• Tidak ada hasil yang ditemukan

0001-Istanbul Gizemleri-Buyuler-Yatirlar-Inanclar (Giyovanni Scgaamillo)(Istanbul-1993).pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "0001-Istanbul Gizemleri-Buyuler-Yatirlar-Inanclar (Giyovanni Scgaamillo)(Istanbul-1993).pdf"

Copied!
100
0
0

Teks penuh

(1)

975 - 405 - 390 - 1 93-34-y-0131-191

Yayın Hakları © GIOVANNI SCOGNAMILLO ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ Kapak Resmi ŞAHİN KARAKOÇ Kapak Düzeni FATMA BOZKURT

Dizgi - Baskı ALTIN KİTAPLAR BASIMEVİ 1. BASIM/MART 1993 Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince

Altın Kitaplar Yayınevi'ne aittir. Celâl Ferdi Gökçay Sk. Nebioğlu işhanı

Cağaloğlu - istanbul Tel: 522 40 45 - 526 80 12 511 51 00 - 511 32 26 Faks: 526 80 11

Giovanni Scogaamillo

İ6TANBUL GİZEMLERİ

BÜYÜLER, YATIRLAR,

İNANÇLAR

(2)

İÇİNDEKİLER

Sunuş Eskilerin Gizemleri 9 Mekânlar ve Gizemler 28 İstanbul İnanışları 47 Gizemciler İstanbul'da 64 Örgütler ve Bireyler ., 86 Gizemde Çağdaş Olmak 107 Gizemler ve Yorumlar 129 İstanbul Büyüleri 151 Bir Son Deyiş Gibi 184

(3)

SUNUŞ

Yüzyıllardan beri İstanbul hakkında pek ç o k şeyler yazıldı, İstanbul'lu olan ve olmayanlar yazdı, İstanbul'u bilen ve bilme­ yenler, İstanbul'u yaşayan ve yaşamayanlar, içinde bulunanlar ve gelip geçenler yazdı. İstanbul'u Batılılar ve Doğulular yazdı, t ü m değişik adları ile, heyecanla, merak, ilgi ve sevgi ile, şaşıra­ rak, bazen bozularak. İstanbul yazıldı, yazılıyor ve hiç durmaksı­ zın yazılacak, anlatılacak ve araştırılacaktır, İstanbul İstanbul ve d ü n y a d ü n y a o l d u ğ u sürece.

Dünyanın t ü m büyük ve eski kentleri, Roma, Paris, Londra, Prag v.b. her z a m a n bir merkez g ö r e v ve işlevini gördüler. İstan­ bul da böyledir: bir tarih, kültür, sanat ve d ü ş ü n c e merkezi ola­ rak. A n c a k İstanbul'un bir farkı ve bir özelliği vardır, her zaman olmuştur. İstanbul bir kültür, uygarlık ve bunlardan oluşan bir ina­ nışlar potasıdır. D o ğ u ile Batının d e ğ i ş m e y e n bir buluşma, kay­ naşma noktası, bir o d a k noktası ve ola ki «manyetik» bir alan.

Ve tarihin y ü k ü n ü omuzlarında taşıyan, tarihin izleri ile d o l u p taşan her büyük ve eski kent gibi İstanbul da gizemleri olan, gizemler yaratan bir gizemdir. Ve öyle olmayı sürdürüyor.

A n c a k «gizem» s ö z c ü ğ ü n ü kullandığımızda amacımız nedir, bir araştırmaya girdiysek neyi, neden araştırmak istedik, ne tür sonuçlar bekleyerek?

Gizem bir sırdır, gizli tutulan, gizli anlamları, giderek değerle­ ri olan bir «şey»dir. Bir kavram, bir k u r a m , bir bilgi, inanış, olay­ dır gizem. Bir arayış ve evrensel bir sentezdir. Bazen bir hayal, bir fantezi, bir masal da olabilir hatta bir uydurma. Ancak bir kişi,

(4)

t o p l u m ya da bir kent için gizem bir «arka yaka», bir «gizli yüz», bir bilinmeyen v e y a açıklanamayandır, öyle de olabilir.

Bu araştırmanın amacı alternatif, belki az bilinen, unutulmak üzere olan, sararmış yapraklarda, kaynaklarda kalmış bir İstan­ bul portresini çizmektir, içinde yaşadığımız bu kentin d o ğ a ü s t ü -c ü , d ü ş ü n d ü r ü -c ü ola ki eğlendiri-ci kimliğini saptamaktır, d ü n ü n ü ve b u g ü n ü n ü , karanlıklarını ve tedirginliklerini başka ve değişik bağlantılarla bağlamak ve olanakların dahilinde, «resimlendir­ mek.»

İstanbul kendi başına bir gizemdir, bir gizem tarihi ve bir gizemler merkezidir her tür ve çeşidinden. Ve İstanbul yüzyıllar­ d a n beri süregelen bir arayışın buluşma noktasıdır, ölümsüzlerin, gizli ve bilinmeyen üstünlerin, bilgelerin, gizemcilerin ve de şarla­ tanların uğrağıdır.

Onların ve başkalarının arayışı bizim de arayışımız oldu bu sayfalar b o y u n c a , katılmanızı dilediğimiz heyecanlı bir maceraya yol açtı.

Bize böyle bir maceraya çıkabilmemiz için olanak tanıyan Hüsnü Terek'e, bizi sürekli yüreklendiren, kaynak avına çıkan Orkun Uçar'a teşekkürü bir b o r ç biliriz.

Popüler gizemlere ekranlarını açan özel kanalların m o d a deyimiyle «bizi izlemeye devam edin!»

G I O V A N N I S C O G N A M I L L O

BIRINCI BÖLÜM

ESKİLERİN GİZEMLERİ

Fethedilen İstanbul'dan ö n c e bir Bizans vardır ya da bir D o ğ u Roma İmparatorluğu ve o n d a n ö n c e de bir Bizans öncesi, gide gide mitolojinin inanışlarına, efsanelerine ve O l i m p o s ' u n tan­ rılarına kadar varan.

Çok gerilere gidip M.Ö. 667 yılına ulaştığımızda karşımıza ilk Byzantion'u kuran Megara'lılar çıkıyor. Ya daha d a h a öncesi? Ya Bizans'tan ve İstanbul'dan çok ö n c e buralara kadar gelip yerle­ şen Keltler?

Her insanın yaşamı - v e k e n d i s i - nasıl ki zamanla çözülen veya hiç ç ö z ü m l e n m e y e n , aksine derinleşen bir g i z e m ise kentle­ rin yaşamı ve geçmişi de bir başka gizemdir, özellikle İstanbul gibi «merkez» olan kentler için.

İstanbul'u 1550'lerde ziyaret eden Flaman gezgincisi Ogier Ghisen v o n Busbeek kendine bir soru sorar: «Bütün dünyanın başkenti burası mı?» diye. Ve Fransız ozanı Alphonse de Lamarti-ne bir y o r u m d a bulunur: «Doğa burasını dünyanın başkenti olmak için yaratmışa benziyor» diyerek.

İstanbul'a gelip heyecanlar geçiren ç o ğ u Batılıların görüşü­ d ü r bu ve bu g ö r ü ş ü n ne denli d o ğ r u o l d u ğ u n u İstanbul'da yaşa­ y a n bizler herkesten d a h a iyi biliyoruz.

Eski olmak, ç o k geçmiş ç o k g ö r m ü ş olmak h e m birikim, h e m de bir ayrıcalıktır. Belirli, kalıcı, gözle görülebilen, elle d o k u -nulabilen izler taşımak - k i , bir eski kent için bunlar surlar,

(5)

ler, hisarlar, binalar v . b . ' d i r - başka, bu izlerin geçmişini, g e ç m i ş anlamlarını ç ö z m e k başkadır.

İstanbul herkesi çekiyor: yazarı, ozanı, düşünürü, araştırma­ cıyı, maceraseveri, meraklıyı, burnu havada turisti, bir a n d a d u y ­ gulananı ve s o ğ u k s o ğ u k bakanı, önyargılı olanı ile bilgi, ö l ç ü ile değerlendireni. Ve bir gerçek «merkez» o l d u ğ u n d a n istanbul, bili­ nen ve bilinmeyen olanaklar s u n d u ğ u n d a n , ticaret erbabı gezgin­ ciyi de çeker.

1260 yılında Venedik'ten Nicolo ve Maffeo Polo adlı iki kar­ deş gelir İstanbul'a. Polo kardeşler İstanbul'a yerleşirler, başka Venedik'liler gibi, ticaret yaparlar, Kırım'a, Volga nehrine, Buha-ra'ya kadar uzanırlar, mal alıp İstanbul'da satarlar. Dokuz yıl son­ ra Venedik'e dönerler. Yıllar geçer ve g ü n ü n birinde Polo kardeş­ ler yeniden görünürler Galata'daki Venediklilerin arasında. Bu kez en küçük kardeşleri olan M a r c o ' y u da getirirler yanlarına ve İstanbul'dan uzun ve ç o k ünlü yolculuklarına çıkarlar, «ipek Yolu»nu izleye izleye.

Dönüş 1295'te oluyor; Trabzon'dan kalkan bir gemi ile İstan­ bul'a dönerler. Sonra Venedik'e, yanlarında ölümsüz bir haziney­ le, M a r c o Polo'nun gezi notlarından oluşan «İl Milione» (Milyon) adlı seyahatnameyle dönerler.

Çin yolunu tutan g ö z ü p e k maceraseverlerin, zeki ve girişken tüccarların k o n u m u z olan kentsel gizemlerle ne ilgisi var ki?

