• Tidak ada hasil yang ditemukan

dogramaci

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "dogramaci"

Copied!
611
0
0

Teks penuh

(1)

Mehmet DOĞRAMACI 1. AH BU ÇOCUKLAR! 6 2. ANLAŞILMAK MI?.. 8 3. DEĞİŞİR MİYİZ? 9 4. DEMONSTRATİON 10 5. ETİKET VE KLİŞE 13 6. GÖRECE 15 7. HAVADAN SUDAN 19 8. HAZİNE BULDUM 20 9. HELALLİK 22 10. İSLAM’IN 6. ŞARTI !... 24 11. HİÇ 27 12. HUDUDULLAH 28 13. İDRAK DEMETLERİ 30

14. ZİHİN BULANDIRAN GARİP TEZLER 32

15. İKİLEM DEMİSİNİZ? 33

16. İKİZİME KAVUŞTUM 35

17. İNSAN PERHİZİ 38

18. BEYİN FORMATLAMA NAMAZI!.. 41

19. DAMAR 44

20. DERVİŞİN CENNET TURU 45

21. GARİP 47

22. HAKKA GÖTÜREN KORKULAR 49

23. CEHENNEMİ DOLAŞAN DERVİŞ 51

24. CAMİYE BORCUMUZ VAR 53

25. CELALLİ AŞIK 55

26. ÇOK SEVECENDİ BENİM EFENDİM 57

27. OKUMADAN ÂLİM, YAZMADAN KÂTİP 60

28. ANLAYAMADIM 63

29. AFFEDEBİLİR MİYİZ? 66

30. ZAMANIN SAHİBİ 68

31. ZOR LOKMA 70

32. 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ 73

33. AÇINIZ KAÇ DERECE? 74

34. ADAK 76

35. RABBİNLE BAYRAMLAŞ 78

36. SEMİ'NÂ VE ETA'NÂ 80

37. SENİN YERİNDE OLSAYDIM 82

38. SEVGİ NE İSTER? 84

39. VAHDETİN ŞİİRCESİ 88

40. SİSTEMİ OKUYAN TEBESSÜM 91

41. TEFEKKÜR EGZERSİZLERİ 93

42. TEL ÖRGÜLERDEN ATLAMAK 95

43. EFENDİMİN TOLERANS ANLAYIŞI 99

44. YAPAYALNIZ 101 45. YAŞAMAK 104 46. RUHUM ZİL ÇALIYOR 106 47. HELALLIK 109 48. İNİKÂS 111 49. İNSİBAĞ 113

(2)

50. KABUK MU, ÖZ MÜ? 115

51. İNŞİRAH 116

52. KELİMEDEN MANAYA 118

53. KENDİNE SIRT ÇEVİRMEK 120

54. ANLAŞILMAK MI? 123

55. NEDEN BAYHAN? 124

56. BAŞKASI OLMA!.. 126

57. KISA YOLDAN CENNETE 129

58. KUTSAL 131 59. MECZUPLAR 132 60. MEŞHURLARIN DİRİLİŞ ANLARI 134 61. MUHALEFET 138 62. MUKAYESE 140 63. MÜKELLEFİYET 142 64. NOKTA 143 65. NOSTALJİ 144 66. ÖZGÜRLÜK KOMEDYASI 146 67. PERDE 147 68. İSBÂT-I VÂCİB 151 69. İSTİCVAB 153 70. AYKIRI DÜŞÜNCELER 155 71. EN BAHTİYAR HASTA 159 72. CÖMERT AŞIKLAR 162

73. CÜMLE ALEM ORUÇ 164

74. BİRAZ GÖZYAŞI ALIR MIYDINIZ? 165

75. DEĞİŞİR MİYİZ? 167

76. EĞİTİLEMEYENLERDEN MİSİNİZ? 168

77. AŞKINI KANLA İMZALAYANLAR 169

78. ASRA YEMİN OLSUN Kİ! 173

79. ASRI SAADET TAHLİLLERİ 186

80. BEDEN GÖZÜ YUMULUNCA 193

81. YİRMİDÖRT AYAR İNSAN 198

82. BİR MUHABBET ÇINARI 204

83. CEYHAN DEDE 212

84. ELEŞTİRİ AMA KİME? 218

85. FARKLI BİR ŞEY 221

86. GÖK YARILDI 223

87. GÖNLÜNÜ GENİŞLETMEDİK Mİ? 231

88. GÜÇSÜZLÜĞÜN GÜCÜ 240

89. GÜLMEK YAKIŞIRDI EFENDİME 242

90. GÜN IŞIĞINA YEMİN OLSUN Kİ! 244

91. HACI HİLMİ EFENDİ 256

92. HAYIRDIR İNŞALLAH 261

93. İNCE TEL 263

94. İNFAKTA SINIR TANIMAYANLAR 266

95. KENDİNDE KALMA HİÇLİĞE KOŞ 268

96. KIBRIS GÜNCESİ 277

97. KUR’AN TETKİKLERİ 282

98. KUYU DİBİNDEN KRALİYET SARAYINA 292

99. MARİFET YOLUNDA 297

100. MOLLA KASIM’I GÖRDÜN MÜ? 303

101. MUKARREBÛN SÂBİKÛN 306

(3)

103. ÖZÜMDE SAKLI KANDİL 316

104. SECRET VURDU SAHİLE 323

105. SAKLI KUDRET 330

106. SELATİN CAMİLERİNİN RUHU 333

107. SİNSİ VE HABİS 335

108. VAHDET BEYLE SOHBET 339

109. YAMAN DEDE 384

110. YEMİN OLSUN İNCİRE ZEYTİNE! 389

111. YÜCELME 398

112. YUNUS EMRE KONUŞUYOR 411

113. ZEVKTEN DÖRT KÖŞE 465 114. KUANTUM DÜŞÜNCEDE İSLAMİ MOTİFLER 480

115. MESNEVİ BAHÇESİNDEN GÜL BUKETLERİ 487

116. İSM-İ Â’ZAMINI BULDUN MU? 493

117. DÖNÜŞTÜREN KUVVELER 494

118. YEŞİL AĞAÇ, PARATONER VE DENİZ 495 119. “KENDİME ZULMETTİM” DİYEBİLİR MİSİN?496

120. IYDU’L-FITIR 498

121. ŞAKASI YOK, OYUN HİÇ DEĞİL!.. 499

122. KALEM EHLİNİN SORUMLULUĞU!.. 500

123. DİYANET İŞLERİ BAŞKANI Sn. Prof. Dr. ALİ BARDAKOĞLU’NA AÇIK MEKTUP 502

124. ONUN FARKI!.. 505

125. VE ADEM YARATILDI!.. AMA NASIL? 507

126. MÂLİK 508

127. MUKARREBÛN- SÂBİKÛN 511

128. BULUT!.. 513

129. HAYDİ CİHADA!.. 514

130. YANIK SAHABELER 518

131. HAC MERASİMLERİMİZ VARDI… 521

132. SIBĞATULLAH 524 133. MİSALLER CAN KATAR KELİMELERE 527

134. BİR BAYRAM BÖYLE GEÇTİ 529

135. RIDVAN 531 136. AŞK PENCERESİNDEN 533

(4)
(5)
(6)

AH BU ÇOCUKLAR! “Dünya meyvelerinin en tatlısı; Çocuktur!” Hz.Muhammed(s.a.v)

Bizim küçükleri namaza alıştırma gayesi ile evde cemaat olmayı önerdim. Büyük ve en küçük itiraz etmeksizin abdeste yönelirken, tez canlı ve hareketli olan ortanca mızmızlanmaya başladı. Ötekiler onu iknaya çalışırken hadis-i şerifle desteklemek istedim: “Cemaatle namaz tek başına kılınandan 27 kat daha sevap oğlum.” Abisi söze girdi: “Tabii ya, 1x27 olacak düşünsene!”

Ortanca isteksiz de olsa cemaate katıldı. Selam verince heyecanla atıldı bizimkisi:

-Bana bir daha 26 gün namaz kıl demeyeceksiniz!.. 1 kılınca 27 oluyor ya, bu kıldığım namazdan sonra 26 gün namaz kılmama gerek kalmadı!..

Yıllardır 27 derece hadisini okur, üzerinde tefekkür ederdik. Böylesi bir mantık aklımın ucundan geçmezdi. Çocuklar havsalayı zorlamaya birebir. Neler de düşünüyorlar?..

***

Misafirliğe gelen hanımın elinde yanık izi vardı. Anne: “Haydi kızım öp teyzenin elini” dedi. Çocuk öperken: “ Ama eli çok değişik ” deyiverdi. Evin hanımı utançtan kıpkırmızı kesildi, tere battı. Misafir onu teselli etti: “Çocuktur komşum, bakma sen!..”

...

Cesurdur çocuklar. Hakikati olduğu gibi seyreder ve de pervasızca söylerler. Yere, zamana, muhataba bakmaksızın! İnce hesap, plan, taktik, politika, entrika bilmez çocuklar. Henüz büyümemişlerdir çünkü! ***

Vaktiyle köyden şehre medresede okumak üzere yola çıkar çocuk. Anası bir merkebe bindirir, çıkınına azık, hırkasının içine de tahsili için birkaç altın iğneleyerek kervana dahil eder. Eşkıya yol kesip, neyin varsa dökül deyince: “Çıkınımda peynir-ekmek, hırkamın içinde de altınlar var” der.

Çete başı: “Sen bizimle alay mı ediyorsun? İnsan hırsıza altınım var der mi bre çocuk”, diye çıkışınca çocuk: ” Anam vebal bıraktı; ömür boyu her halükarda doğruluktan ayrılma dedi.. Vallahi hırkamda altınlarım var, inanmazsanız bakın” der ve açar bağrını.

Bu samimiyet ve doğruluk büyük bir çetenin tevbe etmesine vesile olur. Böylesi bir dürüstlük ve safiyet; ABDÜLKADİR GEYLANİ gibi bir zatı, tüm zamanların Gavsını armağan eder Ümmete!

Neleri varsa ortadadır çocukların. Sır tutmayı, gizlemeyi hiç beceremezler. Sevinçleri, üzüntüleri, tepkileri, coşkuları açıktır, hiç mi hiç örtünemezler. Oyuncağı varsa illa gösterir etrafa. Baak benim oyuncağıııım diyerek… Her şeyleri açıktır çocukların. Çocuk olmayanların inanamayacağı kadar açık ve şeffaf!

***

Kamu Kurumu teftiş geçiriyordu. Bu defa gelen müfettiş, devlet gibi adam tiplemesini iflas ettirecek derecede sevecendi. Raporlarını alıyor, ama memurlarla diyalogunu da sıkı tutuyordu. Çay ısmarlıyor, galeta ikram ediyor, hatta akşam halı saha maçına çıkıyordu. Teftiş bitip gittiğinde ardında hoş bir seda bırakmıştı.

Günlerce onu konuştular kurumda. Durumu sindiremeyen bir köhne zihniyetli: “Hiç de kalıbının adamı değildi. Çocuk ruhluydu “ deyiverdi.

