Doç.Dr.Yücel BULUT
SOSYOLOJİYE GİRİŞ
1. Ders
Sosyoloji Nedir?
ÖZET
Toplumsal olaylara dönük ilgi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, “toplumu doğrudan bir inceleme nesnesi sayarak inceleme yapmanın yaygınlaşması”na 19. yüzyılda rastlıyoruz. Bu çağda, toplumu kendisine ince-leme nesnesi olarak alan ve bilimsellik iddiasında bulunan bir bilimin adı ilk kez telaffuz edilmektedir: Sos-yoloji. Terimi ilk kullanan kişi Auguste Comte’dur. Comte’un çalışmalarında sosyoloji, doğa yasaları hakkın-daki bilgilerimizle eşdeğerde bir toplumsal dünya yasaları bilgisi üreterek, bilimin en üstün başarısı haline gelecekti.
Toplumsal hayatın ekonomik, bilişsel, kültürel vs. boyutları olmasıyla da alakalı olarak, ister istemez bir bü-tün olarak toplumsal hayatı bilimsel inceleme nesnesi yapma iddiasındaki sosyolojinin gerek ekonomi, psi-koloji, siyaset bilimi, hukuk, ahlak vb. akademik disiplinlerden hangi noktalarda farklılaştığının belirginleş-tirilmesi gerekir. Aynı şekilde, bilimsel bir araştırma disiplini olarak sosyolojinin gündelik bilgi, Bauman’ın ifadesiyle “sağduyu” arasındaki fark da sosyolojiyle ilk kez karşılaşan, bu disiplinle yeni tanışanlar açısın-dan netleştirilmesi gerekiyor. C. Wright Mills’in ifadesiyle “sosyolojik tahayyül/toplumbilimsel düşün” (so-ciological imagination), bu hususu açıklayıcı bir kavram olarak öne çıkmaktadır.
Aşağıda, toplumsal olaylarla ilgilenmenin tarihi insanlık tarihi kadar eski olmasına karşın ancak 19. yüzyıl-da ortaya çıkabilme ve kurumlaşabilme imkanı bulan sosyolojinin ne olduğu, diğer bilimlerden hangi nok-talarda ayrıştığı ve neden farklı olduğu, gündelik hayatımızı yürütmek için ihtiyaç duyduğumuz bilgileri-mizden farklı olarak toplumsal olaylara nasıl baktığı gibi hususlar üzerinde durulmaktadır.
Bir tanıma göre sosyoloji “toplumun ya da toplumsal ilişkilerin bilimsel olarak incele[n]mesi”dir.1 Bir başka
tanıma göre ise sosyoloji, “toplumla ve toplum olayları ile ilgili bilgilerimiz sistemidir.”2 Başka sosyologların
eserlerinde de sosyolojinin farklı kelimelerle, fakat benzer nitelikte tanımlandığı görülmektedir. Mesela Max Weber’in “insanın sosyal davranışlarının anlaşılır ilmidir” şeklinde tanımladığı sosyoloji için Hans Freyer “Sosyoloji olması gerekenin değil, olanın ilmidir” demiştir. Yine benzer şekilde, Durkheim’e göre
sosyolo-ji “sosyal münasebetler ilmi”dir.3 Anthony Giddens ise şöyle tanımlamaktadır: “Sosyoloji, insanın toplum
yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incelemesidir.”4 Bir başka sosyologa göre ise “sosyoloji
insan ilişkileri üzerinde özellikle duran ve inceleyen bir disiplindir.”5
Sosyoloji, sosyal varlıklar olarak bizim davranışımızı ele aldığından, baş döndürücü ve zorlayıcı bir girişim-dir. Sosyolojik incelemenin kapsamı son derece, sokakta bireyler arasında gerçekleşen karşılaşmalardan İsla-mi köktendincilik gibi küresel toplumsal süreçlere yayılacak denli geniştir.
Çoğumuz dünyayı, kendi yaşamımızın bildik özellikleri bakımından görürüz. Sosyoloji, bizim neden oldu-ğumuz gibi olduoldu-ğumuz ve neden davranıyor olduoldu-ğumuz gibi davrandığımız hakkında, çok daha geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Bize, doğal, kaçınılmaz, iyi ya da doğru diye gördüklerimizin böyle olmayabileceklerini ve yaşamımızın ‘verilerinin’ tarihsel ve toplumsal güçler tarafın-dan büyük ölçüde belirlendiklerini öğretir. Bireysel yaşamlarımızın, toplumsal yaşantılarımızın bağlamları-nı yansıttığı o ince, ancak karmaşık ve esaslı yolları anlamak, sosyolojik bakış açısı için temeldir.
Sosyolojik olarak düşünmeyi öğrenmek, başka deyişle daha geniş görünüme bakmak imgelemin işlenmesi-dir. Sosyolojiyle uğraşmak, yalnızca sıradan bir bilgi edinme süreci olamaz. Bir sosyolog, kişisel koşulların dolaysızlığından kurtulabilen ve şeyleri daha geniş bir bağlam içerisine yerleştirebilen birisidir. Sosyolojik inceleme, her şeyden önce C. Wright Mills’in ifadesiyle ‘sosyolojik tahayyül/toplumbilimsel düşün’e bağım-lıdır. Mills, bir disiplin olarak sosyolojiye giriş ve onun arkasında yatan hümanist dürtünün açıklamasını yapmaya çalıştığı kitabında, sosyolojik tahayyülü sosyolojik bir vizyon olarak anlar ve tartışır. Sosyolojik tahayyül, bireyin görünüşte özel olan problemleri ile önemli toplumsal meseleler arasındaki bağlantıları yakalamaya uğraşan bir yaklaşımdır. Meydana gelen bireysel ya da toplumsal olayları en geniş biçimde an-lamayı, geçmiş, bugün ve gelecek perspektif içerisinde ve başka toplumsal olaylar ve süreçlerle ilişkili olarak değerlendirmeyi salık verir.
Toplumbilimsel imgelem bizden, her şeyden önce, kendimizi gündelik yaşamlarımızın bildik sıradanlığın-dan, yeni bir bakışla ‘uzaklaştırarak düşünme’yi gerektirir. Anthony Giddens’in meşhur kahve metaforunun da gösterdiği gibi, hakkında fazlaca bir şey söylenemeyecek sanılan sıradan herhangi bir şey hakkında, as-lında, sosyolojik olarak söylenebilecek o denli çok şey vardır ki.6
Toplumbilimsel imgelem, yalnızca bireyi ilgilendirir görünen pek çok olayın gerçekte daha geniş sorunları yansıttığını görebilmemizi sağlar. Boşanma, örneğin, ilk başlangıçta bireysel/kişisel bir sorun/durum olarak görülebilir. Ancak, bütün evliliklerin üçte birinden fazlasının ilk 10 yıl içinde bozulduğu herhangi bir ülke-de, boşanma aynı zamanda bir toplumsal sorundur da.
Sosyolojiyle uğraşmaya yeni başlayan pek çok kişinin, karşılarına çıkan yaklaşımların çeşitliliğinden kafaları karışır. Ancak, sosyolojinin hiç bir zaman herkesin geçerli olarak kabul ettiği düşünceler bütününe sahip bir disiplin olmadığının bilinmesi elzemdir. Sosyologlar çoğu zaman kendi aralarında, insan davranışının, top-lumsal ilişkilerinin, toptop-lumsal eylemin ve özetle toplumun nasıl incelenmesi gerektiği konusunda tartıştılar, tartışmaya da devam etmektedirler. Bu kafa karıştırıcı gibi duran ve kimilerince kesinlikten uzak olması
iti-1 E. Mine Tan, Toplumbilime Giriş: Temel Kavramlar, Ankara: A. Ü. Eğitim Fak. Yay., No. 97, Sevinç Matbaası, 1981, s. 1. 2 Baykan Sezer, Sosyolojinin Ana Başlıkları, İstanbul: İ. Ü. Edebiyat Fak. Yay., 1985, s. 13.
3 Aktaran: Zeki Arslantürk Doç. Dr., ve M. Tayfun Amman, Dr., Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak. Vakfı Yay., 1999, s. 21-22.
4 Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel vd., Cemal Güzel (yay. haz.), İstanbul: Kırmızı Yay., 2008, s. 38.
5 Enver Özkalp, Prof. Dr., Sosyolojiye Giriş, (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Eğitim, Sağlık ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı Yay., 6. Baskı, 1993), s. 1.
bariyle bir zayıflık olarak görülebilecek ve hatta bilim olarak adlandırılmayan sosyolojinin bu özelliği, onun inceleme nesnesinin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Sosyoloji bizim kendi hayatımız ve davranışımız hakkındadır, kendimizle uğraşmak da yapabileceğimiz en karmaşık ve zor işlerden bir tanesidir.
Olgusal araştırmalar şeylerin nasıl ortaya çıktıklarını gösterir, ancak sosyoloji, ne kadar önemli ve ilginç olurlarsa olsunlar, yalnızca olguları toplamaktan ibaret değildir. Aynı zamanda şeylerin niçin/neden ortaya çıktıklarını da bilmek isteriz; bunu yapmak için de açıklayıcı kuramları oluşturmayı öğrenmek zorundayız. Örneğin, sanayileşmenin modern toplumların ortaya çıkışlarında önemli bir etkiye sahip olduklarını bili-yoruz; ancak sanayileşmenin kökenleri ve önkoşulları nelerdir? Neden toplumlar arasında sanayileşme sü-reçleri bakımından farklılıklara rastlıyoruz? Sanayileşme neden, suçların cezalandırılma biçimlerinde ya da ailede ve evlilik sistemlerindeki değişmelerle el ele gitmektedir? Bu türden sorulara cevap verebilmek için kuramsal düşüncenin gelişimi elzemdir.
Kuramlar, çok çeşitlilik gösteren deneysel durumları açıklamakta kullanılabilecek olan soyut yorumların oluşturulmasını içermektedir. Bir sanayileşme kuramı, örneğin, sanayinin gelişme süreçlerinin paylaştığı ana özelliklerin belirlenmesi ile ilgilenir ve bu özelliklerden hangilerinin bu tür gelişmelerin açıklanmasında en fazla önem taşıdığını göstermeye çalışır. Kuşkusuz, olgusal araştırma ve kuramlar tam olarak birbirinden ayrılamaz. Geçerli kuramsal yaklaşımları, eğer onları ancak olgusal araştırma yoluyla sınayabiliyorsak geliş-tirebiliriz.