Çağrışımsal olsa bile ilgi apaçık ortadadır: Polo'lar ve onları izleyenler, bildiğimiz kadarıyla gizemci değiller, inanç sahibi, d i n ­ lerine bağlı insanlardır. Ancak D o ğ u ' n u n ve U z a k d o ğ u ' n u n oluş­ t u r d u ğ u gizemi, artı b u n u n parasal, ticari potansiyelini, İstan­ bul'da yıllarca kalmış olan Nicolo ve Maffeo Polo iyi biliyorlar. «Merkez» İstanbul, bu kimliği ve geleneği ile onlar için bir «ka­ p ı d ı r , bir kaçınılmaz bağlantıdır ve bu bağlantıya inanarak, güve­ nerek arayışlarına başlıyorlar.

Bunu bir parantez, bir «tırnak arası» sayıp d a h a gerilere dönelim.

Boğaziçi ve kıyıları, bir sonraki b ö l ü m d e ayrıntılı olarak g ö r e 10

-ceğimiz gibi, mitolojik efsaneler ve kahramanlarla d o l u p taşıyor. Ve Boğaziçi'nden başlayan bu inanışlar gelip S a r a y b u r n u ' n a kadar dayanırlar.

Bizans'ın en eski tarihçilerinden biri olan Hesychius'a göre Bizans öncesi ilk yerleşim yerlerinden biri de Sarayburnu'nda, bölgenin kralı olan, Barbisius tarafından kuruluyor. Daha sonra kurulan kenti surlarla kapatan ve Barbisius'un kızı Phidelia ile evlenen Byzas, efsaneye göre, denizler tanrısı P o s e i d o n ' u n o ğ l u n d a n başkası değildir.

Böylece Byzas'ın adını alan ilk Bizans (Byzantion) tanrısal ya da yarı tanrısal bir kimlik ve ö n e m kazanmış oluyor, her ne kadar olayın gerisinde - m i t o l o j i d e sık sık r a s t l a n a n - bir ırza tecavüz d u r u m u yatıyorsa da. Tanrı Poseidon, Byzas'ın annesi olan ve kendi de tanrı s o y u n d a n gelen güzeller güzeli Kerassa'yı iğfal ederek bu d u r u m u yaratıyor.

İki kıtayı birleştiren, Batı'dan, O r t a d o ğ u ' d a n , U z a k d o ğ u ' d a n ve unutulan, yok olmuş ve kayıp uygarlıklardan gelen kültürleri barındıran ve kaynaştıran İstanbul'da, kentin ilk kuruluşundan şimdiye dek, gizem d a i m a vardı ve vardır, her çeşidi ve y o r u m u , eğilimi ile.

T ü m kaynakları tarayabilmek olanaksızsa bile elde edebildi­ ğimiz kaynaklardan seçtiğimiz, kimi bağıntısız gibi görülen efsa­ neler, inanışlar ve olaylar k o c a m a n ve kendi içinde kendini t a m a m l a y a n bir mozaik, dev boyutlu bir duvar resmini oluşturu­ yorlar. A n c a k boyutlarını saptayabilmek için her şeyi birbirine iyi­ ce karıştırmak, birbiri ile iyice karşılaştırmak, çarpıştırmak gereki­ yor, y o r u m yapmaktan, varsayım yürütmekten, çağrışımları kul­ lanmaktan hiç çekinmeden.

Bilinen ve bilinmeyen, varolan ve yitirilen, kaçırılan kaynak­ lar...

Fetih öncesi ve Fetih sonrası istanbul'u terkeden Bizanslı bil­ ginler beraberlerinde kaynak ve bilgi kaçırıyorlar. İster sonradan bunları başkalarıyla paylaşsınlar, ister paylaşmasınlar.

(6)

akade-misinin öğretilerini meslekdaşlarına iletiyor; Verona'lı Guarini ise Bizans'tan iki sandık dolusu elyazması kaçırıyor, birini yolculuk esnasında yitiriyor, ikincisindekileriyse hiç kimseye göstermiyor, açıklamıyor.

Bizans'tan kaçıp değerli metinleri, elyazmaları - b u ara Efla-t u n ' u n başyapıEfla-tlarını- BaEfla-tı'ya ulaşEfla-tıranlar arasında kimler y o k ki: Johanes A r g y r o p u l o s , T h e o d o r u s Gaza, Demetrius Chalchondi-lis, A n d r o n i c o s Challistos, M a r c o Musurus, J o h a n n e s ve Costan-tinos Lascaris kardeşler gibi bilim adamları ve aydınlar.

Rönesans'a yol açacak olan feodal düzenli Orta Ç a ğ için Bizans bir bilim, bilgi kaynağı ve bir gelenektir çökmesine neden olan t ü m aşırılıklarına karşın. Hatta ve hatta lanetli bir gelenektir, bolca şeytanlık ve büyücülük kokan. H e m , anlatılanlara göre, İmparator Justinien, Aya Sofya'yı inşa ettirebilmek için Şeytan' d a n bile yardım istememiş miydi?

Bizans yıkılıyor ancak Bizans'ın tarihinde bazı ilginç ve dik­ kat çekici olaylar yüze çıkıyor.

Tarihin devresel dönemler ve dönüşlerle kendini sık sık tek­ rarladığını biliyoruz ve bunlara tarihin iniş ve çıkışları deriz, öyle kabul ederiz.

Bir Yüce Costantin'i ele alalım ve hiç y ü c e olmayan bazı dav­ ranış ve eylemlerine bir göz atalım:

- Costantin kayınpederi olan M a x i m u s ' u öldürtüyor, kayınbi­ raderi olan Licinius'u boğazlatıyor, oğlu Crispus'u ve yeğeni Luci-nius'u katlettiriyor. Derken eşi olan İmparatoriçe Fausta'yı kay­ nar bir b a n y o d a boğdurtuyor.

Costantin'in ailesi de aynı şekilde saltanatını sürdürüyor, daha d o ğ r u s u s ü r d ü r m e y e çalışıyor: Costantin'in iki oğlu cinayet­ lere kurban gidiyorlar, ikisi hariç (12 yaşındaki Gallus ve 6 yaşın­ daki Julianus) t ü m yeğenleri askerler tarafından öldürülüyorlar. Cinayetleri üstlenen ise imparatorun son üç o ğ l u oluyor, yani Constantin, Constant ve Constance. Ü ç ü de kısa süre sonra, tra­ jik şekilde ölüyorlar ve 337 yılında işlenen y e ğ e n katliamından

\

kurtulabilen Julien de fazla uzun ö m ü r l ü olmuyor, saltanatı salt üç yıl sürüyor.

Kanlı bir ailenin öyküsüdür b u , siyasal oyunların, saray entri­ kalarının, hırs ve kıskançlıkların bir s o n u c u . Gizemli bir ö y k ü hiç değildir ancak gizemlerle dolu bir o r t a m d a geçiyor, ç ü n k ü kanlı bir saltanat süren, son d ö n e m i n d e iyiden iyiye çığrından çıkan bu Bizans aynı z a m a n d a kentin içinde bulunan kutsal ya da kut­ sal gibi bilinen emanetlerin k o r u y u c u s u konumundadır.

Nedir bu kutsal gibi bilinen emanetler ve Fetih öncesi Bizans'ta ne tür gizemlerin kaynağını oluşturuyorlar?

1554'te İstanbul'u ziyaret eden ve gezi notlarını «İstanbul ve Anadolu'ya Seyahat Günlüğü»nde toplayan Alman bilgin ve araş­ tırmacısı Hans Dernschvvam yazılarının bir kısmını şu şekilde sıra­ lıyor:

- Havari Andre'nın tabut içinde beyaz ketene sarılmış cese­ di (ceset 1210'da İtalya'nın Amalfi kentine oradan da 1462'de Roma'ya naklediliyor aslında),

- İsa'nın yeğeni Zebed eus'un eşi Maria Salome'nin tabutu, - İsa'nın bağlanıp işkence edildiği renkli, cilâlı bir taş. Dernschvvam, Batı'nın kutsal emanetleri bir yana, bize 16. yüzyıl İstanbul'undan ilginç gözlemler de veriyor:

«Bizim Elçihanın yanında bir a d a m bir köşeye büyücek bir sandık yerleştirdi. Sandığın içini darı ile d o l d u r d u . H e m e n hemen çıplak bir vaziyette bir örtüye bürünerek yalnız başı dışarda kala­ cak şekilde bir sandığın içine girdi ve darıların arasına gömüldü.» diye anlatıyor A l m a n gezgini. «Türkler bu herifi evliya sandılar ve ona yiyecek içecek taşımaya başladılar. Bu adamın etrafında baş­ ka fakirler g e c e g ü n d ü z oturuyorlar. Zamanla herif öyle şişmanla­ dı ki, b o y n u d o m u z boynuna benzedi, yanakları da borazancı yanakları gibi tombullaştı. Padişah civardan geçip giderken ona d u a eder durur.»

Batı'nın kutsal saydığı emanetleri hiç tartışmadan ve y o r u m y ü r ü t m e d e n kabul eden Dernschvvam, d o ğ a l olarak Evliya Çele-bi'nin kaleminden çıkmışa benzer bu Darılı Evliya'ya, haklı ya da

(7)

-haksız, bir fırsatçı gibi bakıyor, bir inanışın - b i r inanışa d ö n ü ş e b i ­ len bir o l a y ı n - başlangıcını çiziyor. Burada ilgimizi çeken de Alman yazar ve hümanistin y o r u m u n d a n ç o k bu Darılı Evliya'nın yarattığı olay ve etrafında toplanan başkaca «fakirlerdir. Evliyalık bir yana, «yöntem»in ne denli uygulandığı ve kabullendiği, nasıl izleyici ve taraftar b u l d u ğ u Demschvvam'ın çizdiği canlı sahne­ den ortaya çıkıyor.