Sahi siz kalıbının adamı olmak yada olmamaktan ne anlıyorsunuz?.. Kalıbının adamı; yani otoriter, olgun, kendini ağırdan satan öyle mi?.. Bana göre hiç de öyle değil… Kalıbının adamı; bedene mahkum, egonun kölesi zavallı insan tipi…Hakikat ehli ise kalıpları paramparça edip sınırsız- sonsuza yüreğini açmış insan. Çocuk ruhlular kalıbının adamı hiç olamazlar. Çocuklar ele avuca sığmaz ki kalıba dökesin!.. ***

Babası çıkışmıştı çocuğa;” Yemeğini bitirmezsen, bir daha harçlık yok sana!” Çocuk bir köşeye çekildi. Baba fazla yüklenmiş, haliyle alınmıştı yumurcak. Az sonra babası el işareti ile ver bir yanak yapıp kucağına çağırdı. Biraz isteksiz de olsa öptü babasını. Baba, cebinden en sevdiği çikolatayı çıkarıp uzatınca dünyalar çocuğun oldu.

(7)

Çabuk alınsalar da kin tutmaz çocuklar. Büyükler gibi günlere, aylara uzanan küslükler onlara göre değildir. Gönüllerini almaya içten bir tebessüm, mini bir ikram yeter de artar bile. Yeter ki sevdiğinizi hissettirin onlara. Sevgiden başka talepleri yoktur hayattan.

***

Tekkede günlük işler bitmiş, dervişler ikişerli hücrelere çekilmişti. İbadet ve bir miktar kıraattan sonra iki derviş karşılıklı hayvan taklidi yaparak eğleniyor, gülüşmeleri, muhabbetleri revaklı avluya taşıyordu. Köpek

havlaması çeşitlerine başladıklarında Tekkenin Şeyhi usul adımlarla kapılarına geldi. O da köpek taklidi yaparak içeri seslendi. Dervişler tedirgin olup “ Kim var orda? ” diye çıkışınca Şeyh Efendi latife etti:

“ Açın yavrularım, Kıtmiriniz geldi Kıtmiriniz!…”

Dervişler kemal-i edeple çıktılar ve şeyhlerinin ellerine kapandılar. …

Çocukla çocuk, büyükle büyük olabilecek tevazua sahip mürşidler nice kemal ehli yetiştirdi bu topraklarda… Çocuk safiyeti idi belki de Sâfiye diye özlenen o zirve nokta!

***

Yemen’den bir kervana dahil olup taaa Mekke’ ye gelmişti çocuk. Hz.Muhammed’i pek sevmiş, Onunla yaşamaya başlamıştı. Günlerce ağlayan anne babası yerini öğrenince Onu almak üzere Mekke’ye geldiler. Allah Rasülü şöyle dedi: “Tercihi Ona bırakalım, sizi isterse sizinle gitsin, bizi isterse bizimle kalsın!..”

Henüz 6 yaşındaki bir çocuk nasılsa ana- babayı seçer rahatlığı ile teklifi kabul ettiler. Ama O Alemlerin Efendisini seçti. Adı; Zeyd idi... Zeyd; adam demekti. Adam gibi adam!

Mekke Ulularının göremediği, sezemediği nuru bir çocuk sezmişti. Tercihi sen yap denince de hakikati seçti… Ne dersiniz, çocukları bu kadar sıkmasak, bazı tercihleri onlara bıraksak acaba yaşam daha mı renklenir ?.. Adam olacak çocuk deriz uyanık ve akıllı çocuklara… Ortalık adam kaynıyor. Sıkılıyorum adam

kalabalığından. Ben işi tersine çevirmek istiyorum; adam olacak çocuk değil, çocuk olacak adamlar, çocuk olacak büyükler arıyorum.

***

Hanımlar bir yaz günü dost meclisinde bir araya gelmişler, hakikate dair bilgi ve birikimlerini paylaşmışlardı. Sohbet bitiminde herkes evine dağılırken iki bayan, sohbete gelemeyen bir arkadaşlarına uğramak, yeni bilgileri ve alınan feyzi ona da taşımak istediler. Evin hanımı çok memnun olmuş hemen yemek masasına buyur ederek soğuk bir şeyler ikram etmiş, can kulağı ile dinlemeye başlamıştı. Sohbette geçen konuşmaların nakledilişini masanın altında gizlenerek dinleyen çocuk az sonra örtü altından başını çıkardı ve anlatan kişiye çıkıştı: -Sen neden hep o bayanın söylediklerini söyleyip duruyorsun? ÖZÜNDEN GELDİĞİ GİBİ KONUŞSANA! Herkes neye uğradığını şaşırmıştı. Çocuk -argo tabirle- kitabın orta yerinden konuşmuş, olması gerekene dikkat çekmişti… Henüz 5 yaşındaydı afacan!

Başkası olmayı, kimliklere bürünmeyi hiç sevmez çocuklar. Onlar sadece ama sadece kendileri gibi olurlar. Büyükler çoğu kere onlara yön veremediklerinden küplere binse de çocuklar başkası olmaya bir türlü yanaşmazlar!.. Aslında onları sevimli kılan da budur!

***

Çok küçük yaşta mümin olmuştu kendi isteği ile…Babası Ebu Talip’e sormamıştı hiç… Hicret öncesi Rasülullah’ın yatağına yatan da O idi… Yatacak; uyuyacak, sabah da emanetleri dağıtacaktı. Adı; Ali idi. İslam’ın Kılıcı, İlmin Kapısı, Velayetin Şahı; Ali… Muhtemel ölüm tehlikesini göze alarak yatmıştı yatağa… İlk gençliğe adım atmak üzere olan bir çocuktu Alemlerin Efendisi uğruna can vermeyi göze alan!..

Torunlarını; Ali ve Fatıma’nın meyvelerini pek severdi Alemlerin Efendisi. Hasan ve Hüseyin dendi mi içi giderdi. Bir gün ikisini birer dizine oturtup şefkatle okşarken Cebrail iki gömlekle göründü. Biri sarı, diğeri kırmızı idi: “Ya Muhammed, sağ dizindeki zehirlenerek, solundaki de boynu vurularak şehit olacak! Al bu gömlekleri giydir “ dedi….Hüznü kuşandı Allah Rasülü… Açılan Kader penceresinden, Cebrail aynasından torunlarının yıllar sonraki Kazalarını seyrediyordu belki de yanaklarına iki damla yaş süzülerek!

(8)

Hz. Hasan iyice azıtan saltanat yanlılarından uzaklaşmış, Medine’de mütevazı bir yaşamı benimsemişti. Saltanat düşkünleri için Allah Adamlarının sükutu dahi ürküntü verirdi. Muaviye’nin adamları kendi gelecekleri için zehirlettiler Hasan’ı…

Hz. Hüseyin ise Dicle kıyısında suya hasret kalarak şehadete koştu. Gitme diye yalvaran Ashaba: “ Ben akıbetimi biliyorum. Akıbet değil beni korkutan; ümmetin uyuşukluğu ve zulme ses çıkarmaması!.. Hilafet için değil, makam için değil, zulme direniş geleneği başlatmak için gidiyorum!..”

Gitti, baş kaldırdı ve başını verdi Hüseyin!... Çoğunluk uyuşsa da uyuşmayan, hep Hak diye baş kaldıran, Hakikati her zeminde haykıranlara Hüseynî Duruş Sahibi denecekti…

Muhabbet Kaynağından, Evrenin Kalbinden şefkatle beslenerek şehadete yürüdü Hasan ve Hüseyin… İçindeki çocuğu muhabbetle emzirip aşkla büyütenler büyük davalara adanacak, büyük ideallere baş koyacaktı! * * *

Dostlar,

“Dünya meyvelerinin en tatlısı çocuktur” hadisinin işareti ile minikler bahçesinden büyüklere enva-i çeşit lezzetler ikram etmek istedim.

Dileyen kalıbının adamı olsun!.. Dileyen ağır takılsın!...Dileyen akıllı ve olgunları oynasın!

Çocuk ruhlu olmaktan yüksünmeyen, her dem çocuk kalabilen, yüreği ve hali çocuk safiyetinde olan kişiler arıyorum ben!.. Rastlarsanız iyi bakın onlara! Gözlerinde seyredeceksiniz kendinizde saklı saf- berrak- billur hakiki cevheri!.. Onlar ayna tutacak size, sizdeki sizi göresiniz diye! Özündeki çocuğu katletmeyen, o safiyeti her dem diri tutabilenlere selam olsun!

İstanbul - 06.06.2006

(9)

ANLAŞILMAK MI?..

İnsanlar vardır; ”Nasılsın?” demeye korkarsınız. Arkadaşları, evi, çocukları ve çevresinden yakınmaları hiç bitmez. Dünyanızın kararmasını, olan bir parça moralinizin de sıfırlanmasını isterseniz onlarla beş dakika konuşun yeter. Karamsar bakışları içinizi karartmaya yetecektir. Ana cümleleri; “Beni kimse anlamıyor” olan bu tiplerin yaşamı sürekli bir azaptır.

“Anlaşılmıyorum” diye söze başlayan bu insanların konumuna bazen düştüğümüz de olur. İsteklerimizi muhatabımıza yeterince anlatamayınca, ya da beklediğimiz karşılığı alamayınca anlaşılmama hezeyanı can simidimiz olur.

Özellikle ergenlik dönemi yaşayan gençlerden anlaşılmama şikâyeti ile evi terk edenler olduğu gibi; boyuna denk çocukları olduğu halde hâlâ eşinin kendisini anlamadığından şikâyet eden çiftler de görürüz.Toplumu değiştirme ideali ile yola çıkmışken partisi az oy alınca; ”Halk cahil,bizim yüksek ideallerimiz anlaşılmadı” diyebilen politikacılar da vardır. Gazete köşelerinde kendi hayal dünyasına müşteri arayan yazarlardan bir gün yazılarına zehir zemberek bir makale ile son verenler ve toplum dışına kaçanlar da çıkmıştır. Piyasa şartları ile rekabet gücünü kaybeden esnaflardan kepenk kapatanlar da çoğu kez anlaşılmadıklarını düşünürler.

Tüm bu şikâyetlerin altında eleştiriye kapalı, kuvvetli bir benlik vardır.Benliklerini kutsayanlar,bırakın kendilerinde hata görmeyi, her sıkıntı ve başarısızlıkta suçlayacak birilerini bulmada mahirdirler. İşte bu davranışın tutkuya dönüşmüş halidir, anlaşılmama girdabı.

Onlara birazcık kendilerini inceleme, sorgulama fikri vermek; dışarıdan içeriye bakmalarını sağlamak da bir kardeşlik görevi aslında. Düşündürtmek, ellerindeki nimetleri fark ettirmek en iyisi belki de.

Hayatın kuralları bir futbol maçından çok da farklı değil.Kuralı ile oynamayanların; kart görmek, saha dışına itilmek, penaltı atışlarına hedef olmaktan şikâyetlenmeye hakkı olmadığı gibi; sevgi-kardeşlik-dostluk vb insani ilişkilerde uçuk ideallerini öne alanların kaybetmekten şikâyete hakkı olmasa gerek.