Olguları anlamlı kılmaya yardımcı oldukları için kuramlara gereksinim duyarız. Yaygın olarak iddia edile-nin aksine, olgular kendi adlarına konuşamazlar.
Bauman, sosyolojinin diğer akademik disiplinlerle ilişkisini, benzerliklerini ve farklılıklarını ‘kütüphane’ metaforuyla anlatır. Devamında da şu soruları sorar: “Bir şeyi diğerlerinden farklı olarak ‘sosyolojik’ yapan şey nedir? Bir şeyi öteki bilgi yığınlarından ve öteki bilgi kullanma/üretme pratiklerinden farklı kılan ne-dir?”7
Bilgi kümeleri arasındaki bölünme, inceledikleri dünyadaki bölünmüşlüğü yansıtmalıdır. Onları birbirinden farklılaştıran insan eylemleri ya da insan eylemlerinin özellikleridir ve bilgi kümeleri arasındaki bölünme bu olgunun bilincine varılmasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı deriz ki, sosyoloji halihazırda süregelen ya da zamanla değişmeyen genel nitelikli eylemler üzerinde yoğunlaşırken, tarih, geçmişte ger-çekleşmiş ve bugün artık olmayan eylemlerle ilgilidir; sosyoloji dikkatini bizim toplumumuzda gerçekleşen eylemlere ya da bir toplumdan ötekine değişmeyen eylem türlerine verirken, antropoloji, bizimkinden uzak ve farklı toplumlardaki insan eylemlerini anlatır. Sosyolojinin öteki yakın akrabalarına gelince ‘kesin’ yanıt vermek biraz zor olacaktır ancak yine de şunları söyleyebiliriz: siyasal bilimler, ağırlıklı olarak iktidar ve yönetimle ilgili eylemleri tartışır; ekonomi, mal ve hizmetlerin üretilmesi ve dağıtılması kadar kaynakların kullanılması ile ilgili eylemleri ele alır; hukuk, insan davranışını düzenleyen normlar ve bu normların/kural-ların nasıl ifade edildiği, yükümlülükler getirdiği ve uygulandığı ile ilgilidir...
Yukarıdaki soruya bu şekilde son derece ‘kesin’ yanıtlar verebiliriz; ancak verilen bu cevaplara daha yakın-dan baktığımızda meselenin o kadar da halledilmiş olmadığını ve cevapların da ‘kesinlik’ten uzak olduğunu görürüz.
Öncelikle söylenmesi gereken husus; insan eylemlerinin belli sayıda farklı tipe bölünmesi, hayatın ve insan doğasının bu şekilde bölünmüş olmasından değil, eylemlerin bu şekilde sınıflandırılmasından ve belli tür eylemler üzerinde araştırma yapmaya, etraflı görüşler sunmaya, yol göstermeye ya da tavsiyelerde bulun-maya tek kendilerinin hakkı olduğu iddiasında bulunan bilgili ve güvenilir bir grup uzmanın varlığından kaynaklanır. Hiç kuşkusuz, kimse şimdi siyaset, sonra ekonomi dünyasında yaşamaz; kimse herhangi bir modern toplumdan Polinezya adalarına gittiğinde sosyolojiden antropolojiye, etnografya geçmez ya da Ka-hire’den Londra’ya gittiğinde oryantalizmden sosyolojiye geçmez. Bauman’ın ifade ettiği gibi, “Eğer yaşar-ken böylesi alanları ayırabiliyorsak, eğer bu eylemin burada ve şimdi politikaya ait olduğunu, diğerinin de ekonomik karakter taşıdığı ayrımını yapabiliyorsak, bunun tek nedeni bize her şeyden önce bu tür ayrımlar yapmanın öğretilmiş olmasıdır. Dolayısıyla gerçekten dünyanın kendisini değil, dünyayla ilişkimizi biliriz;
bir bakıma, dünya imgemizi, dilden ve eğitimden kazandığımız yapı taşlarından sıkıca örülmüş bir modeli pratiğe geçiririz.”8
Demek ki, akademik disiplinler arasındaki farklılıklardan yansıyan biçimiyle insan dünyasında doğal bir bölünmenin olmadığını söyleyebiliriz. Tersine, insan dünyasının zihnimizde taşıdığımız ve sonra yaptığımız işlere uyguladığımız zihinsel haritasında görünenler, insan eylemleriyle uğraşan akademisyenler arasındaki işbölümünün sonucudur; bu, her bir alanın uzmanlarının ayrılmasıyla ve her bir grubun hükmettikleri ala-na neyin ait olup neyin olmadığıala-na karar verme hakkıyla desteklenip pekiştirilen bir işbölümüdür. İçinde yaşadığımız dünyaya yapısını kazandıran da bu işbölümüdür. Bundan dolayı, ‘farklılık yaratan farklılığın’ saklandığı yeri bulmak istiyorsak, başlangıçta dürüst bir biçimde dünyanın doğal yapısını bize gösteriyor gibi görünen, kerametleri kendinden menkul disiplinlerin pratiklerine baksak iyi olur. Artık aradaki farkı doğuran şeyin ilk başta bu pratiklerin kendisi olduğunu kestirebiliriz; eğer bir yansıtma varsa, bu bizim var-saydığımızın tam yönünde gerçekleşmektedir.
Çeşitli çalışma alanlarının pratikleri birbirlerinden nasıl ayrışırlar? İlk bakışta bunlar, çalışma konuları ola-rak seçtikleri şeylere karşı tutumları bakımından çok az farklılık gösterir ya da hiç farklılık göstermezler. Hepsi kendi konularıyla ilgilenirken benzer kurallara uyarlar. Hepsi bulgularını sorumlu bir biçimde (yani, doğruya götüreceğine inanılan bir biçimde) elde etmeye ve sunmaya çalışırlar. Kısacası, akademik çalışma yöntemlerinde çok da bir farklılık bulamayacağız demektir. Akademik uzmanlık iddiasında bulunan ve id-diası kabul gören herkes olguları toplayıp işlerken benzer yollar izlerler.
“Farklılık yaratan farklılık” arayışımızda son umudumuz, her inceleme dalı için tipik sorularda, farklı disip-linlerden düşünürlerin insan eylemlerine bakarken, onları inceler ve açıklarken görüş açılarını belirleyen so-rularda ve bu gibi soruların ürettiği bilgiyi düzene sokup insan hayatının verili bir bölümünün modeline ya da boyutuna katmak için kullanılan ilkelerde yatmaktadır. Örneğin, ekonomi, birincil olarak insan eylemleri-nin maliyetleri ile sonuçları arasındaki ilişkiye bakacaktır. Siyasal bilimler ise, en azından başka faillerin fiili ya da tahmini tutumlarını değiştiren ya da onlar tarafında değiştirilen özellikte insan eylemleri ile ilgilene-cektir. Bu akademik disiplinlerin ya da kütüphane raflarında sosyoloji kitaplarının yakınlarına dizilen diğer beşeri bilimlerin ilgileri, sosyolojiye çok da yabancı şeyler değildir. Ancak sosyolojinin de, bu çerçevede, di-ğer sosyal araştırma dalları gibi, kendi yorumlama ilkeleri kadar kendi bilişsel perspektifi, insan eylemlerini soruşturmak üzere kendi soru kalıpları vardır.
Sosyolojiyi farklı kılan şey, ilk özet olması açısından ifade edecek olursak, insan eylemlerini geniş çaplı olu-şumların öğeleri olarak görme alışkanlığıdır, bu oluşumlar ise karşılıklı bir bağımlılık (eyleme girişilme ihtimalinin ve eylemin başarı şansının öteki faillerin kimler olduğu ya da ne yapabileceklerine bağlı olarak değiştiği bir durum anlamında bağımlılık) ağına takılmış faillerin rastlantısal olmayan birlikteliği biçiminde düşünülebi-lir. Sosyolojinin merkezi sorusu şudur: Ne yaparlarsa yapsınlar ya da yapabilir olurlarsa olsunlar, insanların başka insanlara bağımlı olmaları ne anlamda önemlidir; insanların her zaman ve kaçınılmaz olarak başka in-sanlarla ortaklık, iletişim, mücadele, rekabet, elbirliği halinde yaşamaları ne anlamda önemlidir? İşte sosyo-lojik tartışmanın özel alanını oluşturan ve sosyolojiyi beşeri ve sosyal bilimlerin görecek özerk bir dalı olarak tanımlayan bu soru türüdür; yani, araştırma amacıyla seçilmiş insanların farklı bir türde oluşturulmuş bir koleksiyon olması ya da diğer araştırma alanlarının ihmal ettiği türden belli insan eylemleri dizisini incele-mesi değildir. Sonuç olarak denebilir ki, sosyoloji en başta insan dünyası hakkında bir düşünme biçimidir; ilke olarak aynı dünya hakkında başka yollarla da düşünebiliriz.
Sosyolojik düşünce tarzından ayrılan öteki yollar arasında sağduyu özel bir yer tutar. Belki diğer akademik dallardan daha çok sosyoloji, kendi yeri ve pratiği için önemi tartışılmaz sorunlarla dolu olan sağduyuyla (hayatımızdaki günlük işlerimizi yürütmek için faydalandığımız zengin ancak dağınık, sistematik olmayan, genelde bağlantıları belirsiz ve söze dökülemeyen bilgi ile) ilgilidir.
