliği üzerine dönmüştü. Küçük lokma görülen Japon-ya karşısında büyük yenilgilere uğranılıyor; sorumlu, çarlık yönetimi bulunuyordu. Port-Arthur'un teslim ol-masından yirmi gün sonra 135.000 imzalı bir dilekçeyle (22 mart 1905; toprak reformu, grev hakkı, ulusal bir meclisin toplanması isteniyor) yürüyüşe geçenler yaylım ateşle karşılanıyor; tedirginliğin gelişmeden ezilmesi için bu yürüyüşü çarlık yönetimi bir tuzak olarak kendisi ha-zırlamış bulunuyordu ki, gerek sertlik, gerek yenilgilerin birbirini kovalaması, gösterilerin, sokak çarpışmalarının, grevlerin birbirini kovalamasıyla atbaşı gidiyor; 3 mart 1905'te Nikola II, ulusun güvenini taşıyan kişileri göre-ve çağırıyor; onlarla işbirliği olunacağını açıklıyordu. An-cak toplanaAn-cak meclisin ne türlü bir seçimle kurulacağı, ne gibi düzenlemelerde işbirliği olunacağı belirtilmemiş-ti. Kötü giden savaştan ulusal onuru kırmayacak bir so-nuç beklenerek, bozguna dönüşecek ileri atılmalara girişi-lirken; işçileri, köylüleri, onlara katılan askerleri "sov-yet" adı altında toplayan kuruluşlar, grevlerle sosyalist-ler, genel tedirginliğe istedikleri yönü vermeye çalışıyor-lardı. Bundan sonra, tezelden yapılan barışla, cepheden getirilen birlikler çarlığı güçlendirmiş; 30 ekim 1905'in sıkışık günlerinde "halkın bütün sınıflarmca" seçilecek meclis üzerine yapılan vaadler geri alınmıştı. Gerçi böy-le bir meclis olacaktı ama, bir anayasa yapması ona bıra-kılmıyor; çarlık duruma egemen olduktan sonra "temel yasalar" adı altında çıkarılan buyruklarla, meclisin gö-revleri hiçe iniyordu. Ne var ki, soylular, liberaller, grev, toprak dağıtımı, işgücünün kısaltılması dileklerinden" go-cunmuş; otokrasinin kendini toplamasına yardımcı ol-muşlardı. "Otokrasiyi, ilkelerini hiç değiştirmeden, mer-hum pederim gibi koruyacağım" demişti Nikola II tahta geldiği günlerde, daha gençken.

II III ^ . . - —

20. Y Ü Z Y I L

»

n

Eski fiziğin enerjiyi, durmadan akan bir su gibi dü-şünmesine (süreklilik) karşılık, Planck'ın ona tanecikli

(quantum'lar) bir yapı vermesi (süreksizlik), fizikçileri x yeniden ikiye ayırıyordu ki, bu anlaşmazlık; gerçek bi-linemez diyenlerle, gerçek kimine göre öyle, kimine göre böyle, o, nesnel değildir diyenlerin düşünüşlerini güçlen-direbileceği gibi, bilim iflâs etti diyenleri sevindiriyordu. Fiziğin tartıştığı, fakat henüz alamadığı alanda meta-fizik bayraklar dalgalanıyordu. Ne var ki 1905 yılı, fizi-ğin en başarılı yıllarından biri olacaktı. Metafizik görüş-lerin enerjiyle maddeyi birbirinden ayırıp soyutlaştırma-larına karşılık, enerjinin de maddesel yapı gibi tanecikli bir yapıya sahip oluşu, yapı eşliğinde onları birleştiriyor-du. Oysa enerjinin yapısı, durmadan akan su kibi sürekli ve maddenin yapısı süreksizse; enerji süreksizin dışında sürekli olarak ondan bağımsızdı. Eski fiziğin bu bağım-sızlığa yer vermesine karşılık, kuvanta fiziği buna yer vermiyordu. Gerçi Planck 1900'de, akkor durumuna geti-rilen cisimlerin ışınlanmasında görülen bir tuhaflığı, ışın- enerjilerin niceliğindeki süreksizliği, kuvanta teori-si, yani enerjinin süreksiz yapısıyla açıklamıştı ama, bir olayın açıklanmasına karşılık, açıklanmayı da bir dene-yin onaylaması gerekirdi ki, teori bütünlensin. Einstein, ilk olarak Hertz'in gördüğü bir olayı hatırlıyordu. Elek-trik yükü boşalmasında Hertz, mor ötesi ışının etki-si bulunduğunu görmüştü. Fotoelektrik diye adlanan bu olayda ışm-enerji, elektrik-enerjiye dönüşmüş oluyordu. Enerjinin kılıktan kılığa girmesi bilinir olduğundan, bu açıdan olayda, alışılmışın ötesinde bir yenilik yoktu. Fa-kat başka bir açıdan, yepyeni ve çok ilginç bir durum var-dı. Fotoelektrik olaylarının incelenmesi gösteriyordu ki, birtakım tek renkli ışıklar çarptıkları birtakım

(10)

cisimler-16 Ç A Ğ I M I Z

den elektron koparmada, böylece elektrik boşalmasına yol açmaktadırlar. O halde diye düşünülebilirdi ilk ba-kışta, ışık arttıkça elektron salınması hızlanır; oysa Le-nard'ın denemeleri vermiyordu bu sonucu. Bir süreksiz-lik, kesinti vardı olayda. Ne denli güçlü olursa olsun kır-mızı ışığın fotoğraf kâğıdını etkilememesine karşılık ne denli az olsa mor ışığın etkilemeyi yapması gibi, fo-toelektrik olay da ışığın çoğalmasına değil, başka bir ne-dene bağlıydı. Rengin önemi vardı. Elektronların kop-ması olayında rengin cııemi demek, ışık dalgasının fre-kansı (renkler, belirli bir süredeki titreşimin sayısında birbirlerinden ayrıldıklarına göre) fotoelektrik olayın-da sorumlu demekti. Einstein şu ilişkiyi kuruyordu - elek-tronu koparan güç, ışığın bolluğunda değil, frekansında toplanmış olduğuna gere, elektronu belirli bir hızla iten ışın enerjisinin frekansı, belirli bir sınırı geçmeliydi ki fotoelektrik olayı doğsun. Deney gösteriyordu ki, foto-elektrik olayjnı doğuran ışık ne denli az da olsa, frekan-sı yüksekse, çarptığı cisimden elektron koparır Kopan elektronun aldığı hızla ölçülen enerjisi, onu koparan ışın ' enerjiyle matematik bir denklem (Einstein ilişkisi)

ku-ruyordu. Terazinin bir kefesine konan bir kilonun, en az kendisi kadar ağırlıkla yerinden kımıldadığı bilinir; ke-felerin denkleşmesiyle ikinci kefedeki ağırlık ölçüldüğü gibi, onun hacmi da ölçülmüşse, bu iki bilgiden yoğunlu-ğun da çıkarılabileceği düşünülsün, işte, harekete geçen elektronun enerjisi, onu harekete geçiren ışının enerjisi-ne denk olarak bu eenerjisi-nerji, frekansla bölününce (çünkü bu ışı gören ışın enerjisinin artımı, frekansının çoğalmasıyla orantılı), Planck'ın bulduğu değişmez sayı çıkıyordu. Bir elektronu yerinden oynatan ışın enerjisi, Planck değisme-zıyle frekansının çarpımına eşitti ki, işte bu bölünmez değişmez sayısıyla birimleşmiş, taneleşmiş olan enerjiye verilen ad kuvantum'du. Belirli renk ışığın frekansı bel-li olduğuna göre, onun Planck değişmeziyle çarpılması, o renk ışığın en küçük enerji birimini gösteriyordu ki,

2 0 . Y Ü Z Y I L 17

"photon" adı, ışık enerjisinin kuvantumlarına verilmişti. Işığın yapısı tanecikli miydi? Yüzyıllardan beri o tanecik ve dalga olarak ikili nitelikler göstermişti fizikçilere.

Eski fiziğin kesintisiz, sürekli bilerek maddeden so-yutlaştırdığı enerjiyi, tanecikli kılan kuvanta fiziğinin, maddeyle enerjiyi yapı birliğinde eşitleşmeye götürdüğü yeni bir fiziğin eşiğinde Einstein, yalnız kuvanta fiziği acısından değil, başka bir açıdan da yeni bir fiziği kur-manın çalışmalarına girmiş bulunuyordu 1905'de.

