• Tidak ada hasil yang ditemukan

Islam Ansiklopedisi Cilt 5 - Komisyon.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Islam Ansiklopedisi Cilt 5 - Komisyon.pdf"

Copied!
1397
0
0

Teks penuh

(1)
(2)

BALABAN, Mustafa Rahmi

(1888-1953) Eğitimci ve yazar.

Bergama’ya bağlı Balaban köyünde doğdu. Bergama Rüşdiyesi’nde okurken aynı zamanda buradaki medresede dinî öğrenim gördü. 1907’de girdiği İstanbul Dârülmuallimîni’nde öğrenimini

sürdürürken bir yandan da medresede Arapça, Farsça, fıkıh, usûl-i fıkıh ve mantık derslerini takip etti; bu arada dönemin İstanbul müftüsü Fehmi Efendi’den mantık ve Arap edebiyatı okudu.

1910’da Dârülmuallimîn’den birincilikle mezun olduktan sonra Üsküp Dârülmuallimîni pedagoji öğretmenliğine, ardından aynı yıl içinde Adana Dârülmuallimîni müdürlüğüne tayin edildi. Burada üç yıl süren müdürlük ve öğretmenlik çalışmalarını takdirle karşılayan Maarif Nezâreti kendisini

Avrupa talebe müfettişliğine tayin etti. Balaban İsviçre’nin Cenevre şehrinde bir yandan bu resmî görevini sürdürürken bir yandan da buradaki J. J. Rousseau Enstitüsü’nde felsefe, psikoloji, pedagoji ve sosyoloji derslerine devam etti. Balaban’ın bu enstitüdeki çalışmalarını başarılı bulan psikoloji profesörü Edouard Claparède onu yanına asistan aldı. Cenevre’de ayrıca, Türkiye’deki öğrenimi sırasında geliştirdiği Arapça, Farsça ve Fransızca’ya ilâveten İngilizce ve Almanca da öğrendi. Balaban yayın hayatına, İstanbul’da yayımlanan İkdam gazetesinin İsviçre muhabirliğiyle başladı. Gazetenin sahibi Ahmed Cevdet Bey’le irtibat kurarak 1918’den itibaren İkdam’da yazmaya başladı. M. Rahmi Balaban Cenevre dönüşünden sonra 1923’te Ziya Gökalp başkanlığındaki Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni üyeliğine getirildi. 1924’te Gökalp’ın milletvekili seçilmesi üzerine onun yerine tayin edildi. 1924’te Ankara Kız Lisesi terbiye-i etfâl muallimliğine, aynı yıl içinde İzmir Erkek Lisesi felsefe ve sosyoloji muallimliğine getirildi. Balaban İzmir’deki öğretmenliği sırasında buradaki çeşitli liselerde felsefe, sosyoloji, ma‘lûmât-ı vataniyye, usûl-i tedrîs, tatbikat muallimliği gibi dersler okuttu. Ayrıca İzmir’de on beş günde bir çıkan Fikirler dergisinde eğitim ve öğretim konularına dair yazılar yazdı. 1945’te İzmir Karşıyaka Kız Öğretmen Okulu müdürlüğüne getirildi ve kız öğretmen okullarının kapatıldığı 1949 yılına kadar bu okulda kaldı. İzmir Atatürk Lisesi felsefe öğretmeniyken 1953 yılında emekliye ayrıldı ve aynı yılın 19 Temmuzunda İstanbul’da vefat etti. Cenazesi İzmir’e götürülerek Kokluca Mezarlığı’na defnedildi.

Mustafa Rahmi Balaban, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni üyeliğine tayin edildiği 1923 yılından itibaren, modern eğitim ve öğretim kurumlarıyla kitap ve öğretmen sayısının son derece az olduğu bu dönemde iyi yetişmiş bir eğitimci olarak modern pedagojinin ilke ve metotlarını yaymak, öğretmen yetiştirilmesine katkıda bulunmak maksadıyla psikoloji, pedagoji, felsefe, ahlâk, Türk dili, çocuk edebiyatı, medeniyet ve kültür tarihi gibi alanlarda telif ve tercüme seksen kadar eser yazmış ve bunların altmıştan fazlası yayımlanmıştır. Kırk üç yıl süren eğitimcilik ve idarecilik çalışmaları yanında yazı faaliyetleriyle de Cumhuriyet Türkiyesi’nde Batı tarzı eğitim ve öğretim sisteminin yerleşmesine öncülük edenlerden biri olmuştur. Balaban yazı faaliyetlerini ölümüne kadar

sürdürmüş, son çalışmalarından olan Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsirini 27. cüze kadar getirebilmişse de tamamlamaya ömrü yetmemiştir.

(3)

Eserleri. Çoğu Maarif Vekâleti yayınları arasında basılan telif ve tercüme eserlerinin başlıcaları şunlardır: a) Telif Eserleri. 1. Felsefe Târihi (İstanbul 1339). Presokratik filozoflardan başlamak üzere Kant, Fihte, Hegel, Auguste Comte gibi Yeniçağ filozoflarına kadar düşünce tarihinde iz bırakmış düşünürlerle bunların felsefelerinin tanıtıldığı eserde ayrıca Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ,

Gazzâlî, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd gibi İslâm filozoflarının dünya tefekkür ve ilim tarihindeki yerleri ve değerleri geniş olarak anlatılmıştır. 2. Rûhiyyâta Medhal (İstanbul 1339). 3. Tabiat ve İnsan (İstanbul 1339). 4. Türkiye’de Orta Tahsil (İstanbul 1339). 5. Avrupa Milletleri Rûhiyyâtı (İstanbul 1339). 6. Çocuk Rûhiyyâtı (İstanbul 1339). 7. Islâh-ı Irk (İstanbul 1339). 8. Filozoflarla Bir Saat-Felsefe Tarihi (İstanbul 1948). Balaban bu eserinde Buddha’dan Bergson’a kadar Doğu, Batı ve İslâm dünyasında yetişmiş birçok düşünürün, mistik ve mutasavvıfların “hayat ve kâinatın mahiyeti üstüne metafizik nazariyelerinden ziyade ahlâk ve içtimaiyat üzerine olan düşünceleri” (s. 10)

hakkında bilgi vermiştir. 9. Tarih Boyunca Ahlâk (İstanbul 1949). Eserde dört büyük semavî kitap ile eski Mısır ve Yunan’dan başlayarak dünya ahlâk kültürünün bir özeti verilmeye ve karakteristik ahlâkî anlayışlar tanıtılmaya çalışılmış; genel olarak tasavvufî alanlarda özellikle Bektaşîlik,

Mevlevîlik, Melâmîlik ve Rifâîlik gibi tasavvuf cereyanlarında ahlâk ve dünya görüşü geniş olarak tanıtılmıştır. Eser eski kültürlerden beslenen yeni bir terbiye ve ahlâk anlayışı oluşturmayı hedef almıştır 10. Son Asrın İlim ve Fen Adamlarına Göre İlim, Ahlâk, İman. Balaban’ın en tanınmış eseri olan bu kitap, Ahmed Hamdi Akseki’nin kaleme aldığı bir mukaddimeden sonra iman ve ahlâk

problemlerinin ilmî açıklama, yorum ve değerlendirmesini yapan Th. Flournoy, W. James, A. Carrel, A. Toynbée, A. Einstein gibi Batılı on dokuz bilgin ve düşünür ile Mazhar Osman, A. H. Akseki, Ferit Kam ve M. Hamdi Yazır’a ait makalelerden oluşur. Balaban bu görüşler arasına yer yer İslâmî telakkiyi ve kendi görüşlerini de serpiştirmiştir. Eser Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilki

1950’de olmak üzere birçok defa basılmıştır. b) Tercüme Eserleri. 1. Çocuk ve Mektep (İstanbul 1339, John Dewey’den). 2. Kadın-Erkek Irkları Rûhiyyâtı (İstanbul 1339r./1342, Alfred

Fouillée’den). 3. Fonksiyonel Terbiye (İstanbul 1940, M. Baha Arıkan ile birlikte Edouard Claparède’den). 4. Moğol Tarihi (İstanbul 1342, d’Ohsson’dan).​

BİBLİYOGRAFYA

İzmir Atatürk Lisesi Arşivi, Mustafa Rahmi Balaban’ın sicil dosyasında bulunan kendi elyazısıyla özgeçmişi; Mustafa Rahmi Balaban, Felsefe Tarihi, İstanbul 1948, s. 3-5; Hilmi Ziya Ülken,

Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 410; Ferit Ragıp Tuncor, “Mustafa Rahmi Balaban”, Ülkücü Öğretmen, XV/180-181, İstanbul 1974, s. 24-25 (ayrıca eşi Zübeyde Balaban’dan alınan şifahî bilgilerden faydalanılmıştır).

(4)

BALABAN AĞA MESCİDİ

İstanbul’da eski bir Bizans yapısından çevrilmiş mescid.

Balaban Ağa Mescidi Şehzadebaşı ile Lâleli semtleri arasında Fethi Bey ve Büyük Reşid Paşa caddeleriyle sınırlanan yapı adasının ortasında bulunuyordu. Bugün en ufak bir izi bile kalmamıştır. Hüseyin Ayvansarâyî bu mescid hakkında şu bilgileri vermektedir: “Kiliseden münkalibdir, vâkıfı hîn-i fetihte sekbanbaşı olmuştur, merkadi nâ-ma‘lûmdur; vazifesi Ayasofya Camii’nden verilir, mahallesi vardır” (Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 62). İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri’nde ise 953 (1546) yılında, vakfın sahibi olarak Balaban Ağa b. Abdullah gösterilerek, 888 yılı Safer ayında (Mart 1483), “Sirâcü’n-nâib” imzasıyla düzenlenmiş vakfiyesi bulunduğu kaydedilmiştir. Vakıf kaydından öğrenildiğine göre mescidin yanında on tane hücre ile üç tane dükkân ve bir sıbyan mektebi de vardı. Aynı vakfa 953 yılına kadar çeşitli kişiler tarafından on vakıf daha yapılmıştır. Bunların arasında mescidin yakınındaki Müslüman Dede Zâviyesi’nin de buraya vakfedildiği öğrenilmektedir. Balaban Ağa’nın tarihteki kişiliği hakkında açık bilgi yoktur. Bu zatın İstanbul’un fethi sırasında değerli hizmeti olan ve Arnavutluk’ta İskender Bey’e karşı 1464’ten 1467’ye kadar çarpışmaları idare ederek sonunda şehid düşen Baderalı Balaban Paşa olması ihtimali akla gelmektedir. Balaban Ağa Mescidi, tarihî kayıtlara geçmemiş başka bir Balaban adlı kimseye ait değilse, belki fetih

sırasında henüz sekbanbaşı olan bu Balaban Paşa’nın bir hayratı veya onun hâtırasını yaşatmak için teberrüken vakfedilmiş olabilir. Balaban Ağa Mescidi’nin, terkedilmiş harap Bizans yapılarını “şenlendirme” politikası gereğince ibadet için kullanılmak üzere mescide çevrildiği açıkça bellidir. Mescidin esasını teşkil eden küçük yapı aslında bir kilise olmayıp tahmine göre V. yüzyıla ait bir yuvarlak bina idi. Planına bakılırsa bir mezar binası olması da muhtemeldir. Zaten yıkılırken

altındaki bodrumda da altı adet mezar bulunması bunu destekler. XIV. yüzyılda bu bodrum değişikliğe uğramış, dikdörtgen bir mezar odası haline getirilerek buraya daha pek çok ölü gömülmüştür. Hatta burada Theodoros adında birine ait 1341 tarihli bir mezar kitâbesi de bulunmuştur. Bazılarınca iddia edildiği gibi burası bir vaftizhâne değildir. Kudüs’teki Îsâ’nın merkadi kilisesinin bir benzeri olarak V. yüzyılda yapıldığı bilinen, Kouratoros Manastırı ve Kilisesi’nin kalıntısı olması da kesin bilgiye dayanmayan bir tahmindir. Bir manastırın kütüphanesi olabileceği yolundaki görüş de temelsizdir. Bir aile türbesi veya bir hıristiyan azizine mahsus bir mezar binası olan bu küçük yapı, Bizans devrinin geç bir döneminde ibadethâne yani “şapel” haline getirilmiştir.