Çoğu bilim dalı kendileri gibi saygın ve sistematik bir araştırma çizgisi izleyen diğer bilim dallarıyla onu birleştiren köprülere ya da onlardan ayıran sınırlara göre kendini tanımlama peşindedir. Sağduyuyla, çizi-len sınırları ya da yapı taşlarını yerinden oynatacak ölçüde ortak bir zemini paylaştığını düşünmez. Kabul
etmek gerekir ki, onların bu ilgisizlikleri yersiz de değildir. Sağduyunun örneğin fiziğin, kimyanın, astrono-minin ya da jeolojinin ilgilendiği konular hakkında söyleyecek hemen hemen hiçbir şeyi yoktur. Fiziğin ya da astronominin ilgilendiği konular sıradan insanların görüş ufkuna, yani senin benim günlük deneyimimiz çerçevesine pek girmez. Ve bu yüzden bilim insanlarının yardımı, hatta verdikleri eğitim olmaksızın bir ka-nıya varamayız. Bu ve benzeri bilimlerin araştırdığı konular yalnızca sıradan insanların akıl sır erdiremediği çok özel koşullarda, teleskopun merceğinde ya da bin feet derinliğinde bir kuyunun dibinde ortaya çıkarlar. Ancak bilimciler onları görebilir ve onlar üzerinde deney yapabilir; bu konular ve olaylar verili bilim dalı-nın, hatta onun seçilmiş uygulayımcılarının tekelindeki bir mülktür; hem de meslekten olmayan kimsenin ortak olamadığı bir mülk. Çalışmalarının hammaddesini sağlayan deneyimin biricik sahibi olan bilimcilerin o materyalin işlenme, çözümlenme ve yorumlanma biçimleri üzerinde tam bir denetimleri vardır. Onlar kamuoyuyla, sağduyuyla ya da uzman olmayan görüşlerin herhangi bir başka biçimiyle yarışmak zorunda kalmazlar; bunun tek nedeni, üzerinde çalıştıkları ve laf ettikleri konularda kamuoyu ya da sağduyuya özgü bir görüş bulunmamasıdır.
Sosyolojiye gelince işler farklıdır. Sosyolojinin çalışma alanında dev hızlandırıcılara ya da radyoteleskop-lara benzer bir şey yoktur. Sosyolojik bulgu için hammadde sağlayan bütün deneyimler, sosyolojik bilgiyi oluşturan hemen her şey sıradan insanların normal günlük hayatlarında yaşadıkları şeylerdir; deneyim, bazen pratikte mümkün olmasa da, ilke olarak herkese açıktır; ve deneyim bir sosyoloğun büyüteci altına girmeden önce zaten herkes tarafından, sosyolog olmayan, sosyolojik dili kullanma ve olayları sosyolojik görüş açısından görme eğitimi almamış bir kişi tarafından yaşanmıştır. Nihayetinde hepimiz başka insan-larla birlikte yaşarız ve birbirimizi etkileriz. Hepimiz elde ettiklerimizin başka insanların yaptıklarına bağlı olduğunu çok iyi biliriz. Hepimiz birçok kere arkadaşlarla ya da yabancılarla iletişim kopukluğunun acısını çekmişizdir. Sosyolojinin bahsettiği her şey zaten hayatımızda olmuş şeylerdir. Zaten öyle olması da gerekir, aksi halde hayatımızı yürütemezdik. Başkalarıyla birlikte yaşamak için bir sürü bilgiye ihtiyaç duyarız ve sağduyu bu bilginin adıdır.
Günlük rutinlerin içine iyice daldığımızda, olup bitenlerin anlamı üzerinde pek düşünmeyiz; hatta özel de-neyimimizi başkalarının başına gelenlerle karşılaştırmaya, bireysel olandaki sosyal olanı, tikel olandaki genel olanı görmeye fırsatımız hiç olmaz; sosyologların bizim yerimize yaptıkları tam da budur. Biz onlardan ki-şisel hayat hikayemizin başka insanlarla paylaştığımız tarih ile nasıl örüldüğünü bize göstermelerini bekleriz. Ne var ki, sosyologlar bu kadar derine insinler ya da inmesinler, yola çıkmak için seninle ve benimle paylaş-tıkları gündelik hayat deneyiminden, her birimizin günlük hayatına girmiş ham bilgiden başka bir hareket noktaları yoktur. Yalnızca bu nedenden dolayı sosyologlar, fizikçilerin ve çalışmalarının konusuna ne kadar uzak dururlarsa dursunlar kavramaya çalıştıkları deneyimin iç bilgisinden tamamen kopamazlar. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, sosyologlar yorumlamaya çalıştıkları deneyimin iki yanında da aynı zamanda hem iç hem de dış yüzünde de kalmaya mecburdurlar.
Modern fizikçilerin ya da astronomların gözlemleyip üzerine teori ürettiği feonemenler, bozulmamış bir biçimde, işlenmemiş, etiketlerden, hazır tanımlardan ve ön yorumlardan özgür bir şekilde bulunurlar. Sos-yologların araştırdığı türden insan eylemleri ve etkileşimleri, ne kadar dağılmış, bölük pörçük olursa olsun, hepsi faillerin kendileri tarafından isimlendirilmiş ve kuramsallaştırılmıştır. Sosyolog onları irdelemeye başlamadan evvel, sağduyusal bilginin nesnesi olmuşlardır. Aileler, örgütler, akrabalık ilişkileri, komşuluk ilişkileri, şehirler ve köyler, milletler ve kilise cemaatleri ve düzenli insan etkileşimiyle bir arada tutulan baş-ka gruplaşmalar zaten faillerce anlamlandırılmış ve önemleri belirlenmiştir. Failler, eylemleri esnasında bu anlamların taşıyıcıları olduklarını bilirler ve ona göre davranırlar. Sıradan failler ve meslekten sosyologlar onlardan bahsederken aynı isimleri, aynı dili kullanmak zorunda kalacaklardır. Sosyologların kullanabile-cekleri her terim benim gibi ‘sıradan’ insanların sağduyusal bilgisi tarafından verilmiş anlamlar ile oldukça yüklü olacaklardır.
Sosyolojik söylem herkese açıktır; herkese katılması için yapılmış daimi bir davet değildir ama açıkça belir-lenmiş ya da aşılmaz sınırlar da koymamıştır. Güvenliği önceden garantiye alınmamış belli belirsiz sınır-larıyla (sıradan deneyimle erişilemeyecek konuları işleyen bilimlerin tersine), sosyolojinin bilgi üzerindeki egemenliği, konusu üzerinde yetkin hükümler verme hakkı her zaman itiraza açıktır. İşte bu yüzden, uygun
sosyolojik bilgiyle her zaman sosyolojik fikirlerle dolu olan sağduyu arasın sınır çekmek, tutarlı bir bilgi kü-mesi olarak sosyolojinin kimliği açısından çok önemli bir konudur.
Bauman, sosyolojik bilgi ile sağduyusal bilgi arasında, yukarıda dile getirilen bütün bu yaklaşımlara rağ-men, dört temel farklılık olduğunu vurgulamaktadır: (1) Sağduyudan arklı olarak (başka, daha çok gevşek ve daha az ihtiyatlı bir biçimde özdenetimli olduğu söylenen bilgi biçimlerinden ayrı olan) sosyoloji, bilimin bir vasfı olduğu kabul edilen sorumlu konuşmanın katı kurallarına kendini uydurmaya gayret eder. (2) İkinci farklılık, yargı oluşturmak için materyalin çıkarıldığı alanın büyüklüğü ile ilişkilidir. Sosyologların bireysel hayat dünyasının sunduğundan daha geniş bir bakış açısı arayışları büyük bir farklılık yaratır; yal-nızca –daha çok veri, tek tek örnek olaylar yerine daha çok olgu ve istatistikî veri vb. gibi- nicel bir farklılık değil, nitelik ve bilginin kullanımı bakımından da bir farklılık yaratır. (3) sosyoloji ile sağduyu arasındaki üçüncü farklılık tek tek her kişinin insan gerçekliğine anlam verme biçimleriyle; kişilerin meraklarını gider-mek için, neden bu değil de şunun olduğunu ya da durumun neden böyle olduğunu nasıl açıklamaya kal-kıştıkları ile ilgilidir. Hepimiz eylemlerimizi belli bir amaç, bir arzumuzu gerçekleştirmek için yaparız. Sos-yoloji, kişiselleştirilmiş dünya görüşlerine karşı çıkar. Sosyoloji gözlemlerine bireysel failler ve tekil eylemler yerine oluşumlardan yola çıkarken, tamamen kişisel ve özel olan kendi düşüncelerimiz ve özel olan kendi düşüncelerimiz ve işlerimiz de dahil, insan dünyasını anlamanın anahtarı olarak bildiğimiz o güdülenmiş birey metaforunun yerinde olmadığını gösterir. (4) Yeteri kadar sıklıkla tekrarlandığında alışkanlık haline gelen, sorgulanmaya ihtiyaç duyulmayan ve kendilerini açıklayan şeyler olarak alışkanlıkların ve karşılıklı olarak birbirlerini pekiştiren inançların hükmü altındaki bu bildik dünya (gündelik hayat) ile karşılaştığında sosyoloji; kimsenin bırakın yanıtlanmasını sorulduğunu bile hatırlamadığı sorular sorarak rahat ve sessiz hayat tarzını bozar, sorunsallaştırır. Sosyoloji, sorduğu sorularla hepimiz için ‘bildik’ olan şeyleri bulmaca-lara dönüştürür; bildik olanı bilmedikleştirir. Ansızın hayatın günlük akışı masaya yatırılır. Artık o yalnızca olası tarzlardan biri, tek ve eşsiz olmayan, ‘doğal’ olmayan bir hayat tarzı olarak görünmeye başlar.
Sosyolojik düşünme (toplumsal imgelem); etrafımızdakilere karşı bizi daha duyarlı hale getirir, duygula-rımızı keskinleştirir, olan bitenin daha fazla farkına varmamızı sağlayabilir, gündelik hayatımızda mevcut ancak –belki de bakmayı bilemediğimiz için- bize görünmez olan insanlık durumlarını keşfetmemize hizmet edebilir. Hayatlarımızın doğal, değiştirilemez, kaçınılmaz özelliklerinin, aslında insan gücünün ve insan kaynaklarının kullanılmaya ortaya çıktığını bir kere anladıktan sonra, artık onların kendi eylemlerimiz de dahil insan eyleminden bağımsız olduklarını ve insan eylemine geçit vermediklerini kabul etmek zor olacak-tır. Bu anlamda toplumsal imgelem, kendi başına bir güç, sabitleme karşıtı bir güçtür. Mevcut haliyle o güne kadar baskıcı olan dünyayı yeniden esnek bir hale getirir, dünyanın şimdi olduğundan farklı bir dünya ola-bileceğini gösterir ve her birimizin özgürlük alanını genişletir. Böylelikle, belki karşımızdaki, çevremizdeki insanları biraz daha iyi anlar; kendimiz için istediğimiz özgürlükleri onlar için de isteyebiliriz.