Meraklı ve izlenimci Alman g ü n c e yazarı, kitabının başka bir yerinde, ilgisini ç e k e n hatta tanık olanları hayrete d ü ş ü r e n başka ve çok doğal gibi g ö r ü n e n bir olaydan da söz açıyor:

«Akbabaların k a y b o l d u ğ u bir sırada, 31 Ağustosta ve 14 Eylülde bir karga geldi. Ali Paşa Caminin ve bizim konağın karşı­ sında yüksek, eski Roma'lılardan kalma bir sütun üzerine k o n d u . Acı acı öttü. Halk b u n u da çok acayip ve gayritabii b u l d u ve hay­ retler içinde kaldı.»

Günlüğün yazarı bu kez herhangi bir y o r u m y ü r ü t m ü y o r , dolayısıyla bu iş bize kalıyor ve hiç hayret e t m e m e k l e birlikte, nakledilen olayı ilginç b u l d u ğ u m u z d a n 440 yıl sonra bir «naif» d e n e m e y e girişiyoruz.

Olay aslında s o n derece doğaldır: İlkin akbabalar İstanbul' dan ayrılıyor, g ö ç ediyorlar, sonra iki ayrı g ü n d e bir karga geli­ yor, bir sütuna k o n u p «acı acı» ötüyor. Ancak olay bu denli doğal ve basit ise yazarımız neden b u n u kaydetmek ihtiyacını duyuyor?

Yazın son günlerinde akbabalar mevsimlik göçlerine başlar­ lar ve tarih ne olursa olsun, kargalar bir yere konarak hep öter­ ler. Civar halkı neden b u n u acayip sayıyor ve İstanbul'u ziyaret etmekte olan bir yabancı neden bunu günlüğüne geçiriyor?

Kaldı ki, duyulan hayret salt çevre halkında değildir, Alman hümanistinde de beliriyor.

Dernschvvam bir araştırmacıdır, tarihsel ve arkeolojik eserler tutkunudur, hobisi eski Roma kitabelerinin kaydını tutmaktır. Gün­ lüğü b o y u n c a (en azından bizi ilgilendiren İstanbul bölümlerin­ de), dinsel emanetler bir yana, salt somut, pratik şeylerle ilgilen­

mektedir. Darılı Evliya'dan söz etmesi halkın saflığını belirtmek açısındandır ancak, g ö r ü n ü ş t e acı acı veya tatlı tatlı öten bir kar­ gaya yer ve zaman ayıracak birine hiç benzemiyor.

Benzemiyor fakat bu elyazması koleksiyoncusu k ö k l ü bir hümanist aydınıdır ve böyle o l d u ğ u n d a n hiç kuşkusuz karganın simgesel anlamını biliyordur.

Ya nedir kapkara karganın simgelediği?

Değişik inançlara g ö r e karga tanrıların habercisidir, kehanet­ lerde bulunur, yalnızlığın imgesidir ve aynı zamanda ö l ü m ü n de ' habercisidir. Kargalar hep acı acı öter. Gelgelelim antik gizemci­ ler, kehanetleri çözenler, kargaların ses tonlarında her biri ayrı bir anlam taşıyan, 64 değişik sesi ayırmayı bilirlermiş. Üstelik kar­ ga, siyah rengi ile simyadaki işlemlerde ç ü r ü m e adını alan süre­ cin de simgesidir.

Ya sütun neyi simgeler?

Sütun yaşam ağacıdır, bilgidir, g ö k y ü z ü ile yeryüzü arasın­ da bağlantıdır, Tanrının g ü c ü n ü belirtir, evrensel ve tinsel bir sim­ gedir.

Sonuçta civar halkını hayretler içinde bırakan karganın ötme­ si bir g ü n c e maddesi oluyor, özel olay kimliğini kazanıyor, t ü m doğallığına karşın. Bu uzattığımız bir abartma değildir, bu Demschvvam'ın notlarından da çıkan bilinçli bir yöntemdir, ola­ ğan görüleni, sayılanı deşmektir, anlamını, d o ğ u r d u ğ u , bağlandı­ ğı simgeleri çözmektir, görülenin ve bilinenin ötesine gitmektir, belirlenmeyeni aramaktır. Bir tekniktir bu ya da bir çeşit bilgeliğin yoludur.

İstanbul kentinin içerdiği, kapsadığı ve d o ğ u r d u ğ u gizemler zaman zaman tarihsel ya da folklorik açıdan araştırıldıysa da bir t ü m olarak pek değerlendirilmedi. Oysa ki, ilerdeki bölümlerde çeşitli ve değişik örneklerden görüleceği gibi, enine b o y u n a araş­ tırılması gereken geniş, ilginç bir konudur.

İstanbul gizemleri sistemli bir şekilde araştırılmadıysa da Tür­ kiye gizemleri, en azından bir on yıl öncesine kadar, Haluk Ege­ men Sarıkaya tarafından kapsamlı bir yaklaşımla tarih b o y u n c a

(8)

araştırıldı ve y o r u m l a n d ı . İstanbul kenti de, doğal olarak nasibini aldı.

Sarıkaya'nın çalışmasını tararken bir dizi ilginç, g i z e m d o l u , çıkış noktası olarak kullanabileceğimiz ve tartışmaya her z a m a n açık olaylarla karşılaşırız, ö r n e ğ i n :

- İstanbul'da 16. yüzyılda yaşamış olan şair Bâlı Efendi bir g e c e , d ü ş ü n d e g e n ç yaşta ölen arkadaşlarından Piruza Ali'yi g ö r ü r ve o n d a n bir a r m a ğ a n ister. Düşteki Piruza Ali bir kâğıda biraz toprak k o y u p d ü ş ü g ö r m e k t e olan şaire verir, Bâlı Efendi de kâğıdı sarığının kıvrımına yerleştirir, d ü ş biter.

Ertesi g ü n bu d ü ş ü n ü arkadaşlarına anlattığında eliyle aynı hareketi yapar, sarığını kurcalar ve d ü ş ü n d e kendisine verilen içi t o p r a k d o l u kâğıt parçasını bulur...

İnanılmaz Ö y k ü l e r ' d e n bir ö r n e k denilecektir, öyle de y o r u m ­ lanabilir üstelik, bu çalışmamızda amacımız psişik olayların üze­ rinde d u r m a k t a n ç o k her t ü r d e n örnekler vermek o l d u ğ u n d a n yüzyıllar ö n c e s i n d e n kalma b ö y l e bir olayı «çeşni»den de sayabili­ riz. Ancak araştırmacı Sarıkaya'nın «İstanbul A n s i k l o p e d i s i n d e n aktardığı bu olay, klasik anlamı ile, bir «apor» olayıdır ya da spiri-tüalistlerin, ruhçuların tanımlamasına g ö r e kapalı bir mekânın için­ de dışardan (transfer) ya da öte d ü n y a d a n bir veya birkaç nesne­ nin getirilmesidir.

Bilinen ve izlenilen bilimsel kurallar bu ve bu gibi olayların s o m u t bir açıklamasını yapamadıklarına g ö r e eskiden kalma bu «apor» olayını gizemlerimizin arasına, t ü r ü n ü n bir klasik ö r n e ğ i olarak, katmayı u y g u n gördük.

Sarıkaya kitabının başka bir yerinde, bir başka ilginç olay da naklediyor bu kez yerini de belirterek. Araştırmacıya g ö r e Beya­ zıt, S o ğ a n a ğ a Mahallesi, Cami Sokağında, 1970'lerin sonlarında halen yerinde d u r a n bir apartmanın yükseldiği eski bir evin bah­ çesinde bulunan, taşla d o l d u r u l m u ş , bir kuyudan imdat istercesi­ ne uzanan bir el birçok kez görülmüştür.

Kullandığımız kaynakta bu elin kimler tarafından ve hangi zamanlarda g ö r ü l d ü ğ ü belirtilmediğine göre, büyük bir olasılıkla,

gösterilen m e k â n d a hiçbir araştırma yapılmamış ve olay (şayet gerçek bir o l a y d a n söz edebilirsek) İstanbul'un gizemli inanışla­ rın kayıtlarına böylesine geçmiştir.

Öte d ü n y a d a n gelen içi t o p r a k d o l u kâğıt parçaları, d o l d u r u l ­ m u ş kuyulardan çıkan eller ve değişik bir türün k a p s a m ı n a giren, kediler ve farelerle ilgili bir başka olay...

«1921 yılında, bir gece, İstanbul'daki Asaf Paşa Tekkesinde bir toplantı yapılıyordu.» diye anlatıyor Sarıkaya. «Aralarında Ney­ zen Tevfik'in de yer aldığı davetliler, a k ş a m y e m e ğ i n i yemişler, yatsı namazı vaktini bekliyorlardı. O sırada şeyhlerden biri, oda­ nın orta kısmını boşalttırarak, davetlilerin odanın iki yanına çekil­ melerini istedi. Şeyh, kapının karşısına rastlayan duvarın önüne o t u r d u ve s a ğ elindeki tespihini çekerek dualar o k u m a y a başla­ dı. Az sonra, açık kapıdan içeriye farelerin girdiği g ö r ü l d ü . Fare­ ler, d o ğ r u d a n şeyhin sağ yanına giderek, bir sıra oluşturdular. Şeyh bu kez tespihi sol eline aldı ve duasına d e v a m etti. İzleyen­ lerin hayret d o l u bakışları arasında, kapıdan içeriye ikinci bir hay­ van g r u b u girmişti. Bunlar, farelerin d o ğ a l düşmanları olan kedi­ lerdi. Farelerin üzerine atılacakları yerde, onlar da ş e y h i n sol tara­ fında sıralandılar. Kediler, gözlerini farelerin üzerine dikmişler, ağız ve bıyıklarını oynatıyorlar a n c a k sanki aralarında bir engel varmış gibi, farelere d o ğ r u bir harekette bulunmuyorlardı. Bu d u r u m , on beş dakika kadar b ö y l e c e d e v a m etti. S o n u n d a şeyh gene ö n c e farelerin ve arkasından da kedilerin, geldikleri şekilde, kapıdan çıkarak gitmelerine izin verdi.»