Siyasi partiler oy almak,halkın nabzını tutarak ihtiyaca cevap vermek üzere kurulur. Siz,halkın ne istediğini anlayamamış,onların dilinden konuşamamışsanız oy vermedi diye milyonları aşağılama yetkisini kimden alıyorsunuz?.. Yazı, insanlarla birtakım değerleri paylaşmak, bazen onları eğitmek, yol göstermek için kaleme alınır. Siz tutkularınızı, tahsilinizi, kariyerinizi kutsayıp fildişi kuleden gönüllere inememişseniz, size değer verip okuma lütfünde bulunanları suçlamak niye?.. Esnaflık; türlü ticari aksiyonlarla mal satmaya,müşteri kazanmaya endekslidir. Bunları yapamamışsanız, ticari başarısızlığınızı başka tüccarlara yüklemek mantıklı mı?..

Geçmişe bir bakınız. Anlaşılmadığını düşünenlerin büyük başarılara imza attıkları görülmemiştir. Buna karşın gayesi için azimle çalışan, gelişen çağa ayak uyduran,kuralları iyi okuyanlar; zeki ya da zengin olmasalar dahi nice zeki,zengin insanları geride bırakacak atılımlar, organizasyonlar geliştirmişlerdir.

Sadece maaşı gaye edinen ücretliler geçim sıkıntısı ile kıvranırken; evinde ya da piyasada alıp-satan, üreten, yan işlere girişenler emsallerini geçmişlerdir...Ticari hayatta çok ortaklılık, hatta çok ulusluluk hızlanırken iyi ortaklıklar kuranlar iş büyütürken;”Küçük olsun,benim olsun” diyenlerin kısa sürede piyasadan silindiklerini görürüz...Aşık olarak evlenenlerden bir kısmı; balayı büyüsü geçtikten sonra sahiplenmek, kullanmak ister eşini bencil kurallarına göre.İşte o an, çatlar yuva. Tutkulu aşk yaşamayan, ama birbirini kabullenen,katlanan,sevgiyi karşılıksız paylaşanların saadet içinde olduklarını müşahede ederiz. Nice kalem sahibi kıymetli insanlar, toplum dışına kaçmayı yeğleyerek fikirlerini hapsederken; belki onlar kadar edebiyatı, birikimi olmayan ama okur dili ile yazanlar bir mektep gibi insan yetiştirir, fikir geliştirir, hatta akım oluştururlar. Savaşların gidişatını değiştirenler silahı çok olanlar değil, düşman taktiklerini iyi okuyanlardır.

Özetle; başarının, mutluluğun sırrı önce kendini iyi okumak, ardından muhatabını anlamakta saklı. Yani anlaşılmanın şifresi; anlamakta gizli. Anlaşılmadığını düşünenlere son söz:

Anlamayı ilke edinin; göreceksiniz o zaman anlaşılmama diye bir probleminiz kalmayacak!...

(10)

DEĞİŞİR MİYİZ?

Sıkça sorulan sorulardan biri; karakter- huy değişir mi? Tabii buna paralel olarak Kaderin değişip

değişemeyeceği. Kader konusunu ehline bırakalım. O konuda değil hüküm vermek, fikir yürütmek dahi haddim değil. Kişi; birtakım gayretlerle karakterini değiştirebilir mi? Bu konularda biraz sohbet edelim istiyorum. Çok sevdiğim Asr- ı Saadet iklimine uzanıp Hulefa-i Raşidinin karakteristik özelliklerini seyredelim:

1- Hz. Ebubekir; Halim, Selim- Ağırbaşlı- Oturaklı- Sadık- Sırdaş ve İçsel. 2- Hz. Ömer; Asabi- Müdahaleci- Hırçın ve Aceleci.

3- Hz. Osman; Sakin- Yumuşak huylu- Akraba, Dost canlısı- İnfak edici. 4- Hz. Ali; Güçlü- Delikanlı- Alim- Akıl ve Mantık Küpü! Ölümüne Cesur!..

Bu dört karakteri hatırdan çıkarmayın. Burçlar da dört ana grup! Şimdi bildiklerimizle birlikte tefekkür edelim. Mümin olmak; 4 Halifenin karakterinde neyi değiştirdi?.. Hz. Ömer cahiliye devrinde asabi idi. İslam’ la halim- selim oldu mu? Hayır! Hz. Osman yumuşak huylu idi. İslam’ la demir yumruk haline geldi mi? Hayır! Hz. Ebubekir sadık ve içseldi. Dışa açıldı mı? Hayır! Hz. Ali; güçlü idi. Aklı öne alır, sorgulardı. Sorgulamaksızın teslimiyetçi olabildi mi? Hayır!..

Neyi anlatmaya çalışıyorum? Karakter değişimi yok, sadece dönüşüm var! Huyu değiştirmek hayal, iyiye kanalize var o kadar! Değiştirmek mümkün olsa Rasülullah: “Huyunuzu değiştirin” buyururdu. Oysa şöyle buyurdu: “Huyunuzu güzelleştiriniz!” Güzelleştirmek; değiştirmek demek değil!

Asabiyet ve acelecilik Adaletle süslenince Ömer’ den Faruk çıktı! Sadakat MuhammedîAşkla birleşince Ebubekir’de Sıddıyk’ ı seyrettik! Haya; Kur’anla süslenince Zinnureyn Osman’ı tanıdık! Akıl; İslam’la bütünleşince Şah- ı Velayet Ali ile nurlandık!

...

İster kabul edin ister sırt çevirin; genetik miras ve astrolojik etkiler eğitim- öğretimin hep üstünde! Coğrafya ve aile; tahminimizden daha önemli. Bir panel izlemiştim. Konuşmalar bitince sorulara geçildi. Panelistlerden biri gayet nazik cevaplar verirken diğeri soranı sorduğuna pişman edecek terslikte aksi, alaycı cevaplar veriyordu. Yanımdakine sordum;

“ Profesör nereli? ” Memleketini söyledi. Alacağımı almış, “ Profesör olmak bile coğrafyanın önüne geçemiyormuş!” diye mırıldanmıştım.

Buğdaydan arpa çıkmaz! Elma ağacından armut alamazsınız! Merhum babam iyi aşı yapardı; çocukça ısrarıma dayanamayıp; elmanın bir dalına armut aşıladı tek kalem. O armutun meyvesi zehir gibi acı çıktı! Aşı; tohumda olmayanı veremez! Asırlık çınarın gelişimine dair kodlar, önceden kayıtlıdır çekirdekte. İklim, ağaca sağlık katar fakat olmayanı ekleyemez! Bazı kişilerde ummadığınız haller seyrederseniz şaşırmayın! İlmi, tecrübesi var, yakıştı mı yani demeyin! Herkesin yaşadığı; kendine yakışandır! Her birim yaratılış programını yaşar, istese de istemese de! Delil mi? İşte ayet, işte hadis ve işte tecrübe imbiğinden süzülen sözler:

- Allah Sisteminde asla değişiklik bulamazsın! (Fetih-23) De ki, Hepsi de kendi programları doğrultusunda davranışlar ortaya koyarlar. (İsra-84)

- Bir dağın yerinden kayıp gittiğini duyarsanız inanın, ama bir insanın huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın! (Hadis)

- İnsan adam olamaz gitmek ile Mekke’ ye / Eşek yine eşektir taş taşısa Tekkeye! (Z.Paşa) - - İnsan 7’sinde ne ise 70’inde de Odur! (Atasözü)

- Asil azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar aslı ayrandır! ( Halk Deyişi)

(11)

DEMONSTRATİON

Modern eğitim metotlarından biri olan demonstration;gösteri yaparak öğretme esasına dayanır. Eğitici kişinin çeşitli görsel,bedensel araçlarla konuyu sanatsal bir gösteriye dönüştürmesi bu metodun hareket noktasıdır.Bir anlamda tiyatral, figüratif hareketlerle eğitmek de diyebiliriz bu yönteme.

Kâinatın Efendisi,İnsanlığın en büyük öğretmeni Hz.Muhammed( s.a.v) sonradan sistematize edilen eğitim metotlarının hepsini tebliğde kullanmış olup,o çağa göre bunların en kolay örneklerini sergilemiştir.Şimdi önce Mekke'ye,sonra da Medine'ye uzanalım ve seyredelim bakalım Rasülullah (s.a.v) Gösteri Metodunu nasıl kullanmış?

Müşrikler Daru'n-Nedve'de toplantı halindeler.Karar alınıyor;bir heyet Ebu Talip'le konuşacak ve Muhammed'in tebliğden vaz geçmesi istenecek. Ebu Talip yeğenine gidiyor üzgün ve ezik vaziyette.Hz.Muhammed (s.a.v) iki kolunu da genişçe açarak konuşuyor:

- Söyle onlara amca! Vallahi güneşi sağ elime,ayı da sol elime verseler bu davadan vazgeçmem!..

Ebu Talip bu sözleri müşrikler meclisine aktarıyor: "Aynen böyle ellerini açtı ve böyle dedi"diyor. Rasülullah'ın yaptığı gösterili anlatım öylesine etkili oluyor ki; Ebu Süfyan;"Ben size söylemiş miydim?..Muhammed'in davası ne saltanat,ne para davası...O bambaşka bir yolda." demekten kendini alamıyor.

***

Bir başka gün...Mescid-i Haram'a yakın bir yerde Rasülullah (s.a.v) müşriklere hitap ediyor:"Şu dağın ardından bir düşman ordusu geliyor desem bana inanır mısınız?"Hep bir ağızdan "Sen yalan söylemezsin,

inanırız"diyorlar."O halde ahiret var,bu dünyanın sonunda hesap var.O günün azabından

korkunuz!"buyuruyor..İleri gelen azılı müşrikler terk etse de topluluktan etkilenip İslam’ı kabul edenler oluyor. ***

Şimdi de Medine'deyiz.Kendisi hem yetim hem öksüz olan Rasülullah (s.a.v) mescidin önünde bir sohbette şöyle buyuruyor:"Kim,sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa,Allah ona yetimin başındaki saç sayısınca sevap yazar.Yanında yetim bir erkek ya da kız çocuğu barındıran onlara iyilik eden kişi ile ben şu iki parmağım gibi cennette birlikte oluruz"

Rasülullah (s.a.v) bunu söylerken iki elinin de işaret parmaklarını yan yana paralel getirdi ve birleştirdi. İşte yetimle bu kadar yakınız derken yaptığı bu hareket, konunun önemini orada bulunan ashaba daha etkili hissettirmiştir.

***

Medine dışında yürüyüşe çıkan Rasülullah (s.a.v) ve sahabesi dere kenarında bir koyun leşine rastlarlar. Kainatın Efendisi arkadaşlarına döner:"Bu koyun leşine sahibinin hiç önem vermediğini kabul eder misiniz?" diye sorar. Sahabe hep bir ağızdan :"Tabii kabul ederiz. Önem verse çöpe atmazdı" dediler. Bunun üzerine İnsanlığın Güneşi şöyle buyurdular:"Nefsimi kudreti ile elinde tutan Allah'a yemin ederim ki;Allah katında dünya şu koyun leşinin sahibinin gözünde olduğundan daha değersizdir. Eğer dünya;Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşısa idi,kâfirlere bir içim su bile vermezdi."