Balaban Ağa Mescidi İslâm ibadethânesine çevrildiğinde ise pâyelerden birine bir mihrap nişi oyulmuş, diğer bir pâyenin üzerine de minare oturtulmuştur. 1875’e doğru çizilen İstanbul planında mescidin hayli geniş bir dış sınırı vardı ve bunun etrafı bir duvarla çevrilmişti. Bu sahayı hazîre işgal ediyordu. Paspatis’in 1877’de yayımlanan kitabında yer alan Galanakis adlı bir ressamın çizdiği resim mescidi, etrafını çeviren ağaçlar ve içinde pek çok mezar taşı bulunan hazîresi ile tasvir etmektedir. Yine bu resimden anlaşıldığına göre üstü kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü bulunuyordu. Aslında olması gereken kubbesi çok daha önceleri, hatta belki de Bizans çağında yıkılmış olmalıydı.

(5)

bir daha ihya edilmemiştir. Bu bölgedeki eserlere çok zarar veren 1660, 1693, 1718, 1782

yangınlarında da tahribe uğramış olmalıdır. Fakat her defasında ihya edilmişti. Nitekim 1911 yılı yangınına kadar temiz ve bakımlı bir durumda idi. Uzun yıllar harap halde bırakıldıktan sonra 1930’da taşları Vakıflar İdaresi tarafından enkazcılara satılmıştır. Binanın toprak üstünde görülen duvarları tamamen yıkıldıktan sonra İstanbul müzeleri idaresi bir müdahalede bulunarak burada üç hafta süren bir kazı yaptırmış ve neticesinde altındaki mahzen kısmı bulunmuştur. Mescidin bütün kalıntıları yıkıcılara bırakıldığından arsanın bir kısmına yeni binalar yapılmış ve evvelce bulunduğu yerin üzerinden Harîkzedeler sokağı geçirilmiştir. Bugün bu eserden sadece Balaban Ağa mahallesi adı yaşamaktadır.

Balaban Ağa Mescidi’nin esası dıştan yuvarlak içeriden ise altı köşeli idi, içinde kemerli altı niş bulunuyordu. Mescide çevrildiğinde yapıyı dışarıdan yarım ay gibi kavisli olarak kısmen saran bir son cemaat yeri eklenmişti.

Ölçüleri çok ufak olmakla beraber tarihî değeri büyük olan, etrafındaki hazîresiyle birlikte güzel bir köşe teşkil eden ve herhalde fethe katılan bir tarihî şahsiyetin hâtırasını yaşatan Balaban Ağa

Mescidi’nin, Operatör Cemil Paşa’nın belediye başkanlığı sırasında yapılan ve pek çok eserin yok olmasına yol açan şehir planlarının bir kurbanı olması gerçekten bir kayıptır.

BİBLİYOGRAFYA

İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri 953 (1546), s. 153-154; Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 62; A. G. Paspatis, Byzantinai Meletai, İstanbul 1877, s. 385-386, metin dışında 1. resim; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 1909, s. 12, 42, rs. 94; A. von Millingen, Byzantine Churches of Constantinople, London 1912, s. 265-267; E. Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul

Mahalleleri, İstanbul 1958, s. 14; a.mlf., 19. Asırda İstanbul Haritası, İstanbul 1958, pafta C2; Th. F. Mathews, The Byzantine Churches of Istanbul, Pensylvania 1976, s. 25-27; W. MüllerWiener,

Bildlexikon zur Topographie Istanbul, Tübingen 1977, s. 98-99; Arif Müfit Mansel, “The

Excavations of the Balaban Agha Mesdjid”, The Art Bulletin, XV, New York 1933, s. 210-229; a.mlf., “Balaban Ağa Mescidi Hafriyatı”, Türk Tarih Arkeologya ve Etnografya Dergisi, III, Ankara 1936, s. 49-73; Semavi Eyice, “Balaban Ağa Mescidi”, İst.A, IV, 1946-1949.

Semavi Eyice​

(6)

BALABAN HAN

es-Sultânü’l-a‘zam Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn Uluğ Han Ebü’l-Muzaffer Balaban (ö. 686/1287) Delhi Türk sultanlarından (1266-1287).

Kıpçak kabilelerinden Alp-eri’ye mensuptur. Babası bu kabilenin 10.000 çadır halkından oluşan büyük bir bölümünün hanı idi. Gençliğinde küçük kardeşiyle birlikte Moğollar’a esir düşen Balaban önce Bağdat’a, daha sonra da Gucerât’a götürüldü; burada Hoca Cemâleddin Basrî tarafından satın alındı. Belli bir eğitimden geçirildikten sonra 1233’te Delhi’ye götürülerek Sultan İltutmış’a satıldı ve sarayda yetiştirildi. Önce kırk büyük âzatlı Memlük emîrinden biri olan Balaban, İltutmış’ın kızı Raziyye Begüm zamanında (1236-1239) emîr-i şikâr, Behram Şah döneminde (1239-1241) mîrâhur oldu; Alâeddin Mesud zamanında da (1241-1246) emîr-i hâcibliğe yükseltildi. Kumandası altındaki kuvvetli ordusu ile Sind’i istilâ eden Moğollar’ı bozguna uğrattı (1245). Daha sonra Nâsırüddin Mahmûd tarafından vezir tayin edildi (1246) ve yirmi yıl bu görevde kaldı. Halk ve ordu nezdinde büyük bir nüfuz kazandığı gibi 1249’da Uluğ Han unvanıyla Nâsırüddin Mahmûd b. İltutmış’ın

nâibliğine getirildi. Hint racalarını ve özellikle raca Çehâr Devâ’nın kuvvetli ordusunu yenerek 1252 Mayısında Delhi’ye girdi. Kazandığı büyük nüfuzdan dolayı kıskanılan Balaban 1253 Martında

gözden düşerek iktâ*larında oturmaya mecbur edildi. Ancak onun uzaklaştırılması ile devlet

idaresinde ortaya çıkan boşluk üzerine, Türk emîrler tarafından hükümdar da ikna edilerek yeniden iş başına getirilmesine karar verildi. Rakibi Hint dönmesi Reyhân’ın azlinden sonra 1 Şubat 1254’te Delhi’ye geldi.

Balaban, yirmi yıllık kudretli idaresi sayesinde Nâsırüddin Mahmûd devrinde iç tehlikeleri önlediği gibi Moğol istilâlarına karşı da başarıyla mücadele etti. Bu başarılı yönetimi sayesinde

Nâsırüddin’in ölümü üzerine Gıyâseddin lakabı ile kolayca tahta geçti (664/1266). Hükümdar olur olmaz orduyu yeni baştan düzenledi ve Delhi civarını haraca kesen haydutları ortadan kaldırarak askerî ve ticarî yolların emniyetini sağladı. Tamamen bozulmuş olan iktâ müessesesini düzeltip sahiplerini üçe ayırdı. Fakat iktâlarını ellerinden almak istediği yaşlı askerlerin kendisine müracaatı üzerine onların isteklerini kabul ederek kararını uygulamaktan vazgeçti. Ancak bu tutumu bile emekli askerlerin nüfuzlarını kırmaya kâfi geldi.

Balaban Moğol tehlikesine karşı hiçbir zaman tedbiri elden bırakmadı. Bir ara Bengal Valisi Tuğrul Han kendisine karşı isyan ettiyse de uzun mücadelelerden sonra Tuğrul Han’ı yakalatıp öldürterek Bengal’in idaresini küçük oğlu Buğra Han’a bıraktı. 1285’te Pencap’a giren Moğol orduları ile savaşırken şehid olan büyük oğlu Muhammed’in yerine küçük oğlunu getirdi. Ancak onun eğlence düşkünü olması ve kısa bir süre sonra görevini bırakıp av bahanesiyle Lahnauti’ye dönmesi üzerine bu görevi şehid oğlundan olan torunu Keyhusrev’e verdi. Kısa bir süre sonra da vefat etti.

Devleti kırk yıl süreyle idare etmiş olan Balaban tecrübeli bir devlet adamı, iyi bir diplomat, cesur bir kumandan ve samimi bir müslümandı. Her zaman için kayınpederi İltutmış’ın geleneğine sadık kalmış, imparatorluğu elinde tutabilmek için iyi bir haber alma teşkilâtı (berîd) kurmuştur. Ayrıca Hindistan’da İslâm nüfuz ve hâkimiyetinin genişleyip kuvvetlenmesine zemin hazırlamıştır. Halkına karşı daima âdil davranmış, âlim ve sanatkârları korumuş, Hindûlar’a hiçbir zaman güvenmemiştir.

(7)

Hüsrev-i Dihlevî ile Hasan-ı Dihlevî, devrinin önde gelen büyük şairleri arasında sayılabilir. Hükümdarlığı döneminde büyük fetihler görülmemekle birlikte Moğol istilâsına başarı ile karşı koyması, İltutmış’tan sonra çökmeye yüz tutmuş olan devleti yeniden kuvvetlendirip sonradan Hindistan’da İslâm’ın iyice nüfuz kazanmasına yol açan fütuhata zemin hazırlaması bakımından Ortaçağ Türk tarihinin büyük hükümdarları arasında yer almaktadır.

BİBLİYOGRAFYA

Minhâc-ı Sirâc el-Cûzcânî, Tabakāt-ı Nâsırî (nşr. Nassau Lees), Kalküta 1864, s. 278-281, 406; Berenî, Târîh-i Fîrûzşâhî, Kalküta 1860-66; Abdülkādir el-Bedâûnî, Muntakhabu’t-Tawārikh (trc. G. Ranking v.dğr.), Delhi 1986, I, 183-220; Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü’l-havâtır, I, 147-148; H.

Nelson Wrigh, The Coinage and Metrology of the Sultans of Dehli, New Delhi 1974, s. 58-59, 80-81; Khaliq Ahmad Nizami, Aspects of Religion and Some Politics in India During the Thirteenth Century, Delhi 1974, s. 81-84, 91, 93, 100-112, 116, 118-120, 130-131, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., “The Early Turkish Sultans of Delhi”, CHIn., V, 273-310, ayrıca bk. İndeks; History of India, III, 80-92; V, 110-140; M. Fuad Köprülü, “Balaban”, İA, II, 263-268; Abdus Subhan, “Balban”, EI² Suppl. (İng.), s. 124.

(8)

BALABAN İSKELESİ

Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan eski ticaret yolunun Üsküdar’daki iskelesi.