Bu olayı naklettikten sonra Sarıkaya b u n u hayvanlardaki parapsikoloji açısından inceleyebileceğimizi belirterek hayvanla­ rın kendilerine yansıtılan tepkileri (burada s ö z k o n u s u olan bir tep­ kiden ç o k bir çağrı ya da bir komutadır) paranormal y o l d a n algı­ layıp beklenen yanıtı verdiklerini açıklıyor.

Burada bir an duralım: ilkin bir «apor» olayını g ö r d ü k , sonra­ d a n bir b e d e n l e n m e , s o n u n d a da bir psi ya da bir hipnoz d u r u ­ m u n u . Bunları biraraya getirdiğimizde ne gibi bir ortak noktayı ö n e sürebiliriz?

(9)

Ortak nokta şu ki ü ç ü de, aynen ve aktarıldıkları şekilleri ile kabul edildiklerinde, bizleri normal ötesinin, parapsikolojik olanın «ruhsal» alanına götürüyorlar.

Şair Bâli Efendi'nin ö y k ü s ü , ister gerçek, ister u y d u r u l m u ş kurallara uyan, benzerlerinin sürecini izleyen bir «apor» dur, şu farkla ki, bir d ü ş ü n akışı içinde yer alıp düşle gerçek arasında bir köprü kurmaktadır, düşsel planda görülen bir nesneyi aynı anda gerçek plana aktarmaktadır. Bu açıdan ele alındığında, kurgusal olabilmesi olasılığı bile, ilginçliğini hiçbir şekilde zedelemiyor. Üstelik, anlatılan ö y k ü d e , düşte ifade edilen bir isteğin somutlaş­ ması d a - y a n i d ü ş ü n dışına taşıp gerçeğe aktarılması d a - olaya değişik bir boyut kazandırıyor, varsayımsal düşüncelere yol açı­ yor.

Beyazıt'ın bir mahallesinde kuyudan çıktığı söylenen el ise, benzeri birçok kaynaklarda bulunabilen, bir «hayalet öyküsü»-dür, ister kuyuda kalan birinin, ister o yerde - b ü y ü k bir olasılıkla şiddet s o n u n d a - ölen, katledilen birinin.

Şeyhin çağrısına uyan fare ve kedilerinin olayı ise b u g ü n bili­ min de kabul ettiği bir uzaktan telkin örneğidir, şartlı refleks değil­ se de trans veya hipnoz durumlarına ait ve bunlara ö z g ü kurallar­ la açıklanabilen bir olaydır.

Yorum yürütmek kolay gibi g ö r ü n ü y o r s a da, bir y e r d e n s o n ­ ra, önemli olan anlatılan öyküdeki, dile getirilen inanıştaki d u r u m ­ lardan çok bu durumların çağrıştırdığı bilinmeyenler ve açıklana­ mayanlardır.

Eskiden kalma kaynaklar tarandığında, bir zamanların İstan­ bul'unun birçok ilginç kişileri yeniden dirilir gibi oluyor, b i r ç o k gizemli olaylar sanki yeniden y o r u m l a n m a k istercesine karşımıza dikiliyor.

Evliya Çelebi'ye kulak verdiğimizde 17. yüzyıldan kalma bir Kapanî Deli Safer Dede ile karşılaşırız. Ya da Unkapanı'ndaki ekmekçi Ali Çelebi'nin kızgın fırında uyuyan, oradan çıkıp denize atlayıp g ö z d e n kaybolan, yedi yıl sonra Cezayir'den dilsiz d ö n e n

— 18

-ve ö l ü m ü n d e n sonra Unkapanı'nın dışındaki H o r o z Dede mezarı­ nın yanıbaşında g ö m ü l e n Safer Dede'nin ö y k ü s ü .

Kızgın fırına girip mışıl mışıl uyuyan bir adamın ö y k ü s ü n e inanmak zor geliyorsa bile, ateş üstünde yürüyenleri ya da kendi kendilerini yakanları, birden parlayıp kül olanları d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z ­ de Evliya Çelebi'ye daha bir anlayışla kulak verebilmemiz olası oluyor.

1885'te Üsküdar'da iyi tanınan, yakışıklı, terbiyeli y o r g a n c ı kalfası Besim, t e m m u z ayının sıcak bir g ü n ü n d e işyerinde fenala­ şıp can veriyor ve kalabalık bir cenaze töreni ile Karacaahmet mezarlığına gömülüyor.

Ertesi g ü n ise Besim yeniden tezgâhının başında görülüyor. Ancak rengi iyice sararmış, kararmış bir ölü rengine d ö n ü ş m ü ş ­ tür. Şaşkın mahalleliye Besim başından geçenleri anlatır: g e c e mezarında kendine gelmiş, bağırmaya başlamış, mezarın yakınla­ rında âlem y a p m a k t a olan bir fahişe ile iki biçkin sesini d u y m u ş ­ lar ve mezarı kazıp o n u kurtarmışlar. Çıplak kalfaya biçkinlerden biri d o n u n u , diğeri gömleğini giydirmiş, fahişe o n u feracesi ile sarmış ve y o r g a n c ı dükkânına kadar götürmüşler.

108 yıl ö n c e Üsküdar'ı ayağa kaldıran bu «dirilme», bu «ölümden d ö n m e » olayı b u g ü n bir katalepsi veya s e n k o p örneği gibi değerlendirilince eskinin «garip» ve «gizemli» ö y k ü s ü normal boyutlarına, olağanlığına kavuşur.

Eskiden İstanbul'da geçtiği söylenilen ve kentimizin folklo­ runda yerleşip normal bir süreç içinde değerlendirilmeyen olay­ lar da vardır. Bunlardan biri de 17. yüzyıldan kalma «sönmeyen mum» öyküsüdür.

M e h m e t Şeyda bu ö y k ü y ü şöyle anlatıyor:

«Yalancının m u m u yatsıya kadar yanar demişler. M u m sön­ dü âlemleri demişler. Bir de s ö n m e y e n m u m var. On yedinci yüz­ yılda istanbul'da Mevlevi Mehmet Dede adında bir ermiş-kaçık yaşarmış. Bu dede, kar demez, buz d e m e z yalınayak, başı kabak gezermiş. Tipide, fırtınada gece yarıları bir şamdanla

(10)

dola-şırmış. O tipide, fırtınada bütün sokakları dolaşır da, şamdanında-ki m u m bir türlü sönmezdi.»

En bunaltıcı sıcaklara ve en d o n d u r u c u soğuklara, nerdeyse çırılçıplak, günlerce ve haftalarca dayanabilen «yogi» ya da Hint «fakir»i örnekleri çoktur. Oysa t ü m meteorolojik dalgalanmalara dayanabilen ve s ö n m e y e n bir m u m gariplikler ya da gizemler tari­ hine g e ç m e y e hiç kuşkusuz hak kazanmış sayılabilir!

Evliya Çelebi'ye d ö n e l i m ve 1302 yılında Çelebi' nin Unkapa-nı'nda dünyaya geldiği anlatılan gözleri al al, ateş saçan, burnu­ nun orta direği o l m a y a n bir ç o c u ğ a geçelim.

«Kırmızı gözlü çocuk» denilirmiş ç o c u ğ a . Bu ç o c u k buluğa erdiğinde çiçek hastalığına tutuluyor, derisi t ü m d e n soyuluyor, yılan örneği, altından da kırmızı bir deri çıkıyor, üstelik t ü m d e n tüysüz.

Yıllar geçiyor, ç o c u k «ahlakı güzel», anlayışlı, herkesle iyi geçinen fakat konuşması zor anlaşılan bir delikanlı oluyor. Evleni­ yor, bir attar dükkânı açıyor ve kendi gibi kırmızı tenli, b u r n u n u n orta direği olmayan, kısa süre sonra ölen bir yavrunun babası da oluyor.

Kırmızı gözlü, kırmızı tenli a d a m , «Revan yılı ölüp, Kasımpa­ şa'da bizim mezarlığın yanında gömüldü,» der Evliya Çelebi ö y k ü y ü böylece sonuçlandırarak.

Batı kaynaklarını karıştırdığımızda «garip» ya da «esraren­ giz» olmaktan ç o k «dehşetengiz» yaratıklarla karşılaşırız, İstan­ bul'da yaşadıkları söylenen; Kedi Kadınlar ve Kurt Adamlar gibi.

İstanbul'un Kedi Kadınlarından söz eden Amerikalı romancı ve senaryo yazarı G u y Endore oluyor, ilk baskısını 1934'te yapan, «Paris'in Kurt Adamı» (The Werewolf of Paris) adlı yapıtın­ da.

Endore kurgusal bir ö y k ü y ü anlatıyor fakat, 1870 yılının K o m ü n ayaklanmasında geçen bir Kurt Adamın macerasını anlat­ tığında, konusunu ayrıntılı bir araştırma ile destekliyor, d a h a ö n c e yazmış o l d u ğ u başkaca tarihsel romanların yaptığı gibi (Ca-sanova; Jeanne d'Arc v.b.).

«Paris'in Kurt Adamı»nın bir b ö l ü m ü n d e Guy E n d o r e «likan-tropi» olaylarına, insanı kurda d ö n ü ş t ü r e n durumlara değindiğin­ de bunlara dünyanın her yerinde inanıldığını belirtip, örnekleri arasında, İskandinavların Ayı Adamlarını, Kızılderililerin Bizon Adamlarını, Afrika'nın Sırtlan Adamlarını ve İstanbul'un (Endore «Constantinople» diyor) Kedi Kadınlarını da katıyor, onlarla ilgili bu bilgiyi vererek:

«Bir saç tokasını kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler ki, yaratıkların mezarlıklarda kurdukları sofrada, karınlarını iyice dolduracaklardır.»