Dünyanın Allah katında değersizliğini leş göstererek anlatmaktan daha etkin yöntem olamazdı sanırız. ***

Bir başka gün Rasülullah (s.a.v) abdestin hikmetlerini ve getirilerini anlatıyordu. Abdest hareketlerini tek tek insanların huzurunda yaparak şöyle konuştu:"Müslüman kul, abdest alırken ağzına su verince ağzındaki günahlar çıkar kaybolur,burnuna su verince burnunun günahları kaybolur.Yüzünü yıkadığında göz kapakları kenarına kadar yüzünün tüm günahları akan su ile birlikte süzülüp gider.Elleri yıkayınca tırnak altları da dahil tüm ellerinin günahları parmak aralarından akar gider. Başına meshedince de başının tüm günahları süzülüp çıkar. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarından tüm günahları sökülür. Bundan sonra camiye kadar yürüyüp namaza gelmesi kendisine fazladan bir sevap olur."

***

Bağışlanma ve tevbe hakkında soru soran bir sahabeye Rasulullah (s.a.v) el kol hareketleri ile gökyüzünü ve yeri göstererek şöyle buyurdu:"Üst üste yığılsa,göğe yükselecek kadar çok günah işleseniz bile,ardından yaptıklarınıza karşı pişmanlık duysanız,kuvvetle ümit edilir ki;Allah tevbenizi kabul eder"

***

Rasülullah'tan en fazla hadis nakleden,kucağında kedi yavruları ile gezdiği için Rasülullah (s.a.v)'ın Kedicik Babası lakabını taktığı, hayvan sevgisinin İslam’daki en canlı örneği Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Bir gün

(12)

Rasülullah (s.a.v) yanıma gelerek şöyle dedi:"Sana bütün iç yüzü ile dünyayı göstermemi ister misin?"Tabii isterim Ya Rasulallah (s.a.v) dedim. Elimden tuttu ve birlikte Medine dışına doğru yürümeye başladık. Kuru derelerden birine beni götürdü. Medine şehrinin tüm çöpü,paçavralar,insan pislikleri,kemik parçaları ve hatta kuru kafalarla dolu bir yığının başına durduk. Manzara karşısında şöyle konuştu:

-Ey Ebu Hüreyre! Bu gördüğün başlar da sizin gibi hırslı,sizin gibi uzun emelleri olan insanların başı idi. Şimdi çıplak kemik haline geldiler. Daha sonra da havada uçuşan toza dönüşecekler. Şu pislikler de onların çeşit çeşit yiyecekleri idi. Nereden kazanmışlarsa kazanmışlar,midelerine indirmişlerdi. Şimdi insanların yanından tiksinti ile geçtikleri,kaçıştıkları pislikler haline geldiler. Şu paçavralar onların nişan takıları ve elbiseleri idi. Şimdi rüzgârda uçuşuyorlar. Şu kemikler onların binek hayvanlarına aitti. Onların sırtında belde belde dolaşırlardı. Bütün bunlar üzerine, dünya üzerine ağlamak isteyen ağlayabilir."buyurdular. Sonumuzu düşündüm ve sessizce ağlamaya başladım. Bir süre sonra baktım,Rasulullah (s.a.v) da ağlıyordu.

***

Rasülullah (s.a.v) kucağında bebesi ile yürüyen bir kadını göstererek sahabeye sordu:

"Bu kadının yavrusunu çok sevdiğini söyleyebilir misiniz?"Sahabe: "Elbette Ey Allah'ın Rasulü"

dediler. Hüzünlü bir gülümseme ile şöyle buyurdu:"Vallahi ben ümmetimi o kadının çocuğunu sevdiğinden daha çok seviyor ve ümmetime onun yavrusuna verdiğinden daha fazla şefkat besliyorum."

*** Dostlar,

Evimiz,ailemiz,iş yerimiz ve toplumda çeşitli görevleri icra ederken eğitici olmak gibi ek bir sorumluluğumuz var. Sürekli anlatmak,sürekli ikaz etmek yerine bir defa gerçekleri gözler önüne sermek, kişiler üzerinde daha etkili olacaktır. Her insan, içinde bir sanatçı saklar. İçinizi açın çevreye ve keşfedin kendinizdeki tiyatral kabiliyetleri. Emin olun, sözleriniz daha etkili olacak.

(13)

ETİKET VE KLİŞE

Bilincimizin perdeleri kat kat. Birini açıyorsun öteki çıkıyor, birini yakıyorsun altındaki, yine ışığı kesiyor. Hakikat yolculuğu; bir anlamda perdelerden kurtulma çabası. En son perde yırtılıp menzile varıldığında Azrail(a.s)’le selamlaşmış olacağız. O vakte dek sürecek örtüleri kaldırma mücadelemiz.

İşte o örtülerden ikisine dikkat çekmek istiyorum bu hafta; Etiket ve Klişe.

Etiketi bilirsiniz. İlkokul defterlerimi kaplarken tanıştım bu kavramla. Sonraları ticari malların üzerinde rakamlarla gördüm, cüzdanımı acıta acıta. Klişeyi gördüğümde az daha büyümüştüm. Üniversite gençliğinin dergi çıkarma hevesiyle koştuğu günlerdi. Matbaacı Sedat Usta tanıtmıştı klişeyi.

Etiket ve klişe perdesinin nasıl gözümüze çekildiğini günlük hayattan misallerle anlatalım. Yarı hayali, yarı gerçek sahnelerle seyredelim perdeleri, alalım kendimize düşen ibretimizi. ***

Kur’an okuyor, sohbet dinliyor ama tasavvufa soğuk duruyordu. Niçin, dediler. “Tasavvuf;

Edebiyatın bir şubesi, dinle alakası yok bence!” deyiverdi. Lise Edebiyat kitabında Divan Edebiyatının bir bölümü olarak Tekke Edebiyatını okumuş, tasavvufu edebiyatla etiketlemişti. Etiketi kaldırmaya da niyeti yoktu. Perdelendiği şeyin edebiyattan çok daha kıymetli olduğunu göremeyecekti.

Yorgun ve bitkin görünüyordu. Nasılsın, diye sordular.

-İyiyim, şükründen aciziz, dedi. Hevesliydi öğrenmeye. Öğrendiği klişeleri alır, hemen kullanırdı. Konuştular: -Niye Hamdolsun demedin?

-Hamdi Sadece O eder!.. O kendi kendini hamd eder, biz hamdedemeyiz. -Hamdini kendi kendine eder, ne demek?

Sustu…. Alaya alındığını, kasten köşeye sıkıştırıldığını sandı.

-Söylesene, sen kullandın. Ne demek hamdini kendi eder? Bir sen, bir de hamd eden iki ayrı varlık mı var, diye ısrar etti arkadaşı.

İyice bozuldu… Kalkarken:

-Senle de konuşulmaz, işin gücün adam bozmak, dedi ve gitti. Dilindeki klişe kavramı açıklayamamıştı. Bilmediğimizi, özümüzle birleştiremediğimizi niye kullanırız ki?...

Manasını sorunca neden kızarız?!..

Sıkıntılıydı. Mutluluğa hasretti. Arkadaşı bir kitap uzattı. Baktı. ”Ne olacak okuyunca?” dedi.

”Hayatı kavrayacak, hakiki mutluluğun ne olduğunu göreceksin” dedi dostu. Kitapta geçen İslami terimleri okuyunca “Kim bu yazar, dînî tahsili ne?” dedi. ”Senin sorduğun türden dînî tahsili yok, kendi kendini yetiştirmiş” diye cevapladı arkadaşı.

Evirdi, çevirdi kitabı ve geri uzattı. Ona göre dini alanda yazmak en azından din eğitimi doktorası gerektiriyordu. Yazar etiketi, yazılandan mahrum etti Onu.

Tasavvuf okumaya çalışıyor, fikir jimnastikleri yaparcasına bazı konularda özgün tespitler yakalıyordu. İlmine güvendiği bir ağabeye Cennet-Cehennem konusunda aklına gelenleri sıraladı. Ağabey bozuldu biraz:”Bunlar senin konun değil. Ancak Mardiyye boyutunda olanlar bunu konuşabilir” dedi.

Nedense vardığı tespit kendine çok görülmüştü. Nefis mertebeleri üzerimize yapışan etiketler miydi ki? Bir nefis mertebesiyle etiketlenmek-etiketlemek bu kadar kolay mıydı? Hem ağabey, anlatanın mertebece düşük olduğunu şıp diye nasıl tespit etmişti?...

“Hologram-Kuant-Kuark-String-Tanecik-Dalgacık-Foton vb” kavramlara soğuktu. Niye, dediler. “Dini matematikleştirip kalıba döküyorsunuz, din bunlara sığmaz kardeşim!..” dedi.

Oysa sistemin üzerine oturduğu bir matematik, bir fizik yasa mutlaka vardı. Ölçüsüz iş yoktu Allah Sisteminde. İkna edemediler. ”Ulvî Dinimizi basitleştirmeyin kardeşim!..” diye parladı.

Ulvi(…)mucizelerin, kerametlerin işleyişini çözmeye çabalamak; maneviyatı yıkmaktı Ona göre. Ulvi klişeler; ötelemesine, uzak görmesine ve kutlu(!) bir çözümsüzlüğe mahkum ediyordu Onu.

Berberde traş olurken açılan muhabbetler malum. Koltukta oturan adam peş peşe teknolojik gelişmelerden, yeni atılımlardan haber veriyordu. Diğer müşteriler kulak misafiri olmaktan öte, kapılmışlardı dinlemeye…

Şehrin ileri gelenlerinden bir sanayici dükkana geldi. Sohbeti O da ister istemez dinledi ama konuşulanı konuşana çok gören bir edada burun kıvırdığı da gözden kaçmıyordu.

Teknoloji ve bilişim konuşan müşteri gidince dayanamadı ve berbere sordu: -Kim bu?..

(14)

Berber:

-Açelya Apartmanının kapıcısı Muharrem abi… Meraklıdır, çok okur, dedi… Adam:

-Allah Allaaah!... Adama baaak, konuştuğuna baaaak!.. Onun neyine kardeşim bunlar, gidip siparişleri alsın!… Adamın beyninde bilgi ve bilgi sahibi hakkında klişe bir bakış vardı. Teknolojiyi, Bilişimi mürekkep

yalamışlar konuşabilirdi, kapıcı niye bunlara merak sarmıştı ki? Bazıları için bilgiden çok bilgi sahibinin etiketi mühimdi… Onlar etiket gerisinde neleri kaybettiklerini belki de hiç fark edemeyecekti…

Mukarrebunu okudu. Onlardan olmaya özendi. Rical-i Gayba dahil olabilse, ”Ufff ne müthiş olur” diye düşündü. ”Asıl yüksek mertebe Muferridun” dedi biri. O en zirveye göz dikmişti.

Muzip biri atladı: ”Ya Hu, dağcılık mı bu? Everest’e çıkar gibisiniz! Ne çıkılacak, ne de inilecek yer var! Amaç; kulluk be kardeşim! Bırakın aşamalarla etiketlenmeyi!.. Sonu HİÇLİKse niye boyutlarla kayıtlanırsınız?!.. Biraz düşündü… Boyutlar klişe miydi?.. Boyutlar klişe ise; HİÇLİK diye takdim edilen de etiket olabilir miydi? Ya kulluğunu ifa nasıl olurdu?...

Etiketler yırtılsa, klişeler paramparça olsa canı çok acır mıydı insanın?.. Etiket ve klişelerin ardına geçilse yol nereye çıkardı?!..