Üsküdar’da bugünkü araba vapuru iskelesinin olduğu yerden başlayarak Şemsi Paşa tarafına doğru uzanmakta idi. Ancak Üsküdar’da 1960 öncesi yapılan imar çalışmaları sırasında tamamen ortadan kaldırılmış ve günümüzde hiçbir izi kalmamıştır. Bir iskele olduğu kadar çevresinde yerleşmiş bulunan çay bahçeleri, hanlar ve kayıkhânelerle de tanınmıştı. Yeniçeriler zamanında tam bir eşkıya yatağı haline gelen Balaban İskelesi 1808’de Alemdar Mustafa Paşa tarafından kısa bir süre için de olsa düzene konmuştu. II. Mahmud ise Alemdar Mustafa Paşa’dan daha sert davranarak iskele

çevresini eşkıyalardan temizlemeye çalışmıştır. Balaban İskelesi Avrupa yakasından gelen malların boşaltıldığı en uygun iskele idi. Malların Anadolu içlerine ve daha ileri bölgelere dağıtımı buradan yapılırdı. Bu sebeple iskele şehrin çok canlı bir ticaret merkezi idi.​

BİBLİYOGRAFYA

R. Ekrem Koçu, “Balaban İskelesi, Balaban İskelesi Hanları, Bekâr Odaları, Kahvehaneleri, Kayıkhaneleri”, İst.A, IV, 1949-1955; Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 471.

(9)

BALASAGUN

Sovyetler Birliği’nin Kırgız Cumhuriyeti’nde Çu nehri havzasında bulunan eski bir şehir.

Kaynağını Tanrı dağlarından alarak çölde kaybolan Çu (Chuisk) nehrinin etrafı çok eski zamanlardan beri özellikle Türkler’in oturduğu bir havzadır. Birçok köy, kasaba, şehir bu nehrin civarında

kurulmuştur ve Balasagun da bunlardan biridir. Ancak yeri tam olarak tesbit edilememekte, bugünkü Ak-Peşin harabelerinin bulunduğu yerde kurulmuş olduğu kabul edilmektedir. İslâmiyet’in Orta Asya’ya girişi sırasında gelişen olaylar dolayısıyla İslâm kaynaklarında adı Balâsagûn, Balâsakûn veya Velâsağun şekillerinde sık sık zikredilmiştir. Kâşgarlı Mahmud’un verdiği bilgiye göre

Balasagun Kuz-Balık, Kuz-Uluş veya Kuz-Ordu (kuzey şehir) adlarıyla da biliniyordu. Öte yandan bu ismin Çin kaynaklarında Hu-sze-wolu-do şeklinde Çince’ye tercüme edilerek yazıldığı

görülmektedir.

İbn Hurdâzbih, Makdisî, Gerdizî ve Yâkut el-Hamevî gibi müellifler Balasagun’u Türkler’in başşehri, büyük şehir ve bir kültür merkezi olarak tasvir etmektedirler.

Balasagun’un Çu yakınında ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Kâşgarlı Mahmud, Türk başbuğu Şu’nun Altın Tağ’dan geri dönüp Çu nehrinin kenarına geldiğinde

Balasagun’un yanına Şu adında bir kale inşa ettirdiğine dair rivayeti nakleder. Ayrıca Zülkarneyn’in Semerkant’ı geçip Türk ülkesine yöneldiği sıralarda Türkler’in kuvvetli ve büyük bir ordusu bulunan Şu adında genç bir hâkanları olduğunu ve bu hâkanın Balasagun yakınında Şu Kalesi’ni yaptırdığını söyler. Ata Melik Cüveynî ise Balasagun’un kuruluşunu daha sonraki bir tarihte göstermekte,

Uygurlar zamanında Böğü Kağan tarafından inşa edildiğini kaydetmektedir.

Balasagun bölgesi VII. yüzyılda Batı Göktürk Hükümdarı Tung Yabgu’nun idaresinde bulunuyordu. Çinliler batı yayılışı sırasında 658’de, kaynaklarında Şu, Sui-ye Çing yani “Şu Kalesi” diye

zikrettikleri Balasagun’u ele geçirdiler. Türgişler’in güçlenmesi ve yayılması sırasında onların başşehri olan Balasagun 766’da Karluklar tarafından zaptedildi. Daha sonra ise Karahanlılar Mâverâünnehir’e indiler; Bilge Kül Kadir, Kara Han unvanı ile Balasagun’da oturdu. Beyhakī’nin yazdığına göre İlig Buğra’nın oğlu Hârun Buğra Han ve Togan Han Balasagun’u başşehir yaptılar ve ülkeyi buradan yönettiler. Karahanlılar Balasagun’a İslâmî veche kazandırdıkları gibi burada para da bastırdılar. Bu arada sosyal ve ekonomik refah yabancıları şehre çekti. Mâverâünnehir’den gelen Soğdlar Balasagun’da yerleştiler; kıyafetlerini Türkler’inkine benzeterek dinî ve ticarî yaşayışlarını devam ettirdiler. Bu dönemde Türkçe’ye birçok Soğdca (Eski Orta Farsça) kelime girmiştir.

Karahanlı kültür ve sanatı özellikle Balasagun’da gelişti; Kutadgu Bilig’in müellifi Yûsuf Has Hâcib Balasagun’da doğmuştur. İslâm hukukçularından Muhammed el-Balasagunî et-Türkî ile Cemâl-i Karşî gibi şahsiyetler de Balasagunlu’durlar. XI. yüzyılda Karahanlılar Büyük Selçuklular’ın yönetimine girince şehir önemini kaybetmeye başladı. XII. yüzyılın ilk çeyreğinde Yenisey taraflarında oturan Karahıtaylar, Çu havzasına kadar olan geniş toprakları istilâ ettiler. Bu sırada Gur Han Balasagun’u ele geçirdi (1130) ve orayı merkez yaptı. Mâverâünnehir’in hâkimi olan Hârizmşah Sultanı

Muhammed (1200-1220), Karahıtaylar’a karşı harekete geçerek Gur Han’ı Talas yakınındaki

İlâmış’ta mağlûp etti. Karahıtaylar çaresiz kalınca Balasagun’a döndüler, fakat başşehir ahalisi Gur Han’a cephe alıp kale kapılarını kapattı. Bunun üzerine Karahıtay kuvvetleri Ağustos-Eylül 1210’da

(10)

şehri kuşattılar ve kısa sürede içeri girdiler. Hükümdarın verdiği emirle şehir üç gün yağma edildi ve katliama mâruz bırakıldı; 47.000 kişi öldürüldü, sağ kalabilenler de şehri terkettiler.

Balasagun halkının Moğollar’la münasebetleri daima iyi olmuştur. Cengiz hânedanı ile akrabalık kurulmuş (1218), Almalığ Meliki Buzar Han burayı da birlikte yönetmiştir. Moğollar batıya giderken Cengiz’in kumandanı Cebe Balasagun’u kolayca zaptetmiş, böylece burası Mâverâünnehir ve

Afganistan, hatta Horasan şehirlerine göre daha şanslı olmuştur. Balasagun’a Gu-Balık diyen Moğollar, yönetimin Karahanlı ailesine mensup biri tarafından devam ettirilmesine izin verdiler. Efrâsiyâb neslinden Buzar Han’ın torunu Dânişmend Tigin, 1259’da Balasagun’un yöneticisi olarak görünmektedir. XIII. yüzyılın ikinci yarısında Cengiz soyundan gelen hükümdarlar arasındaki

mücadeleler sırasında şehir birkaç kere yakılıp yıkıldı. Balasagun XIV. yüzyılda eski önemini kaybetmeye başladı. Şehrin etrafında bazı kasabalar kuruldu ise de uzun ömürlü olamadılar; Moğol göçebeleri Çu boyunda ve yine Balasagun’da yaşayışlarını devam ettirdiler.

XIX. yüzyılda Rus tarihçisi Barthold ve 1950’li yıllarda da L. P. Kizlasov, P. N. Kojemyako, A. M. Şerbak ve L. P. Zeyablin Ak-Peşin ile çevresinde arkeolojik araştırmalarda bulundular. Yapılan kazılarda etrafı çift surla çevrilmiş olan şehrin harabeleri ortaya çıkarılmış ve bölgenin bilinmeyen zengin kültürü aydınlığa kavuşturulmuştur.

BİBLİYOGRAFYA

Makdisî, Ahsenü’t-tekasîm, s. 275; Dîvânü Lugati’t-Türk Tercümesi, I, 33, 62, 124, 127, 471, 475, 498; II, 49; III, 145, 413, 441; Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (trc. Reşit Rahmeti Arat), Ankara 1974, s. 2; Cüveynî, Târîh-i Cihângüşây, II, 87-88; Haydar Mirza, The Tārikh-i Rashīdī (trc. E. D. Ross), Delhi 1986, s. 58, 94, 287, 289, 361-364; E. Chavannes, Documents sur les Turcs

Occidentaux, Petersburg 1900, s. 10, 28; Zeki Velidî Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul 1942-47, s. 5, 96, 100, 110, 317, 534; a.mlf., “Balasagun”, İA, II, 269-272; İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1956, s. 52-53, 89, 95, 185, 192, 226; M. Şerbak, Moneti iz raskopok grodişca Ak Beşim V. 1953-1954 gg: Uçenie Rapiski Instituta Vostokovvedeniya Akademmii Nouk SSR, Moskau 1958, XVI; W. Barthold, Socineniya, Moskau 1963, II/1, s. 39-40, 42-46, 49-52, 54, 56, 125, 132, 133-136, 141, 263, 454, 502, 549, 551; a.mlf., Türkistân (trc. Selâhaddin Osman Hâşim), Küveyt 1401/1981, s. 375, 377, 392, 426, 437, 459, 476, 516, 522; a.mlf.-J. A. Boyle, “Balāsāghūn”, EI² (İng.), I, 987; E. Bretschneider, Medieval Researches from Eastern Asiatic Sources, London 1967, I, 18, 226-228, 257; Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 16, 17, 38, 40, 42, 47, 48, 49, 51, 55, 60, 61, 63, 126, 141-143, 270; Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984, s. 171, 263, 315, 322, 325-326, 328, 330; Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, s. 26, 27, 28, 138, 196; “Ak-Beshim”, GSE, I, 179-180; C. E. Bosworth, “Balāsāgūn”, EIr., III, 582-583.

(11)

BALAT

Antik Milet şehrinin harabeleri üzerinde kurulan Ortaçağ’ların önemli ticaret limanı ve şehri. Balat Latince veya Grekçe palatiumdan türemiş bir kelime olup “düzlük, taş döşeli zemin, taş yol, kaldırım, kaldırım taşı” anlamında Arapça’ya da​

​geçmiştir. Kelime, Medine’de Mescidi Nebevî ile çarşı arasındaki taş kaldırımlı düzlük alan için kullanıldığı gibi Suriye, Filistin, Anadolu ve İspanya’da pek çok yer bu adla anılmıştır. İspanya’da bugün dahi Elbalat adlı bazı yerlere rastlanır. Suriye’de eski Roma yolunun yanında, ismini bundan almış el-Balat, Beytü’l-balat isimli mevkiler bulunduğu bilinmektedir. Balat ayrıca İstanbul’da Haliç’te bir semt adı olup Bizanslılar zamanında esirlerin hapsedildiği bir yer olarak ismine Arap kaynaklarında sık sık rastlanır (Yâkut, I, 477-478). Anadolu’da özellikle batı bölgelerinde bu adı taşıyan birçok yer bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri, Balıkesir’e bağlı bir kaza merkezi olup bugün Dursunbey adını taşıyan Balat kasabası ile Büyük Menderes’in denize döküldüğü yerin güneyinde denize 9-10 km. mesafede Söke kazasına bağlı Balat köyüdür. Özellikle bu sonuncusu, bugünkü görünüşüyle bağdaşmayacak derecede parlak tarihî geçmişi ile dikkati çeker.