Az bir şey yerler görünürde bu Kedi Kadınlar, ç ü n k ü temel gıdalarını mezarlıklardan, mezarlardaki cesetlerden t e m i n eder­ ler, onlara benzer başkaca yaratıklarla birlikte.

Mezarlıklarda sofralar kurup cesetleri parçalayıp yiyen bu «yamyam» Kedi Kadınlar kimlerdir, nereden çıkmadırlar?

Amerikalı yazar Endore bir k o r k u romanını yazıyor ve elinde­ ki folklor malzemesini buna göre kullanıyor, yorumluyor, kurgulu-y o r ve gerektiğinde abartıkurgulu-yor. Yazar, bükurgulu-yük bir olasılıkla, Kedi Kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer tutan, her kılığa giren cadılardan, cadı karılardan söz etmek isti­ yor ve bu cadıları kendi savına u y g u n şekilde biçimliyor.

Sonuçta Guy Endore'un romanındaki İstanbul'un Kedi Kadınları, İstanbul'un Cadıları, C e h e n n e m Kadınları oluyor, ç o c u k tekerlemelerinde bile anılan:

Ne ne Nermini Ç o k y e m e peyniri Peynir seni öldürecek C e h e n n e m e götürecek Cehennemin kadınları İstanbul'un cadıları Çık pik

(11)

«Cadılar, hortlayan ölülerdir,» diye açıklar Prof.Pertev Naili Boratav. «Onlar üzerine de pek ç o k hikâyeler anlatılır. Çokluk, kadınların cadı olduklarına inanılır; cadı-karı sözü bu inanıştan gelmeli. A m a , erkeklerden de 'çadılaşan'ların b u l u n d u ğ u n a tanıt belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı, aşağı yukarı, Batı inanış-larındaki vampire'\ karşılar. Cadılar mezarlardaki taze ölüleri çıka­ rıp ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize göre eskiden cadıları zararsız hale sokan u z m a n 'cadıcılar' olur­ muş. Cadılar üzerine inanış ve hikâyeler, A n a d o l u ' d a n ç o k İstan­ bul ve Rumeli bölgelerinde yaygın olsa gerek...»

Boratav'ın vurguladığı cadı-vampir ilişkisini ve «cadıcılar»ı kanıtlayan ilginç bir belgeyi Mehmet Şeyda sunuyor:

«Aşağıdaki yazı 1833 yılında Tırnava kadısı A h m e t Şükrü Efendi tarafından hükümet merkezine gönderilmiş, Takvım-i Vekâyi gazetesinin 69'ncu sayısında yayınlanmıştır:

Tırnava'da cadılar türedi. G ü n battıktan sonra evlere d a d a n ­ maya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde b u l d u ğ u yas­ tık, y o r g a n , şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır. İnsanların

üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar. Hiç kimse bir şey göremez. Birkaç erkek ve kadının da üzerine saldırmış. Bunlar çağrıldı, soruldu: 'Üzerimize sanki m a n d a ç ö k m ü ş sandıkl'dedi-ler. Bu y ü z d e n mahalle halkı evlerini başka y a n a taşımışlardır. Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri o l d u ğ u n ­ da ittifak etti. İslimye kasabasında cad/cılık ile tanınmış Nikola adındaki a d a m getirildi ve kendisiyle sekiz yüz kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı (bir «ikona»). Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir, resim hangi mezara bakarsa, cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kala­ balık ile mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı p a r m a ğ ı n d a çevirmeye başlayınca resim, sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbaların­ dan olan Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şaki­ nin mezarlarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer, d ö r d e r p a r m a k uzamış

bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık b u n u g ö r d ü . Bu adamlar, sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, a d a m öldür­ müş, ocakları kaldırıldığı z a m a n her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş, ecelleri ile ö l m ü ş kişilerdi. Sağlıklarında yap­ tıkları yetmemiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı. Cadıcı Nikola'nın tanımına göre, bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerinin g ö b e ğ i n e birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanır imiş. Ali Alemdar ile Apti Alem­ dar'ın cesetleri mezarlarından çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı, 'Bu cesetleri yakmak gerek...' dedi. Bu hususta şer'an da izin verilebileceğinden, izin verildi. Ve iki yeni­ çerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı ve ç o k şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu.»

İstanbul'dan bir hayli uzaklaştık ancak, bağlantıdan bağlantı­ ya ve örnekten örneğe, Kedi Kadınlardan yola çıkıp folklorun, Rumeli ve İstanbul folklorunun cadılarına ve cadıcılarına, giderek vampirlere kadar vardık.

Tırnava Kadısı'nın naklettiği olay, her ayrıntısı ile, türün litera­ türüne uygun bir vampir olayıdır. Kandan veya parçalanan ceset­ lerden söz edilmiyorsa da - b i z i m Yeniçeri Vampirler ortalığı bir­ birine katmakla yetiniyorlar, ne h i k m e t s e ! - olayın geçmişi ve özellikle, cadıcının yöntemleri klasik çizgileri izlemekteler. Arada, kuşkusuz bazı «nüans» farkları eksik değildir, örneğin kazık g ö b e k t e değil de göğüste, kalbin hizasına çakılır, yürekleri kay­ natmak kadar cesetlerin kellelerini uçurtmak da geleneğe göre etkin bir çaredir v.b.

Vampir ya da günbatımı ile şafak vakti arasında dirilen, mezarından çıkan, insanlara saldırıp kanlarını e m e n canavar evrensel inanışlara, Babil'den kalma örneklere ve bunları yüzyıl­ lar b o y u n c a inceleyen kapsamlı folklorik-tarihsel araştırmalara temel teşkil ettiyse de Türk ve İstanbul folklorlarında pek bir yeri yoktur, vampir-cadı bağlantısı ve kriminoloji kayıtlarında yer

(12)

edin-miş olan, 70'li yılların başlarından kalma, «Cihangir Vampiri» gibi olaylar bir yana.

Nedir ki Batı'nın vampir inanışları, folkloru ve literatürüne yönelik bazı kaynaklara g ö z attığımızda ilgimizi çeken bazı «bilgi­ ler» ve «kişiler»le karşılaşmış oluruz.

1884'te, Budapeşte Üniversitesi ö ğ r e t i m üyelerinden ve «Şar­ kiyat» akademisinin k u r u c u s u , Prof. Arminius Vambery'nin yayın­ ladığı özyaşamsal kitabı «Arminius Vambery: yaşamı ve macera­ l a r ı n d a Türkler'deki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir. Macar dilinin kökenlerini araştırmak amacıyla Orta Asya'ya kadar derviş kılığında yolculuk eden Vambery'ye göre:

- Osmanlılar'da yaygın bir inanışa göre, vampirler ağaç kavuklarında gizlenirler, oralarda avlanırlarmış;

- Ele geçirilen vampirler, kelleleri kesildikten sonra, bir çuvala k o n u p denize atılırmış.

Daha yakın bir kaynak ise İstanbul'da yaşayan, «özel» bir kan bankasını işleten «gerçek» Kont Dracula'yı ayrıntılı bir şekil­ de anlatmaktadır.

Kaynak 1965 tarihli «Fate» (Yazgı) adlı Amerikan dergisidir, olayı kaleme alan ve bu «gerçek Dracula»yı İstanbul'da ziyaret eden Leo Heiman adlı bir yazardır.

Yıllar yılı vampir k o n u s u n u araştıranlar tarafından «güvenilir» (?) bir kaynak olarak bakılan, seçkilerde yer alan yazıya göre Kazıklı Voyvoda'nın s o y u n d a n olan Kont Alexander Cepesi, Romanyalı olup 1947 yılında, kızıl saçlı eşi Olga ile birlikte, İstan­ bul'a yerleşiyor, bir «özel kan bankası»nı kuruyor, kişilerden kan ve plasma satın alıyor ve de Türk hastanelerine, Kızılay'a pazarlı­ yor.

Yazar Heiman, Kont Cepesi ile İstanbul Hilton'un barında buluşuyor ve söyleyişini, konta ait Jküçük bir yelkenlinin de barın­ dığı, İstanbul Yat Kulübünde sürdürüyor.

Kont doğal olarak bir vampir uzmanıdır, ailesinden kalma eski kaynakların, değerli elyazmalarının sahibidir, Boğaziçi'ne bakan beş odalı bir dairede yaşıyor, eşi, iki kedisi ve bir papağa­

nı ile birlikte. İki de kızı vardır bu «gerçek» Dracula'nın, biri bir Fransız cerrahına evli, diğeri de bir Türk bankacısına.

Sohbet b o y u n c a kan kırmızısı «Yassıada»(!) şarabını y u d u m -layan kont, atası Kazıklı Voyvoda'nın, paralı asker Vlado Cepe­ si' nin öyküsünü uzun uzun anlatıyor.

İlk başta Vlado acımasız, k o r k u n ç bir Türk düşmanıdır, 1450'de bir gönüllü o r d u s u n u n başında Osmanlılara karşı savaşı­ yor. Nedir ki, Fetih'ten kısa süre sonra saf değiştiriyor, Hıristiyan kardeşlerinden vazgeçip Osmanlıların tarafına geçiyor o r d u s u ile. Eflâk'ı ele geçiriyor Vlado ve karşılığında V o y v o d a (Prens) unvanı ile ödüllendiriliyor, Srinca dağının eteklerinde yükselen kalesine yerleşiyor.

Sadist ruhlu, kan d ö k m e k t e n , eline geçeni kazığa çaktırmak­ tan korkunç bir zevk alan Vlado Dracul (Ejderha) zamanla ipin u c u n u iyice kaçırıyor ve 1477'de, Ordea savaşında, Osmanlılar tarafından y o k ediliyor.

Yıllar geçiyor ve g ü n ü n birinde mezarı açıldığında içi boş bulunuyor...