“Sosyolojinin, güçsüzün gücü olduğu söylenir. Ne var ki bu her zaman doğru değildir. Sosyolojik anlayışı benimsemiş bir kişinin, hayatın ‘acı gerçekleri’nin karşısına çıkardığı engelleri kaldırabileceğinin ve aşabile-ceğinin garantisi yoktur; anlayışın gücü uysal ve teslimiyetçi sağduyu ile ittifak yapmış baskı güçleri ile boy ölçüşemez. Ne var ki bu anlayış yoksa, kişinin hayatını başarıyla yönlendirme ve ortak hayat koşullarını
ko-lektif biçimde yönetme şansı çok zayıflayacaktır.”9
Okuma Önerileri
Sosyolojinin ne olduğu, ne işe yaradığı, diğer bilimlerden ve yaklaşımlardan nerede farklılaştığı vb. gibi hususlarda kuşatıcı, felsefî bir derinlik ve ufuk kazandıran şu iki çalışma önemlidir: Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünme (künyesi dipnotlarda verildi); C. Wright Mills, Toplumbilimsel Düşün, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Der Yay., 2000. Sosyolojiyi, ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal koşullar bağlamına oturtan, zengin, derinlikli ve eleştirel bir analiz için, Baykan Sezer’in Sosyolojinin Ana Başlıkları (İstanbul: Kitabevi Yay., 2011 [1. Baskı: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1985]) çalışması vazgeçilmez önemdedir. Anthony Giddens’e ait Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım (çev. Ruhi Esengün ve İsmail Öğretir, Erzurum: İhtar Yay., 1993),
klasik sosyal teorinin ve sosyoloji kuramlarının çağdaş toplumların incelenmesinde yaşadığı sıkıntıları eleş-tirel bir perspektifle dile getirir. Joseph Fichter’in yapısal-işlevselci bir yaklaşımla kaleme aldığı Sosyoloji Ne-dir? (çev. Nilgün Çelebi, 2. Baskı, Ankara: Attila Kitapevi, 1994) isimli çalışması, sosyolojiye yeni başlayanlar için derli toplu bir giriş kitabı niteliğindedir.
Çalışma Soruları
1. Son dönemde medyada sıklıkla karşılaştığımız okullarda yaşanan şiddetin artışı, uyuşturucu
kullanı-mının yaygınlaşması ve cinsel saldırılar vb. gibi haberleri, ‘sosyolojik tahayyül’ yaklaşımını göz önün-de bulundurarak önün-değerlendiriniz.
2. Toplumda yaşanan herhangi bir olayı ‘sağduyu’ bilgisi ve ‘sosyolojik bilgi’ ayrımını dikkate alarak
2. Ders
Sosyolojinin Bir Bilim Olarak Kuruluşu
ÖZET
Sosyoloji, 19. yüzyılda Avrupa’da sanayi toplumunun yarattığı sorunları Aydınlanma felsefesinde billurlaşan belli ilkeler ışığında çözmek amacıyla ortaya çıktı ve o doğrultuda gelişti. Ortaya çıktığı dönemin ve toplu-mun sorunlarına, özelliklerine ve düşünce çerçevesine bağlı olarak da belli özellikler kazandı. Bir başlangıç cümlesi olarak sosyolojinin “modern sanayi toplumunun oluşum sürecinin bir sonucu olduğunu ve aynı za-manda da bu süreci başarıya eriştirmek gibi bir misyonla kendisini donattığını” söyleyebiliriz. Sosyolojinin o dönemde ve günümüzde, birey ve toplumla ilgili bir disiplin olmasına karşın, “doğa bilimleri modelini kendine örnek alan pozitif bir bilim” olarak tanımlanması da, gerek 19. yüzyılda akademik kurumsallaşma-sını gerçekleştiren iktisat, hukuk, siyaset vb. gibi bilimlerden özenle ayrıştırılması da ve gerekse de yazısız/ tarihsiz toplumları inceleyen etnografya, antropoloji gibi bilimlerden farklı olarak modern/endüstriyel/kapitalist Avrupa toplumunu inceleyen biricik, bilimlerin kraliçesi olarak gösterilmesi sosyolojinin ortaya çıktığı Avru-pa toplumunun o dönemde yaşadığı özel toplumsal ve düşünsel koşullardır.
Sosyoloji, aynı zamanda kendisini doğuran bu süreci başarıyla neticelendirmek gibi bir misyonla donanmış-tır. Başka bir deyişle, sosyoloji modernleşme sürecinin bir sonucudur ve modernleşme sürecinin başarıyla tamamlanması için işe koyulmuştur. Aşağıda sosyolojiyi ortaya çıkaran toplumsal ve tarihsel koşullar tasvir edilmekte ve dönemin düşünsel ihtiyaçlarına uygun olarak kazandığı temel özellikler değerlendirilmektedir.
İnsanoğlu, var olduğu andan itibaren gerek insan toplulukları ve gerekse de doğa üzerindeki merakını gidermeye, ihtiyaçlarını karşılamaya dönük arayışlar içerisinde olmuştur. Bu, yazılı tarih kadar eskiye dayanır. Sosyal bilimler diye adlandırılan şey de bu ihtiyacın modern çağda karşılanmasını sağlayan araçlar ya da sistemdir, özü itibariyle.
Öncelikle tespit edilmesi gereken husus, sosyal bilimlerin modern dünyaya ait bir şey olduğudur. Özelliklerini, amaçlarını ve araçlarını, temelde belirleyen, işte bu modern dünya dediğimiz şeydir. Sosyal bilimler, hem bu dünyanın bir sonucu/ürünüdür, hem de bu dünyanın oluşmasında pay sahibidir. Sosyal bilimler, gerçeklik hakkında, bir biçimde ampirik olarak doğrulanan sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasıdır ya da bu çabaya dayanır. Bu çaba, başlangıçta sadece bilgi anlamındaki scientia ile adlandırılıyordu.
Birkaç yüzyıldır hakim olan, klasik bilgi sistemi temelde iki varsayım üzerine kuruludur: (1) Newton modeli: Bu model bize, Tanrı gibi bizim de kesin bilgiye ulaşabileceğimizi söyler. Bu model, geçmiş ile gelecek arasın-da bir simetri öngörmekteydi. (2) İkinci varsayım, doğa ile insanlar, madde ile akıl, fiziksel dünya ile sosyal/ manevi dünya arasında köklü ayrımlar bulunduğunu varsayan Kartezyen dualizmidir.
Modern çağda, pek çok alanda yaşanan gelişmelerle birlikte gökyüzü alabildiğine açılmıştı; aynı şekilde insan hırsları da sınır tanımaz biçimde genişledi. İlerleme bu dönemin, yeni sınırsızlık duygusuyla kanatlanan ve teknolojinin maddi başarılarından güç alan kilit sözcüğü haline geldi.
İlerleme fikrinin önemini belki, önceki dönemin dünya/evren fikri ile karşılaştırıldığında daha iyi anlama imkanına sahibiz. Orta çağların Avrupa’sı “ilerlemek”ten ya da büyümekten çok “eldekini korumayı” kendi-sine hedef seçmiş bir durumdaydı. Tüm dünyası bu temel üzerine inşa edilmişti. Üretim süreçleri, dini anla-yışları hep “birliği” korumak üzerine kuruluydu. Colomb’un keşif seferlerine itibar edilmeyişinin arkasında yatan bu psikolojinin etkisini göz ardı etmemek gerekir: Zaten elde kıt imkanlar bulunmaktaydı ve bu im-kanları, sonu belirsiz bir macerada heba etmeye kimsenin niyeti yoktur. Fakat Allah’ın işi, çabalar Colomb’un karşısına hiç düşünmediği ve hayal dahi edemediği imkanlar çıkardı. Onlar Hindistan’a ulaşmak için yol ararken, yeni bir kıta keşfettiler. Ve her şey o andan itibaren yavaş yavaş, önceleri hiç fark edilmeksizin de-ğişmeye başladı. Değişikliklerin ya da imkanların farkında olmayanlar, yaygın şekilde söylenegeldiği gibi, yalnızca Batı-dışı toplumlar değildi, bizzat Avrupalılar da bu yeni keşfin kendilerine neler getirdiğinin ya da ne tür sonuçlar doğuracağının farkında değillerdi. Onların amaçları sadece siyasi ve ticari üstünlükler elde etmelerine imkan tanıyacak bir uğraştı. Nitekim bir müddet, tüm çatışma bu mihverde gitti. Bu gelişmelerin sosyal yapıyı, kültürü, doğa ve toplum anlayışlarının değişimine etkisi ancak 200-300 yıl sonra fark edilebil-miş ya da pratiğe dökülebiledilebil-miştir.
Önce Reform ile karşılaşıyoruz. Kilise’nin otoritesini sarsmaya başlıyor. Ardından Rönesans geliyor. Ve ardından da Aydınlanma ve Endüstri devrimi... Bu hareketler, Batılı insanın zihnini değiştiriyor, hem de köklü bir biçimde değişikliğe uğratıyordu. Genelde sosyal bilimlerin, özelde ise sosyolojinin temel özellikleri işte bu süreçte oluştu. Ve bilfiil, iktidar tarafından biçimlendirilmiştir. Fakat bu süreç, aynı zamanda bir kaos ortamını da doğurmaktaydı. Zaten sosyal bilimler ve sosyoloji, bu toplumsal kaosu çözümlemek, bozulan dengeleri yeni ilkeler çerçevesinde yeniden tesis etmek göreviyle ortaya çıkacaklardı.