Nasıl oluyordu da, yeryüzünün gidiş yönüne salınan ışıkla, başka yöne gönderilen ışığın hızları değişik bulun-muyordu? Michelson-Morley denemesi beklenen sonucu vermiyordu. Kendi kendine yürüyen merdiveni koşarak çıkanla, durarak çıkanın yukarı kata aynı anda varmala-rı gibi şaşırtıcı bir sonuçtu bu; hızlavarmala-rı eşit miydi ki, biri koşarak, öbürü durarak; yürüyen merdiven üzerinde yu-karı kata aynı anda çıkmışlardı? Bu olamazdı. Fakat Michelson-Morley denemesi olumsuz sonucuyla,

beklenme-yenin, olmaması gerekenin sonucunu getiriyor; Einstein konunun çözümünü, fiziğin ta temellerinde arıyordu. Es-ki fizik, uzay ile zamanı soyutlaştırmış; hattâ Kant on-ları olayon-ları düşünme düzenine sokan ilk kalıplar olarak

görmüştü. Kant, uzayın nesnelliğini kaldırmak istemiş-tir diyordu Einstein. Acaba nesnelerden ayrılmış, soyut bir uzayın anlamı var mıydı? Yukarıda, aşağıda, ortada ne demekti? Uzay ile onda yerleşen nesneler birbirlerin-den ilişikleri (relation) kesildiğinde anlamları kalır mıy-dı? Bir trende gidiyorsunuz diyordu Einstein; bu öyle bir tren olsun ki, düz bir yol üzerinde hızı değişmeden git-sin Bir nesneyi elinizden bırakıyorsunuz; tren eşit hızla gittiğine göre, nesne yere düz bir çizgi çekerek inecektir. Şimdi camı açıyor, size gerekli olmayan nesneyi dışarı bı-rakıyorsunuz; hava etkisi bir yana, bir çalılığın üzerine bıraktığınız nesne, doğru bir çizgiyle çalılığın üzerine dü-şecektir. Fakat çalılığın hemen arkasında duran bir adam,

(11)

11 Ç A Ğ I M I Z

bıraktığınız nesnenin düz bir çizgiyle değil bir parabol (kat'ı mükâfi) çizerek düştüğünü görecektir. Şimdi so-rulabilir; nesne uzayda hangi noktalardan geçerek düştü? Yolcu doğru bir çizgi, çalılıktaki adam bir parabol gör-dü; cisim düşüşünde hangi çizginin noktalarından geçti? İki ucu yontulmuş bir kalem, karşılıklı iki kâğıt arasın-da hızla aşağı doğru çekilsin; kâğıtlararasın-dan biri duruyor-sa, kalem onun üzerinde düz bir çizgi çekecek; öbürü kaydırılıyorsa, onun üzerinde de kalemin çizgisi bir pa-rabol olacaktır! Çalılıkta duran adamın önünden tren geçiyor, trene bağlı kâğıt yürüdüğünden taşın izi para-bol olacak; fakat çalılığa bağlı kâğıt yerinde durduğun-dan yolcu taşın düşüşünü doğru bir çizgide izleyecektir. Trenin penceresinden bıraktığınız taş uzay içinde, hangi noktalardan geçerek, yani hangi çizgiyi izleyerek düştü? Şimdi nöyle karşılık veriyordu Einstein; salt bir uzay yoktur; koltuğunuzda oturmuş yolcu olarak, trene bağlı uzayda duruyor; çalıyla ilişkin (relatif) uzayda koşuyor-sunuz. Ve bu ilişkinlik sizin keyfinize, yada duygularımz-daki bir bozukluğa, değişmeye bağlı öznel (sübjektif) bir ilişkinlik değil, nesnel (objektif) bir ilişkidir (relation). Trenin penceresinden bırakılan cisim, trenin uzayında başka, çalılığın uzayında başka noktalardan geçti.

Zaman salt mı? Trenin içindeki adamla dışardaki adam tam karşı karşıya geldiklerinde iki şimşek çaktığı düşünülsün; dışardaki adam, iki şimşekten eşit ıızaklık-taysa şimşeklerin aynı zamanda çaktığını görecektir; oy-sa yolcu trenin başındaki şimşeğe doğru gittiği için iki şimşeği aynı zamanda görmeyecek. îki şimşek aynı za-manda mı, başka zamanlarda mı çaktılar? Duran adam sorguya çekildiğinde belki de şöyle diyecek: — O anda gözüm saattaydı; and içerek söylüyorum ki, iki şimşek elifi elifine saat tam sekizde çaktı! Oysa yolcu: — Ben de saata bakıyordum, ilk şimşek çaktığında saat daha se-kize gelmemişti diyecektir ki, her iki tanık da doğru söy-ledikleri gibi, saatleri de dosdoğrudur. Öyleyse şimşekler

2 0 . Y Ü Z Y I L 107

hangi zamanda çaktı ? Zaman, salt değildir diyordu Eins-tein. Trenle ilişkin zaman başka, duran adamın uzayıyla ilişkin zaman başka. Trenin zamanı, öndeki şimşeğe doğ-ru giderken kısaldı, başka bir deyimle yavaşladı (çünkü duran adamın saati, öndeki şimşeğin çaktığı anda sekizi gösterirken, yolcunun saati sekize gelmemişti daha).

Zaman ile uzay ilişkin (espace-temps) olduklarına göre uzaklık (distance) da salt olamaz. Trenin içindeki adamla dışındaki adamın bunu denemeye kalktıkları dü-şünülsün. Bir cedvel nasıl yapılır? Tahtası kesilip ha-zırlandıktan sonra, yapılmış cedvelle karşı karşıya geti-rilerek santimlere, milimetrelere bölünür. Yapılmakta olan otuz santimlik cedvelle, ona kalıphk eden cedvelin sı-fır yazılı noktasıyla otuz yazılı noktası karşı karşıya geti-rilir ve cedveller kımıldatılmadan (noktaların karşı kar-şıya geldiği anda) yeni cedvelin başına sıfır ve sonuna otuz yazılır. Usta bu işi yaparken, çırak cedvelleri oynat-madan tutamazsa, sıfır ile otuz yazılacak noktalar, kalıp cedvelin sıfır ile otuz yazılı noktalarıyla aynı anda karsı karşıya bulunmayacağından yeni cedvelin boyu, kalıp ced-vele uymayacak diye usta çok kızacaktır. İki uzunluğun yada uzaklığın eşit olmaları için, baş ve son noktalarının aynı zamanda karşı karşıya gelmeleri gerekir. îşte, du-ran cedvellerin aynı zamanda karşı karşıya gelen nokta-ları başka, kımıldayan cedvellerin aynı zamanda karşı karşıya gelen noktaları başkadır. Yolcu, vagonun pen-ceresini ölçerken cedvelin sıfır noktasını bir uca koyacak, sonra öbür ucun, aynı anda cedvelin hangi noktasına gel-diğini okuyarak pencere genişliğinin, diyelim 75 santim olduğunu görecektir. Oysa trenin dışındaki adam cedve-İinin sıfır ucuyla, okuduğu ucu aynı anda pencereye da-yadığında, 75 değil daha kısa bir boy bulacaktır. Çünkü tren yürümektedir. Vagonun içinden alman ölçünün (bu ölçmede pencere duruyor) uzay-zamanı başka, duran adamın ölçüsünün (bu ölçmede pencere yürüyor)

(12)

uzay-20 Ç A Ğ I M I Z

*

zamanı başka olup, boyu kısalmıştır trenin yürüdüğü yönde.