Antikçağ’ın muhteşem şehirlerinden biri olan Milet, Büyük Menderes deltasının ilerlemesiyle, biri bütün bir filoyu rahatça alabilecek kapasitede dört limanının dolması sonucu önemini kaybetmeye başlamış ve yavaş yavaş gerilemeye yüz tutmuştu. Deltanın batıya doğru ilerlemesi limanların denizle bağlantısını kestiği gibi şehrin küçülmesine ve civarında hastalık yuvası lagünler ve bataklıklar

oluşmasına yol açtı. Ancak bu gerilemeye rağmen Ortaçağ’lar boyunca onun yerinde yeniden yükselen ve Doğu kaynaklarında Balat, Batı kaynaklarında Palatia adıyla anılan şehir, XVIII. yüzyıla kadar ticarî önemini giderek azalan bir şekilde de olsa koruyabildi. Antik Milet, Selçuklular’ın bu bölgede faaliyet gösterdikleri sıralarda zengin bir ailenin mülkü durumunda oldukça ıssızlaşmış bir şehirdi. Daha IX ve X. yüzyıllarda Ege’ye hâkim olan Türk korsanları burayı vuruyorlardı. XI. yüzyıldaki Selçuklu fethi şehrin yeniden canlanmasına ve yeni bir dönemin başlamasına yol açtı. Bir süre sonra elden çıktığı anlaşılan şehir 1273’e doğru tekrar Türk hâkimiyetine girdi. Özellikle XIII. yüzyıldan itibaren eski Milet, P. Wittek’e göre tiyatrosunun tepesi etrafında “plast” yani saray tarzındaki harabeler üzerinde yeni sakinleri tarafından bu özelliğini aksettiren bir adlandırma ile Balat adı altında ticarî ve ekonomik merkez olarak gelişme gösterdi. Nitekim Balat adının kaynaklarda XIII. yüzyıla kadar indiği kesin bir şekilde tesbit edilmiştir. Ayrıca bazı eserlerde şehrin adının Milet’ten bozma olduğu da belirtilir.

Bizanslılar Türk saldırıları karşısında tiyatronun üstünde sarayı andıran bir tabya yapmışlardı; burası daha sonra bir kale haline getirildi ve korsan seferleri için emin bir toplanma ve dinlenme yeri, elde edilen malların saklandığı barınak olarak kullanıldı. Ayrıca burada Bizanslılar zamanında müstakil bir metropolitin bulunduğu, hatta şehrin Türkler’in eline geçmesinden sonra da yerinde kaldığı ve 1369’a kadar faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Balat Menteşe beylerinin hâkimiyetine girdikten sonra ticarî ve fizikî yönden gelişmesini sürdürdü. Bu sıralarda Anadolu’nun malları için bir ihraç limanı durumundaydı. Safran, susam, bal, bal mumu, halı, mazı, şap, hububat, üzüm gibi Anadolu malları Balat’a getirilir, oradan Mısır’a ve İtalya limanlarına sevkedilirdi. Özellikle Sakız adasında yaşayan Cenevizliler bu ticarette önemli bir rol oynuyorlardı. Aldıkları malları Mısır’a götürüyorlar,

(12)

karşılığında Balat’a kumaş, sabun, kalay ve kurşun getiriyorlardı. Aslında şehir, limanın dolması sebebiyle denizden biraz uzakta kalmakla birlikte, gemiler nehir ağzından girerek buraya kolayca ulaşabiliyorlardı. Böylece Balat, XIV. yüzyılda Batı ile ticarî münasebetlerin arttığı sırada,

müstahkem kalesinin koruması altında bir ticaret merkezi olarak önem kazandı. Cenevizliler yanında Venedikliler de Menteşe beyleri ile sıkı ticarî münasebetler kurdular. Venedik’in Kandiye Dukası Marino Morosini’nin faaliyetleri sonucu Menteşe Beyliği ile yapılan 13 Nisan 1331 tarihli

antlaşmayla Venedik tüccarına Balat’ta oturma hakkı tanındı, ticaret yapabilecekleri bir yer ayrıldı. Ayrıca bir konsolos bulundurma izni verildiği gibi St. Nicolas Kilisesi de tahsis edildi. 1335’te iki taraf arasındaki münasebetler bozulduysa da 1337’de yapılan yeni bir antlaşma ile Venedikliler Balat’ta yeniden ticarî haklar elde ettiler; hatta yeni binalar yapma hakkına da sahip oldular. İzmir’in hıristiyan müttefik güçlerin eline geçmesi üzerine buraya yerleşen Rodos şövalyelerine karşı Balat Beyi İbrâhim’in savaş hazırlıklarında bulunması, öte yandan hıristiyan müttefiklerinin Balat’ı tehdit etmesi, ticarî menfaatlerini korumak isteyen Venedik’i, 1351-1352’de donanmasını Balat ve

Ayasuluk’a gönderme zorunda bıraktı. Venedik ile 1352’de başlayıp altı yıl süren görüşmeler

sonunda 1358 Ekiminde yeni bir antlaşma yapıldı. 1337 antlaşmasını yenileyen bu antlaşma için Girit dukasının elçisi Bentiregna Traversario Balat’a gelmişti.

Menteşe Beyi İbrâhim’in ölümünden sonra memleketi oğulları arasında taksim edildiği vakit Milas, Peçin ve Balat kardeşleriyle mücadeleye girişen Mûsâ Bey’in eline geçti (1360). Ardından Yıldırım Bayezid 1389-1390 kışında giriştiği Anadolu harekâtı sırasında Balat’ı da aldı. Hatta 1390’da

Venedikliler’in Balat’taki ticarî haklarını tanıyan bir antlaşma yaptı. Ancak Ankara Savaşı’ndan sonra şehir tekrar elden çıktı. Timur Batı Anadolu’ya gelince kışı Balat yakınlarında geçirdi. Nitekim 1403 Eylülünde Balat sahillerinden gemi ile geçen İspanyol elçisi Clavijo, Timur’un bu şehir

civarında kışladığını ve bir yıl önce de Balat’a gelerek Rodos’a ait Zeros adasını vurduğunu belirtir. Timur’un dönüşünden sonra Balat yeniden Menteşe beylerinin hâkimiyeti altına girdi. Hatta Mehmed Bey oğlu İlyas Bey, 24 Temmuz 1403’te Venedikliler’le eski antlaşmayı yeniledi ve Balat’ta işgal edilmiş ticarethanelerin ve kilisenin geri verilmesini, korsanlık faaliyetinin de önlenmesini kabul etti. Nitekim bu antlaşma için Girit Dukası M. Falèdro tarafından elçi olarak Balat’a gönderilen Leonardo​ ​Dellaporta, İlyas Bey’in sarayında çok iyi karşılanıp ağırlandığını belirtir. Ardından İlyas Bey Mayıs 1404’te burada büyük bir imarethâne inşaatı başlattı. 1414’te Venedikliler’le antlaşmanın

yenilenmesinden bir yıl sonra Balat Beyi İlyas’ın istiklâli sona erdi. Yeniden Osmanlılar’ın nüfuzu altına giren şehir İzmir Beyi Cüneyd tarafından alındıysa da onun bertaraf edilmesi üzerine 1426’da kesin olarak Osmanlı topraklarına katıldı.

Osmanlı hâkimiyeti altında Balat, Menteşe sancağına bağlı aynı adlı kazanın merkezi durumundaydı. Bilhassa Venedikliler’le olan mücadelelerde önemli bir deniz üssü olarak vazife gördü; Osmanlı hizmetindeki korsanların harekât ve toplanma noktası oldu. XV. yüzyıl boyunca ticarî önemini koruyan Balat’ta Venedikliler yanında Dubrovnik (Ragusa) tüccarları ve Cenevizli meşhur tâcirler, bunlar arasında özellikle Giustianno ailesi faaliyet gösteriyordu. Cenevizliler 1566’da Sakız’ın alınmasına kadar buradaki ticarî üstünlüklerini korudular. Balat XVI. yüzyılda iyice içeride kalmış olmasına rağmen ticarî faaliyet hâlâ canlı bir şekilde sürüyordu. Nitekim Pîrî Reis XVI. yüzyıl başlarında buranın sahillerinin sığlık halde bulunduğunu, Balat’ın denizden içeride yer aldığını, yakınına gelen gemilerin Deveboynu denilen bir burnun güneyinde demirlediklerini ve buraya Karaağaç Limanı adı verildiğini belirtir. Ayrıca buranın önemli bir uğrak yeri olduğu, şehirdeki

(13)

hamamın duvarlarına çizilmiş “karavela” ve “carraca” tipi ağır yük taşıyan gemi resimlerinden de anlaşılmakta ve bunlar XV-XVII. yüzyıllar arasında Balat’ın ekonomik canlılığını ispatlayan belgeler olarak dikkati çekmektedirler.

Tahrir defterlerine göre Balat 1517’de on yedi mahallesi ve 2500’ü aşkın nüfusu ile büyük bir kasaba durumundaydı (BA, TD, nr. 61, s. 176-184). Burada sadece yirmi dokuz hâne (yaklaşık 145 kişi) gayri müslim nüfus bulunuyordu. Bu sırada başlıca kalabalık mahalleleri İbrâhim Bey Camii, Kayalu, Lala Mescidi, Kazancılar Mescidi, Şeyhler, Subaşı, Gücü, Hüsâmeddin Mescidi, Hacı İshak teşkil ediyordu. Ayrıca bu dönemde civar köylerden gelerek buraya yerleşenler de olmuştur. Balat’ta XVI. yüzyıl başlarında, aralarında İlyas Bey İmareti ve Medresesi, Ahmed Gazi Mevlevîhânesi, İbrâhim Bey Camii, Feleküddin, Hacı İshak, Süle Bey, Kazancılar, Lala, Hızır Şah adını taşıyan mescidler başta olmak üzere toplam iki imaret, bir mevlevîhâne, bir kervansaray, bir cami, sekiz mescid, beş zâviye, bir dârülhuffâz bulunuyor, gelirleri vakfa ait en az elli dükkân ve üç hamam yer alıyordu. Şehir özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra yavaş fakat sürekli bir gerileme dönemine girdi.1563’te şehirde on altı mahalle vardı; nüfus ise 2000’e düşmüştü (BA, TD, nr. 337, vr. 205b). Bu gerilemede eski hisarın yıkılıp harap olması da kısmî bir rol oynamıştı. Nitekim 1571 tarihli bir arz*da, Balat’ın deniz kıyısına yakın, üç cami ve yirmi mescidli büyük bir kasaba olduğu, ancak kıyıdaki eski hisarın yıkılması sebebiyle sürekli olarak düşman gemilerinin hücumuna uğradığı ve ahalinin dağılmaya başladığı belirtilmektedir (BA, MAD, nr. 18.092, s. 76).

Balat bu tarihten az sonra idarî bir değişikliğe uğradı ve Menteşe sancağından ayrılarak yeni oluşturulan Sığla sancağına bağlandı. Bu sıralarda Balat kazası yetmiş kadar köye sahipti.