İstanbul - 04.10.2005

(15)

GÖRECE

Einstein, zamanda izafiyet teorisini ortaya attığında bilim çevrelerinde yer yerinden oynamıştı.

Zaman, dünya ve uzaya göre farklılıklar gösteriyor, Kur’anî kavramla “an içre anlar, zaman içinde zamanlar” yaşanıyordu.

Aslında göreceli olmak; bir başka varlık ve ortama bağlı olarak hüküm verilmek, değer kazanmak sadece zamanda değil, başta kendi öz benliğimiz olmak üzere tüm kâinatta işleyen sistemin bütün mekanizmalarında mevcut. Sebepleri, nedenleri ötede değil, kendimizde görmek inceliğinden hareketle, biz yine bizden yola çıkarak göreceliliği örneklerle kavramaya çalışalım.

Kendimi ele almalıyım önce. Beni “Mehmet” diye isimlendirmişler ve ben de bu şekilde çağrılmaya

alışmışım.Kendime göre et-kemik bir Beden, ahiret boyutuna göre Ruh, şeytana göre kandırılmaya müsait bir Oyuncak, meleklere göre önünde secde edilecek kadar saygı duyulan bir Adem Oğluyum.

Cennet, nimetlerini sunmak; Cehennem, yutup öğütmek üzere ateşli bir heyecanla beni bekliyor...

Anneme göre Çocuk, eşime göre Koca, oğullarıma göre Baba, yeğenlerim için Amca, maiyetimdeki elemanlar için Müdür, devletim için Vatandaş, amirim için Memur, okurlar için Yazar, sevenlerim için Dost, sevmeyenler için Düşman, esnafa göre Müşteri, hocalarıma göre Öğrenci, ev sahibime göre Kiracı, mahalleliye göre

Komşuyum. Adı Mehmet olan ben; ilişki içinde olduğum çevre ve ortamlara göre ne çok roller üstlenmişim değil mi?... Hepsine karşı ayrı ayrı sorumluluklarım, ödevlerim var. Tamamını memnun etmeyi çok istiyorum, ama bazen birinin hakkını gözetirken ötekini ihmal etmenin üzüntüsünü yaşıyorum.

Dışarıya bakalım.Bugün hava güneşli. Hatta, oldukça sıcak bile denebilir, terliyoruz, bol miktarda soğuk sıvı tüketmek için çabalıyoruz. Çamaşır kurutmak isteyen ev hanımına göre ele geçmez bir fırsat. Çiftçi Ali Dayı için durum hiç de öyle değil. Kuraklık artıyor, bereket azalıyor. Buğday başaklarının olgunlaşması için yağmura ihtiyaç var.

Bir başka gün. Hava epeyce serin. Kuru ayaz jilet gibi kesiyor insanın suratını. Kömürcü Nevzat Bey dükkanında ıhlamur yudumlarken, kapıda bekleşen müşterileri olduğu için mutlu. Bitişik Meşrubatçı Ahmet Bey üzgün. Bu kadar soğuk havada kim gazoz içer ki?!..

Akşam bir türlü uyuyamadınız. En arka azı dişinizdeki çürük son günlerde iyice derinleşmiş. Kudurgan bir ağrı sabaha kadar kıvrandırıyor sizi. Ertesi sabah alelacele Diş Hekimine koşuyorsunuz. Sizi tedavi eden dişçi, o gün de rızkı ayağına geldiği için sevinçli. Muayeneden sonra uğrayacağınız Eczacı da sevinecek bir miktar

kazanacağı için. Size azap olan diş ağrısı, birilerine nimet oldu!... Ağrı size göre işkence, onlara göre geçim vesilesi, neşe kaynağı!..

Hayvanlar Alemi Belgesellerini seyretmişsinizdir. Afrika ormanlarında Kaplan sürülerinin önüne katıp kovaladığı ceylan yavrusunun içler acısı durumuna üzülürsünüz. Ceylan yorulduğu anda kaplanların rızkı çıkmıştır. İştahla parçalarlar körpe avlarını. ”Yazık oldu yavru ceylana” dersiniz. Acımasız pençeler arasında ceylan, azabı yaşarken, kaplanların midesi bayram yapar. Anne geyik yavrusunu yitirmenin ıstırabını duyarken, baba kaplan indeki yavrusuna yiyecek götürmenin hazzını yaşar.

Arabanız gün geçtikçe yoğunlaşan trafik keşmekeşi içinde dikkâtsiz bir sürücünün hışmına uğruyor ve darbe alıyor.Araçtan iniyor, bağırıp çağırıyorsunuz. Tamiri de bir hayli para. Beklenmedik bir delik açılıyor kesenizde. Oto tamirciye koşuyorsunuz. Kaportacı, karbüratörcü, elektrikçi o gün de para kazandıkları için seviniyor. Size zarar olan; onlara fayda ve kazanç oluyor.

Yakınlarınızdan biri ölümcül hastalıkla boğuşuyor hastanede. Doktorlar, hemşireler, eczacılar, tahlil yapanlar sizin hasta üzerinden işlerini icra edip hayatlarını kazanıyorlar. Ecel geliyor, vefat ediyor.

Morg görevlisinden cenaze yıkayıcıya, ambulans şoföründen mezarcıya kadar bir dizi insana iş ve ekmek çıkıyor.

Gündeme bakıyoruz.Patronluğunu ilan eden Bush’a göre Saddam bir diktatör. Irak’lı bir avuç Baas Militanına göre ise; Milli Kahraman. Birleşmiş Milletlerde tüm dünyayı karşısına alan Bush da bir diktatör.ABD

menfaatlerine göre Irak kaymaklı bir pasta. Masum halka göreyse kutlu bir vatan. Dünya sisteminin iri göbekli patronları nezdinde Bush fedakâr bir devlet adamı. Barış yanlısı çoğunluğa göre zalim bir psikopat.

****

Göreceli bakışın dar çerçevesi içinde dahi fark edebildiğimiz müthiş bir denge var kâinatta.Bilimin “Orman Kanunu” dediği dengeye İslam “Sünnetullah (Allah Sistemi)” diyor. Alt boyuttan baktığımızda acımasızlık, azap, haksızlık olarak gördüğümüz o dengeye, bir üst boyuta çıkarak Sünnetullah penceresinden bakmaya çalışalım.

(16)

Âleme göreceli gözlerle baktıkça azap-lütuf, mutluluk-mutsuzluk, ezen-ezilen, fakir-zengin, güçlü-zayıf, yiyen-yenilen şeklinde bir çarkın döndüğünü görüyoruz. Çarkın içine bakınca manzara bu. Şimdi azıcık geriye çekilip işleyen sisteme topluca bir bütün olarak bakmayı deneyelim.

Fabrikada asgari ücrete ter döken işçi babaya acıyor, bazen havalı patronlara öfke doluyorsunuz.

Pekala, söyler misiniz, herkes patron düzeyinde gelire sahip olsa işçiliği kim yapacak? Üretim dişlileri nasıl dönecek de alış-veriş, ticaret, piyasa oluşacak?!..

Kaplanların parçaladığı ceylana acıdınız. Ceylanlar olmasa kaplanlar aç kalmaz mı? Bize göre masum, günahsız olan ceylan yavrusu ölmeden az evvel taze filizleri acımasızca(!) yiyerek öldürmedi mi?(...)Yeşil çimenler neler çekti ceylan dişlerinden?!

Hastalanınca üzüldünüz. Hiç kimse hastalanmasa Tıp alanında çalışanlar nereden ekmek yiyecek? Evde radyom, televizyonum, fırınım bozulunca hesapta olmayan bir harcama çıktı diye sinir oluyorum. Bunlar olmasa

tamirciler nasıl geçinecek?!

Az daha geri çekilip ÖZ’e baktığımda gözümde ne saadet kaldı ne azap! Sadece Yaratıcıya hayranlık içinde şunları mırıldanıyorum: Sistem Harika İşliyor!..

Mesnevi’de okuduğum bir cümle ile Mevlana’mız söze giriyor: “Aklı ve Mantığı sat da Hayranlığı satın almaya bak!” Önceleri garipsediğim bu söz, şimdilerde daha anlamlı benim için.

Sorumlu olduğum insanların tamamını memnun etmeye çabaladıkça yoruldum, yıprandım. Mevlana kulağımı çekerek ikaz etti: “İnsanları memnun etmek için ne kadar gayret edersen et başaramazsın. Sen yaratılanı değil Yaratan’ı memnun etmeye bak. O zaman yaratılanların da senden memnun olduğunu göreceksin!” Bu sözü kavradığım gün, Rabbimle aramda daha iyi bir bağ kurulduğu gibi tüm yorgunluklarımın geçtiğini hissettim.

Ortaokul yıllarıma uzanıyorum. Fen Bilgisi Öğretmenimiz bir gün derse renkli yuvarlak bir düzenek getirmişti. Yedi rengi tek tek anlattı bize. Siyah-Yeşil-Kırmızı ayrı dilimler halinde yer tutuyordu çark üstünde. Birden çarkı hızla çevirmeye başladı. Bir süre sonra yavaş yavaş kaybolan renkler tek bir renge;beyaza dönüşüyordu. “Güneş de böyledir çocuklar, beyaz görürüz ama o tüm renkleri barındırır içinde” dedi.

Şimdi, yıllar sonra anlıyorum:

Âdil-Razzâk-Ğafûr-Rahîm-Vekîl-Kahhâr-Fettâh olan Allah; 99 ismi gereğince çok renkli bir sistem işletiyor kâinatta.Önceleri O’nu kâh Vasi’(Genişlik Veren) görüp sevinirken, kah Muksit (Daraltan) görüp sıkıntılara üzülürdüm. Rahîm oluşuna, Ğufran’ına nail olmak, Cennetine ümit beslemek içimi ferahlatır, Gadabı ve Celâli, Cenhennemi aklıma geldikçe de korkudan titrerdim. Şimdilerde tamamen değişti fikirlerim. Kahır da Lütuf da bize göre!...O; SADECE OLMASI GEREKENİ OLDURUYOR!..

Dönencede renk cümbüşünü seyretmek çok hoş.Ama inanın Dostlarım, renkleri döndürüp sadece beyazı, NUR’u seyretmek, olanları NUR çarkının dişlileri olarak kabullenmek ondan da hoş!..

Renklere, hayata, akan gelişmelere TEK-BÜTÜN diye bakınca karanlıklar kayboluyor, acılar, sancılar, sızılar, kahırlar eriyor. Sadece ve sadece O’NUN NURU kalıyor.

Geçici renk armonilerine dalıp gitmek mi, Renklerdeki dönüşümü fark edip Ebedi Nuru seyretmek mi daha güzel?!...

Karar sizin!..

(17)

Dört yılı aşkın bir süredir Haftanın Sohbeti köşesinde yazılarıma vakit ayırma lütfunda bulunuyorsunuz! Hepinizden Hak razı olsun. Sizlerden çok değişik mailler alsam da “ Okurlara Cevap” şeklinde bir yazı hiç kaleme almadım. Şunu bilmenizi isterim; deniz buharlaşmasa bulut yağmur bırakmaz. Sorularınız; besleyici kaynaklar. Önemli bir kısmı yazıların satır aralarında cevaplansa da bazı hususları daha net ifade ihtiyacı doğdu. Biriken soruları birleştirip kısaca açıklamaya çalışacağım:

- Bazı zatlarla sohbetleriniz hoşumuza gidiyor. Kendi beldemizde o zatları bulabilir miyiz?