Uzay, zaman, uzaklık salt değilmişler, birbirlerine iliş-kinmişler (relatif), ne çıkardı bundan? Tren penceresini içerden ölçen yolcuyla; yolcunun elindeki cedvelin sıfı-rıyla kendi elindeki cedvelin sıfırını karşı karşıya getire-bildiği halde, aynı anda 75'i, 75'e karşı getiremeyecek olan dışardaki tuhaf adamın, yürüyen bir pencerenin bo-yunu, durduğu yerden ölçmekten ne beklediği vardı? Du-ran pencerenin ölçüsünü almakta, ona bir perde yaptır-mak gibi, günlük yaşayışımızla ilgili bir anlam buluna-bilirdi. Ne var ki, 1905 yılında uzayda, daha doğrusu uzay-zamanda uçan cisimlerin, fizik tartışmalardan, günlük yaşayışımıza geçeceği yüzyıla girilmiş bulunuyordu. Öy-le ki, 1900'da bilinen göğün haritası bir metre kareye sı-ğarken, elli yıl sonra tarama alanı bir milyar ışık yılı ça-pma çıkacak teleskoplarla bilinen göğün haritası, o eski haritanın ölçüsünde yapılacak olsa, yeryüzünü kaplamak-la kalmayacak ona sığmayacaktı. Herschell (1738-1822) yeryüzüyle güneşinin içinde bulunduğu yıldızlar kümesi-nin (galaksi) boyunu altı bin ışık yılı olarak düşünmüştü ki, bu boy güçlü teleskoplarla yüz bin ışık yılına vararak düşünüleni aşmış; yeryüzünün içinde bulunduğu yıldızlar evreninin beş yüz milyon ışık yılı ötesinde milyonlarca başka galaksi bulunduğu Einstein'ın çağında görülür ol-muştu. Şimdi görülen neydi? Bir milyon ışık yılı (sa-niyedeki ışık hızı X yıldaki saniye sayısı X milyon - kilo-metre türünden, korkunç bir sıfır kalabalığıyla, yeni te-leskoplara göre yakın sayılabilecek bir uzaklık) uzakta şimdi görülen bir olay, bir milyon yıl önce olmuştu. Şim-di orada, teleskopunu yeryüzüne çeviren bir gözlemci varsa, yeryüzünün "şimdi"sini görmesi için bir milyon yıl teleskopunun başında kalması gerekti; o zaman da şimdi yeryüzünden oraya bakan gözlemci bir milyon yılın önce-sinde bulunacaktı. Salt zamanla, salt uzayın, bulunduğu yerden ayrı soyut şimdilerin, ışık hızı, ışık yılı ölçüleri

2 0 . Y Ü Z Y I L 21

içinde astronomide salt anlamları yokoluyor; gene ışık hızında, yada ona yakın hızlarıyla kütlelerinin, boylarının ilişkin bulunduğu tanecikler, fotonlar, elektronlar ala-nında (mikrofizik), eski fiziğin salt ve salt olduğu için soyut kavramları yerine, yeni bir fiziğin gerekliliği do-ğuyor ve Einstein bu gereklilikten geliyordu. Diyalektik ilişkisi gereğince, gerçeği kavramaktan yeteneksiz kalan düşünce, gerçeklerle yeniden düzenlenmeliydi ki, gerçeği kavramaya yeniden dönebilsin. Işık hıeına göre yavaş olan günlük yaşantımızın olayları içinde salt uzay, salt zaman ve salt şimdilerimiz, küçüklükleri dolayısiyle du-yularımıza çarpmayan yanlışlıklarla olayları kavramamı-za yetiyorsa da, galaksilerle atomlar evreninde büyüyen yanlışlıklar, zaman ile uzayın salt olup olmadıkları konu-sunda düşüncemizin yeniden düzenlenmesini gerektiriyor-du (1919'da yapılacak bir deney, görüntüleri güneşin ya-kınına düşen yıldızların görüldükleri yerde değil, rölati-vite fiziğine göre bulunmaları gereken yerde olduklarını gösterecekti). Salt değildir diyordu Einstein uzay ile za-man. Minkowski, uzay-zaman îlişkinliğinde zaman, üç bo-yutlu (buudlu) sanılan evrenin dördüncü boyutudur di-yordu.

Ünlenmiş bir hikâyeye göre, birtakım nedenlerle çıl-gınlaşmış bir sanatçı, eskiden çalıştığı operanın sahnesi altına gizlenmiş; görünmeden yaptığı işlerle, mistik, sır-lı olaylara eğilimi olanlarda, operada hayalet var ürper-tilerini uyandırmıştı. "Dördüncü boyut deyince, matema-tik düşünceden yoksun olanlarda doğan mismatema-tik ürperti, operadaki hayalet ürpertisinden ayrı değildir diyordu Einstein. Bununla birlikte uzay-zaman sahnesinin, içinde yaşadığımız olayları dört boyutla kapsamasından daha olağan bir şey yoktur." Minkowski, olayı, uzay-zaman içineıı değişme olarak tanımlıyordu; hiçbir olay yok-tur ki, matematik ilişkilerinde x, y, z ile gösterilen üç boyutla, t (temps) diye gösterilen zaman dışında olabil-sin. Matematik ilişkilerinde x, y, z, t boyutları

(13)

(dimen-13 Ç A Ğ I M I Z

sion) bir bütündürler (uzay-zaman). Eski fizik de ola-yın uzay ile zaman içinde geçtiğini biliyordu ama, ikisi-nin bağlılığını, bütünlüğünü değerlendirmemiş, birbirin-den ayrı sahneler olarak görmüştü; x, y, z, t ilişkisinde t'nin dördüncü üye olarak öbür üç üyeyle (üç boyut) bir-likte kurdukları matematik bütüne, olayı sahnesi olarak Minkowski'nin dört boyutlu evren demesi yerindedir di-yordu Einstein.

Penceresinin önünde oturan yolcu, vagon döşemesine ilişkin olarak koltuğunun durduğunu, demiryoluyla iliş-kin olarak da yürüdüğünü bilir. Yolcu hangi ilişiliş-kinliğe imtiyaz verirse durumun-u onunla açıklar; bir saat pen-cere oturdum demesi, imtiyazı vagon döşemesine; bir sa-atte dereler tepeler aştım demesi de imtiyazı demiryolu-na verdiğini gösterir. Evrende bu ilişkinliklerdcn birine özel bir üstünlük, bir imtiyaz verilmiş midir? Esîri ka-bul eden fizik böyle bir imtiyazı tanımıştır. Suya bir taş attınız; taşın suya vurduğu noktanın dalgalara özek

(merkez) olduğunu ve onların özekle ilişkinliğinde yayı-lıp uzaklaştığını görüyorsunuz. Kibrit çaktınız; esîr var-sayımına göre ona bir taş attınız ve esîr içinde elektro-manyetik bir dalga doğurdunuz. Eğer ışık dalgasının özeği, esîr içinde doğduğu yerde kalıyorsa, bu duran nok-ta, dayanılacak sağlam nokta olarak, imtiyazlı ilişkinliğe çivi olabilir. İşte bu imtiyazlı ilişkinliğe dayanılarak, Miclıelson-Marley denemesinden olumlu sonuç bekleni-yordu. Oysa Einstein ne esîr ne de esîrde duran nokta olarak bir çivi ve o çiviye dayanan imtiyazlı ilişkinlik var diyordu. Işığın esîr içinde kalmış bir başlama noktası yoktur; böyle duran bir nokta olmadığı için Michelson-Morley denemesi beklenen sonucu vermiyor; çünkü dene-yin gözlemcisi u2ay-zamanı salt, değişmez, imtiyazlı bir ilişkinliğe bağlayamıyor; bu deneme yalnız esîrin bulun-madığını değil, salt uzay, salt zaman bulunbulun-madığını da ortaya çıkarmıştır diyordu Einstein,