Önce, felsefe/filozoflar teolojiyi mahkum ettiler. Fakat daha sonra sıra kendilerine gelecek ve metafizik ola-rak nitelenip toplumsal meselelerde geri plana atılacaklardı. Bilim alanında, ilk elde karşımıza çıkan doğa bilimleri ile felsefenin ayrışmasıdır. Felsefe, gerçeklik hakkında ampirik araştırmalara dayanmayan a priori bilgi önermekle suçlandı; daha önce kendisinin kiliseye/dine yaptığı kendisine yaptığının benzeri ona yapıldı ve devre dışı bırakılan teoloji/ilahiyatın konumuna oturtuldu. Ve zamanla, “ayrı ama eşit” iki ayrı bilgi dalı statüsünden, doğa biliminin tepede yerini aldığı ve felsefenin alt statüde bulunduğu bir bilgi hiyerarşisine ulaşıldı. Ve nihayet 19. yüzyılda bilim, dilde de bu üstünlüğünü tescil ettirdi. Sadece bilgi anlamındaki kav-ram, bu yüzyılda, gerçeklik hakkında bilgi veren araçların en üstünü olarak “doğa bilimi” anlamına kavuştu. Doğa biliminin alternatifinin üzerinde ise, bir hemfikirlilik yoktur. İsmi konusunda bile bir mutabakata va-rılmış değildir. Fakat açık olan bir şey vardı: İnsanların dünyası ile ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusunda söz sahibi olacak bilim, doğal bilimlerin doğmasına sebep olan şartların özelliklerine uygun nitelikler taşıyacaktı, taşımak zorundaydı. Aksi takdirde tutunabilmesi mümkün değildi. Buna bağlı ve hatta bu hususun doğal
sonucu olan ikinci bir gerek ise, doğa bilimlerinin örnekliğini kabullenmek durumunda kalacaktır. Bu yönde, 18. yüzyıldan itibaren bir kısım bilgi kategorileri geliştirilmeye çalışılıyordu. Ancak henüz istenen kesinliğe ulaşılabilmiş değildi. Bir kısım sosyal filozoflar, bu amaca hizmet edecek bir bilgi disiplini olarak sosyal fizik ismini ortaya atmışlardı. Bu tabir tam da, yukarıda bahsedilen özelliklere ve arayışlara işaret etmektedir. Bu gelişmeler olurken, Avrupa’nın tanıştığı yeni kültürlerin, yeni insan topluluklarının tanımlanması da önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çeşitlilikler nasıl adlandırılacak ve nasıl bir düzene kavuştu-rulacaktır? Bu çabalar, aynı zamanda, düzeni “kendisine göre”, “kendisini merkeze oturtarak” sağlamayı uygun gören Avrupa’nın dünyanın diğer kültürleri ve toplumları üzerindeki egemenliğinin, üstünlüğünün meşrulaştırılmasına da hizmet etmeliydi. Bu yeni bilginin üretileceği mekanlar olarak üniversiteler, yeniden canlandı ve gelişmeye başladı.
19. yüzyılın entelektüel tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların
oluşturulma-sı süreci damgaoluşturulma-sını vurmuştur.1
Fransız devrimi ile birlikte gündeme gelen kültürel alt-üst oluş, sosyal bilimlere duyulan ilgiyi canlandırmış-tır. Zira, artık mesele sosyal hayatın [sözüm ona] doğal düzeni türünden teorilerle halledilemiyordu. “Tersine pek çok kişi çözümün, ‘halk’ egemenliğinin hızla norm haline geldiği bir dünyada, önlenemez görünen sosyal değişmeyi, kuşkusuz çapını sınırlı tutma umuduyla, örgütlemek ve rasyonelleştirmekten geçtiğini savunuyordu. Ama eğer sosyal değişim örgütlenecek ve rasyonelleştirilecek idiyse, daha önce onu incelemek ve değişmeye yön veren kuralları anlamak gerekiyordu. Sonradan sosyal bilimler adını verdiğimiz çalışmaların üniversitede yeri olması bir yana, bunlara ciddi bir sosyal ihtiyaç vardı. Üstelik, yeni bir sosyal düzenin istikrarlı biçimde kurulmasına çalışılacaksa, söz konusu bilimin olabildiğince kesin (ya da ‘pozitif’) olmasında yarar vardı. Bu amaçla 19. yüzyılın ilk yarısında modern sosyal bilimin temellerini atmaya girişenler, özellikle
Büyük Britanya ve Fransa’da, taklit edilecek model olarak gözlerini Newton fiziğine çevirdiler.”2
Sosyal parçalanma sürecini yaşamış devletlerde, sosyal birliğin yeniden nasıl sağlanabileceği ile ilişkili olarak, yeni ya da potansiyel egemenliklerini ortaya koyabilmek için ulusal tarihlerin nasıl geliştiğine bakmaya başladı-lar. Bu ulusal tarihler artık prenslerden çok “halk”lar üzerinden işlenmekteydi. Tarih, arşivlere dayalı ampirik bir araştırmaya yöneldi ve kralları haklı kılan vakanüvislikten uzaklaşmaya başladı. Bu yeni anlayışa sahip ta-rihçilik, “felsefeden başka bir şey değil” diyerek, “spekülasyon” ve “tümdengelim” uygulamalarını reddeden sosyal bilime ve doğal bilimlere katılmaktaydı. Fakat, ampirik araştırmalara dayalı olsa da, her biri farklı bir özellik arz eden toplumlar hakkında “genelleme” yapmak isteyen sosyal bilimcilere, yani “toplumun evrensel yasalarını bulma” arzusundaki kuruculara şüpheyle bakılmaktaydı.
Bilimin, zihnin dışına çıkmaya izin veren bir yöntem kullanarak nesnel gerçekliğin keşfini sağladığı, buna karşılık felsefecilerin yalnızca düşündükleri ve düşündükleri üzerine yazdıkları ileri sürüldü. Bilim ve fel-sefe ile ilgili bu görüş, 19. yüzyılın ilk yarısında sosyal dünyaya ilişkin çözümlemeleri yönetecek kuralları belirlemeye koyulan Comte ve Mill tarafından açık bir biçimde savunuldu. “Sosyal fizik” terimini canlandı-rırken Comte siyasal endişelerini açıkça ortaya koymuştur. Yapmak istediği, Batı’yı, Fransız Devrimi’nden sonra gündeme gelen “entelektüel anarşi” yüzünden “zorunlu bir yönetim biçimi” haline gelen “sistematik yolsuzluk”tan kurtarmaktı. Değişim partisi, Protestanlıktan türetilen salt olumsuz ve yıkıcı tezlere yaslanır-ken, düzen partisi de modası geçmiş olarak değerlendirilen –katolik ve feodal- doktrinlere dayanmaktaydı. Comte’a göre sosyal fizik, pozitivist felsefenin ve düşüncenin bir sonucu ve gereği olarak, sosyal sorunların çözümünü uygun eğitimi almış “sınırlı sayıda seçkin zeka”ya devrederek düzen ve ilerlemenin bağdaştırıl-masını sağlayacaktı. Bu yoldan, yeni bir manevi güç oluşturularak Devrim “sonlandırılacak”tı.
Sosyal bilimlerin değişik disiplinleri, 19. yüzyılda “gerçeklik” hakkında ampirik bulgulara (“spekülasyon”-dan farklı olarak) dayalı “nesnel” bilgi elde edilmesini sağlamak için harcanan genel çabaların bir parçası olarak yaratıldı. Niyet edilen, doğruyu icat etmek ya da sezgi yoluyla bulmak değil, “öğrenmek” idi.
Saptanacak ilk husus, bu kurumlaşmanın belli başlı beş merkezde gerçekleştirilmiş olduğudur: Büyük Britan-ya, Fransa, AlmanBritan-ya, İtalya ve ABD.
1 Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, çev. Şirin Tekeli, İstan-bul: Metis yay., 1996, s. 16.
Saptanacak ikinci husus, 19. Yüzyıl boyunca çok sayıda ve çok çeşitli “konu” ya da “disiplin” adının öneril-miş olduğudur. Ancak birinci savaş öncesinde adları üzerinde belli ölçüde uzlaşma sağlanmış birkaç disiplin vardı: Tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve antropoloji. Buna, aynı düzeyde olmamakla birlikte, bir de oryantalizm eklenebilir.
“Modern bilim, kapitalizmin evladıdır ve ona bağımlı olmuştur. Bilimciler toplumsal onay ve destek görü-yorlardı çünkü gerçek dünyada somut ilerlemeler –üretkenliği artıracak ve zamanla mekanın dayattığı sınırla-maları azaltıp herkes için daha büyük bir rahatlık yaratacak harika makineler- yaratma imkanı sunuyorlardı. Bilim işe yarıyordu.
Bilimsel faaliyeti kuşatacak tam bir dünya görüşü yaratılmıştı. Bilimcilerin “tarafsız” oldukları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. Bilimcilerin “ampirik” oldukları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. Bilimcile-rin “evrensel” doğruları aradıkları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. BilimcileBilimcile-rin “basit” olanı keşfettik-leri söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. Onlardan karmaşık gerçekkeşfettik-leri çözümleyerek bunları yönlendiren basit, en basit temel kuralları saptamaları talep ediliyordu. Son olarak belki de hepsinin en önemlisi, bilimcile-rin nihai nedenleri değil, etkili nedenleri açığa çıkarttıkları söyleniyor, böyle olmaları isteniyordu. Üstelik, bütün
bu betimleme ve isteklerin bir paket oluşturdukları söyleniyordu; hepsi bir arada ele alınmalıydı.”3
Fransız ihtilalinin iki önemli sonucu oldu: (1) Siyasi değişim sürekli ve normal bir şeydir; (2) Egemenlik “halk”a ait bir şeydir. Bu iki önerme, sadece iktidar ya da otorite sahipleri tarafından kullanılmıyordu, herkes tarafın-dan kullanılabiliyordu. Bu da işin iktidarlarca can sıkıcı yanı olarak değerlendirilmekteydi. Ortada “tehlikeli sınıflar” olarak adlandırılan bir grup oluşmuştu. Serseri mayın misali, kimin elinde nasıl sonuçlar doğuracağı tahmin edilemeden patlamaya hazır tehlike karşısında iktidarın elinde üç araç vardı: (1) Toplumsal ideoloji-ler, (2) sosyal bilimideoloji-ler, ve (3) toplumsal hareketler.
“Eğer siyasi değişim norm olarak görülüyor ve eğer genellikle egemenliğin halkta olduğuna inanılıyorsa, soru ateşten gömleğin nasıl giyileceği, daha akademik bir biçimde ifade edecek olursak, kargaşayı, yıkıcılığı ve aslında değişimin kendisini asgariye indirmek için toplumsal baskıların nasıl idare edileceği sorusu haline gelir. İdeolojiler işte burada devreye girer. İdeolojiler değişimi idare etme programlarıdır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılların başlıca üç ideolojisi, değişimi asgariye indirecek şekilde idare etmenin üç olası yolunu temsil ederler: Değişim mümkün olduğunca yavaşlatılabilir, tam olarak doğru hız aranabilir, ya da hızlandı-rılabilir. Bu üç program için çeşitli adlar icat ettik. Bunlardan biri sağ, merkez ve soldur. Biraz daha açıklayıcı
olan ikincisi ise muhafazakarlık, liberalizm ve radikalizm/sosyalizmdir.”4
Bunlar arasında diğerlerine galebe çalan liberalizm olmuştur: Genel oy hakkı, refah devleti ve (dışa yönelik ırk-çılıkla birleşmiş) bir ulusal kimliğin yaratılmasından oluşan üç katlı siyasi programlarıyla Avrupa’da tehlikeli sınıflar musibetini etkili bir biçimde sona erdirdiler.