Civarındaki köylerin çoğu Türkmen köyleri olup Kayı, Kınık, Bayındır, Afşarlu gibi büyük Türk oymaklarının adını taşıyordu. Halkın çoğu çiftçilik ve balıkçılıkla uğraşıyordu. Defterdeki kayıtlardan ayrıca Balat’ın çevresinin bağlık ve bahçelik olduğu, kurulan pazardan elde edilen gelirin önemli miktarlara ulaştığı ve burada bir de mumhânenin bulunduğu anlaşılmaktadır.

1583 tarihli Tahrir Defteri’ne göre, muhtemelen kalesinin de tamiriyle yeniden toparlanan ve nüfusu yaklaşık 3000’e yükselen Balat (TK, TD, nr. 156, vr. 46b-50ª). XVII. yüzyıldan itibaren gerek korsan baskınları gerekse bataklıkların genişleyip sıtma hastalığının yayılması sonucu bir ticaret merkezi olma özelliğini kaybetmeye başladı. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre hastalık sebebiyle kaza idarecileri Söke’de oturuyorlardı. Ancak yine de ticarî faaliyet sürüyor, Tire, Aydın, Saruhan ve Menteşe’den gelen tüccarlar mallarını buraya getirerek ihraç ediyorlardı. Küçük gemi ve kayıklar Menderes’ten içeri girerek şehre getirilmiş olan buğday, arpa, pamuk ve özellikle pek meşhur meyan kökünü taşıyorlardı. 1655’te on altı mahalleli, nüfusu azalmış bir kasaba olan Balat’ı (BA, KK, Mevkufat, nr. 2620, s. 27-28) 1670’lerde “harap, viran bir azîm şehir ve kale” şeklinde tasvir eden Evliya Çelebi burada ancak 200 kadar ev (yaklaşık 1000 kişi) ile bir han ve küçük bir caminin yer aldığını belirtir. İzmir’in ön plana çıkışı ile ticarî faaliyeti de büsbütün sönen şehri 1675’te gören G. Wheler burayı karmakarışık, eski yıkıntılarla dolu bir yığın olarak tarif eder. Nitekim 1676’da

avârız* tesbiti için yapılan bir tahrire göre Balat on dört mahalleli, 500 dolayında nüfusa sahip küçük bir yerleşim yeri durumundaydı (BA, KK, nr. 2670, vr. 22b). 1706’da tabii âfetler ve büyük bir veba salgını kasabanın çöküşünü hızlandırdı. Bu sıralarda yerleşime açık altı mahallesi (Yuran, Mahmud Baba, Ahurlu, Şeyhler, Kızılali, Hireli) bulunuyordu. Eski mahalleleri tamamen terkedilmiş, nüfusu ise 150-200 civarına inmişti (BA, KK, nr. 2670, vr. 27b). Hızlı çöküşün başlangıcını teşkil eden bu son tarihten yaklaşık yarım asır sonra 1761’de buradan geçen R. Chandler ise Balat’ı çok az sayıda

(14)

Türk’ün oturduğu, her tarafını çalılıkların kapladığı, saraylarından ötürü hâlâ Palat ve Palatia denilen çok kötü bir yer olarak belirtir. 1830’a doğru tamamen küçük bir köy durumuna düşen Balat yüzyılın sonlarında Texier’e göre hemen hemen boşalmış, kışın çobanların barındığı birkaç kulübeden ibaret bir yer haline gelmiştir. XX. yüzyılın başlarında burada bir köy biriminin oluştuğu ve zamanla

nüfusun biraz daha arttığı bilinmektedir. Bugün Aydın’ın Söke​

​kazasına bağlı Akköy nahiyesinin bir köyü durumunda olan Balat 1955’teki zelzele sebebiyle harap olmuş, ancak hemen yakınında 2 km. kadar uzaklıkta yeniden kurulmuştur. Nüfusu 1990 sayımına göre 2002’dir.

BİBLİYOGRAFYA

BA, TD, nr. 61, s. 176-184; nr. 166, s. 506-516; nr. 337, vr. 205b-207b; BA, MAD, nr. 18.092, s. 76; BA, KK, Mevkufat, nr. 2620, s. 27-28; nr. 2670, vr. 22b, 27b; TK, TD, nr. 156, vr. 40b-50ª; Strabon, Coğrafya (trc. Adnan Pekman), İstanbul 1975, XIV, 6-8; Bekrî, MuǾcem, I, 271; Yâkut, MuǾcemü’l-büldân, I, 477-478; Clavijo, Timur Devrinde Semerkanda Seyahat (trc. Ömer Rıza Doğrul), İstanbul 1975, s. 26; Kalkaşendî, Subhu’l-aǾşâ, V, 382; Pîrî Reis, Kitab-ı Bahriye (nşr. Kurdoğlu-Alpagot), İstanbul 1935, s. 190, 209; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 146-147; J. Spon - G. Wheler,

Italienische Dalmatische, Griechische und Orientalische Reise-Beschreibung, Nürnberg 1690, s. 73; R. Chandler, Travels in Asia Minor and Greece, London 1817, I, 168-169; Texier, Küçük Asya, II, 213-214; Ahmed Rifat (Yağlıkçızâde), Lugat-ı Târîhiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299-1300, II, 128; Kāmûsü’l-a‘lâm, II, 1336; Th. Wiegand, Die Milesische Landschaft, Berlin 1929; K. Wulzinger v.dğr., Das Islamische Milet, Berlin-Leipzig 1935; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 70-82; P. Wittek, Menteşe Beyliği (trc. O. Şaik Gökyay), Ankara 1968, s. 26, 59-60, 74, 81-82, 90, 93, 102-103, 108, 113, 116-117, 128-130; W. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi (trc. Enver Ziya Karal), Ankara 1975, s. 607-609; K. Ekrem Uykucu, Muğla Tarihi, İstanbul 1983, s. 213-214; E.

Zachariadou, Trade and Crusade, Venetian Crete and the Emirates of Menteshe and Aydın (1300-1415), Venice 1983, s. 19, 58-59, 60-62, 187-189 ve tür.yer.; Aynur Durukan, Balat, İlyas Bey Camii, Ankara 1988; Şerafettin Turan, Türkiyeİtalya İlişkileri, İstanbul 1990, I, 145-157; W.

MüllerWiener, “Das Theaterkastell von Milet”, Istanbuler Mitteilungen, X/17, İstanbul 1967, s. 279-290; Süha Göney, “Büyük Menderes Deltası”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, X/18-19, İstanbul 1973, s. 339-354; Otto F. A. Meinardus, “Balat (Ortaçağda Miletos) Kentinin Ekonomik Canlılığının Kanıtları (trc. Ş. Karadeniz)”, TTK Belleten, XXXVII/147 (1973), s. 297-304; F. Giese - Besim Darkot, “Balat”, İA, II, 272-273; D. Sourdel - V. J. Parry - A. Huici Miranda, “Balāt”, EI² (İng.), I, 987-988.

(15)

BALAT CAMİİ VE TEKKESİ

İstanbul’un Balat semti Molla Aşkî mahallesinde bir cami-tekke.

Mahkemealtı caddesi ile Ferruh Kâhya, Kahkaha ve Çavuş Hamamı sokaklarının sınırladığı arsa üzerinde 970’te (1562-63) inşa edilmiş olan, kaynaklarda Ferruh Kethüdâ ve Ferruh Kâhya adlarıyla da anılan bu tekkenin bânisi, Kanûnî devri ricâlinden Vezîriâzam Semiz Ali Paşa’nın kethüdâsı

Ferruh Ağa’dır. İnşası aynı yıl tamamlanan ve tekkenin tevhidhânesi olarak da kullanıldığı anlaşılan caminin tasarımı mimar Koca Sinan’a aittir. Bu camitevhidhâne, günümüze ulaşmamış olan tekke müştemilâtı, mahkeme binası ve çeşmeden oluşan ufak çapta bir külliyenin merkezini teşkil ediyordu. Mihrap XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Tekfur Sarayı’nda imal edilen çinilerle kaplanmış, minare kaideden itibaren aynı yüzyılın ikinci yarısı içinde, muhtemelen 23 Mayıs 1766 depreminden sonra yenilenmiştir. Geçen yüzyılda büyük bir ihtimalle 1877’deki Balat yangınında ahşap son cemaat yeri ile tekke müştemilâtının ve mahkeme binasının ortadan kalktığı, son cemaat yerinin daha sonra ihya edildiği anlaşılmaktadır. Tekke kuruluşundan kapatılışına kadar Halvetiyye tarikatının Sümbüliyye koluna bağlı kalmıştır. Tekkelerin kapatıldığı 1925’ten sonra harap olan camitevhidhâne, çevre

sakinlerinin 1953’te kurduğu Ferruh Kâhya Camii Onarma ve Koruma Cemiyeti eliyle tamir edilmeye başlanmış, malî sıkıntılar yüzünden kesintiye uğrayan tamirat Vakıflar İdaresi’nin katkıları ile

1960’larda tamamlanabilmiştir.

Düzgün olmayan yedigen şeklindeki arsa moloz taş örgülü ve kesme taş harpuştalı bir duvar ile kuşatılmıştır. Farklı yönlere açılan basık kemerli beş kapısı vardır. Camitevhidhâne güneyde ihata duvarına iki noktada temas edecek şekilde yerleştirilmiştir. Yapı ile duvar arasındaki alan hazîreye ayrılmıştır. Hazîrenin bir parçası da kuzey duvarının önünde yer alır. Avlunun batı ve kuzey sınırları boyunca derviş hücrelerinin, doğuda cadde üzerinde dükkânlar ile mahkeme binasının sıralandığı tahmin edilebilir. Çeşme arsasının kuzeybatı köşesinde sokakların kavşağında bulunmaktadır. Camitevhidhâne aynı ahşap çatı ile örtülü olan zâviyeli planlı bir harim ile enine dikdörtgen planlı bir son cemaat yerinden meydana gelir. Koca Sinan’ın altı ya da sekiz destekli, merkezî kubbeli bazı camilerinde uyguladığı mihrap çıkıntısının ahşap çatılı bir yapıda görülmesi dikkat çekicidir. Son cemaat yerinin ilk yapıldığında, kare kesitli taş kaidelere oturan sekiz adet ahşap dikmenin taşıdığı açık bir sundurma şeklinde olduğu tahmin edilebilir. Dikmelerin arası geçen yüzyılın son çeyreğinde ahşap duvarlarla, son onarımda ise demir doğramalı büyük camekânlarla kapatılarak yapıya bir sivil mimari çeşnisi katılmış, böylece son cemaat yeri özelliğini kaybetmiştir.