2 0 . Y Ü Z Y I L 107

in

Yayını 1902'den başlayan felsefe sözlüğünde Lalande, "Bir olay topluluğunu; usun kuramsal düzeninde eleştir-meden, yada o olayları doğa üstü bir düzenin belirtileri saymadan, yada değişmez, soyut kurallara bağlamadan, salt görüntüleriyle zaman ve uzay içinde incelemek" diye tanımlıyordu, "Phenomelogie" deyimini. Duyulara çarpan yönüyle "phenomene',' bir görüntü-olaydı. Fakat 1900'de Husserl (Logische Untersuchungen), düşünce üzerine yaptığı araştırmalarla, fenomenolojiye yeni bir anlam ge-tirmek üzereydi. Tatlı Çağ'm iki düşünürü, Bergson ile Husserl, yirminci yüzyıl düşüncesinin yeniden kurulması, çünkü yeniden bir düşünce bunalımına girildiği kanısm-daydılar. Neden? Türlü açıdan görülen bunalım, türlü açı-dan yorumlanıyordu. Avrupa'da ortaçağın sonunaçı-dan baş-layan ekonomik, politik, düşünsel gelişmeler kendilerine dayanak olarak usu bulmuşlardı. Başka yol yoktu, bütün kurumları, yasaları dine oturtulmuş bir düzenin değişti-rilmesi için. Bir örnek olarak, ödünç verme işlerinde faiz istemüıin doğru olup olmadığı düşünülebilir. Ödünç ve-rilen paranın çoğaltılarak geri istenmesini dinler, iyi göz-le görmemişgöz-lerdi. Oysa kapitalist ekonomide para, do-ğuran para olduğundan, ödünç veren, yani anaya sahip olan, yavruyu da istiyordu, öte yandan, çoğalan mal do-laşımının, artan kredi işlemlerine dayanması gerekti ki, faiz yasağı, Avrupa gelişmesine temelden engeldi, işte başka bir düzenin yapıtları olan yasalar, kurumlar orta-çağın sonundan başlayan Avrupa kentleri (burg'lar) eko-nomisine uymaz yasalar, kurumlar durumuna gelince, burjuvaziye (burglarda yaşayanlar) yarar yeni bir düze-nin gereği duyuluyordu ki; kurumları, yasaları dine da-yalı bir düzenin karşısında yenilikler, us adına isteniyor ve kapitalist gelişmeyle temellenen değişimin düşünsel

(14)

24 Ç A Ğ I M I Z çabası, çıkar yol olarak usa yöneliyordu (rönesans). Kut-sal buyruklarla us uyuşmadığında ne yapılabilirdi? Ay-rıca şu soru da kolay karşılanır gibi değildi; ne neye da-yanıyordu? Tarihsel gelişmelerinde kapitalizmle röne-sansın düşünsel yönü bağlı olduklarından, burjuvazi çıkar-larına uygun bulunmayan kurumlar, yasalar kutsal da ol-salar, usa uygun değildiler, gelişmeyi önleyici olarak, Av-rupa tarihinin bu döneminde. Gerçi Descartes usun, in-sana doğuştan verilmiş bir araç, evrensel, tanrısal ustan bir parça olduğunu söylemekle kutsal yasalarla kişisel us arasında bir bağdaştırmaya gidiyorsa da, kutsal yazıların çığırından çıkarılacak ölçüde geniş yorumlarına yol aça-cak bir tutum, Roma'da toplanan yüksek rütbeli rahiplerce çok tehlikeli bir tutum olarak görülmüş ve Descartes'ın zılarının "okunması, basılması, hattâ sözünün edilmesi" ya-saklanmıştı. Ama yeni ekonomik koşullarla ülkelerinin güç-lenmesini öngören Avrupa kırallıklarının yeni ekonomiyi sağlayan burjuvalarla işbirliği (aydın despotizm), Descar-tes usçuluğunu, yeni çağda Avrupa düşüncesinin başına ge-tiriyordu. Liberalizm usu, evrensel bağından da kurtarı-yor, onu bireyleştiriyordu. Kişiye yol gösteren, aldığı tat-lar, çıkarlarıydı ki, bunların neler olduğunu o, duyuların-da iz bırakan deneylerle öğreniyordu. Usun önünde de-ney vardı (empirisme). Aydın despotizmin koruyuculu-ğunda güçlendikten sonra, artık usun değil, çıkarların ön-derliğini açığa vurmakla İngiliz burjuvazisi liberalizme geçerken, gelişmeleri eşit olmayan Avrupa ülkelerinde, deneye yol gösteren us mudur, yoksa usa yol gösteren deney midir tartışmaları yapılıyordu. Liberalizm özgür-lük sağlamış mıydı? Kant ahlâksızlığın özgürözgür-lük sağla-yacağı düşüncesinde olmadığı gibi, deneylerin usa ancak zorunluk yolunu gösterdiğini; özgürlüğünse, salt usun deneyler üstü ahlâk buyruklarında bulunduğu kanısın-daydı. Temellerini Kant'm attığı Alman idealizmi, kaba empirizmin kaba maddecilikle sonuçlanan bir çıkarcılık ve bencillik olduğunu ortaya koymakla kalmıyor;

(15)

deney-29 Ç A Ğ I M I Z son. Us, bilimin aracı, onun yardımcısı. Eski metafizik-çiler salta, usla varamadılar; saltın, ilişkisi yok ki usla bilinsin. Bilimin ilerlemesi usu güçlendirir. Usun gücüne kanarak onu metafiziğe sokanlar sapıttılar. Oysa meta-fiziğin konusu, ilişkileri bilmek değil, saltı bilmektir ki, gerçek felsefe budur. Metafizik düşünce, soyutlaştıran, ilişkileri kesen, saltı salt olarak gören düşüncedir. Oysa us, ilişkileri gören araçtır. Metafiziğe usu sokmak, dikiş diken iğneden, kumaş kesmeyi beklemek gibidir ki, bir araçtan yaptığı işin tersini beklemekle başarıya gidilmez, işte diyordu Bergson, metafizik, salt gerçeğe götüren ken-di yolunu kenken-disi bulmalıdır.

insanda öyle bir güç bulunsun ki, o insanı ancak iliş-kileriyle varolabilen gerçeklere değil, fakat salt gerçeğe götürsün! Bergson böyle bir gücün insanda bulunduğunu, söylüyordu. Kuşku yok ki, böyle bir güç, ancak ilişkileri bilebilen, fakat saltı görmeyen ustan üstündü. Tatlı çağ-da büyük yankı yaratıyordu Bergson. Şöyle ki tutarlı ol-mayan, usa uygun değildi. ÇünV.ü us ancak ilişkini, tu-tarlı olanı kavrayabilirdi. Bir yanda liberalizm özgürlük-ten söz etsin; öbür yanda işçi dernek kuramasın, dernek-lerinin kararıyla işi bırakamasın, bu tutarlı bir gidiş de-ğildi ; Avrupa bir yanda insan hakları şampiyonluğu, öbür yanda sömürgecilik şampiyonluğu etsin, bu da tutarlı gi-diş değildi. Ama tutarlılığı isteyen kimdi? Ustu, düşün-cemizi tutarlı olmaya zorlayan. Eğer us, kendinden üs-tün bir gücün karşısında yeteneksizse, usa uygun olma-mak, hiç de korkulacak ölçü değildi. Ustan yüz bulama-yan emperyalizm, ondan üstün bir güçte "meşru" olmak umudunu beslemeyecek, ona kollarını açmayacak mıydı? "Emperyalizm umumiyetle mistisizm olarak ortaya çı-kıyor" diyecekti Bergson.

Hemen eklemeli ki, Bergson ne Nietzsche gibi doğru-dan emperyalizmin övücüsü olmuş, ne de William James gibi doğru düşünce bana yarayan düşünce (bilim) ve doğru davranış (adalet), çıkarımın yoludur demişü.

*

2 0 . Y Ü Z Y I L 107 Bergson mistisizme gençlik aşısı yapmakla, emperyalizme

yararlı olmuş; onun güçlülük çağında (Tatlı çağ) büyük yankıyla, ilgiyle karşılanmıştı. "Bilgimizin işleyişi, si-nematografiktir" diyordu Bergson. Sinema ne yapar? Hareketsizi, cansızı (fotoğrafları) yan yana dizerek bize, hareketi, canlıyı gösterir; gösterir ama, bu filmin gerçe-ğine salt olarak uygun değildir. Çünkü olay, gerçekte süreklilik içinde akıp giderken, sinema onu fotoğrafların süreksiz, durmuş anlarına böldü. Sinema gerçek üzerine bilgi verebilir, fakat gerçeği, olduğu gibi yansıtamaz. Ne-den; çünkü sinema gerçeğin süresini (duree) parçalamış-tır. Sinemanın fotoğrafları, sinema şeridi üzerinde bir-birlerine bağlı, birbir-birlerine ilişkindirler; oysa sinema-nın yansıtmak istediği gerçek, birbirine iliştirilmiş anlar-dan kurulu değildi; gerçekte yan yana dizilmiş süreksiz-ler yok, kesilmeyen bir süre (duree) vardır. Us da sine-ma gibidir; gerçek üzerine bilgi verebilir; fakat onu ol-duğu gibi yakalayamaz! Çünkü diyordu Bergson, us in-celeme yapar; inin-celemekse gerçeği bölmek, parçalamak-tır. Us böyle yaparak, gerçek üzerine bilgi edinir; onun parçaları arasında (parçalayan da kendisi) ilişkiler ku-rar. Fakat bu salt olan, parçası, ilişkisi olmayan bütün-gerçek, salt-gerçek bakımından çıkar yol mudur? Bu du-rumuyla us gerçeği tüm olarak kavrayamaz. Onu. yani gerçeği salt, yada saltı gerçek olarak kavramaya "sezgi -intuition" diyeceğim diyordu Bergson. Us, gerçek üzerine bilgi edinir; fakat onu salt olarak, onunla bir olarak, yani kendisi de tüm gerçek olarak onu bilemez, işte bi-lim; usun, bilgi edinmenin dar sınırında kalırken; saltın bilimi olan metafizik, saltı, sezgi gücüyle bilmektedir. Nasıl sinema gerçeğin kendisi değil, parçalanmışın ilişti-rilmesiyse, usun bilimi de odur. Ve filme alınan gerçeğin, başka bir deyimle, olayın salt kendisinin, parçalanmayan bir "süre" içinde geçtiğini, süreyi parçalayan sinemayla mı biliyoruz? Hayır, bunu gerçeğin kendisiyle biliyoruz. Nasıl sürenin varlığını sinemayla değil, gerçeğin