Siyasi bir ideoloji olarak liberalizmin stratejisi, değişimi idare etmekti ki bu da değişimin doğru insanlar tarafın-dan doğru şekilde gerçekleştirilmesini gerektiriyordu. Nitekim liberallerin ilk olarak, bu idarenin ehliyet sahibi insanların elinde olduğunu garantiye almaları gerekiyordu. Ehliyetin de ne miras yoluyla seçim (muhafaza-kar önyargı) ne de popülerlik yoluyla seçimle (radikal önyargı) garanti altına alınamayacağına inandıkları için, geride kalan tek olasılığa, liyakat yoluyla seçime döndüler ki bu da kuşkusuz entelektüel sınıfa ya da en azından bu sınıfın “pratik” meseleler üzerinde yoğunlaşmaya hazır kesimlerine dönmek anlamına geliyordu. İkinci şart, bu ehliyet sahibi insanların edinilmiş önyargılardan değil, önerilen reformların olası sonuçları konusunda önce-den sahip olunan bilgiönce-den hareket etmeleriydi. Böyle hareket etmek için de toplumsal düzenin gerçekte nasıl işlediğine dair bilgiye ihtiyaçları vardı ve bu araştırmaya ve araştırmacılara ihtiyaçları olduğu anlamına geli-yordu. Sosyal bilim liberal girişim için kesinlikle can alıcı bir önem taşıgeli-yordu.
“Liberal ideoloji ile sosyal bilim girişimi arasında sadece varoluşsal değil özsel bir bağ da vardı. Sadece sos-yal bilimcilerin çoğunun liberal reformizmin savunucuları olduklarını söylemiyorum. Bu doğrudur, ama çok önemli değildir. Benim söylediğim, liberalizm ile sosyal bilimin aynı öncül –toplumsal ilişkileri, tabii ki bilimsel (yani, rasyonel) bir biçimde manipule etme yeteneği sayesinde insanın kusursuzluğa ulaşmasının kesin olduğu öncülü- üzerine kurulmuş oldukları. Mesele sadece bu öncülü paylaşıyor olmaları değil, aynı zamanda ikisinin de bu
3 Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmibirinci Yüzyılın Sosyal Bilimi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul:
Metis Yay., 2000, s. 156.
öncül olmaksızın varolamayacak olmaları ve ikisinin de bunu kurumsal yapılarının bir parçası haline getirmiş olmalarıdır.5
“Sosyoloji. İsmi icat eden Comte’a göre sosyoloji, bilimlerin kraliçesi, kendi içinde bütünleşmiş ve birleşik bir sosyal bilim ve yine Comtegil bir neolojizmle söylenirse, “pozitivist” olacaktı. Bununla birlikte uygulamada sosyoloji bir disiplin olarak daha çok, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sayısı çok artmış olan kentli işçi sınıfların yol açtıkları hoşnutsuzluk ve düzensizliklerle baş etmeyi amaçlayan, sosyal reform derneklerinin çalışmalarının üniversitede meydana getirdiği değişiklik ve kurumsallaşmayla gelişti. Bu sosyal reformcular çalışmalarını üniversite ortamına taşımakla, yasa değişikliklerine yönelik aktif lobicilik rollerinden vazgeçtiler... Sosyologlar kısmen başlangıçta sosyal reform örgütleriyle olan yakın bağlarını koparmak istedikleri, kısmen
de bugünü el almaya ağırlık verdikleri için pozitivizme yöneldiler, bu da onları nomotetik kampa itti.”6
Sosyal bilimin Avrupa’da kurumsallaşma süreci, Avrupa’nın sonunda dünyanın geri kalanı üzerinde ege-menliğini kesin olarak kurduğu tarihlerde gerçekleşiyordu. Bu durum sorulması kaçınılmaz soruyu günde-me getirdi: Neden tüm rakiplerini alt ederek Agünde-merikalar, Afrika ve Asya üzerinde iradesini dayatan, dün-yanın bu küçük parçası olmuştu? Bu çok kapsamlı bir soruydu ve verilebilecek yanıtlar egemen devletler düzeyinde değil, karşılaştırmalı “uygarlıklar” düzeyinde aranıyordu. Avrupa’nın dünyaya egemen olacak hale nasıl geldiği sorusu, entelektüel alanda Darwinci dönüşümle çakıştı. Aydınlanmanın hazırladığı bilginin dünyevileşmesi süreci evrim teorisiyle doğrulanmış olduğundan, Darwinci teoriler, biyolojik kökenlerinden çok öte alanlara taşındı. Sosyal bilim metodolojisine, örnek alınan Newton fiziği egemen olsa da, hayatta kalmaya en uygun olanın yaşadığı kavramını öne çıkaran, görünüşe göre karşı konulmaz bir çekiciliği olan
evrim meta-kavramı, sosyal teoriler üzerinde çok etkili oldu.7 Evrim teorisi biraz esnek şekilde
yorumlandı-ğında, ilerlemenin, çağdaş Avrupa toplumunun gözle görülür üstünlüğüyle örtüştüğü yollu varsayıma bi-limsel gerekçe sağlamada pekala kullanılabilirdi. Nitekim kullanıldı: Son aşaması sanayi devrimi olan, sosyal gelişmenin aşamalarıyla ilgili teoriler, tarihin liberal yorumları, iklimin belirleyiciliği tezi, Spencer sosyolojisi vb. bunun örnekleri arasında sayılabilir.8
Sosyolojinin İlk Dönemi İtibariyle Gösterdiği Özellikler
Sosyoloji, tekrarlayacak olursak, 19. yüzyılda Avrupa’da sanayi toplumunun yarattığı sorunları Aydınlanma felsefesinde billurlaşan belli ilkeler ışığında çözmek amacıyla ortaya çıktı ve o doğrultuda gelişti. Ortaya çık-tığı dönemin ve toplumun sorunlarına, özelliklerine ve düşünce çerçevesine bağlı olarak da belli özellikler kazandı. Bir başlangıç cümlesi olarak sosyolojinin “modern sanayi toplumunun oluşum sürecinin bir sonucu olduğunu ve aynı zamanda da bu süreci başarıya eriştirmek gibi bir misyonla kendisini donattığını” söyle-yebiliriz. Sosyolojinin o dönemde ve günümüzde, birey ve toplumla ilgili bir disiplin olmasına karşın, “doğa bilimleri modelini kendine örnek alan pozitif bir bilim” olarak tanımlanması da, gerek 19. yüzyılda akade-mik kurumsallaşmasını gerçekleştiren iktisat, hukuk, siyaset vb. gibi bilimlerden özenle ayrıştırılması da ve gerekse de yazısız/tarihsiz toplumları inceleyen etnografya, antropoloji gibi bilimlerden farklı olarak modern/ endüstriyel/kapitalist Avrupa toplumunu inceleyen biricik, bilimlerin kraliçesi olarak gösterilmesi sosyolojinin ortaya çıktığı Avrupa toplumunun o dönemde yaşadığı özel toplumsal ve düşünsel koşullardır.
Bu çerçevede, sosyolojiyi “modern sanayi toplumunu inceleyen bir araştırma disiplini” olarak tanımlaya-biliriz. Buna bağlı olarak da, çözmeye çalıştığı pratik sorunlara bağlı olarak kuramsal yaklaşımları, temelde modern toplumu meydana getiren 4 temel sürecin ya da devrimin oluşturduğu birikimlerin izlerini taşır: (1)
Doğa bilimlerindeki gelişmeler (bilimsel devrim);9 (2) felsefe ve sanat alanında yaşanan gelişmeler (reform,
5 Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, s. 163-164. 6 Gulbenkian Komisyonu, s. 26.
7 Sosyal Darwinizm olarak adlandırılan bu yaklaşımın ortaya çıkışı, kapsamı ve daha özelde de Osmanlı aydınları arasındaki etkisi için bkz. Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, İstanbul: Küre Yay., 2012.
8 Gulbenkian Komisyonu, s. 33-34.
9 14. yüzyıldan itibaren Doğa bilimlerinde yaşanan gelişmeler, dünyanın anlaşılması ve insan hayatını kolaylaştıracak şekilde tabiat üzerinde egemenlik kurma, aynı zamanda bireyin ve toplumun kendi kaderlerine hükmedebilme imkanını getirmiştir. Bunun yanı sıra, doğa bilimlerindeki gelişmeler, ortaçağ Avrupa toplumundaki egemen kilise hiyerarşisini yıpratacak felsefî ve teolojik bir tartışmayı da tetikleyen bir işlev görmüştür. Bilimlerde yaşanan gelişmeler ve düşünsel ve toplumsal sonuçları için bkz. Steven Shapin, Bilimsel Devrim,
çev. Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul: İzdüşüm Yay., 2000; Peter Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları, çev. Serdar Uslu,İstanbul: Küre Yay., 2008.
Rönesans ve aydınlanma felsefesi);10 (3) sanayi devrimi;11 ve (4) siyasî devrimler (Fransız İhtilali ve
devamın-daki pek çok işçi-köylü ayaklanması).