Harimin duvarları bir sıra kesme köfeki taşı ve iki sıra tuğla ile almaşık olarak örülmüştür. Kuzey duvarının ortasında yer alan giriş breş taşından kalın söğeler ve beyaz mermerden kaval silmelerle kuşatılmış, alçak kabartma rûmîlerin yer aldığı bir alınlık ile taçlandırılmıştır. Basık kemerli

açıklığın üzerinde bâninin adı ile kimliğini, ayrıca binanın 970 (1562-63) olarak inşa tarihini veren, istifli sülüsle yazılmış Arapça mensur kitâbe görülür. Evliya Çelebi bu kuzey duvarının son cemaat yerine bakan sathında hac yolundaki çeşitli menzilleri ve geçitleri gösteren manzara resimlerinin bulunduğunu bildirmektedir. Geç devir Osmanlı camilerinde görülen manzara resimlerinin oldukça eski bir geleneğe dayandığını belgeleyen bu örnekler maalesef ortadan kalkmıştır. Harimin

(16)

alttakiler kesme köfekiden söğeler, demir parmaklıklar, almaşık örgülü sivri tahfif kemerleri ve köfekiden kemer aynaları ile, sivri kemerli olan üsttekiler ise çift cidarlı alçı revzenlerle

donatılmıştır. İçeride kuzey duvarı boyunca altta bir maksûre, üste bir mahfil uzanır. Süsleme

açısından camitevhidhânedeki en dikkat çekici unsur mihraptır. Mermerden kaval silmeli çerçeve ve altı sıra mukarnaslı kavsara dışında kalan satıh XVIII. yüzyılın birinci çeyreği içinde İstanbul’da Tekfur Sarayı imalâthanesinde yapılmış sıraltı tekniğinde çini levhalar ile kaplı idi. Klasik dönemin İznik çinilerini taklit eden bu levhalarda beyaz zemin üzerine kırmızı, yeşil, fîrûze ve lâcivert

kullanılarak şakayık ve hançer yaprağı gibi natüralist motifler işlenmişti. Mihrap hücresinin içinde yer alanlar hariç​

​diğer çiniler 1938-1947 arasında yerlerinden sökülerek kayıplara karışmıştır. Ayrıca pencerelerin içlerinde, zeminde beyaz mermere renkli taş kakılmak suretiyle vücuda getirilmiş dikdörtgenler, mihrap şamdanlarının arkasında, süpürgelik hizasında yer alan Bursa kemerli ve palmetli mermer levhacıklar, mukarnaslarla donatılmış ahşap mahfil sütunları ile dışarıda güneybatı köşesinde yer alan güneş saati de kayda değer unsurlardır. Ahşap minber, kalem işleri ve alçı revzenler ise son tamiratta konmuş olup ilk yapıdan kalma değildir. Halen çıtalar ile taksim edilmiş düz bir satha sahip olan ahşap tavanın ortasında vaktiyle, çatı altında gizlenen ahşap bir kubbenin var olduğu

bilinmektedir. Harimin kuzeybatı köşesinde yükselen minare bütünüyle kesme köfekiden örülmüş olup iki yapıdan kalma yarım sekizgen kaidesi, barok üslûbu aksettiren kesik koni biçiminde pabucu, daire kesitli gövdesi, kaval silmeli şerefesi ve kurşun kaplı konik ahşap külâhı ile dikkati çeker.

BİBLİYOGRAFYA

Mecmûa-i Cevâmi‘, I, 16-17, nr. 33; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 308; Ayvansarâyî, Mecmûa-i Tevârîh, s. 98-99, 240; a.mlf., Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 55-57; Âsitâne Tekkeleri, s. 3; Bandırmalızâde, Mecmûa-i Tekâyâ, İstanbul 1307, s. 4; Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi), s. 10-11; Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, I, 88; Konyalı, Mimar Koca Sinan’ın Eserleri, s. 86-88; Semavi Eyice, Istanbul-Petit Guide K Travers les Monuments Byzantins et Turcs, İstanbul 1965, s. 65; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962, I, 31-32; Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1969, I, 17; Metin Sözen, Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan, İstanbul 1975, s. 162, 373; W.

MüllerWiener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 381; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 25, 34, 115, 259, 276; R. Ekrem Koçu, “Balat Camii”, İst.A, IV, 1965-1966.

(17)

BALAT HAMAMI

İstanbul’da Balat semtinde XV. yüzyıla ait hamam.

Haliç kıyısında aynı addaki mahallede, Mimar Sinan’ın eseri olan Ferruh Kethüdâ veya Balat

Camii’nin yanında bulunmaktadır. Yakın tarihlerde buraya Çavuş Hamamı da denilmiştir ki yanlıştır. İstanbul’un en eski hamamlarından biri olan bu tarihî eserin ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı şimdiye kadar bilinmiyordu. R. Ekrem Koçu, Sultan II. Bayezid’in ilk saltanat yıllarında, hatta belki de Fâtih Sultan Mehmed devrinde yapılmış olabileceğini ileri sürmektedir. Gerçekten Fâtih’in bir vakfiyesinde, kurduğu hayrata gelir sağlamak üzere yapılan hamamlar arasında, bir Balat Kapısı Hamamı ve ayrıca bir de Çavuşbaşı Hamamı vardır. Bunlardan birinin bugünkü Balat Hamamı ile aynı olabileceği tahmin edilmektedir. Evliya Çelebi burayı Balat Hamamı adıyla kaydettiği gibi 1288 (1871) tarihli, hamamlara dair bir belediye nizamnâmesinde de birinci sınıf hamamlar arasında Balat Hamamı adıyla anılmıştır. Hamam Balat Kapısı’nın evvelce bulunduğu yerin tam karşısında olduğuna göre Fâtih evkafındaki Balat Kapısı Hamamı olması çok kuvvetle muhtemeldir. E. Hakkı Ayverdi ise bu hamamı Çavuşbaşı Hamamı olarak adlandırmakta ve Tahtaminare Mescidi yanındakini de Balat Kapısı Hamamı olarak göstermektedir ki hatalıdır. Adı ne olursa olsun bugün mevcut Balat Hamamı Fâtih devrine aittir.

Bir çifte hamam olan Balat Hamamı mimari bakımından şimdiye kadar incelenmemiştir. Ayverdi’de yayımlanan plan buraya değil Tahtaminare Mescidi yanındaki hamama aittir. R. E. Koçu’nun planı ise sadece erkekler kısmının bir krokisidir. Geç bir devirde şimdiki biçimini aldığı anlaşılan soyunma yeri (camekân) yüksek pencereli bir aydınlık feneriyle ışık alır. Soyunma yerinden geçilen ılıklık veya soğukluk bölümü yandadır. Bu durum Türk hamam mimarisinde pek görülmeyen bir özelliktir. Üzeri beşik tonozla örtülü olan ılıklıktan geçilen dar dehlizin bir tarafında helâlar sıralanır, aynı dehlizin sonunda ise başka hiçbir hamamda olmayan, beş basamaklı bir taş merdivenle inilen tonozlu kare bir mekân bulunur. “Yahudi batağı” denilen bu tonozlu hücrede yalnız Mûsevîler’in kullandıkları bir havuz vardır. Sıcaklık bölümü ise dikdörtgen biçiminde iki yanı eyvanlı, kubbeli büyük bir mekân olup en dip duvarına bitişik kare şeklinde bir göbek taşı sekisine sahiptir. Sıcaklık kısmından ise kare planlı ve kubbeli iki halvet hücresine geçilir. Böylece Balat Hamamı, çifte halvetli hamam tipinin bir örneğidir. Kadınlar kısmının mimarisi hakkında bilgi edinilememiştir.

Balat Hamamı herhangi bir süslemeye sahip bulunmamakta ise de İstanbul’un bugün ayakta kalabilmiş en eski hamamlarından biri olarak değerli bir eserdir. Ayrıca başka hamamlarda görülmeyen mimari özellikleri bakımından da dikkate değer bir yapıdır.

BİBLİYOGRAFYA

Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 331; a.e. (haz. Zuhurî Danışman), İstanbul 1969-71, II, 34; Fâtih Mehmed II. Vakfiyeleri (nşr. Vakıflar Umum Müdürlüğü), Ankara 1938, s. 213, vr. 94ª-b; Ayverdi, Osmanlı Mi‘mârîsi IV, s. 593, nr. 596, 729, 732 (resim 896’daki plan buraya ait değildir); R. Ekrem

(18)

Koçu, “Balat Hamamı”, İst.A, IV, 1967-1970.

(19)

BALBAN HAN

(20)

BALDIRZÂDE MEHMED EFENDİ

(ö. 1060/1650)

Osmanlı müderris ve kadısı, Ravza-i Evliyâ’nın müellifi, şair.

Bursa’da doğdu. Tokatlı Ali Dede’nin torunu ve Bursa Ulucami vâizlerinden Mustafa Efendi’nin oğludur. İyi bir tahsil gördü. 1594’te Arapzâde Abdürraûf Efendi’den​

​mülâzım oldu. 1601-1634 yılları arasında sırasıyla Bursa Molla Fenârî, Lala Şahin Paşa, İstanbul Dâvud Paşa, Bursa Yıldırım Bayezid, İstanbul Ayşe Sultan, Sahn-ı Semân, Bursa Sultaniye ve

Üsküdar Vâlide Sultan medreselerinde müderrislik yaptı. 1634 yılı sonlarında Üsküdar, bir yıl kadar sonra da Mekke kadılığına tayin edildi. 1639 Mayısında emekliye ayrılan Baldırzâde’ye arpalık* olarak Yenişehir kazası verildi. Emeklilik döneminde de Bursa Yıldırım Han Medresesi’nde

müderrislik yaptı. 12 Receb 1060’ta (11 Temmuz 1650) vefat etti. Bursa’daki Abdal Mehmed Camii hazîresinde babasının yanına gömüldü. Vefatına şair Âsımî, “Kerem-i Hakk’a mukarin ola

Baldırzâde” mısraı ile tarih düşürmüştür.

Fıkıh, tarih, tabakat konularında eserleri bulunan Baldırzâde Mehmed Efendi, Selîsî mahlasıyla şiirler de yazmıştır. Rızâ Efendi, Tezkire’sinde “nevbahar” redifli bir gazelini örnek olarak vermektedir. Şiirlerinin bir divan halinde toplandığına dair kayıtlar varsa da henüz bir nüshasına rastlanmamıştır.

Eserleri. 1. Ravza-i Evliyâ. Bursa’da yaşayan âlim, şeyh ve şairlerin hayat hikâyelerini ihtiva eden bu eser, Türk edebiyatı tarihinde kendi türünün ilk ve en iyi örneklerindendir. Eserde Emîr

Sultan’dan (ö. 833/1429-30) müellifin zamanına kadar yaşamış 200’den fazla şahsın biyografisi bulunmaktadır. 1059 (1649) yılında tamamlanan eserin adı Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tarafından konulmuş ve bu isim ebced hesabıyla kitabın yazılış tarihine uygun düşmüştür. Eserinin sonunda müellif babasından ve kendisinden de söz etmektedir. İstanbul Kütüphaneleri Tarih Coğrafya Yazmaları Katalogu’nda sekiz nüshası gösterilmiş olan Ravza-i Evliyâ’nın İstanbul

Üniversitesi Kütüphanesi (TY, nr. 2556) ile Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde (Orhan Kitapları, nr. 1018/1) ve daha birçok yerde yazma nüshaları vardır. Vefeyât-ı Baldırzâde adıyla da anılan eserin zeyillerinden ilki ve en önemli olanı, Bursalı İsmâil Belîğ’in yazdığı Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânışverân-ı Nâdiredân’dır. 2. Hâşiye Ǿalâ Şerhi’sSeyyid Ǿale’l-Miftâh. Ebû Ya‘kūb Sekkâkî’nin kaleme aldığı Arap diline ait Miftâhu’l-Ǿulûm adlı eserin belâgat kısmına Seyyid Şerif Cürcânî’nin yazdığı şerhin hâşiyesidir. Süleymaniye (Cârullah, nr. 1786; Fâtih, nr. 4579) ve Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanelerinde (III. Ahmed, nr. 1713) nüshaları vardır. 3. Hâşiyetü’l-eşbâh. Kaynaklarda adından söz edilen bu eserin nüshasına rastlanmadığı gibi mahiyeti hakkında da bilgi bulunmamaktadır. 4. Târîh-i Mekke. 1046-1047’de (1637-1638) Mekke kadısı iken yazdığı bu eserin bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir (Revan, nr. 20/II). 5. Fezâil-i Mekke-i Mükerreme. 6. Fezâil-i Medîne-i Münevvere. Bu iki eserin Fezâil-i Haremeyn adlı bir yazma nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Esad Efendi, nr. 3563/I). 7. Binâ-yı Kâ‘be’ye Dâir Risâle. Mekke kadısı iken yazdığı bu eserin nüshası

(21)

geçmediği gibi mahiyeti hakkında da bilgi bulunmamaktadır. 9. Kitâbü’s-Sak ( ﺻﻚ ). Kütüphane kataloglarında Sukûk (كﻮﻜﺻ) adıyla da rastlanan ve hukukî yazışma usul ve örneklerini gösteren bu eser, bir kayıttan öğrenildiğine göre (bk. Gölpınarlı, II, 278) bir mukaddime, on bab ve bir hâtimeden ibaret olup sahasında çok değerli bir eserdir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde nüshaları bulunmaktadır (Hacı Mahmud Efendi, nr. 1033/1; Esad Efendi, nr. 933/1). Baldırzâde’nin ayrıca Süleymaniye

Kütüphanesi’nde (Hacı Mahmud Efendi, nr. 2673/35) Eşrefoğlu Menâkıbı adlı bir eseri görülmektedir ki bunun Ravza-i Evliyâ’nın bir parçası olması muhtemeldir.