Atasını böyle anlatıyor İstanbul'daki «kan bankası»nın sahibi kont ve Vlad Dracul'un soyunun tek vampiri o l d u ğ u n u , ne olur ne olmaz, ısrarla vurguluyor (Kazıklı Voyvoda'nın g e r ç e k öyküsü­ nü merak edenler ise Osmanlı tarihini karıştırıp güvenilir bir kay­ naktan öğrenebilirler).

Leo Heiman'ın yazısı 1980 yılında yeniden g ü n d e m e geldi­ ğinde Amerikalı bir araştırmacı (Fern S. Miller) yazarın kimliğini ç ö z m e y e çalışıyorsa da onunla ilgili pek bir iz bulmuyor. Yazıyı yayınlamış olan «Fate» dergisi Heiman'ın adresine sahip olmadı­ ğını söylüyor, İsrael'de (Hayfa) bir Leo Heiman'ın adresi bulunu­ yor a m a adrese gönderilen m e k t u p cevapsız kalıyor v.b.

Yazının içeriği ile ilgilenen kuruluşlardan «Vampir Bilgileri Değiş Tokuşu» (Vampire İnformation Exchange, Rochester, New York)na g ö n d e r d i ğ i m i z bir mektupta hususları belirtiyorduk:

1 - Yazının yayınlandığı 1978 yılından beri hiçbir ciddi v a m ­ pir ya da Dracula araştırmacısının Cepesi ile temas etmemiş

(13)

olması, onunla ilgili herhangi bir bilgiyi iletmiş olmaması o l d u k ç a gariptir,

2 - Vlad Dracul'un s o y u n d a n o l d u ğ u n u söyleyen birinin İstanbul'a yerleşmiş olması, bir «kan bankası»nı işletmesi ne d e n ­ li acayip ise bu kişinin, gerçek Vlad Drakul'un değil de kurgusal Dracula'nın unvanı olan, kont unvanını kullanması üstelik soyadı olarak Vlad'a yakıştırılan «Kazıklı» (Tepesh, Cepesi) adını u y g u n bulması bir o kadar acayiptir,

3 - Romanya ve İstanbul ile ilgili bilgiler çok az, y e t e r s i z v e tutarsız,

4 - İstanbul'da yabancı uyruklu bir kişinin ya da herhangi özel bir kişinin bir «kan bankası»nı işletmiş olabilmesi olanaksız­ dır,

5 - Alexander Cepesi adlı birine ne İstanbul telefon rehberle­ rinde, ne de iki ayrı yat kulüplerinin kayıtlarında rastlanılmamıştır. Sonuçta 1980'den bu yana ne yazar Heiman, ne de kahra­ manı Kont Cepesi hakkında hiçbir haber alınmadığı gibi «kay­ nak», bir d ü z m e c e ya da kaynak olarak, arşive kaldırıldı.

Bir de 1960 yılında istanbul basınını meşgul eden, «Yeni Akşam» gazetesinde manşet konusu olan vampirler vardır. Nedir ki, bunlar da t ü m d e n u y d u r m a ve Edouard Roditi'nin kara mizah türündeki «istanbul Vampirleri: çağdaş iletişim yöntemleri k o n u ­ sunda inceleme» (The Vampires of İstanbul: a study in m o d e r n c o m m u n i c a t i o n methods) adlı ö y k ü s ü n ü n kahramanlarıdır.

Cadılar, Kedi Kadınlar, Vampirler ve de İstanbul'un Kurt Adamları...

Kaynağımız yeniden Batı'dan almadır ve bir uzmanın, bir Fransız araştırmacısının imzasını taşımaktadır. İnancımız ve y ö n ­ temimiz şu ki, bir yerlere varabilmek için, tek ve de bilimsel (de­ ğilse de yan-bilimsel) yol kaynakların önyargısız karıştırılması ve gerektiğinde çatıştırılmasıdır. Bazen ç o k ufak bir nokta, değersiz gibi görünen bir ayrıntı, satırların arasına karışmış bir satır, ilgisiz sandığımız bir ad, bir referans bize yararlı bağlantılar, aydınlatıcı, yönlendirici çağrışımlar sağlayabiliyor.

Gizemcilik konusundaki kitapları ile tanınan Fransız Roland de Villeneuve Kurt Adamları ve vampirleri araştıran bir çalışmasın­ da 1542'de İstanbul'da sürü halinde gezen Kurt A d a m l a r d a n söz ediyor. Villeneuve, 17. yüzyıl yazarı J a c q u e s d ' A u t u n ' u n «Sihir­ bazlar ve Büyücüler Konusunda Bilimsel İnançsızlık ve Cahil Saf­ lık» (L'incredulite savante et la credulite ignorante au sujet d e s Magiciens et d e s Sorciers, Jean Molin yayını, Lyon 1671) adlı çalışmasından aşağıdaki alıntıyı veriyor:

«Sultan, has askerleri ile birlikte, silahlanıp saraydan çıktı; kurt a d a m l a r d a n yüz elli kadarını surlara dizdi fakat bunlar, topla­ nan halkın gözleri önünde, surlardan atlayıp kayboldular.»

D'Autun'un anlattığı, de Villeneuve'un naklettiği bu olaydaki Kurt Adamlar kurtlar mı yoksa İstanbul'un eski ve ezeli dertlerin­ d e n biri olan başıboş köpekler mi?

Orası hiç belli değildir. Ancak sultanın (ki belirtilen tarihte Kanuni Sultan Süleyman'dır) silah kuşanıp vahşi k ö p e k sürüleri­ nin peşine d ü ş m e s i hiç düşünülebilir mi?

Eski kaynaklardaki eski «olaylar» yeniden ele alınıp y o r u m l a ­ nınca efsanenin ya da inanışın yerini «uydurmaca» alıyor...

Ancak, her ayrıntı ve bilgiyi kullanmak pahasına, D o ğ u gizemciliğinin sayılı araştırmacılarından İdris Şah'ın bir n o t u n u da ekleyelim.

«Arapların s ö z ü n ü ettiği bir başka b ü y ü (sihir) şekli Maskh' dır ya da insanları hayvana d ö n ü ş t ü r m e sanatı. Batı'da,» ekler İdris Şah «buna likantropi (kurt adam) derler...»

(14)

IKINCI BÖLÜM

MEKÂNLAR VE GİZEMLER

Kıyı kıyı Boğaziçi bir efsane, destan, mitos ve g i z e m şeridi­ dir, her köşesinde eskiden hatta ç o k eskiden kalma çarpıcı, çeki­ ci ve hayal g ü c ü m ü z ü zorlayan bir ya da birkaç iz taşır. Bir yol, bir geçiş, bir kapıdır Boğaziçi, isteyene Karadeniz'e, isteyene Marmara'ya açılan.

Gelişigüzel bir «güzergâh» çizildiğinde bile yola çıktığınız her yer bir masalın, eski bir inanışın, daha da eski kahramanların ve kahramanlıkların, sevgilerin ve bilgeliklerin tılsımlı bir noktası gibi­ dir.

Kahramanlar, krallar, kraliçeler, tanrılar, ermişler ve efsanele­ ri yaratanlar! Gürol Sözen'in dediği gibi: «Efsane d e y i p g e ç m e ­ yin. Efsanelerde güzellerin yanısıra g e r ç e k yatar. H e m de boylu boyunca.»

Altın Post'u ele geçirmek için Karadeniz'e açılan 55 kürekli A r g o s gemisi geçiyor Boğaz'dan, nice ünlü, kimi bilimci, kimi yarı tanrısal yolcuları ve gemicileri ile. Kimler y o k ki, o gemide! J a s o n var seferi düzenleyen ve yöneten, gemiyi inşa edip ona adını veren usta Argos, Truva savaşlarına neden olacak güzel Helena'nın kardeşleri Castor ve Pollux, erişilmez o z a n Orfeus, canavar Minotor'u öldürecek olan Theseus.

Ve dünyanın en güçlüsü diye bilinen Herkül bile var, Yuna­ nistan'dan Karadeniz'e kaçırılan kanatlı k o ç u n p o s t u n u arayanla­

rın arasında. Artı bir dizi macerasever bilim a d a m ı : İ d m o n , A m p -hiaros ve M o p s o s gibi.

Altın Post'un öyküs ü bilinen bir ö y k ü d ü r : J a s o n , Medea'nın yardımı ile, p o s t u koruyan ejderi öldürüyor, istediğini elde ediyor ve geri d ö n ü y o r . Altın Post'un ö y k ü s ü bir arayışın ö y k ü s ü d ü r ancak, dikkat edelim, asıl ilginç olan bu ö y k ü n ü n , bu maceranın izlediği «yol»dur.

D o d o n a tapınağının kehanetler yağdıran ağacın kerestesi ile inşa edilen A r g o s gemisi de kehanetlerde bulunuyor, ç ü n k ü «ko­ nuşan» bir gemidir. Denize açılan bu k o n u ş a n , ses veren g e m i bir arayışın aracı oluyor; denizden bir y o l c u l u k yapılıyor, y a ş a m ile ö l ü m arasındaki ince çizgiyi, ayırımı simgeleyen denizden.

Denizleri aşarak, Boğaziçi'nden geçerek, Altın Post ya da

bilgi yeniden elde ediliyor. Batı'dan çalınan ve D o ğ u ' y a getirilen bilgi geri d ö n ü y o r s a da bu bilgiye erişebilmeleri için Jason" un ve onu izleyenlerin Batı'yı D o ğ u ' d a n ayıran - y a da Batı'yı D o ğ u ile b i r l e ş t i r e n - bir geçitten, bir b o ğ a z d a n geçmeleri gerekiyor.

J a s o n ' u n tehlikelerle (deniz kızları, ateş soluyan boğalar, yarı kartal yarı kadın canavarlar) d o l u y o l c u l u ğ u bilgiye sahip olmak isteyen, kaynağına (Karadeniz'e) ulaşan ve aradığını elde eden gerçek bir «giz sahibi»nin y o l c u l u ğ u değildir. Jason bir iha­ net işleyerek bilgiye sahip olabiliyor, c e h e n n e m e kadar iniyor, değişimden geçiyor, oysa gerçekten arzuladığı bilgi ve e r d e m değil servet ve güçtür.