Tom Bottomore, sosyolojinin ilk dönemde gösterdiği özellikleri özlü bir biçimde belirtiyor: “Toplumbilimin benim çizmeye çalıştığım sınırlar içindeki ‘tarih-öncesi’ kabaca, 1750-1850 dönemindeki yüzyıllık bir süreyi içermektedir. Bu dönem, bir başka deyişle, Montesquieu’nun De l’esprit des lois [Kanunların Ruhu] adlı eseri-ni yayınlaması ile, Comte, Spencer ve Marx’ın ilk yazılarını yayınladıkları tarihler arasındadır. Ayrı bir bi-lim olarak toplumbibi-limin oluştuğu dönem ise ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile yirminci yüzyılın ilk bölümüdür. Bu kısa özetlemeden, ilk dönem toplumbilimin bazı özeliklerini görmek mümkündür. Herşey-den önce, ilk dönem toplumbilimi ansiklopediktir; insan toplumunun tarihinin ve toplumsal hayatın tümü-nü birden kapsamak istemektedir. İkinci olarak, tarih felsefesinin etkisi ve daha sonraları evrim konusundaki biyolojik teorinin bu etkiyi pekiştirmesiyle toplumsal evriminin temel aşamalarını ve işleyişini açıklamaya ça-lıştığı için evrimcidir. Üçüncü olarak, karakter yönünden doğal bilimlere benzer biçimde, genellikle bir
pozi-tif bilim sayılmaktadır. Onsekizinci yüzyılda toplumsal bilimler (sosyal bilimler) büyük ölçüde fizik bilimini
model almışlardır. Toplumbilim, ondokuzuncu yüzyılda, toplumu bir organizma olarak tasarlayan çeşitli düşüncelerden ve toplumsal evrime ilişkin genel yasalar çıkarma çabalarından anlaşılacağı gibi, biyolojiyi model almıştır. Dördüncü olarak, genel kapsalı bir bilim olma iddiasına rağmen, toplumbilim özellikle onse-kizinci yüzyıldaki siyasal ve ekonomik devrilerin yaratığı toplumsal sorunlarla ilgilenmiş; herşeyin üstünde de, yeni sanayi toplumunun bilimi olmuştur. Son olarak, bilimsel olduğu kadar ideolojik bir karaktere de sahiptir; oluşumunda tutucu ve radikal düşünceler birlikte yer almış, biribiriyle çelişkin teorilere yol açmış,
günümüze dek süren tartışmalara neden olmuştur.”12
Sosyolojinin bir bilim olduğunu savunanlara göre; (1) evrende ya da toplumda bilinebilir bir düzen mevcuttur, (2) toplumun tekbiçimliliği ya da toplumun düzeni gözlenebilir, ve (3) fizik biliminin gözlem ve diğer yön-temleri sayesinde sosyal davranışın kanunları teyit edilebilir ve kodlanabilir. Bunun karşısında sosyolojinin bilim olmadığını düşünenler ise şu gerekçeleri öne sürmektedirler: (1) insan kendi kendisinin deneği/kobayı olmalıdır, (fakat) henüz o, kendi deneyini kontrol edebilir durumda değildir, (2) Sosyal bilimde neden(sellik) doğa bilimlerindeki gibi asla tek ve basit değildir, fakat daima birden çok ve karmaşıktır, (3) onun bilimsel yargılarını bozabilecek araştırmaya ait herhangi bir şey önyargılardır; bu sosyal bilimlerde çok yaygındır, ve (4) bilim, doğa bilimleri örneğinde olduğu gibi, ahlaki olarak nötr ve tarafsız olmalıdır. Sosyal bilimler bu ahlakın etik temellerini, tutku motivasyonunu nasıl ele alabilir?13
Sosyolojinin ortaya çıktığı andan itibaren ilgisi üç ana konu üzerinde olmuştur. Geri kalan sosyoloji konuları ya da alanları bu üç ana konunun açılımlarından ibaret olmuştur. Sosyolojinin başlangıcından itibaren üze-rinde durduğu iki konuyu Comte’un tasnifi özetlemektedir: Sosyal statik ve sosyal dinamik. Biz buna bir de, “toplumlararası ilişkiler ve toplumların evrim çizgisinin belirlenmesi, başka bir deyişle Avrupa toplumları-nın dünyatoplumları-nın diğer toplumlarından üstün olduklarıtoplumları-nın bilimsel olarak ispatlanması uğraşısı”nı ekleyebiliriz. Sosyal statik ve dinamik, temelde Batı toplumunun iç meselelerini (toplumsal yapının ya da istikrarın nasıl sağlanacağı, toplum kurumlarının neler olduğu, toplum işleyişinin nasıl gerçekleştiği, ilişkilerin ne tür
özel-10 Aydınlanma felsefesi için bkz. Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul: İletişim Yay. 2009; Norman Hampson, Aydın-lanma Çağı, çev. Jale Parla, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay., 1991.
11 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimi, hikayesi kısaca aşağıda anlatılacak olan pek çok toplumsal gelişmeyi ve sorunu te-tikledi. Şehirler ve fabrikalar oluştu. Yeni bir birey ve yeni sınıflar teşekkül etti. Bunların yanı sıra, teknolojinin ve sanayi üretiminin gündelik hayatı kolaylaştırıcı etkisi, Marx, Durkheim vb. gibi 19. yüzyılın önde gelen pek çok düşünürünün düşüncelerinde karşımıza çıkan ‘ikircikli’ bir hal yarattı. Bir taraftan ‘ilerleme’ye duyulan inanç ve geleceğe yönelik iyimserlik, öte yandan yaşanan hızlı değişimle birlikte toplumsal dayanışmayı sağlayan mevcut değerler manzumesinin hızla aşınmasıyla birlikte ‘toplumun sonunun geldiğine ilişkin’ endişe ve kötümserlik hali. Özellikle Fransız İhtilali ve sonrasındaki pek çok toplumsal ayaklanma, durumu daha da hassas hale getirdi. Dönemin bu halet-i ruhi-yesi, Comte’un meşhur ‘düzen ve ilerleme’ mottosunda hayat bulur. İlerleme ve muhafazakarlık kavramlarının –özellikle ilk dönem- sosyoloji kuramında izlerini bulmak hiç de zor değildir. Bu iki kavram için bkz. Kenneth Bock, “İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları”, çev. Aydın Uğur, Tom Bottomore ve Robert Nisbet (eds.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs., Ankara: Verso Yay., 1990, s. 53-96; Reinhart Koselleck, İlerleme, çev. Mustafa Özdemir, Ankara: Dost Kitabevi, 2007; Robert Nisbet, “Muhafazakarlık”, çev. Erol
Mutlu, Tom Bottomore ve Robert Nisbet (eds.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev. Mete Tunçay, Aydın Uğur vd., 1. bs., Ankara: Verso Yay., 1990, s. 97-133.
12 T. B. Bottomore, Toplumbilim: Sorunlarına ve Yazınına İlişkin Bir Kılavuz, çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Beta Basım Yayım
Dağıtım A.Ş., 2. Baskı, 1984, s. 6-7.
13 R. Serge Denisoff, “Two: Scope and Method of Sociology: Knowledge? Objectivity? Or Opinion?”, Sociology: Theories in Conf-lict, Wadsworth Publication Co., 1971, s. 7-8.
likler gösterdiği, toplumdaki hareketliliklerin, çatışmaların nerelerden kaynaklandığını tespit etmeye uğraşır ve nasıl engellenebileceğine ya da çatışmaların mevcut düzen/sistem sahiplerinin istediği yöne nasıl evirile-bileceği vb. konular) ele alırken, sosyolojinin başlangıç evresinde dünya yüzeyindeki tüm toplumları tasnif etme çabası içerisinde de olunmuştur. Comte’un üç hal kanunu, Durkheim’in organik-mekanik dayanışma teorisi, Tönnies’in cemaat-cemiyet ayrımı, Weber’in rasyonelleşmeyi, bürokrasi mekanizmasını temel alan yaklaşımları, Marx’ın ekonomik temelli ilkel toplumlardan feodal, kapitalist ve sosyalist toplumlara doğru evirilen toplumsal evrim çizgisi/şeması ve daha birçok sosyoloğun özünde pek değişmeyen yargıları dile getiren çeşitli tarihsel toplum evrim şemaları ortaya koyma çabaları bu duruma örnek olarak zikredilebilir. Dikkati çeken önemli bir özellik de, sosyal statik ve dinamik konularındaki farklı yaklaşımlara, tartışmalara ve çatışmalara rağmen, toplumların tarihsel gelişim çizgilerini ortaya koyma iddiasındaki ve özünde ideolojik nitelikler barındıran sınıflama çabalarının tüm Batılı sosyologlarca benimsenmesidir. Toplumların farklı özel-likleri öne çıkarılarak farklı kavramlaştırmalara gidilmesine ve buna bağlı olarak da farklı evrim şemaları çi-zilmesine rağmen, özünde, toplumsal gelişmenin zirvesindeki yeri her zaman tescil edilmiş bir Batı ve bir de Batı’nın ulaştığı zirve noktaya ulaşan çizginin çeşitli yerlerinde, kimileri henüz başlangıcında, kimileri biraz yaklaşmış noktalarda bir Batı-dışı toplumlar diyebileceğimiz kesim bulunmaktadır. Bu ikili ayrım, dediğimiz gibi, hiçbir döneminde reddedilmiş değildir.
Bu çerçevede toplumbilimin temel anlayışı, ya da yönetici ideası, bu bakımdan “toplumsal yapı”dır: Belirli bir
toplumdaki eylem ya da davranış formları arasındaki sistematik karşılıklı-ilişkilerdir.14
Sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıktığı ilk dönemde, sosyologların çok sayıda genel, evrensel kurallar koyduklarına şahit oluruz, insan toplumlarının doğasına ve evrimine ilişkin. Ancak zaman geçtikçe, yeni toplumlarla tanışmak, toplumsal hayatın aldığı biçimler göz önüne alındığında toplum hayatına ilişkin genel geçer kanunlar vaz etmekten vazgeçilmiştir. Bu konuda daha ihtiyatlı olunmuştur. Toplumların evrimine ilişkin kanunlar koymaktan çekinilmesinde, Marx’ın sunduğu toplumların evrimi hakkındaki teorisinin Batı burjuvazisi tarafından kabul edilemez oluşunun da önemli bir payı bulunmaktadır. Zira bu teoriye göre, hatırlanacak olursa, Batı toplumları kapitalist aşamadan sonra proletarya sınıfının topluma egemen olacağı sosyalist toplum aşamasına varılacaktır. Bu da, Batı kapitalist, burjuva sınıflarının iktidarlarını kaybedecekleri anlamına gelmektedir. O nedenle, sosyologların bu türden evrensel kanunlar keşfetmeleri ya da sunmaları pek bilimsel bir davranış olarak değerlendirilmez. İdeolojik bir yaklaşım olarak görülür ve mahkum edilir. Ancak meselenin bir diğer yanı daha bulunmaktadır ve gözden kaçırılmaması gerekir. Marx’ın sınıf çatışması temelinde yükselen teorisi reddedilirken, Batı toplumlarının dünyanın diğer toplumlarına kıyasla toplumsal evrimin en üst aşaması olarak kabul edilmesi ve toplumsal gelişimin nihai bir halkası olarak Batı dışı toplum-lara örnek gösterilmesi çabasından da vazgeçilmemiştir. Modernleşme, küreselleşme, gelişmişlik-azgelişmiş-lik, bağımlılık vs. kuramlarının temelinde yatan ön kabulün başka bir anlamı bulunmamaktadır.