(16)

kendi-*

20 Ç A Ğ I M I Z siyle biliyorsak; nasıl gerçeği gerçekten bilmek onunla bir olmaksa; salt gerçekle bir olan salt gücümüzü, sezgi adını verdiğimiz o gücü kendimizde arayalım. Süre bizde de var. Hattâ süre, bilincimizin varlık koşulu. Bilincimiz geçmişimizi unutsaydı, kendimize "Ben" diyemezdik. Ken-dimizi geçmişimizle tanıyor, şu sırada varlığımızı biliyor, geleceğimizi düşünüyor ve şu kesilmeyen "süre"yle ken-dimizin bilincini ediniyoruz. Filim koptu mu, süre bozul-du, bilinç öldü demektir. Süre yaşanır diyordu Bergson; ama zaman düşünülür. Süre süreklidir; fakat us, o par-çalayıcı, o bölücü; süreyi zamana bölmüştür saat, ay, yıl diye. Einstein zamanı uzayla ilişkin buluyor; çünkü o düşünüyor, bilim yapıyor, us yolundan gidiyor (Bergson, Einstein'in çalışmalarıyla ilgilenerek Duree et simulta-neite'yi yayınlamıştı, 1922); ve işte us saltı bilemez, an-cak maddeseli düşünebilir. Niçin us, zamanı uzayla bağ-lamak zorunda kaldı ? Çünkü zaman, uzay kadar maddesel değildir. Madde dediğimiz nesne uzayda yerleşir; ne yer-/ siz madde, ne de maddesiz yer vardır. Zamana gelince;

kum, su saatından tutunuz da, en son saatlara dek hepsi zamanı, maddenin uzayda yer değiştirmesiyle ölçmüyor-lar mı? Ay aym, yıl yeryüzünün uzayda yer değiştirme-siyle ölçülüyor. İşte usun yapabildiği bu; o süreyi zama-na bölmekle kalmayıp üstelik maddeleştiri.yor onu. Oy-sa süreyi, bilincimizin derinliklerinde benliğimizle bir-likte duymamız, daha doğrusu sezmemiz için ne usa, ne uzaya, ne de maddeye bağlıyız diyordu Bergson. Görü-lüyor ki bilinç süreyi, kendisi süre olarak biliyor, işte sezişin gücü! Seziş diyordu Bergson, saltla salt olarak, gerçeğe gerçek olarak vardı.

Şimdi, kendini bildiği günden beri benliğinin kesil-meden sürüp geldiğini bilen biri, ben kırk yıldan beri salt gerçeğe varmışım da, meğer haberim yokmuş mu diye-cekti? (Bourgeois gentilhomme güldürüsünde mösyö Jourdain, söyleyişin ya nazım, yada nesir olduğunu öğre-nince, meğer ben kırk yıldan beri nesir yapıyormuşum da

20. Y Ü Z Y I L 107

haberim yokmuş der.) Andre Gide, bergsonizmi açıkla-yan bir kitap üzerine, ben de haberim olmadan çoktan beri Bergsoncuymuşum dedikten sonra, günlük başarısı-nı herkesi okşamaya borçlu, polıpohlayıcı (salt gerçeğe varılmasını ne bilgisizlik, ne alıklık önleyebiliyor) bir düşünceyi, güvensizlikle karşıladığını belirtiyordu.

Gövdemiz maddeyle yaşıyor diyordu Bergson. Bu ba-kımdan yaşantımız maddeye dönüktür. Hayvan yaşantı-sını içgüdüyle sağlıyor; öldürücü etkilerden içgüdüsüyle kaçarak, kendini yaşatanlara içgüdüsüyle gidiyor. Insan-daysa içgüdünün görevini us üzerine almıştır. Hayvan yaşamaz çevresine uyamazsa. Bu bakımdan içgüdü dışa, maddesel çevreye dönüktür, işte içgüdünün işini yapan us da maddesel çevreye dönük olup, o çevreye uya uya mad-desel nitelikler almıştır. Şöyle ki, maddeler uzayda yer tutarlar; ve yerler birbirinden ayrı olmakla maddeler bir-' birinden ayrılırlar; us da bu ayrılıktan ayırıcı, bölücü ni-teliğini alır ye süreyi uzayda zamana bölerek onun bölün-mez niteliğini gözden kaçırır. Eğer diyordu Bergson, iç-güdü dışa, maddeye dönük olarak, us olarak bilincini tıracağına; içimize kendimize dönük olarak bilincini art-tırsaydı ;* bilincimiz bilincimize dönerek sezişini güçlendi-recekti. Görülüyor ki seziş, içe dönük içgüdünün bilinci-ni arttırmasıdır. Elbette, maddeyi anlamaya yarar us, dışa dönük bilinç, ruhu anlamayacak. Ruh nedir? Önce şunu bilelim ki, us değildir diyordu Bergson. Ruh bilinç-tir; ama içe dönük bilinç. Ve neyin bilinci; içimizdeki sü-renin bilinci; yani bilince dönük bilinç, bilincin bilinci. Görülüyor ki, süre üzerinde bilinç edinilmekle bilinç; ken-di üzerine bilinçleniyor, işte seziş, işte salt gerçek! Sü-re yalnız kendimizde mi var? Bölücü usa başvurmadan sezişle söylenebilir ki, başkalarının bilincinde de süre ve süresinde bilinç (ruh) var. Bundan başka bir sonuca se-zişimiz varamaz. Çünkü sezgi, us gibi bölücü olmadığın-dan, süreyle bilinci ayıramaz birbirinden, içimizdeki sü-renin bilinç olduğunu usa başvurmadan bilen sezgi'dir.

(17)

30 Ç A Ğ I M I Z

Usun bölücülüğüne karşılık; sezgi, sevgi yaratıcıdır; çün-kü o bölmüyor, bağlıyor. Gövdelerimiz uzayda birbirin-den ayrılmıştır; fakat ruhlarımız süreklilikte bir. Uzay-la alış verişi oUzay-lan us; onunUzay-la süreyi zamana parçaUzay-layan gene us; fakat süreyi saltlığıyla sezen us değil sezgi! Sü-re olaylarda, başka bir deyimle, dışımızda da var. Bunu belirterek Bergson, sezişin içten dışa nasıl çıktığını da gösteriyordu. Seziş, ruhu doğrudan kavramakla, salt ger-çeği içimizde bulmuştur; seziş bunu, süreyi bularak yap-tı. Demek süre, salt gerçeğin anahtarı, öte yandan süre, bilincin kendi bilincine varışı. Hiç unutulmamalıdır ki, süre yalnız gerçeğin anahtarı değil, bilincin kendisidir içimizde. İşte süreyi dışarda bulmak, dışarda sezişe konu bulmaktır ki, ona "Slan vital, yaşansal atılış" diyeceğim diyordu Bergson. Bütün olayları, kımıldanışı doğuran ya-sansal atılış; içimizde bilinç, dışımızda olayların ruhu ola-rak, sezişin yakaladığı salt gerçektir ki; işte onda içimiz, dışımız, süremiz, gerçeğimiz, ruhumuz, sezişimiz bir ola-rak kaynamıştır. Görülüyor ki diyordu Bergson, sezgi yolu, saltın bilimi olan metafiziğe can verir; o usla değil, sezişle dirilecek. Ne var ki, us sezgiyi, bilim metafiziği geriletmiş, yollarını tıkamıştır.