“ Aramakla bulunmaz; bulanlar arayanlardır ” buyurmuş C. Bağdadi (k.s) Zatlar Özünüzdedir! İçinizden onları açığa çıkarma vakti geldiğinde şahısları da karşınıza gelir. Çekim Yasasını hatırlayın. İsteyin, dua edin bir bir çıkarlar karşınıza! Yeter ki Hakkın her mahalden seslenebileceğini hatırdan çıkarmayın. Suretlerle

kayıtlanmayın.

- Bizi şaşırtıyorsunuz, son yazılarınızda sanki çizgi değişimi var gibi? Çizgi çizilmiş, Din tamamlanmış, Yol açıklanmıştır. Farklı manaları seyir ayrı bir güzellik. Bazıları bunu oturmamışlık, kararsızlık sansa da! Balarısı çiçek çiçek dolaşır. Serseri mayınla balarısını bir görenlere sözüm yok. Kovanı belli, gayesi bal olan arının çizgiden çıkmasını düşünmek fazlaca tedirginlik.

- Vahdet Bey kim? Tanışabilir miyiz? Onunla yeni sohbetleriniz yok mu? İnternet ve teknolojiden, sosyal yaşamdan uzak bir dünyası var Vahdet Beyin. İzin verdiği ölçüde sohbetlerini yansıtıyoruz. Adı; Vahdet değil. Uzun çalışma ve birikimleriyle Vahdet Hali yansıttığı için bu ismi biz verdik. Şimdilerde kimse ile görüşmek istemiyor. Yakında görüşmedik, görüştüğümüzde zaten okuyacaksınız.

- “ Rehbersiz, Mürşidsiz Olmaz ” diyorlar. Rehberimizi nasıl bulabiliriz? Usta- Çırak, Hoca- Öğrenci, Antrenör- Sporcu vb münasebetlerin gelişim için vazgeçilmez olduğunu kabul ediyorum. İnsan ne derece okusa da yaşayanı zat olarak görmek istiyor. Bu doğal bir istek. Günümüz ortamı öylesine kaygan ki! Önder olmak isteyen bir dizi insan, peşlerinden gafilce koşan yığınla topluluk var! Murşid yada Rehber, adına ne derseniz deyin, bu ilişkinin topluca değil birebir yaşanacağına inanıyorum. Nasıl buluruz, konusuna gelince…

Siz bulmayacaksınız, O sizi bulacak! Celaleddin Hocanın Şems bulmak gibi bir derdi yoktu. Şems vakti gelince Onu buldu. Şems’le buluşunca Hoca, Mevlana oldu! Yunus, Hacı Bektaş Veliye mürid olmak için değil buğday istemek için gitti. Sonra Taptuk’a yollandı. Kısacası, acele etmeyin, yaşı dolmayanı okula almazlar. Vakit gelince de kaçışı yoktur. Eğitici de, teçhizat da hazırdır! Hiç merak etmeyin.

- Ayetlere mana veriyor, surelere yorum getiriyorsun! Kendini ne sanıyorsun? Tefsir; alimlerin işi! Haddi aşma! Uyarınızdan dolayı Rabbim sizden razı olsun. Tefsir yada Meal iddiam yok, olamaz. Bu; ehlinin işidir. Pratiğim olmasa da Ayet ve Hadislerin %70 ini anlayacak, sözlükten kelime köklerine bakacak kadar Arapça’m var. Kur’an tüm müminlere hitap eder. Kulak veriyor, gönlümü açıyor, doğanların bir kısmını paylaşıyorum. Ayet ve hadislerle ilgili her yazım; ALLAH VE RASULU DAHA İYİ BİLİR ile biter. Gönlüme doğanları okumak gibi bir mecburiyetiniz yok! Tefsirlerden, ana kaynaklardan sakın kopmayınız!..

- Kişisel Gelişim hakkında ne dersiniz? Bunların doğduğu yer; Menfaatler Ülkesi Amerika. Temel gaye; çok kazanan; dünyaya düşkün; sermaye hizmetkarı insan yetiştirmek. Yani Kişisel Gelişimin örtülü gayesi; EGO GELİŞİMİ!..

Tasavvuf ise Ahirete, Ebedi olana dönüktür ve egoyu yok etme amacına yönelik çalışır.

Başarı ve Kazanç kavramları ego kokar! Tekkeye kırk yıl odun taşıyan Yunus; dünyevi anlamda başarısızdır (!) Şems’ e kilitlenen Mevlana başarısızdır (!) Ciğer satarak Kadılık gibi bir makamı tepen Hüdai Hazretleri başarısızdır (!) Dünyayı aşan pek çok veli; Kişisel Gelişim bağlamında başarısızdır. Ama çağlar ötesine ışık saçanlar da Onlar! Özetle; bu işi samimiyetle, Kur’an- Hadis ekseninde yapan uzmanları, hocaları tenzih ediyorum ama Kişisel Gelişim bana uymuyor! Evrensel İnsan, Benliksiz Muhabbet İnsanı, Gönül Adamı yetiştirmek için kişisel gelişim donelerinden faydalansak diyorsanız, neden olmasın?..

- Yazılarınızda muhabbet seziliyor. Muhabbetin zirvesi; Aşkmış. Aşk nedir? Zaman zaman aşkın hallerine ve bahşettiklerine satır aralarında değiniyorum. Ne var ki; yaşanmadıkça sırrına erilemeyecek biricik olgudur aşk. Hz. Mevlana aşk nedir diye sorana “Ben ol da bil” demiş. Aşkın ne olduğu dışarıdan anlaşılabilse Şems, Hallac ve Nesimi gibi büyükler şehit edilmezdi! Derûnuna girmek istemediğim bu konuda Sn. A. Hulusi’nin şu tespitini çok anlamlı bulurum: < “Aşk“ yaşanmadan, ”aşk“ uğruna tüm varlık feda edilmeden, ”vahdet“ yaşantısı kesinlikle açığa çıkmaz! Aşk;Mi’ractır. İkinin, Tekliğe yönelişinin adıdır aşk! Aşk, ancak, kendisine seçtiği kuluna olan hibesidir!..>

- Mevlana sizce hangi makamda? Yunus’un mertebesi ne? Kişinin mertebesi dışarıdan bilinir mi? Kendi mertebemi nasıl anlarım? Sübhanallaaaah!.. Kurmay Komutanların durumunu piyade ere soruyorsunuz! Sizce rütbesiz er; komutanlar hakkında fikir yürütmeli mi? Edebim buna müsaade etmiyor, kusura bakmayın! Bina mı inşa ediyoruz, gökdelen mi yapıyoruz, merdiven mi çıkıyoruz? Başkasının mertebesini bilmek yada bilmemek

(18)

ne kazandırır? Niçin mertebelerle uğraşıyoruz ki? Mertebemizi bilmek mi? Haddimizi bilip kulluğa devam edelim yeter! Büyükler, Veliler genellikle kendilerini en alt mertebede gören, insanı hayrete düşürecek ölçüde mütevazı zatlar! Onların mertebe derdi yokken bize n’oluyor?

- Asr-ı Saadet yazılarınız bizi o iklime taşıyor. Fakat isimleri rahat kullanıyor, Sahabeye (r.a) Efendimize (s.a.v) yazmayı unutuyorsunuz, niçin? Hassasiyetinize teşekkürler. Övgü- Salavat ekleri mutlaka konmalı. Bir yazıda Efendimize bir kez (sav) yazıyor tekrarlarda yazmıyorum. Sahabe için (r.a) demeyi unuttuğum doğru. Çoğu kere Hz. Ömer yerine sadece Ömer demeyi seçerim. Onları çok sevdiğim için resmiyeti kaldırıverdim. Ama yine de haklısınız!..

- Şeriat ile Tasavvufun uymayan yönleri var gibi. Tasavvuf; Hint Felsefesi, Budizm, Eski Yunan Filozofiyası ve Yahudi Kabalasından etkilenmiş olabilir mi? Şeriatle tasavvufun birbirine uymayan hiçbir yönü yok!.. Başta öyle görünmesi bilgi, idrak eksikliğimizden! Tasavvuf; Öze yolculuk diye düşünürseniz her inanç sisteminde, her ülkede, her çağda bu yolculuğa çıkanlar olmuş, gruplar, disiplinler oluşmuştur. İslam Tasavvufu; Ledünni Sırlara yönelenlerin yolu! Kaynağı Kur’an ve Sünnet. Ashab-ı Suffe adı verilen ilk yatılı İslam Üniversitesine devam eden, Rasülullah’ın etrafında halka olanların gayesi de bu! Dinler ve diğer inanç disiplinlerine gelince… Önce düşünsel bir düzeltme yapalım: DİNLER YOK, TEK DİN VAR O DA İSLAM! (Dinler olmadığı için Dinler Tarihi- Dinler Arası Diyalog tabirleri bana komik gelir!) Din yada Felsefe diye gözükenler; Tek Olan Hakikatin bozuk versiyonları! Budizm, Yunan Felsefesi, Kabala yada son devrin modası Gurular hakiki huzura götüremezler! İçlerinde hakikat kırıntısı olabilir. Önümüzde İslam gibi zengin bir sofra varken döküntü ve kırıntılarla ne işimiz olur?!

***

(19)

HAVADAN SUDAN

İçte ve dışta yoğun aktüel gelişmelerin yaşandığı günlerdeyiz. Gündem, öylesi bir hızla akıyor ki; yorum yapma, hatta düşünme hızımız bile geride kalabiliyor. İşte böylesi günlerde, havadan sudan, daldan doruktan farklı konulara tadımlık değinmek istedim.

Çınar Gibi İsimler 74 Barış Harekâtını hatırlayabilenlerdenim. Ayten Alpman’ın “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı çalardı çarşıda, pazarda. Rauf Denktaş adını duymaya başladığımda henüz ilkokulda bile değildim. Kudüs, Filistin deyince Yasser Arafat ismi belleklerimizde ayrı bir anlam kazanıyor. Küba’nın efsanevî lideri Kastro hala ayakta ve hâlâ Amerika’ya kafa tutuyor. Ben büyüdükçe, gençleşti sanki bu liderler. Kırk sene önce de gündemdeydiler şimdi de. Ülkelerinin sorunları da onlarla beraber devam etti.