Okuma Önerileri
Sosyolojinin ortaya çıktığı tarihsel ve toplumsal koşulların son derece başarılı ve eleştirel bir tahlili, Baykan Sezer’e ait Sosyolojinin Ana Başlıkları (İstanbul: Kitabevi, 2011 [ilk baskı: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül-tesi Yay., 1985]) isimli çalışmada bulunabilir. Ayrıca bu bölümün dipnotlarında künyeleri zikredilen eserler, sosyolojinin somut tarihsel zeminini anlamak açısından son derece faydalı olacaktır.
Sorular
1. Sosyoloji, özellikle 18. yüzyıldaki siyasal ve ekonomik devrimlerin yarattığı toplumsal sorunlarla
ilgi-lenmiş; her şeyin üstünde de, ... toplumunun bilimi olmuştur.
2. 18. Yüzyılda sosyal bilimler ve sosyoloji büyük ölçüde ... bilimini model
almışlardı.
3. ... toplumu ya da toplumsal ilişkileri bilimsel olarak inceler.
4. Toplumları Cemiyet ve Cemaat şeklinde ikili bir tasnife tabi tutan sosyolog aşağıdakilerden hangisidir?
a) E. Durkheim b) F. Tönnies c) G. Simmel d) H. Freyer
Cevaplar:
1. modern sanayi toplumunun
2. doğa bilimlerini/biyolojiyi 3. Sosyoloji
3. Ders
Sosyolojinin Kurucu İsimleri
ÖZET
18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, meydana gelen hızlı ve köklü dönüşümlerin yarattığı toplumsal krizle-ri anlamaya ve değerlendirmeye çalışan pek çok isim oldu: Adam Ferguson gibi İskoç Aydınlanma geleneği içerisinde değerlendirilen isimler, Herbert Spencer, Georg Simmel, Ferdinand Tönnies, Saint-Simon vd. Hatta daha eskilere giderek Montesquieu, Vico, Pareto’yu da bu isimlere dahil edebiliriz. Nitekim, sosyoloji tarihleri yukarıda sözü edilen isimleri –ve elbette daha başka pek çok ismi- sosyolojinin akademik bir disiplin olarak kurumlaşmasının ön-tarihi içerisinde değerlendirir. Kimi çalışmalarda bu isimlere İbn Haldun da dahil edilir. Söz konusu isimlerin her birisi, yaşanan hızlı toplumsal dönüşümleri ve yarattığı sorunları değerlendirmeye yönelik sosyolojik değerlendirmeler yaptılar. Ancak belli düşünsel ve siyasal nedenlerle, toplumu araştıracak müstakil yeni bir disiplininin kurumlaşmasını sağlayanlar; gerek bu disiplinin isim babalığını yapmaları ve gerekse de hem diğer bilimlerin yetersiz kaldığı noktaların aşılmasına izin verilecek yeni yöntemler öner-meleri, disiplinin çerçevesini net ve kesin hatlarla çizöner-meleri, bu yeni disiplinin inceleme nesnesini çok daha açık bir biçimde çizebilmeleri ve –belki de en önemlisi- kapitalizmin yaşadığı ilerleme ve gelişmeyi bir düzen içerisinde kontrollü bir biçimde devam etmesini sağlayacak yaklaşımlar ve açıklamalar getirmeleri nedeniyle Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber olarak kabul edilirler. Eserlerini ilk verdiği dönemlerde sos-yolojiyi ‘burjuva sınıfının bilimi’ olarak görüp ideoloji olarak değerlendiren ve dolayısıyla da dışlayan, buna karşılık olarak da kendisi ‘ideolojik bulunduğu’ için dışlanan Karl Marx da, özellikle 1945 sonrasında bu ku-rucu isimler arasına dahil edilmiştir.
Sosyoloji tarihleri, elbette, bugünden geriye doğru bakılarak ve bugünün ihtiyaçları dikkate alınarak yazılmış-tır. Bu anlamda sosyolojinin tarihinin yazımı eleştirel bir biçimde okunmalıdır. Kaldı ki, klasik sosyal teorinin günümüz sanayi toplumlarını ele almada yetersiz kaldığı noktaların aşılması çabasında, geçmişte sosyoloji tarihinin kurucuları olarak kabul görmeyen isimler yeniden hatırlanmış ve geriye dönük bir okumayla Georg Simmel, Gabriel Tarde vb. gibi isimlerden daha fazla yararlanmanın yolları aranmaya başlanmıştır. Bu da, sosyolojinin kuruluşunda katkısı bulunan isimlerin ve düşüncelerin sayısını hayli artırmaktadır. Ancak aşa-ğıda, kısaca, disiplinin kuruluşunda ve gelişmesinde belli özellikleri nedeniyle daha fazla tanınan belli isimler ve düşünceleri kısaca tanıtılmaya çalışılmıştır.
Auguste Comte (1798-1857)
Toplumu bilimsel olarak incelemesi için ihtiyaç duyulan bilime sosyoloji [sociologie] ismini ilk öneren ve kulla-nan kişi olmakla maruftur. Bir dönem katipliğini de yaptığı hocası Saint-Simon’dan mülhem olarak, toplumu bilimsel inceleyecek bilim dalı için ‘sosyal fizik’ terimini de kullanmıştı.
Comte, tıpkı doğa bilimlerinin fiziksel dünyanın işleyişini açıklamasına benzer biçimde toplumsal dünyanın yasalarını açıklayabilecek bir toplum bilimi yaratmaya çalışmıştı. Her bir bilim disiplininin kendine özgü bir inceleme nesnesi ve yöntemi olduğunun farkında olmakla birlikte, bütün disiplinlerin ortak bir mantık ile evrensel yasaları ortaya çıkarmaya çalışan bilimsel yöntemi paylaştıklarına inanmaktaydı. Bu çerçevede de, tıpkı doğal dünyanın yasalarının keşfinin bize çevremizdeki olayları öngörme ve denetleme olanağı vermesi gibi, insan toplumunu yöneten yasaların ortaya dökülmesinin de bize kendi kaderimizi biçimlendirme ve in-sanlığın refahını artırma imkanı vereceğini düşünüyordu.
Comte, sosyolojinin pozitif bir bilim olması gerektiğine inanıyordu. Bu doğrultuda, sosyolojinin toplumu in-celerken fizik ya da kimyanın fiziksel dünyanın incelenmesinde kullandığı aynı kesin bilimsel yöntemleri kullanması gerektiğine inanıyordu. Pozitivizm bilimin yalnızca doğrudan deney yoluyla bilinebilen, gözlem-lenebilir büyüklüklerle ilgilenmesi gerektiğini ileri süren bir yaklaşımdır.
Comte’un üç hal kanunu, insanın dünyayı anlamaya yönelik çabasının teolojik, metafizik ve pozitif aşamalar-dan geçtiğini ileri sürmektedir. Bu yasa önerisi ile Comte; hem bir insanın zihinsel gelişim sürecini, hem de bütün bir insanlık tarihinin gelişim aşamalarını evrimsel bir çizgi doğrultusunda açıklama iddiasını taşımak-tadır. Teolojik aşamada, düşünceler dinsel anlayışlar ile toplumun Tanrının iradesinin bir dile gelişi olduğu inancı tarafından yönlendirilmektedir. Yaklaşık olarak Rönesans döneminde öne çıkan metafizik aşamada toplum, doğaüstü değil doğal bir bakış açısından anlaşılır. Copernicus, Galileo ve Newton’un keşif ve başa-rılarıyla ortaya çıkan pozitif aşama, bilimsel tekniklerin dünyaya uygulanmasını teşvik etmiştir. Comte, bu aşamada artık dünyanın ve toplumun, bilimin sağladığı imkanlarla anlaşılabileceğine ve düzenlenebileceğine inanmaktadır. Bu çerçevede o, sosyolojiyi, bütün bilimlerin en karmaşık, en üstün olanı, bilimlerin kraliçesi olarak adlandırır.
Bu aşamada, toplumun pozitif bir bilim olan sosyoloji aracılığıyla düzenlenebileceğine inanan Comte; inanç ile dogmayı terk ederek onların yerine bilimsel bir temeli merkeze geçirecek olan bir İnsanlık Dini önermek-teydi. Sosyoloji de bu yeni dinin merkezinde yer alıyordu. Comte’un içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla yakından alakalı olduğu, dağılan bir toplumun yeniden, yeni ilkeler ve yeni araçlarla yeniden kurulabileceği inancını taşıyordu. Sosyoloji de, başka bir deyişle, onun sanayileşmenin yarattığı yeni sorunları çözebilecek, yeni toplumu kurabilecek bir dayanışmayı yaratabilme hedefini gerçekleştirecek bir imkan sunduğu görü-şündeydi. Onun yeni toplumu kurma düşü, bir tür seküler bir din inşa önerisi şeklinde karşımıza çıktı. Her ne kadar kendisinin düşüncesinin bu metafiziksel özellikleri bulunmaktaysa da, toplumu bilimsel bir çerçevede araştırma noktasında, sonraki kuşaklar için yol açıcı olmuştur.
Emile Durkheim (1858-1917)
Sosyolojinin isim babası Comte’tur; ancak sosyolojinin gerçek anlamda bir bilim olarak kurulması Durkhe-im’le mümkün olabilmiştir. Comte’un yazılarının kimi yönlerine dayanmakla birlikte Durkheim, selefinin bir-çok görüşünün bir-çok spekülatif ve muğlak olduğunu, ayrıca Comte’un kendi programını sosyolojinin bilimsel bir temele oturtmada başarılı olamadığını düşünüyordu. Durkheim, sosyolojiyi, geleneksel felsefe sorunları-nı, ampirik bir yöntemle ele alarak açıklığa kavuşturmada kullanılabilecek bir yeni bilim olarak görüyordu. Comte gibi, Durkheim da, toplum yaşamını doğal dünyayı inceleyen alimlerin sahip olduğu aynı nesnellikle incelemek gerektiğine inanıyordu. Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nda dile getirdiği ilk ilke, ‘toplumsal olguların şeyler olarak incelenmesi’ gereğidir.