Orta çağların sonuna dek, sosyal tedirginlikler, in-sanların, evrenin birliğini, kardeşliğini söyleyen mistik akımlarda dile gelirdi. Aşkıyla, şiiriyle doğudan batıya yüzlerce yıllık mistisizm, gönül gözünden Bergson'un sez-gisine gelmekte ne Bergson'dan yavan olmuş ne de söylen-medik söz bırakmıştı. Edebî gücü, kültürünün zenginli-ğiyle Bergson, mistisizmi yirminci yüzyılda ne durumda bulmuştu? Ortaçağlarda sosyal tedirginlik, mistisizmden güç aldıkça, medrese ve skolastiğin Aristo usçuluğundan güç alarak tehlikeli mistik akımlarla savaştığı görüldü. Ama rönesans ve sosyal tedirginlikler usa dönünce, çıkar-ları ters yönde olanlar mistisizme döndü. İşte Bergson, bu köşe kapmacayı sezerek, "Emperyalizm umumiyetle mistisizm olarak ortaya çıkıyor" diyordu. Bergson

em-2 0 . Y Ü Z Y I L 107

peryalizmi övmüyor, mistisizmi insanlığa yararlı bularak, "Yaygın bir mistik sezginin dünyaya getireceği hayat sa-deliği gerçeklen neşe ve sevinç olacaktır" diyordu. Ve yoksulların neşesi emperyalizmi neşelendirdiğinden, Tatlı Çağ mistisizmle Bergsoneuluğa büyük ilgi gösteriyordu.

Husseri, Avrupa'nın düşüncesiyle birlikte bir bunalı-ma gittiğini görüyordu. Barış içinde savaş oluyordu tatlı çağda. Emperyalist kümeleşmeler, durmadan silâhlanan Avrupa devletlerini çatışan çıkarları, barışı korumak için yapıldığı söylenen savaş andlaşmalarıyla barış içinden bağlayan öyle bir savaşa sokmuştu ki, barut fıçısına dö-nen Avrupa bir kıvılcımla tutuşabilir; tatlı çağ korkunç bir savaşta gözünü açabilirdi. Bergsonizm bakımından Batı uygarlığının bunalımı; Avrupa uygarlığının us, bi-lim, maddesel donatım yönünden gelişmesine kargılık, sez-gi, metafizik, ruh donatımmca cılız kalmasından ileri ge-liyordu. Bunalımın çözümü için kapitalizm öncc-si çağlara mı dönülecekti ? Emperyalizm açısından bir lokma, bir hır-ka felsefesi yoksulu uyuşturmak bakımından yararlı so-nuç verebilirse de, artan üretimin tüketim yeri bulması için yapılan çabalarla, yoksulluğunuzla neşelenin düşün-cesi arasında bir uyuşmazlık vardı. Bütün vitrinleri, rek-klınlarıyla satın alınız diyen bir uygarlığın gerçek' bir inançla kanaat felsefesini benimseyeceği düşünülebilir miydi? Sömürgecilik en ilkel toplumlarda bile alkollü iç-kileri, boncuklarıyla mal dolaşımını hızlandırarak sakin yaşayışı, hızlı yaşamaya dönüştürüyordu ki; bu gerçeğin karşısında mistik uyuşukluğun öğütlenmesi emperyalizm açısından hem iki yüzlülük, hem de çelişmeydi. Batı uy-garlığının çelişmelerini, bunalımını ne sosyalist, ne mis-tik; fakat üçüncü bir yolda çözmeyi düşünen bir filozof vardı ki tatlı çağda, işte o Husserl'di.

Gerçek nedir? diye soruyordu Husseri, onun kendili-ğinden bir anlamı var mıdır? Gerçeğe deneyle varıldığı-nı söyleyenler var; oysa deney bize tek olayı gösteriyor; tek olayda görüleni nasıl genelleştiriyoruz ? Taşın

(18)

düştü-32 Ç A Ğ I M I Z

ğünü doksan deneyde gördükten sonra, doksan birinci bırakılışmda gene düşeceğini nereden biliyoruz? Bu bil-giye başka bir yoldan gidiliyor. Deney bir doğrulayıcıdır; o gerçeği doğrular, fakat doğurmaz. Gerçek başka yön-de doğuyor. Geometriyi örnek alın diyordu Husserl, nok-ta, çizgi görülen nesneler değil, düşünsel gerçeklerdir. Gerçek, kavramlardan doğuyor. Matematik sezgiyi, de-neylerin duygusal sezgileriyle karıştırmamalıdır. Bergson salt gerçeğe varışı nasıl sezgi diye adlandırıyorsa, Husserl de öyle yapıyordu. Gerçek salt mıydı? Husserl'e göre gerçek ne nesneldi (objektif) ne de öznel (sübjektif). İş-te nesnellik ve öznellikİş-ten arınmış olan gerçek, yalnız kendi kendisi olarak salttı. Husserl, düşünüşün üçüncü yolunu bulduğu kanısındaydı. Öznel gerçek, gerçeğin in-sanlar arasmda ortaklaşmasına engeldi. Nesnel gerçek-se, özgürlüğe engeldi. Gerçek nesneigerçek-se, nesnenin göster-diği yoldan düşünmek zorunluğu vardı. Husserl'e göre in-sanlığın bunalımı, üçüncü yolu bulamamasmdandı. Nes-nel gerçek sosyalizme, özNes-nel gerçek mistisizme götürmüş-tü ki, Husserl, bunalım olarak gördüğü çağının durumunu, üçüncü bir yoldan kurtuluşa götürmek çabasındaydı.

Husserl'in sezgisi, Bergson'un sezgisinden ayrılıyor-du. Bergson sezgiyi us dışında bulmuş, mistisizme varmış-tı. Husserl sezgiyi, us dışı değil, us öncesinde buluyordu. Husserl'in sezgisi ustan ayrı yol tutmuyor; usun yolunu açıyordu. Düşünülenden önce, düşünülmeyen vardır di-yordu Husserl. Önce usla değil, sezgiyle gerçeği kavrıyo-ruz ; ve öyle bir gerçektir ki bu, ne nesneldir, ne de öznel. Bu nasıl oluyor? Sezgiyi işletmek için bütün öğrendik-lerinizi askıya alın, bildiköğrendik-lerinizi unutun, gerçek üzerine nasıl bilinç ediniyorsunuz; araştıralım diyordu Husserl. Hemen eklemeliydi ki, her bilinç, bir şeyin bilinciydi. Hus-sorl'in felsefesi bu yüzden fenomenoloji adını alıyordu. Fenomen, görüntü-olaydı; fakat bilincin onun üzerinde bilinç edinmesi, görmekten başka bir olaydı. Bilinç edin-mek anlamaktı. Görülüyor ki, görüntü-olaya anlamını

(19)

112 Ç A Ğ I M I Z

ödemek için tarım ürünleriyle ham madenlerini ne verilir-se verilsin satmak zorunluğuna girmişlerdi; şöyle ki, Bre-zilya kauçukla kahvesini satamadığında ana gelir kaynağı kurumuş olarak parası ve parasıyla birlikte hükümeti dü-şüyordu. Ürünlerin fiyatını koymakta egemen olan ya-bancı kapital, Lâtin Amerika hükümetlerinin düşüp kalk-masında manivelâ etkisi yapmakla birlikte; toplum ayrı-lıklarını ırk ayrılığında bulan tatlı çağ yazarları, o ülke-lerde sık sık görülen askerî darbelerin nedenini lâtin ır-kının sıcak kanlılığında buluyorlardı (gerçekte uysal yer-liler ve Afrika'dan getirilmiş köle torunlarının karışımı bir halktı milyonların çoğunluğu). Arjantin hükümeti İn-giliz kapitaliyle öylesine bağımlılaşmıştı ki, altıncı domin-yon diye anılıyordu yüzyılımızın başında. Başlıca üretim konusu hayvancılık plan Arjantin'de, soğuk hava depola-rı, konserve fabrikaları İngiliz kapitalinindi. Demiryolları da onlarındı. Yalnız eti değil, buğdayı da İngiliz gemileri taşıyordu.