Görüştüler, toplandılar, isyan ettiler, taviz verdiler ama bir türlü olmadı. Küba bir yana Kıbrıs ve Filistin kalıcı bir barış ve sükuna kavuşmazsa gözleri açık gidecek bu çınarların devrilişine içim yanar. İsimlerinin sadece dava azimleriyle değil, ülkelerine bırakacakları huzur ortamı ile de efsaneleşmesi için onlara duacıyım. Üçü Yoksa Yoksunuz Sanayileşme-Kalkınma üzerine verilen seminere heyecanla koştum. Konuşmacı, çeşitli dallarda onlarca eser vermiş, projelerini şirketlerle hayata geçirmiş, şimdilerde bembeyaz sakalı ve saçlarıyla nurani bir sevimliliğe bürünmüş değerli bir düşünürdü. Can alıcı bir tespitte bulundu:”Hangi sahada üretim yaparsanız yapın, şu üç sektörde yoksanız, dünyada yeriniz yoktur. Rekabet edemezsiniz:

1-Optik Sanayii 2-Kimya-Atom Sanayii 3-Savunma Sanayii... Gezdiğiniz fuarlara dikkat edin, bu sahada üretimimiz var mı? Montaj demiyorum, yerli üretim var mı?” TÜYAP ta açılan bir fuara katıldık haftalar sonra. Yerli gözlük aradım, yoktu. Türk mikroskobu ve tıbbi aletlere bakındım, yoktu. Türk bilgisayarı mı? Bir gün olur mu dersiniz?..Bilmem, ümit fakirin ekmeği demeye dilim varmıyor.

Vatanperverlik mi? Net ortamında görüştüğüm bir dost, ülkemizi gerçekten seven kimselerin azlığından yakınıyordu. İçinde kaynayan hisleri açmak için milliyetçilik mi yani, dedim. “Hayır” dedi. Çağdaşlık, laiklik?..”Hayır kardeşim, hayır. Ben bu ülkeyi sevmekten bahsediyorum. Herkes kendini, kendi tayfasını geliştirme çabasında. Top yekun ülke kalkınsın, millet yücelsin diyenler nerede Allah aşkına?.” Haklıydı. Biz yerli malı haftaları kutlardık ilkokulda. Evden leblebi-kuru üzüm götürür, karıştırır öğretmenlerimizle bir güzel yerdik. “Yerli malı Türk’ün malı/ Herkes onu kullanmalı” marşı neşemize neşe katardı. Üniversiteye geldiğimde kalkınma hayallerim oldu. Yerli malı haftasında keşke tank motoru-otomobil-bilgisayar modelleri sergileyebilseydik. Üniversite bitti, hayata atıldım, oğlum ilkokula başladı. O da bir gün leblebi-fıstık isteyince netteki dostumun dediklerini düşünerek gözlerimi uzaklara dikip: “Hani bu ülkeyi gerçekten sevenler?” diye sordum. Düşüncenin hâlâ suç olduğu, millet diyene ırkçı, inanç diyene gerici, adalet diyene solcu damgası vurulan, sermayenin bile yeşil-kırmızı diye renklere ayrıldığı bir ülkede “Ben vatanperverim” demek yürek istiyordu.

Zümrüt Apartmanı Çöken binayı acılı gözlerle takip ettik. Aileler harap oldu, ocaklar söndü. Müteahhit yakalanmalı, hatta asılmalıydı. Onaylayanlara ağır cezalar verilmeliydi. İmar kanunu bir düzelse bunlar olmazdı. Yasaların, kötülüğe ne kadar engel olabileceğini düşünmeden edemem. Yasalar olmadan elbette olmaz. Ama yasa insanla her yere gelemez ki!...İnsan yalnızken, ya da iki kişi anlaşıp rüşvet alıp verirken ya da kuytu bir mekânda isyan yudumlanırken hangi yasa kişiye engel olabilir ki?. Zümrüt apartmanı ve

Konya!...Konya; benim okuduğum şehir. İlahiyat Fakültesinin ana kapısındaki levhayı hatırlıyorum: Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır

Konumuzla alakası yok canım!..Konya dedim de aklıma geliverdi. Esti işte...

Cennete Ne ile Girilir? Kıssa bu ya, Allah ibadette ileri derecelere ulaşan bir dervişe rüyasında sormuş: ”İbadetinle mi cennete girmek istersin, yoksa rahmetimle mi?” İbadetine güvenen derviş biraz tereddüt geçirdikten sonra: “İbadetimle gireyim Ya Rabbi!.” demiş. Bir de ne görsün? Yeri: Cehennem!. Kan-ter içinde uyanmış ve: “Çok şükür Allah’ım, benim ibadetim hangi nimetini karşılayabilir ki?.. Rahmetinle girmek isterim, rahmetinle” diye yalvarıp yakarmış.

Verdiği nimetin kadrini çoğu kez musibet gelmeden anlayamayız. Bu satırların sahibi, bir ayağı dize kadar alçıya alınınca yürümek, koşmak, dikilmek ve dışarı çıkabilmenin ne derece büyük nimet olduğunu kavradı. Bizi rahmetinle bağışla Allah’ım. İbadetlerimiz mi? Nimetinle kıyas etmek bile şirktir, diye düşünüyorum.

(20)

HAZİNE BULDUM

Sebebini bilmiyordu içine çöken şeyin. Üzerine yığılan dert ve kederlerin birikmiş tortusu mu?... Yoksa en sevdiğinin eliyle saplanan hançerin, ilk sıcaklık geçtikten sonra duyumsanan sızısı mı?.. Acıyordu, kanıyordu derinlerde bir yerler… Ama neler oluyor, anlamıyordu…

Daraldı… Dışarı attı kendini… Saate aldırmadan, mesaiye bakmadan kaçardı böylesi anlarda. Yine kasaba meydanına çıkacak, küçük havuzun etrafında bekleşen ürkek güvercinlere yem atacaktı. Kuşlar yem döktükçe üzerine çullanıyorlardı neredeyse. Bir süre seyretti onları. Hayvanatın, nebatatın şükranı insana ferahlık verir deniyordu. Azıcık ferahladı ama sızlayan yerden süzülenlerin göz pınarlarında damlalara dönüşmesine engel olamadı… Tutamıyordu kendini…

Sokak çocuklarına harçlık verdi. Yaşlı teyzeye bir poşet gıda götürdü. Sadaka çıkarırsam bir nebze ferahlarım ümidiyle yaptı, ama nafile!.. Yağmur bulutlarının gökyüzünü simsiyah kaplaması gibi, ne yapsa faydasızdı, güneş açmıyordu… Yerine döndü… “ Nedir bu üzerime çöken Allah aşkına, neler oluyor bana?” diye söylendi…

Geçmişine, önceki günlere gitti… Hayat mücadelesi içinde kırdıkları, incittikleri, hakkına girdikleri olmuştu. Benliği: “ Ama sen haklıydın, onlar yanlış yaptı ” dese de, Nebevi bir düstur duymuşsa tereddütsüz boyun eğerdi. “ Kırgınlıkta ilk adımı atan, ilk barışan sevabın tamamını alır “ hadisini bildi bileli böylesi durumlarda hep ilk adımı attı. Çevresi ; “ Hıh, şuna da bak, bir sürü söyleneni yaladı yuttu, karakteri zayıf, zaaflarının esiri! ” diye ardından söylense de ilk adımı atmaktan hiç şaşmadı. Kolay değildi özür dilemek. Kolay değildi, “Ben yanlış yaptım” diyerek gönül almak. Ama yapabiliyordu. Nefsine derin çentikler açılsa da, benliği darbe alsa da yapabiliyordu.

Razı olmayı seçeli beri, başına gelen her şeyin takdir gereği olduğunu hissediyor, acele etmeksizin ilerisini bekliyordu. Aslında hızlı yaşamayı ve aceleyi seviyordu.İsra-11, Enbiya-37. ayetlerde acele etmek kınanıyordu. Acele çıkışlarıyla az mı çam devirmişti?!.. Acele yargılarıyla az mı insan hakkında hüküm vermişti? Ne potlar kırmıştı aceleciliği yüzünden?!..

Niçin bu kadar hüzün kaynıyordu içinde?... Neden durmadan yüreği coşuyor, duyguları deniz misali dalgalanıyordu?.. Yoksa beklediklerini bulamamış mıydı hayattan? İlk gençlik yıllarında çok şey beklemişti. Şimdilerde beklentinin azap olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmiş, beklememeyi kabullenmişti. Hiçbir şey beklemiyordu insanlardan!

Mutluluk; vermekti ! Mutluluk; mutlu etmekti!.. Onun da istekleri vardı ama ne zaman bir şey isteyecek olsa aksilikler çıkıyordu. “ Hiçbir şey istemiyorum sizden ey insanlar, ne istiyorsanız, nasıl diyorsanız öyle olsun ” diyecekti çevresine. Nasıl görülmek istenirse öyle olmak, karşıdakinin rengine boyanmak çok mu zordu?.. Derviş; suya benzer demişti bir Hak Dostu! Su; girdiği yerin şeklini alıyordu. Suya benzemek; bukalemunluk değildi. Asli hüviyetini kaybetmeden girdiği kabın şeklini almak, vardığı yere hayat ve neşe saçmaktı su olmak! Su hayattı. Su gizi aziz olmak işte böyle olmaktı…

Kalıpları olmayacaktı, dayatmacı olmayacaktı, sert olmayacaktı, benimsediklerini tartışmaya açacak ve hiçbir şeyi sahiplenmeyecekti. İlim sahibi iken, “Sen bilmiyorsun” dense, “Eyvallah bilmiyorum, buyurun lütfen bildirin! ” demek çok da güç değildi. Kabullenemediği görüşleri ve bakışları da Haktan saymak niçin güç olsundu?.. Zaten cereyan edenin hepsi Hak değil miydi?.. Olanı kabullenmekti sadece yapacağı.

Gayret etti. Fena da olmuyordu hani?.. Karşıdaki mutlu olunca huzur aynıyla kendine de yansıyordu. Ama niçin hüzün çökmüştü ki üstüne?..

Uzun süredir verdiği kavganın yorgunluğu muydu?.. Benliği uğruna girdiği inatlaşmalar, çekişmeler mi bitap düşürmüştü?.. Yoksa arayışlarının sonunda bulamamanın hayal kırıklığı mıydı hüzün?... “ Hiçbiri, hiçbiri” dedi kendi kendine… İsyan etmiyordu, kırgın değildi. Yaşadıklarını kayıp da saymıyordu. O halde neler oluyordu?.. Karamsar hisler vardı içinde. Deprem gelmeden önce de bunları hissetmiş, çevresine; “Kötü bir şeyler olacak, kötü olacak ama ne, bilmiyorum” demiş, bir hafta geçmeden deprem olmuştu. Yine büyük bir felaketin eşiğinde miydi yoksa?..

Negatif düşünceler, olumsuz bakışlar üretmemeliydi. Ne üretmişse ama bir yıl sonra ama yıllar sonra somutlaşarak yaşadığını, sahnenin hemen önüne geldiğini fark etmişti. Onun için olumsuz düşünceler üretmemeli, zihnini dizginlemeliydi.

Hüzün; eziklik de değildi, yıkılmışlık da… Başka bir şey, sihirli bir boyut vardı hüzünde…Bir türlü bulamadığı ayrı, farklı bir şey!..

(21)

Bütün zamanların Efendisi Allah Rasülü (s.a.v) ne yönelse belki cevabı bulacaktı. Onda, Onun yaşamında cevabı, örneği olmayan hiçbir şey yoktu. O da hüzünlenmiş miydi?..

İslam Tarihini tekrar okurken Nübüvvetin 10.yılına verilen isim dikkatini çekti: SENETÜL HÜZÜN !.. Hüzün Yılı!..