Yunan mitolojisinden kalan bu efsane, b ü y ü c ü Sirse'nin kral Ulises'e anlattığı bu ö y k ü bizce iki açıdan ilginçlikler taşımakta­ dır:

1) Boğaziçi'nden geçiş,

2) Altın Post'un (bilginin) Karadeniz'den güçlenerek, Batı'ya d ö n m e s i .

Yoksa, Fransız Louis Charpentier'nin d ü ş ü n d ü ğ ü gibi, D o ğ u ' y a açılan kapı (Boğaz) ve D o ğ u gibi sayılan A n a d o l u (Kü­ çük Asya) Atlantis kıyametinden kaçan, çeşitli yerlere (Kafkasya,

(15)

İrlanda, İngiltere) sığınan ve engin bilginlerin taşıyıcısı olanların barınakları, giderek merkezleri mi oldular?

Argos gemisi geri dönüyor, yeniden Boğaziçi'nden geçiyor, zorunlu olarak. Argonotlar boğazın iki kıyısında saltanat kuran Bebriker'in kralı A m i c u s ' a karşı savaşırlar ve galip geldiklerinde onlara yardım e d e n kanatlı cin Sostenion'a İstinye'de (Stenya, Sostenion) bir tapınak inşa ediyorlar.

Anadolu Kavağı'ndan geçiyor konuşan g e m i A r g o s ve bu kez yoluna olaysız d e v a m edebiliyor ç ü n k ü bir çıkıp bir batan adalar çoktandır devingenliklerini yitirdiler.

Boğaz kıyılarında az olay yaratmıyorlar bu Argonotlar, Altın Post'u kapıp geri döndüklerinde: Kral Amicus, Pollux'a m e y d a n okuyor, onunla d ö v ü ş ü y o r ve vuruluyor. İstinye'de bu olaydan sonra inşa edildiği söylenilen tapınak bir yana, Pollux, Bey­ k o z ' d a bir defne ağacını dikiyor ve sonradan, bu ağacın dallarını kıranlar çıldırıyorlar veya başka bir y o r u m a göre, g ö r ü n m e z olu­ yorlar.

Fakat neden bir defne ağacı ve defne ağacının delilik veya görünmezlikle ne ilgisi vardır, olabilir?

Defne ağacının yaprakları ile eskilerin, antiklerin krallarına, kahramanlarına, tanrılarına taçlar ördüklerini biliyoruz ç ü n k ü def­ ne bir seçkinlik, bir yücelik anlamını taşıyordu. Nedir ki, bazı ina­ nışlarda s ö z k o n u s u olan defne ağacının içinde bir hayli değişken ve delişmen bir r u h u n gizlendiği söyleniyor. Bazen bir ç o c u k kadar şakacı bir ruh, bir cinmiş b u , ısrarlı, t u t t u ğ u n u koparan, birinden hoşlandığında o n d a n hiç ayrılmayan, hep izleyen. Z a m a n oluyor ki, bu ruh veya cin, ısrarlı bağlılığı y ü z ü n d e n , k â b u ­ sa dönüşüyor, bağlandığı insanları taciz ediyor. S o n u ç t a sabırları­ nı tüketiyor (çıldırtıyor) ya da kaçmalarına, kaybolmalarına (gö­ rünmez olmalarına) neden oluyor.

İstinye'de gizemli özellikleri ve güçleri olan bir defne ağacı dikilirken Medea, Tarabya'yı (Therapia'yı) kuruyor. Hangi Medea bu? Hiç kuşkusuz b ü y ü c ü Medea, d a h a ö n c e J a s o n ' u n yanında

g ö r d ü ğ ü m ü z ve ilerde, kocasının ihanetine bir karşıt olarak çocuklarını öldüren ve antik tragedyanın unutulmaz ve lanetli kişi­ lerinden biri olan.

Tarabya'nın anımsanan eski adı Therapia oluyor, yani Şifa, ancak daha önceki adı ise Farmakeus'dur, Zehirleyen'dir. Efsa­ nelere kulak verecek olursak ilk Tarabya'nın bu tür bir ad alması­ nın nedeni de, Jason'a destek o l d u k t a n sonra peşine düşen, Medea'nın t ü m sahil b o y u n c a d ö k t ü ğ ü zehirdir.

Boğaziçi'nin her köşesinde, her şirin, destansal küçük k o y u n d a bir giz bizleri bekliyor ve antik inanışlardan dirilip bizle­ re yeniden sorular soruyor, kıyıdan kıyıya bir gizem zincirini kuru­ yor, ister bağıntılı ister (görünüşte) bağıntısız.

Bir zamanların Büyükderesi'nde bin yıllık bir çınar yükselirdi Beykoz'un defne ağacı kadar gizemli ve efsaneler yaratan. Kimi eski tarihçilere g ö r e 1097 yılında haçlılardan Godefroy de Bouil-lon bu ağacın altına yatmıştı, d a h a sonraki kimi tarihçilere g ö r e de De Bouillon hiçbir zaman B ü y ü k d e r e ' y e ayak basmamıştır.

Bu tarihsel çınardan Fransız yazarı Theophile Gautier söz ediyor efsaneye inanarak, bu tarihsel çınarı İstanbul'da yayınladı­ ğı «Revue de Constantinople» dergisinin 20 Şubat 1876 tarihli sayısında Vikont Alfred de Gaston anlatıyor uzun uzun.

Çınarın gizemi nerede diye sorulacak. Çınarın gizemi kendi­ sinde, yaşında ve yaşından dolayı neden o l d u ğ u efsanelerde. Başka bir deyimle gizemleri yaratabilmek için her şey her zaman yeterlidir. Her şey her zaman bir çıkış noktası olur ve en önemli­ si, eskiden, ç o k eskiden kalmış her nesne, yer, bina ve kalıntı taşıdığı izlerle, anımsattırdığı olaylar ve kişilerle kendi içine kapan­ mış bir gizemdir.

İstanbul sarıp sarmalayan efsanelere göre antik Kabataş'ta ya da Ajantion'da yunuslar bolca görünür, sesleri g ü n b o y u n c a d u y u l u r d u . A r g o s ' u akla getirerek, mesafeleri aşarak ve mitosu gerçeklere bağlayarak deniz kızlarının sesi ile yunusların sesini bir tutabiliriz, ç o k ç a yürütülen ç a ğ d a ş bir y o r u m ve yaklaşımla.

(16)

gemicilerin akıllarını çelen. Buna bir d i y e c e ğ i m i z yok (bir z a m a n ­ lar Amazonlar, tek g ö ğ ü s l ü savaşçı ve anaerkil kadınlar da efsa­ nevi sayılıyordu, tarihsel bulgular onların g e r ç e k olduklarını kanıt­ layıp bizim Karadeniz'e bağlayıncaya dek!) fakat yunuslar, b o ğ a ­ zın ve Marmara'nın yunusları bir gerçektir, en azından İ s t a n b u l l u ­ lar için bir yarım yüzyıl öncesine kadar bir gerçekti.

Kabataş'ta mitolojik kanun çalgıcısı Chalkis'in taksimleri ile yunusları mestetmesi, ç o b a n C h a n a n d a s tarafından öldürülen bir yunusa bir mezar inşa etmesi de bu ç o k eski gerçeğin şiirsel bir simgesinden başka bir şey değildir.

Kabataş'ta yunuslar ve K u r u ç e ş m e ' d e (antik adı ile A n a p -lus) sütunların tepesine tırmanıp yıllarca kalan Bizans'ın keşişleri: 433'te keşiş S i m e o n bir sütunun tepesine yerleşip 27 yıl o r a d a kalıyor, 460'ta yerine g e ç e n Daniel ise aynı sütunun tepesinde 34 yıl yaşıyor, çile çekerek.

B o ğ a z ruhun arındığı, inanışların kanat gerdiği fakat, aynı zamanda, orduların çarpıştığı bir çeşit özel b ö l g e gibidir: Rumeli Hisan'ndan 700.000 kişilik o r d u s u n u n başında Kral Darius g e ç i ­ yor, 1097'de Rumeli Hisarı'nda haçlılar k a m p kuruyor, kenti talan ederek. S o n u n d a 1453'te Fatih Sultan M e h m e t tarihin yeni bir d ö n e m i n i açıyor.

Bir o r d u g â h merkezi oluyor tarihi b o y u n c a Rumeli Hisarı oysa unutmayalım ki, hisarın b u l u n d u ğ u t e p e n i n adı, bir z a m a n ­ lar, Evliyalar d i y e bilinirdi ve bir ziyaret yeriydi Durmuş Dede'nin, Şeyh İsmail M a a ş u k ' u n , Şeyh Hassan Sarifi'nin ve başkalarının mezarlarını içerdiğinden...

Boğaz t u r u m u z u sürdürelim: Kireçburnu balık lokantaları ile ünlü şirin bir mekândır, aynı z a m a n d a ç o k eskiden kalma bir efsanenin içerdiği bir ahlak dersinin de yeridir.

Kireçburnu ile Kefeli arasında adı Sadık Kaya olan bir kaya bulunurdu ve Bizanslı Dionisios'un anlattığına bakılırsa seferden d ö n e n iki denizci arkadaş, g ü n ü n birinde, biriktirdikleri paraları o kayanın altındaki bir yere gizlemişlerdi. S o n r a biri yalnız kaldığın­ da, geri d ö n m ü ş paranın t ü m ü n ü a l m a y a kalkışmış. Kalkışmış a m a başaramamış ç ü n k ü kaya vere vere salt kendine ait olan

parayı almasına izin vermiş, sadık ve sadakate bağlı bir kaya o l d u ğ u n d a n .