Avrupa yeryüzünün bankasıydı. Dış ülkelere yatırıl-mış kapital 100 olarak gösterilecek olursa, bunun 5'i Bir-leşik Amerika'nındı; o henüz yatırımlarını Lâtin Ameri-ka'yla Çin'den ötesine geçilmemişken, Avrupa bu ülkeler-den başka Osmanlı ülkelerine, İran'a, Afrika'ya yatırım yapıyor; Hindistan'daki yatırımlarıyla birlikte İngiltere dış yatırımların 45'ini, Fransa 25'ini, Almanya 13'ünü tu-tarak, yalnız bu üç Avrupa ülkesi dış yatırımların yüzde 83'ünü sağlamış bulunuyordu, tatlı çağda. Fakat Avrupa bir bütün değildi. Yeryüzü ekonomisine egemen olan Av-rupa yanında bir de "pasif" denen güney ve doğu AvAv-rupa vardı. Endüstrileşmiş, tarımını da ona uydurmuş (ege-men Avrupa'nın içinde tarafsızlığının sağladığı güvenle, yeryüzü bankasının bankası durumunda olan İsviçre'de süt çoğunlukla, çukulata endüstrisi için üretiliyordu) toplumların yanı sıra güney ve doğu Avrupa çiftlik ve topraksız köylü Avrupasıydı ki, çoğunluk, ilkel bir tarım

2 0 . Y Ü Z Y I L 19

üretimiyle yoksulluk içinde yaşıyordu. Pasif Avrupa'da endüstri emeklemekte olarak kapital ve yönetimi genel-likle Fransa, Almanya, Belçika'dan sağlanmış bulunuyor-du ; Rusya her ne kadar Çin alacaklıları arasında görünü-yorsa da, bu alacağın parasını Fransa vermiş ve çarlığın onurunun okşanması, Almanya'ya karşı bir dost edinil-mek üzere düşünülmüştü. Belçika, Hollanda, Portekiz gi-bi kıyı Avrupa devletleriyle kuzey denizlerine açılan yön-leriyle Baltık ülkeleri İngiltere'nin deniz komşuları olup, onun geleneksel politikası bu kıyılarda küçük devletlerin yaşamasına ortam sağlamakla, onlar egemen Avrupa'nın endüstrileşmesine katıldıkları gibi Portekiz, Hollanda, Belçika küçük sömürgeciler arasında bulunuyordu. Daha doğrusu, boyları küçük olmakla birlikte, sömürgecilikleri büyüktü.

Hollanda'nın 60 ve Belçika'nın kendinden 80 kat bü-yük ülkelerde sömürgesi vardı. Kölelik artık Avrupa dü-şüncesiyle açıktan bağdaşmıyorsa da, Belçika Kongosun-da ancak belirli tarım ürünlerini yetiştirmek zorunKongosun-da olan yerliler için "deneysel tarım eğitimi" amacı güdüldüğü söyleniyordu. Ormanlarda, bataklarda, çöllerde, demiryo-lu döşenir, köprüler yapılırken bulaşıcı hastalıklar, su-suzluk, kötü bakımdan kaçanların arkasından ateş edil-mesi, kamçı kullanılması bu işçileri getiren yerli başkan-ların iç işlerine, özgürlüğüne karışmamak, "müsamaha" olarak yorumlanıyordu. Yol vergilerini ödemeyenler yol-da çalıştırılıyordu. Düşük ücret - yüksek vergi uygulama-sı, köleliğin açıkça uygulanmasını gerektirmeyecek ölçü-de, iyi sonuç veriyor muydu? "Vergi, yerliyi iş aramaya zorlayan en iyi araçtır... Ücreti artırılacak olursa, vergi-sini kolaylıkla ödeyen yerli çalışmaz; tersine olarak, üc-ret ne denli düşük olursa, işçi bulmak öylesine kolaylaşır" diyordu 1913'de Kenya valisi.

1914'e dek Hollanda, Cava'yı kahve yetiştirmeye zor-lamış; Endonezya ürünlerinin fiyatını Hollanda dilediği gibi koymuştu. Çin Hindi'nin pirincini Fransa, Asyalı

(20)

3 Ç A Ğ I M I Z

komşularına sattırmamış; bir kesimde yiyecek sıkıntısı bulunurken, pirince karşılık Çin Hindi'ne verilen yüksek fiyatlı endüstri mallarıyla onun alış veriş dengesi bozul-muştu. Hindistan'da afyon, kellbvir, pamuk üretimi artar-ken yerli dokumacılık yıkılıyor; göç etmek zorunda kalan-lar doğu ve güney Afrika'da iş bulmaya çalışırken, ora-daki beyazlar onlara düşük kazançlı işleri uygun görüp, başka işleri yapmalarına dövüp söverek, hattâ işyerlerini batılarına yıkarak engeller çıkarıyorlardı ki, bu türlü kar-şılananlardan biri Gandhi'vdi.

Sun Ya|-sen, Çin kurtuluşunun iç ve dış sorunlar ba-kımından bir bütün olduğu kanısındaydı. Emperyalizmin kucağına atan güçler içerdeydi ona göre. Rene Grousset'-nin, Çin tarihinde, sosyalist olarak tanıttığı Sun Yat-sen; halkın kendini yönetmesiyle, kendi toprak ve emeğine sa-hip oluşunu birbirinden ayrılmaz konular olarak görü-yordu. T'ai-ping (Büyük Barış) Batınî derneği, yabancı-ların yardımıyla ezildikten sonra, gene böyle içinde ayırım yapılmadan bütün üyeleri kardeş sayılan dernekler süre-gelmiş, onlardan biri (Yi-ho K'iuan = Birlik ve Doğrulu-ğun Yumruğu), Çin halkının ilkel eğilimlerini benimse-mişti. Geleneksel Batınî toplulukların düşüncesinde, doğ-ruluk, kardeşlik, barış özlemi vardı ki, çek-çek arabası çe-ken, Çin limanlarındaki su üstü salaşlarda yatıp kalkan-ların da insanlık onuru bulunduğu; eşit sayıldıkları, bir-birlerini işaretle anladıkları Batınî derneklerde yüzeye çıkıyordu. Gerekli bilinci edinmeden nasıl İngiltere'de iş-çiler, makinalara düşman olup onları kırmışlarsa, Doğ-ruluk Yumruğu üyeleri (Avrupalılar Boxer diyorlardı), demiryollarına, Avrupa'nın getirdiklerine, ayrılık gözet-meden yabancılara düşmanlık ediyorlardı. Yabancılar gelmeden önce, Çin'in durumu daha iyi değil miydi ? Ya-bancı düşmanlığının salt belirtisi olarak Boxer'ler 1900'de elçiliklere saldırıyor; bütün yabancıların birleşmesi so-nucunu doğurarak birkaç aylık direnmeden sonra ezili-yorlardı. Sun Yat-sen, aydınlatılmamış halkın

sorumlusu-2 0 . Y Ü Z Y I L 107 nu; onu aydmlatmaktansa emperyalizmle işbirliği eden bir

düzende bularak, halkçı bir cumhuriyet kurulmasına ça-lışıyor: bu uğurda Halkçı Uİusal (Kuo-min-tang) partiyi kuruyordu.

40.000 İngiliz lirasına kargılık Baron Julius Reuter'in sağladığı imtiyazlar (Hazer denizini Basra körfezine bağ-layacak bir demiryolu, banka yada bankalar kurmak, güm-rük yönetimi, ormanlardan yararlanma, bütün yeraltı zenginliği), işin ciddî olup olmadığından kuşkuya düşü-recek ölçüdeydi. Baronun saray çevresini rüşvete boğdu-ğu biliniyordu Avrupa'da. Yılda 15.000 İngiliz lirasıyla safi kârdan dörtte bir pay almak üzere Şah, tütün imti-yazım satmış; ancak ulusal bir tepkiyle İranlılar bu tütü-nü içmemeye başlayınca, anlaşma bozuldu sayılarak Şah, sattığını bu kez 500.000 ingiliz lirasına, geri almak zo-runda kalmıştı. Reuter'in kurduğu banka (Imperial Bank of Persia), kâğıt para çıkarmak, Basra körfezi gümrükle-rine rehin olarak el koymak yetkileriyle sözünü Şaha ge-çirir durumda olup, tütün tekelini geri alacak paranın sağlanması için gene ingiliz kapitaline borçlanılmış; 1901'de William Knox d'Arcy'ye petrol arama imtiyazı ve-rilmiş; tütünü bıraktıran bilinçlenme, yönetimin ulusa karşı sorumlu olduğu katma vararal; 1906'da çıkan karı-şıklıklar ve ingiliz elçisinin aracılığıyla bir "meclis" top-lanması, anayasa yapılması ve "ilân-ı hürrivef'e (8 ekim 1907) Şalı zorlanmış; ve o yıl, Rusya ile İngiltere, iran'da kendilerine ayırdıkları alanın sınırlarını belirten andlaş-mayı yapmışlardı.