Hz.Hatice-i Kübra (r.a) ın ve Ebu Talip’in vefat ettiği, Rasulullahın iki büyük destek unsurundan koptuğu yıla Hüzün Yılı deniyordu. İşte o günlerde Rasülullah: “Ben hüzün Nebisiyim, hüzün benim dostumdur” diyecekti. O yıl acılar üst üste gelecek, en sevdiklerinin ölümüne bir de Taif’ te taşlanması eklenecekti. Mekke işkencesinden çıkış yolu arayan Rasulullah, ümitle gittiği Taif halkı tarafından taşa tutulacak, akla hayale gelmedik hakaretlere maruz kalacaktı.

Dönüşte, Kabe’ye gidip secdeye kapandığında Velid bin Muğiyre isimli müşrik tarafından

üzerine pislik ve dikenler atılacaktı… Bir insan ancak bu kadar üst üste acılar yaşayabilir, ancak bu kadar ruhi ve bedeni darbelere maruz kalabilirdi. Yalnız kalan Rasülullah çok hüzünlenmiş olmalı ki; o seneye Hüzün Yılı demişti…

Allah Nizamını okuyan öylesine muhteşem bir gönülde üzüntü ve yıkılmışlık tutunabilir miydi?.. Hayır, dedi kendi kendine… O halde hüzün; perişanlık ve yıkılmışlık da değildi… Hüzün Yılının olaylarını düşündüğü bir anda, ansızın lambalar yandı zihninde!..

Hüzün Yılının hemen peşine yaşanan bir olay vardı!... İnsanlık Tarihinin en zirve olayı!.. Bir daha tekrarı hiçbir insana nasip olmayacak o büyük mucize!.. Alemlerin Efendisi Hüznün akabinde Mi’rac ediyordu! Beş vakit Salat o yıl inzal oluyordu! Tevhid Ehline Cennet müjdesi o yıl geliyordu!... Medine’ den gelen heyetler, o yıl grup grup İslam’a giriyordu.

Birden doğruldu yerinden… Pencereden ufuklara bakarken hiç tatmadığı bir sürur kapladı gönlünü… Mırıldandı; “Demek bazı kayıplar, içsel mirac eşiğine gelmek içinmiş… Demek bazı acılar, müjdelere yer açmak içinmiş! Hakiki huzurun kapısıymış hüzün!..

Çok eskilerden bir Hak Dostunun veciz yorumunu hatırladı: HÜZÜN HAZİNEDİR !...

Hazine ile hüzün aynı kökten türemişti. Kayıplardan, yıkımlardan sonra mi’rac geldiğine göre; paha biçilmez hazinelere gebe kalmaktı hüzün! Kutlu bir doğum yakındı o zaman!

Biraz önceki içe kapanıklığı birden coşkuya dönüştü. Akşam vakti pencereyi açarak delicesine haykırdı karşı dağlara:

“ Merhabaaaaaa Hüzüüüünnnn!...

Hoş geldin Hüzüüüüüünnn!

Heeeeyyyy, duyduk duymadık demeyiiiiiiin!….

(22)

HELALLİK

Ücra bir kasabadan kopup geldiği koca şehirde büyük bir şirkette iş bulmuş, karınca kararınca geçinmeye başlamıştı. İçinde, volkan gibi kaynayan yükselme hırsı, onu kısa zamanda yukarılara taşımış,büro

memurluğundan şefliğe, oradan da birim amirliğine kadar çıkarmıştı. Bu şirkette en tepe noktaya oturana dek sürecekti mücadelesi. Azimliydi. Hedefleri için ne gerekliyse yaptı. İlerlemeyi düşünen insana ilkokul diploması ciddi bir engeldi. Önce ortaokulu, sonra liseyi dışarıdan bitirdi. Çalışanlar için hobi haline dönüşen açık öğretim fakültesi diplomasını almak onun için hiç de zor olmamıştı.

Hedefleri için şampiyon satranç ustası gibi davranıyor, yolunu kesenleri piyon devirir gibi harcıyordu. Öylesine atik ve kurnazdı ki; olayların ondan kaynaklandığını kimse kestiremiyordu. Önce müdürlük koltuğuna aday olanları elemekle başladı işe. En güçlü rakibi hakkında her fırsatta dedikodular üretti. Dürüst, temiz olarak tanınan müdür yardımcısı,birkaç ay içinde herkesin şüphe ile baktığı, çaktırmadan çalan bir hırsıza

dönüşüvermişti. Herkes söylenenlere öylesine inanmıştı ki, durumun genel müdürün kulağına gitmesi fazla vakit almadı. Bir gün hiçbir açıklama yapılmadan emektar adam kapı dışına kondu. Engel kalkmıştı artık. Bir hafta sonra genel müdür onu çağırarak: “Birim amirliğine sizi düşünüyoruz” dedi. Gözleri fal taşı gibi açıldı, hırsını içinde saklayarak sahte sözlerle: “Bilmem ki,benden daha tecrübeliler var efendim,uygun düşer mi?” diye geveledi. Genel Müdür: “Sizi uygun bulduk, hayırlı olsun” dediğinde, “Nasıl münasip buyurursanız efendim, teveccühünüze layık olmak için gayret edeceğim efendim.” diyerek yaltaklandı.

Önü açılmıştı. Ama bir sorun daha vardı. Bürolardan birinde oldukça uyanık, fakülte mezunu biri daha vardı. Kendisinden çok bilenlerin yanında olmasına hiç mi hiç tahammül edemezdi. Bir yolunu bulup onu da başka bir departmana tayin ettirmeyi başardı. Eğitimi ve birikimi ile hiç alakası olmayan birime verilen genç adam,hayata kahrederek şirketten istifa etti. Kör, bir göz istemiş Allah iki tane vermişti adeta.

Yıllar içinde basamakları bir bir tırmandı. Onunla birlikte girenler, hâlâ alt kademelerde çabalarken kısa sürede aldığı mesafe saf akıllılarda imrenme uyandırırken,durumdan şüphelenenler hasetle bakıyorlardı. Makam olarak yükselişine paralel olarak maddi açıdan durumu gözle görülür biçimde iyileşmiş; evleri, arabaları, yazlıkları olmuştu. Genel Müdürün emekli oluşu ile birlikte şirket yönetim kurulu kendisini genel müdürlüğe atamakta gecikmedi. Yüzlerce insan ve trilyonluk bütçe emrindeydi artık. Bağlılığı, atılımı üyelerin gözünü

doldurduğundan bir miktar hisse verilip ortak olması da sağlandı. On yıllık bir zaman diliminde yaşadığı gelişmeler, başarı kitaplarına geçecek çapta örnek yaşam öyküsü oluşturuyordu.

Her yokuşun bir inişi, her yükselişin bir zevali vardı. Doğan güneşin batmadığı görülmemişti. Ama o, bu gerçeği, değil itiraf etmek, aklına dahi getirmek istemiyor, başarıyla yoluna devam edeceğini, yöntemine uygun davrandıkça hiç düşmeyeceğini düşünüyordu.

Gün geldi ülkede yaşanan genel kriz havası şirketi de etkilemeye başladı. Mallar ihraç edilemiyor, siparişler elde kalıyor, ödemeler gecikiyordu. Kemer sıkma başlamıştı artık. Önce personel sayısı azaltıldı. Uzman ve kıdemli olsalar dahi insanlar tek tek çıkarılıyor, yüklü tazminatlar, mahkemeler birbirini kovalıyordu.

Evde huzuru kaçmıştı. Kızını, takıldığı serseri gruplardan çekemiyor, yılın büyük bölümünü güney sahillerinde turist yatlarında geçiren oğluna para yetiştiremiyordu. Çok geçmeden şirket iflasını ilan etmiş, yönetim kurulu tasfiye kararı almıştı. O ise lüks ve üst düzey yaşamaya alışmıştı. Sürekli akan gelir kaynağı kurumasına rağmen borçları, yüklü miktarda senetleri öylece duruyordu. Tırmalayarak çıktığı yerden hızla iniş dönemiydi artık. Oğlunun kredi kartı ekstrelerini ödemek için arabasını satmak zorunda kalmış,kızının alış-veriş ettiği mağazaların telefonlarına çıkmaya utanır olmuştu. Durmaksızın sağanak halinde, peş peşe geliyordu

olumsuzluklar. Kullananları deli diye nitelediği psikiyatrik ilaçlardan avuç avuç yutar olmuştu. Sahip oldukları, elinden hızla çıkıyor, giderek yalnızlığın karanlık sularına yelken açıyordu.

Başını ellerinin arasına alıp geçmişini sorguladığı bir akşam, yükselme hırsı ile harcadığı kişiler film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Yerine göz koyar diye sürgün ettirdiği kalifiye eleman, o genç adam, istifa sonrası kim bilir maaşsız ne sıkıntılı günler yaşamıştı!.. Düşlediği makama getirilmesinden endişe ettiği o tecrübeli müdür yardımcısına attığı iftira sonucu,adamdan uzun süre haber alınmamıştı. O günlerde çok sefil hallere

düştüğü,hatta seyyar satıcılık yaptığı söylendiğinde,hırsla onu diskalifiye etmenin gururu, vicdanının sesini bastırmıştı. Oysa şimdi acınacak haldeydi. Makam, para sahibiyken kart gönderen, telefon eden, çiçek yollayan dostlardan haber yoktu. Yanında yetiştirdiği,iş öğrettiği gençler bile vefasız çıkmıştı.

Babaannesinin yaptığı gibi hiç gitmediği mekânlardan birine,şehrin tek türbesine gitmek için yola çıktı. Sonbahar rüzgârları söğüt yapraklarını caddelerde raks ettirirken parke taşlı yoldan önce camiye sonra da türbeye yöneldi. İçleri rahmet ümidiyle dolu diğer insanlar gibi ellerini açtı Rabbine.

Referensi

Dokumen terkait

Modul Pelatihan ICT – Wordpress Free Blogging Tutorial– M Mursyid PW 2010 5 Setelah link aktivasi anda klik akan tampil seperti gambar di bawah.. Akun anda kini

Dari hasil wawancara yang kami lakukan kepada guru-guru yang mengajar di kelas B dan kepala sekolah mengatakan : Pemicu anak tidak berkonsentarasi itu

Nusantara Surya Sakti Pontianak.Berdasarkan hasil penelitian diketahui bahwa; Nilai konstanta regresi linier sederhana yang diperoleh adalah sebesar 0,079, artinya

Hasil uji t pada kedua cuplikan lebih besar dari nilai kritis t terhitung, sehingga dapat dinyatakan bahwa secara statistik metode analisis dengan teknik kurva kalibrasi dan

Penyimpanan bahan baku pembuatan ikan tuna kaleng telah dilakukan dengan baik yaitu bahan yang sudah di cuci dan disiangi (penghilangan organ dalam) segera dimasukkan kedalam

BATANG JAWA TENGAH 51252 RT: 04 RW: 08 Desa/Kel: Sawahjoho Kec: Warungasem.. JLN.NAKULA,KALONGANRT 02 RW 08, KECAMATAN UNGARAN

2. penentuan dan perumusan sasaran dalam rangka penentuan tujuan dakwah yang telah ditetapkan sebelumnya. menentukan sebuah tindakan-tindakan dakwah serta

Model pembelajaran Picture and Picture ini berhasil digunakan untuk memperbaiki proses pembelajaran di dalam kelas seperti penelitian yang dilakukan oleh Sriyana Jumiasih 2008