BİBLİYOGRAFYA

Baldırzâde, Ravza-i Evliyâ, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Orhan Kitapları, nr. 1018/1; Seyyid Mehmed Rızâ, Tezkire, İstanbul 1316, s. 48-49; Belîğ, Güldeste, s. 346-349; a.mlf.,

Nuhbetü’l-âsâr, s. 210; Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, I, 187-188; Ayvansarâyî, Mecmûa-i Tevârîh, s. 238; Sicill-i Osmânî, IV, 164; Osmanlı Müellifleri, I, 257-258; TCYK, s. 704-707; Gölpınarlı, Katalog, II, 278; M. Tayyib Gökbilgin, “Bursa’da Kuruluş Devrinin İlim Müesseseleri, İlim Adamları ve Bursa Tarihçileri Hakkında”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 271-272; Babinger (Üçok), s. 210-211; Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Bursalı İsmail Beliğ, Ankara 1985, s. 87-88.

(22)

BA‘LEBEK

ﺑ ﻌ ﻠ ﺒ ﻚ

Lübnan’ın Bikā‘ vadisinde tarihî bir şehir.

Ba‘lebek (Baalbek), Anti Lübnan dağlarının (el-Cebelü’ş-şarkı) batı eteğinde ve Bika‘ (Beka‘) vadisinin kuzeydoğusunda, denizden yaklaşık 1200 m. yükseklikte kurulmuştur. Beyrut ile Şam’ı Humus’a bağlayan demiryolu üzerinde ve Beyrut’tan 86 km. mesafededir. Aksi istikametlerde akan Âsi ve Litani nehirlerinin havzalarını ayıran setin üstünde, Âsi nehrinin Re’sül‘ayn denilen kaynağına yakın bir yerde bulunur. Etrafı bu geniş kaynaktan sulanan meyve bahçeleriyle çevrilidir. Şehir bugün Lübnan’ın en önemli tarihî ve turistik merkezi olup 18.000 civarında bir nüfusa sahiptir.

Arapça’da Ba‘lebek şeklinde söylenen Baalbek adının Ken‘ânîler’in baş tanrısı Ba‘l’den geldiği bilinmekte ve şehrin bu tanrının Bika‘ vadisindeki en önemli kült merkezi olması sebebiyle kelimenin aslının “Beka‘ın Ba‘l’i” (Ba‘lü Beka‘) anlamını taşıdığı sanılmaktadır. Ba‘l’in Grekler tarafından güneş tanrısı sayılması sebebiyle şehir Helenistik devirde Heliopolis (güneş şehri) adıyla anılmıştır. Hıristiyanlığın yayılmasına kadar bölgenin​

​dinî merkezi olmaya devam eden şehir, buraya iki lejyon yerleştiren ve derecesini koloniye çıkaran Romalılar döneminde çok önem kazanmış ve Colonia Julia Augusta Felix Heliopolis adıyla yeniden imar edilmiştir. Ayrıca başlıcaları Jüpiter ile Bacchus adına olmak üzere çeşitli tanrılar için yapılan birçok mâbedle süslenmiştir. Büyük Konstantin (306-337) tarafından mâbedlerin kapatılması ve I. Theodosios (379-395) tarafından büyük bir bazilika yaptırılarak şehrin bölgenin Hıristiyanlık

merkezi haline getirilmesinden sonra çok tanrılı dönemi hatırlatan Heliopolis adı terkedilerek tekrar Ba‘lebek adı benimsenmiştir.

Ba‘lebek, Hz. Ömer devrinde Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından Dımaşk’ın fethinden sonra barış yoluyla alınarak İslâm topraklarına katıldı (637) ve Hz. Ömer’in emriyle Yezîd b. Ebû Süfyân’ın idaresine bırakıldı. Yezîd’in Amvâs’ta ölümü üzerine Hz. Ömer idarî taksimatta değişiklik yaptı ve Ba‘lebek’in yönetimini Dımaşk ve Belka ile birlikte Muâviye’ye verdi. Onun zamanında şehir önemli bir merkez haline geldi. Araplar bölgeyi fethettikten sonra Ba‘lebek’in akropolünü bir iç kale ve bölge yöneticisinin oturma mahalli olarak kullanmaya başladılar. Muâviye 661 yılında halifeliğini ilân edince Ba‘lebek’teki darphânede Emevî dirheminin basılmasını emretti; bu parada “emîrü’l-mü’minîn”, “Muhammedün Resûlullah” ve “Ba‘lebek” ibareleri yer alıyordu. Emevîler devrinde Dımaşk ordugâhının bir kısmını oluşturan Ba‘lebek, Hz. Osman’ın katilleriyle Emevî düşmanlarının ve Bizanslı esir ve rehinelerin hapsedildiği bir kale idi. Ayrıca sahil şehirleriyle adalara yapılacak yardımlar açısından da önemli bir konumda bulunuyordu. Nitekim Muâviye ve halefleri sahildeki birçok şehre Ba‘lebek’ten süvari birlikleri göndermişlerdir. Emevîler her bakımdan lâyık olduğu ilgiyi göstermiş oldukları Ba‘lebek’te büyük bir cami ve darphâne yaptırmışlardı. Şehir daha sonra Abbâsîler’in kontrolüne geçti ve önemli bir ordugâh şehri olma özelliğini korudu.

Ba‘lebek 878-974 yılları arasında Tolunoğulları, İhşîdîler, Hamdânîler, Karmatîler ve Fâtımîler’in hâkimiyetinde kaldı. 974’te Bizans İmparatoru I. Johannes Tzimiskes’in, 1025’te Halep Emîri Sâlih

(23)

b. Mirdâs’ın ve 1075’te Suriye Selçuklu Meliki Tutuş ve oğullarının hâkimiyetine girdi. 1083’te Halep Emîri Müslim b. Kureyş tarafından işgal edildiyse de onun şehirden ayrılması üzerine Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak’ın emîrlerinden Gümüştegin buraya vali tayin edildi. Ancak Gümüştegin daha sonra Dımaşk Atabegi Tuğtegin’in aleyhinde bulunduğundan azledildi ve yerine Tuğtegin’in oğlu Böri getirildi (1110). Böri atabeg olunca Ba‘lebek’i oğlu Muhammed’e iktâ* etti. Bu değişikliklerin

meydana geldiği dönemlerde şehir kuvvetli bir şekilde tahkim edildi. Muhammed 1138’de Dımaşk emîri olunca veziri Üner’i Ba‘lebek valisi tayin etti. Ancak 1136’da Halep Valisi Zengî şehri alarak valiliğine Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin babası Eyyûb’u getirdi. 1146’da Zengî’nin öldürülmesi üzerine Eyyûb şehri Böriler’e geri vermek zorunda kaldı. Böylece Ba‘lebek dokuz yıl kadar (1146-1155) tekrar Böriler’in idaresinde kaldı.

1155 yılında Dımaşk’ı alarak orada Böriler’in hâkimiyetine son veren Nûreddin Zengî Ba‘lebek’e doğru yöneldi. Dımaşk’ta efendisi Mücîrüddin Abak’ın mağlûp olmasına rağmen Ba‘lebek Valisi Dahhâk b. Kays şehri teslim etmediyse de Nûreddin Zengî iki yıl kadar sonra burayı barış yoluyla ele geçirdi. 1170’te depremden büyük zarar gören kale surları tamir edildi. 1174’te Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından alınan şehir Haçlılar’a karşı yapılan mücadelede önemli bir üs olarak kullanıldı.

Selâhaddîn-i Eyyûbî şehrin idaresini önce serdarı Muhammed’e, sonra kardeşi Turan Şah’a ve daha sonra da yeğeni Ferruh Şah’a verdi. 1182-1230 yılları arasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin diğer yeğeni Behram Şah’ın idaresinde kalan şehir 1230’da Dımaşk hâkimi el-Melikü’l-Eşref Mûsâ tarafından zaptedildi. Eyyûbîler’in idaresinde de birçok defa el değiştirdi ve 1260’ta Moğollar’ın eline geçti; ancak Memlük Sultanı Kutuz’un Aynicâlût’ta kazandığı zafer üzerine Memlükler’in idaresine girdi. Böylece Ba‘lebek Dımaşk vilâyetine bağlı önemli bir şehir haline geldi. Fakat daha sonraki

dönemlerde önemi, Memlükler’in posta yolları olan Dımaşk-Humus, Dımaşk-Trablus hattının

değişmesiyle azaldı. 1401’de Timur tarafından kısa süreyle işgal ve tahrip edilen Ba‘lebek 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Suriye seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine geçti. Bu tarihten itibaren küçük beylerin, özellikle Harfûş ailesinin elinde kaldı. XVII. yüzyılda bölgeyi gezen ve çevredeki

peygamber mezarları ile ilgili menkıbeler nakleden Evliya Çelebi’ye göre Ba‘lebek, Şam eyaletine bağlı bir subaşılık ve 150 akçelik bir kaza idi.

Daha sonra Suriye’deki aileler arasında cereyan eden anlaşmazlıklar ve olaylardan etkilenen Ba‘lebek’in refah seviyesi düştü ve nüfusu azaldı; XIX. yüzyılın sonlarındaki nüfusunun 1000 civarında olduğu bilinmektedir. XVIII. yüzyılda kalesi, cami ve hamamı en önemli eserleri idi. 1759’da meydana gelen depremde binaları yıkıldı ve virane haline geldi. 1831’de Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa tarafından​

​zaptedildiyse de tekrar geri alındı ve 1850’de Bâbıâli’nin yeni düzenlemesiyle Şam vilâyetine tâbi bir kaza merkezi yapıldı; bu dönemde şehirde yedi cami, sekiz türbe, üç kilise, 100 dükkân

bulunuyordu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile birlikte burası da Fransız manda idaresine geçti. 1898-1905 yılları arasında Almanlar tarafından önemli kazı çalışmaları yapıldı ve ortaya çıkarılan İslâm öncesi döneme ait tarihî eserler daha sonra Fransız manda idaresi ve Lübnan hükümeti

tarafından restore ettirilerek Ba‘lebek bir müze-şehir haline getirildi. İzleri tamamen ortadan kalkmış bulunanlar yanında Mescidü İbrâhim, Mescidü Re’si’layn, el-Câmiu’l-kebîr gibi önemli İslâmî

eserler ise bugün harap durumda olup bazı duvar ve kemerleri ayakta kalabilmiştir (bk. Hasan Abbas Nasrullah, II, 630 vd.).