Temmuz 1908'de çıkan bir buyrultunun gerekçesi du-rumunda olan, meclis-i mahsus-u vükelâ mazbatasında, "Manastır, Kosova ve Selanik vilâyetleri ahali-i umumi-yesinin ve ücün-ü ordu-yu hümavunun bazı mıntıkaların-da bulunan asakiri-sahanenin efrad ve zabitamnm şu son günlerde ittihaz ettikleri herekât-ı sekepfme"den s^z »»di-liyordu. Makedonya'da ayaklananlarla savaşmak Görevin-de olanlar da ayaklanmış; dağlarda yıllardır çetecilerle

(21)

çar-40 Ç A Ğ I M I Z

pışanlar da mı şimdi dağa çıkmıştı ? "vilâyet ve menatık-ı mezkûre vülât (valiler) ve kumandanlarından ve müfet-tiş-i umumilikten 8, 9 ve 10 temmuz 1324 (21, 22 ve 23 temmuz 1908) tarihlerinde varid olan gitmiş yedi aded telgraflarla" durumun ağırlığı belirtilmişti...

26 kasım 1905'de toplar gene Midilli'ye çevrilmişti. Bu kez Fransız gemilerinin yanında daha dört büyük dev-letin gemileri" vardı. Kabul ettirilmek istenen konu "malî ıslahaf'tı. Manastır, Üsküp, Selanik Osmanlı Bankası şubelerinin, sözü geçen yerlerde il muhasebe dairelerini "teşkil etmesi"; üç Makedonya ilinin bağımsız bütçeyle, Osmanlı Bankası malî yönetimine geçmesi isteniyor; Mi-dilli'den başka Limnos işgal ediliyordu. Sonunda, yaban-cı dileklerin kabulüyle malî yönetimi açıkça elden giden Makedonya, Osmanlı toprakları içinde hangi bağla kal-mıştı ? Gerçekte devleti ilgilendiren çok daha geniş sorun-lar vardı. Ekonomik egemenlik, Osmanlı Devletini kuran-larda değildi. Türlü dilleri konuşan uluslar hangi bağla bağlanmıştı birbirine? isviçre, Birleşik Amerika gibi uluslar karışımı ülkelerin bağımsız ekonomileri, bütünlük-lerinin koşuluydu. Bu bakımdan bağımsız olmayan Os-manlı ülkesiyse parçalanmak üzereydi. Haritaya göre Osmanlı sınırları içinde bulunan Kuveyt'de yerli başkan-lara para verilmiş, ingilizler üslenmişti. Alman kapitali, Bağdat'a doğru demiryolu döşer; ingiltere Basra'nın ağ-zını tıkarken; Padişah ve izzet Paşanın çabalarıyla demir-yolundan bir kol Hicaz'a döndürülüyor; haç yolu, Arap yarımadasını, halife-padişaha bağlar diye düşünülüyordu. Müslüman Arnavutlar, Araplar ulusal bilinçlenmeyle, Osmanlı kalmanın çelişik durumu içindeydiler ki, Make-donya'da bulgarca, yunanca, sırpça, ulahça konuşanlar ay-rılma çabasmdaydı. Yemen'de, Makedonya'da çetecilerle çarpışanlar da kanlarım ne uğurda akıttıklarını elbette düşüneceklerdi. Ekonomik güçleri yabancıların elinde olan bir ülkede Türk ulusu mu egemendi? Osmanlılık ülküsü, bağımsızlık dileyen ulusal bilinçlenmelerin karşısında

2 0 . Î Ü Z Î I L 41

Türk ulusu bilinçlenmesini en sonraya atıyordu, öte yan-dan, kendi bağımsızlığını emperyalizme kaptırmış bir dev-letin, kurucusu ulusun bilinçlenmesini kendi eliyle köstek-leyerek, başka ulusların bağımsızlığına ve kendisi bağım-lı bulunmakla ekonomik gelişmelerine karşı çıkar durum-da kalması, Tanzimat sonrası Osmanlılığının özelliklerin-dendi ki, malî yönetimi Osmanlı Bankası aracılığıyla ya-bancı kapitale geçmiş Makedonya, çetecilerle savaşma gö-revinde olan genç subayların yurtseverliğini, "padişahım çok yaşa"nın ötesine çağıran sorunlar vardı.

"Evrak-ı varideye nazaran" deniyordu 1908 temmu-zunda gelen altmış yedi telgraf için, "'Zabıtan ve efrad-ı askeriyenin anlara iştiraki ile bazı askerî depolarının ka-pılarını şikest ederek birçok esliha ve cephane ve tabur-lar sandıktabur-larından mebaliğ-i mevcude alız ve gasp ve ken-dilerine muhalefet edenleri eşeddi ukubât ve itlaf ile teh-dit ve nihayet toplar endahtiyle ve nutuklar iradiyle ilân-ı hürriyet sadedinde bir takım nümayişlerde bulundukları ve dün gece Manastır'da bazı kumandanların ve hattâ mü-şir Osman Paşanın ikamet ettikleri mevakii abluka ederek Osman Paşayı ahz ve tevkif eyledikleri ve işbu harekât-ı bagiyânenin (haydutça davranışlar) kanun-u esasinin mer'iyyet-i ahkâmiyle (anayasanın yürürlüğe konması) meclis-i mebusanın içtimaa davet ettirilmesi esasına müs-tenid olduğu (...) anlaşılmış ve gerçi kanun-u mezkûr mer'i olup meclis-i mezkûrun bir müddet-i muvakkate için tatili ilcaat-ı haliyye ve mukteziyat-ı memleketten olma-siyle bir müddetten beri davet ve küşad olunmamış ise de beynel ahali sefk-i dimânın (kan akıtılmasımn) vukuunu men etmek ve düvel-i ecnebiyyenin müdahalâtma sebep, verilmemek vacibat-ı umurdan bulunduğundan mezkûr meclisin küşadı"nm zorunlu olduğu bildiriliyordu.

Meclisin açılmasına öncülük edenlerin tutumunu "serkeşâne, bagiyâne" diye nitelendirdikten sonra suçla-rını bağışlayarak; altmış yedi telgrafın telâşı ve yaban-cıların karışması korkusu içinde "ilân-ı hürriyef'in,

Referensi

Dokumen terkait

Identifikasi Kebutuhan Fungsional Berdasarkan hasil observasi, wawancara, identifikasi permasalahan, identifikasi pengguna, dan identifikasi data maka dapat dilakukan

OCT-vel és UH pachymetriával végzett centrális corneavastagság mérések összehasonlítása egészséges- és PRK-n átesett alanyok esetében A kontroll csoportban az átlagos

Solusi yang dibuat dalam penelitian ini adalah melakukan modifikasi pada system pengatur temperatur automatic greenhouse dengan menambahkan unit pendingin berupa kipas DC yang

(4) Dalam hal ketentuan sebagaimana dimaksud pada ayat (2) tidak dilaksanakan oleh KPM paling lama 20 (dua puluh) hari kerja sejak yang bersangkutan diangkat

Dari permasalahan yang ada sekarang, akan dilakukan perancangan aplikasi donor darah yang bertujuan untuk memberikan sarana bagi pendonor darah agar dapat dengan mudah

Leukimia adalah keganasan pada organ pembuat sel darah, berupa proliferasi patologis sel hemapoetik muda yang ditandai oleh adanya kegagalan sum-sum tulang dalam

Seperti yang diperkatakan tadi bahawa Islam adalah agama Allah yang diturunkan kepada manusia sebagai suatu amanah, yang tidak disanggupi oleh semua makhluk, kecuali manusia;