(24)

BİBLİYOGRAFYA

Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 185187; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, 9196; Abdülganî enNablusî -Ramazan b. Mûsâ el-Utayfî, Rihletân ilâ Lübnân (nşr. Selâhaddin el-Müneccid - S. Wild), Beyrut 1979, s. 76-89; Ahmed Rifat (Yağlıkçızâde), Lugat-ı Târîhiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299-1300, II, 119, 198; Kāmûsü’l-a‘lâm, II, 1323; Philip K. Hitti, Târîhu Sûriye ve Lübnân ve Filistîn, Kahire 1958-59, I (trc. Corc Haddâd - Abdülkerîm Râfik), s. 343-349; II (trc. Kemal Yâzîcî), s. 207, 232, 235, 266, 326; Hasan Abbas Nasrullah, Târîhu BaǾalbek, Beyrut 1404/1984, I-II; Coşkun Alptekin, Dımaşk Atabegliği, İstanbul 1985, s. 21-22, 82-83, 87, 99-100, 122-124, 133-134, 166; Fevzi Ahmed el-Ahdeb, “BaǾlebek: Medînetü’ş-şems”, Faysal, XXIII, Riyad 1979, s. 38-49; Ömer Tedmürî,

“Medînetü BaǾlebek ve huzûruhe’t-târîhî fi’l-mesâdiri’l-ǾArabiyye hilâle’l-Ǿasri’l-Emevî”, el-Fikrü’l-ǾArabî, XXIX, Beyrut 1982, s. 205-229; M. Sobernheim, “Baalbek”, İA, II, 161-163; A. Haldar, “Baalbek”, IDB, I, 330-331; H. A. Seyrig, “Baalbek”, EBr., II, 941-943; J. Sourdel-Thomine, “BaǾlabakk”, EI² (İng.), I, 970-971.

(25)

BA‘LEBEKKÎ

اﻟ ﺒ ﻌ ﻠ ﺒ ﻜ ﻲ

Bedrüddîn Muzaffer b. Abdirrahmân b. İbrâhîm el-Ba‘lebekkî (ö. 675/1276 [?]) Ünlü hekim.

Ba‘lebek (Baalbek) kadısı olan babasına nisbetle İbn Kādî Ba‘lebek diye de anılan Bedreddin el-Ba‘lebekkî aynı şehirde dünyaya geldi, doğum tarihi bilinmemektedir. İlk tahsilinden sonra Şam’a yerleşti ve tıp ilmiyle ilgilenmeye başladı. Dahvâr lakabıyla tanınan hocası Mühezzebüddin

Abdürrahîm b. Ali’nin (ö. 628/1230) derslerine devam ederek öğrenimini tamamladı. Bu süre

zarfında tıptan başka ilimlerle hiçbir şekilde ilgilenmedi. Hocasının yazdığı el-İstifrâgé adlı risâleyi (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu, nr. 574, vr. 117ª-124b) sınıfta birkaç arkadaşının yüzünden

okumasından sonra Ba‘lebekkî’nin ezbere okuduğu rivayet edilmektedir ki bu durum onun ne derece güçlü bir hâfızaya sahip olduğunu göstermektedir.

Mühezzebüddin ed-Dahvâr’ın refakatinde bir müddet Eyyûbî sultanlarından el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’nın (ö. 635/1237) hizmetinde bulundu ve maiyetinde seferlere katıldı. Daha sonra Rakka Hastahanesi tabipliğine tayin edildi ve orada Rakka’nın havasına, sağlık şartlarına dair Mizâcü’r-Rakka adlı eserini yazdı (İA, IX, 609). Mizâcü’r-Rakka’da Zeynüddin el-A‘mâ’dan da felsefe (hikmet) dersleri alan Ba‘lebekkî birkaç yıl sonra Şam’a döndü. el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’nın ölümünün ardından

kargaşalık döneminde el-Melikü’l-Cevâd Yûnus (ö. 641/1243), bilgi ve maharetine güvendiği Ba‘lebekkî’yi reîsületıbbâ tayin etti. Ba‘lebekkî bu göreve başlamasını müteakip tıp ilminin o günlerde zedelenmiş olan itibarını kendi maddî katkısı ve yoğun çabalarıyla yükseltmeye çalıştı; bu arada Atabeg el-Melikü’l-Âdil Nûreddin Zengî’nin yaptırmış olduğu Şam Hastahanesi’ni

masraflarını bizzat karşılayarak genişletti ve hastalara hizmet imkânlarını arttırdı. Ba‘lebekkî daha sonraki Eyyûbî sultanlarından da saygı görmüş ve aynı vazifede bırakılarak büyük nimet ve iltifatlara mazhar kılınmıştır.

Ba‘lebekkî tıp ilmi dışında, hayatının ileriki dönemlerinde diğer İslâmî ilimlerle de meşgul oldu. Evinin yakınında bulunan Kılıciyye Medresesi’nde bir öğrenci gibi fıkıh ve edebî ilimler tahsil etti; Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Ayrıca devrinin dil âlimlerinden Ebû Şâme el-Makdisî’den (ö.

665/1267) tefsir ve kıraat dersleri aldı. Bütün ömrünü ibadetle ve ilmî araştırma yapmakla geçiren Ba‘lebekkî’nin ölüm tarihinin 650 ile 660 arasında olabileceği bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak biyografisini diğerlerinden daha uzun veren çağdaşı İbn Ebû Usaybia (ö. 668/1270) vefatından bahsetmemektedir. Alâeddin el-Gazzûlî’nin (ö. 815/1412-13) MetâliǾu’l-büdûr (I, 173) adlı

eserinde ise baskı veya nüsha hatasından dolayı ölüm tarihi 975 olarak gösterilmektedir. Gazzûlî’nin vefat tarihi dikkate alındığında Ba‘lebekkî’nin ölüm yılı olarak verilen 675’in 975 şeklinde yazılmış veya okunmuş olması muhtemeldir. Hayranlarından biri olan İbn Ebû Usaybia onun ilim ve

zekâsından, ahlâkından, iyilik ve yardım severliğinden bahsetmektedir.

Ba‘lebekkî yukarıda zikredilen Mizâcü’r-Rakka adlı eserinden başka Emîr Seyfeddin el-Müşidd’e (ö. 656/1258) ithaf ettiği (İbn Ebû Usaybia, s. 755) kalp hastalıkları ve tedavi yöntemlerinden

(26)

bahseden Müferrihu’n-nefs ve yine tıbba dair Kitâbü’l-Milh (veya Mülaĥ) fi’t-tıb adlı eserleri de telif etmiştir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde Bedreddin İbn Kadî Ba‘lebek adına kayıtlı Kitâbü Sürûri’n-nefs ve müferrihuhâ (Ayasofya, nr. 3637, 48 varak) adındaki eser ile Köprülü

Kütüphanesi’nde İbn Sahnûn (ö. 694/1295) adına kayıtlı Kitâbü Müferrihu’n-nefs (nr. 982, 41 varak) adındaki eser arasında, yedinci bölüm ile onuncu bölümün yer değiştirmesi dışında hiçbir fark yoktur. Köprülü nüshasının ilk varağında (1b) müellif adının yer alması ve istinsah tarihinin (883/1478) verilmesi, buna karşılık Süleymaniye nüshasında yazar adının birinci varağın ön yüzüne (1ª) yazılması, istinsah tarihinin verilmemesi şüphe uyandırmakta ve eserin İbn Sahnûn’a ait olma ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Brockelmann’ın Süleymaniye Kütüphanesi’nde

(Ayasofya, nr. 3631) olduğunu kaydettiği Takdîmetü’l-maǾrife adlı şerhi Ba‘lebekkî’ye nisbet etmesi de doğru değildir (GAL Suppl., I, 368; GAL [Ar.], IV, 112). Çünkü bu şerh, çeşitli yazmalarından anlaşıldığı üzere (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3524, 3525; Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu, nr. 574, vr. 88b-116b) Ba‘lebekkî’nin hocası Mühezzebüddin ed-Dahvâr’a ait olduğu gibi Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Ayasofya, nr. 3631) kayıtlı eser de çoğunlukla Sâbit b. Kurre (ö. 288/901) ile Huneyn b. İshak’ın (ö. 260/873) tercümelerini ihtiva eden Risâle fî tafsîli ahvâli kütübi Câlînûs ve Kitâbi’l-Cevâmi miǾ min kütübi Câlînûs adında bir risâle olup Ba‘lebekkî ile bir ilgisi yoktur.

BİBLİYOGRAFYA

İbn Ebû Usaybia, Uyûnü’l-enbâǿ, s. 751-755; İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik, IX, 293-294;

Alâeddin el-Gazzûlî, MetâliǾu’l-büdûr, Kahire 1299-1300, I, 173; Keşfü’z-zunûn, II, 1463, 1772, 1783; Kāmûsü’l-a‘lâm, II, 1255; Brockelmann, GAL, I, 647; Suppl., I, 368; GAL (Ar.), IV, 112; el-Kāmûsü’l-İslâmî, I, 329; Kehhâle, MuǾcemü’l-müǿellifîn, XII, 299; Ziriklî, el-ǾAlâm (Fethullah), VII, 256; Hasan Nasrullah, Târîhu BaǾalbek, Beyrut 1404/1984, II, 551-554; E. Honigmann,

“Rakka”, İA, IX, 609.

Kasım Kırbıyık​

(27)

BALI SULTAN

Referensi

Dokumen terkait

Pada pertanyaan kuisoner yang diajukan responden terdapat beberapa responden yang tidak memberikan pendapat pada pertanyaan tertentu dengan alasan tidak biasa menggunakan

Pada anak yang antibodi terhadap reseptor asetilkolinnya negatif, tetapi gejala timbul pada usia lebih muda, mungkin suatu miastenia gravis kongenital.. Sekitar 40% – 50% pasien

Tahapan proses analisis menggunakan MDS dengan pendekatan Rap-Biopore yaitu: scoring atribut pengelolaan LRB, penentuan ordinasi dengan análisis MDS, analisis

Membran berfungsi untuk memisahkan material berdasarkan ukuran dan bentuk molekul, Membran berfungsi untuk memisahkan material berdasarkan ukuran dan bentuk

3.4 Peraturan Otoritas Jasa Keuangan Nomor 1/POJK.05/2015 tentang Penerapan Manajemen Risiko bagi Lembaga Jasa Keuangan Non-Bank dan surat edaran maupun lampiran

Ketiga asas pemberlakuan tersebut, merupakan satu kesatuan yang tidak dapat dipisahkan dalam suatu Peraturan Perundang-undangan, karena hal tersebut berhubungan dengan sesuai atau

•• Data mining: penemuan Data mining: penemuan pola menarik pola menarik dari dari data set yang data set yang besar. besar secara secara semi semi otomatis

ri]GIATAN Fil'hr.ONCKIAN DAN POi’hNSI DA.-.iAHH,