Ya Emirgân? Emirgân'ın lanetli bir yer o l d u ğ u n u , en azından antikler tarafından öyle sayıldığını kim düşünebilir ki?

Derler ki Emirgân'ın adı Kiparodes iken o r a d a bir tapınak yükselirmiş üçlü bir tanrıça olan Hekate'ye adanmış.

Emirgân ve b ü y ü c ü l ü ğ ü n , cehennemin, uğursuz kavşakların üç yüzlü, eli meşaleli, peşinden uluyan köpekleri ç e k e n , g e c e vakti kara bulutlar şeklinde g ö k y ü z ü n d e dolaşan ejderhaların t a n ­ rıçası Hekate!

Boğaziçi mitolojiden kalma izleri, efsaneleri, inanışları, evliya ve keşişleri ile gizem d o l u s u , antik gizemlerin anılarını k o r u y a n bir uzun geçit olarak karşımıza dikiliyor, salt Karadeniz'e ya da Marmara'ya değil de öte d ü n y a y a hatta c e h e n n e m e açılan bir geçit. T ü m güzelliği, çekiciliği ve geçmişi ile adeta her b o y u t a açılan bir kapı.

K o n u m u z o l d u ğ u için a b a r t m a k niyetinde değiliz ancak, say­ falar b o y u n c a g ö r d ü ğ ü m ü z ve göreceğimiz gibi, İstanbul'un gizemler kenti niteliği ve dolayısıyla, ayrıcalığı tartışılmaz bir ger­ çektir. Yorumlar d a i m a ve herkese açıktır fakat, y o r u m u n u z han­ gi y ö n d e olursa olsun, g i z e m havası - i s t e r hissedin, ister hisset­ m e y i n - bu kentin her tarafını d a i m a sarmıştır ve sarıyor. Anıtla­ rın, kalıntıların, tapınma yerlerinin, saray ve hanların, m e y d a n ve sokakların hiç eksilmeyen aksine g e ç e n zamanla d a h a da peki­ şen bir g ü ç taşıdıklarını ve bu g ü c ü n , ister dalga dalga ister daire­ sel şekilde yayıldığını, biriktiğini ve merkezler o l u ş t u r d u ğ u n u bili­ yoruz. Mekânlara, taşınamazlara hatta nesnelere tanınan «bel­ lek» potansiyeli (belleği şarj etmek ya da bellekle şarj o l m a k işlemleri ile) bu g ü c ü n i z d ü ş ü m ü n d e n başka bir şey değildir.

İnançsal bir işlevi olan yerlerde bu güç, sürekli olarak bes­ lendiğinde artıyor ve bu g ü c ü n simgeleri olarak görülen nesneler d a h a da etkin oluyorlar.

İşte karşımızda Ayasofya (Ayia Sofia) 921 yıl sürece bir kili­ se, 481 yıl b o y u n c a bir c a m i ve b u g ü n bir müze, bir kültür ve

(17)

sanat merkezi. Hiç kuşkusuz Batı ile D o ğ u ' y u biraraya getiren, sentezini y a p a n bir merkez, gizemleri ve efsaneleri, inanışları ve izleri ile. Gezegenimizin kutuplaşma (polarite) haritasında önemli bir nokta.

1833'te Ayasofya'yı camiyken ziyaret eden Prusya elçilik danışmanı M. v o n Tietz, Hıristiyan inançlarına göre kutsal sayılan emanetleri bu şekilde değerlendirmektedir:

«Güney y ö n d e bulunan üst galeride, çukur, kırmızı renkte bir m e r m e r var. B u n u n peygamberimiz İsa'nın beşiği o l d u ğ u söy­ leniyor. Bir de annesi tarafından İsa'nın yıkandığı kurna var. Bun­ ların ikisi birlikte Kudüs'ten getirilmiş. Tapınağın kuzey y ö n d e k i giriş kapısının soluna d o ğ r u bir sütun görülüyor. Buna 'Terleyen Sütun' adı verilmiş. Sürekli olarak rutubetten ıslandığı için, buna el değdirmenin, her derde d e v a olacağı söyleniyorsa da c a m i avlularındaki insanların hali bunu kesinlikle yalanlamakta.»

Ayasofya'yı Batılı bir diplomatın y o r u m u ile değil de folklor açısından ele aldığımızda başka noktalara değinmiş oluruz:

«Ayasofya... sade mimarlık, mozaik ve başkaca bezeme sanatlarının sergilendiği bir yer değil, efsane ve inanışların da hazinesidir.» der Pertev Naili Boratav. «Bizans çağında ve d a h a sonraları da Türklerin o n u camiye çevirmelerinden sonra İstan­ bul'un Müslüman topluluğu, insan emeğinin bu y ü c e yapıyı yarat­ masında insanüstü güçlerin payı olduğuna, o n u n köşe bucağın­ da aklın ç ö z ü m l e y e m e y e c e ğ i nice sırların gizli d u r d u ğ u n a inan­ mış.»

532 yılında, Nika isyanı sırasında, Ayasofya t ü m d e n yandığın­ da İmparator Justinien yeniden bir inşaata girişiyorsa da kubbe­ ye gelindiğinde parasal zorluklar ç e k m e y e başlıyor. Bir efsaneye g ö r e de beyazlara b ürünm üş bir delikanlı ona katırlarla, çuval dolusu altın getiriyor. Heyecana kapılan imparator bu olayı yakın­ larına anlatmaya kalkınca da b ü y ü bozuluyor, altın getiren deli­ kanlı bir daha g ö r ü n m ü y o r .

«Terleyen Sütun» veya «Terleyen Direk» ya da «Ağlayan Direk» konusunda Boratav'dan aşağıdaki bilgileri aktarıyoruz:

«Müslümanlar derler ki: Ayasofya, M u h a m m e d p e y g a m b e r i n zamanında bir zelzeleden yıkılmış, tamire kalkıştıklarında kubbe­ yi bir türlü tutturamamışlar. Sonund a, Hızır'ın ö ğ ü d ü n ü dinleye­ rek, peygamberin t ü k r ü ğ ü , Z e m z e m suyu ve M e k k e toprağı ile karıştırılmış bir harç sayesinde k u b b e yapılabiliyor. Evliya Çele­ bi'ye göre, tapınağın T e r l e y e n Direk' diye adlanan s ü t u n u n u n altında karılmış bu harç. Büyük k u b b e d e n sarkan altından t o p kandili, bu mucizeye bir saygı anısı olarak Fatih astırmıştı.

Terleyen Direk (yahut Ağlayan Direk)te b u l u n a n delik, Hızır'ın, kiliseyi c a m i y e çevirmek isteyince, yapının y ö n ü n ü kıble­ ye d ö n d ü r m e k için parmağını s o k t u ğ u delik imiş. Bu delikten sızan ıslaklığın türlü dertlere deva olacağı sanılır. Hızır'ın, Kadir gecesi Ayasofya'ya geldiğine, t a m altın t o p kandilin altında namaz kılanlar arasına katıldığına inanılır.»

Ayasofya'nin «mucizeler»i ve neden o l d u ğ u inanışlar say­ makla bitmez ve her kuşak, her t o p l u m ve her inanç bunlara bir şeyler katmıştır: kimi O r t o d o k s efsanelerine göre s o n Ayasofya' nin maketi bir arı peteğinden çıkmadır, kimine g ö r e de büyük salonun ortasında bulunan, demir bir kapakla örtülü eski bir kuyunun suyu kalp hastalıklarına şifa veriyormuş.

Fetih'ten kalma bir başka efsaneye g ö r e Fatih, Ayasofya'ya girdiğinde ayin y a p m a k t a olan patrik duvarın içine girip kaybol­ muştur.

Ayasofya nerdeyse bir çeşit gizemler ve inanışlar ansiklope­ disi ise Çemberlitaş bir esrarlar seçkisidir.

Çemberlitaş ya da Constantin sütunu Bizans'ın merkezi ve de simgesi olarak bilinir ve sayılırdı ç ü n k ü , Bizans'ın Constantin tarafından fethinin (18 Eylül 324) ve kutsamasının (8 Kasım 324) bir işaretiydi. Aynı z a m a n d a başkaca kutsal emanetlerin biraraya getirildiği bir gizemler noktasıydı.

Bizans inanışlarına g ö r e Constantin sütunun temelinde Tru-v a ' d a n gelme tanrıça Pallas Atina'nın tahtadan yapılmış heykeli­ ni, N u h p e y g a m b e r i n asasını, Musa'nın sular fışkırttırdığı taşı, İsa'nın ekmekler dağıttığı g ü n d e n kalan yedi ekmeğin kırıntılarını g ö m d ü r m ü ş ve temeli kendi eli ile kapatmıştı.

(18)

Çemberiitaş'ın tepesinde yükselen ve Apollo'ya benzetilen Constantin'in heykelinde de İsa'nın haçından (çarmıhından) bir parça b u l u n d u ğ u n a dair inanışlar da vardı.

1105 yılında heykel k o p a n bir fırtınada, birkaç kişiyi de eze­ rek yıkılıyor sonraki yıllarda, İmparator I. Manuel C o m n e n o s ' u n d ö n e m i n d e , s ü t u n tamir ediliyor ve 1779'da I. Abdülhamit'in emri ile çemberler yenileniyor.

İstanbul'daki sütunlar, dizi dizi efsaneler yaratarak, etrafa gizemler dağıtıyorlar:

- Avratpazan'nda içi boş, mermer parçalarından yapılmış bir sütun ve tepesinde bir heykel, o da bembeyaz m e r m e r d e n . Yılda bir kez heykel ses verir, kuşlar etrafına d ö n m e y e başlarlar çılgıncasına ve bir kısmı yere düşer bitik. Halk onları toplar kendi­ ne bir ziyafet çeker. Bizde Avrat Taşı olarak bilinen Arcadius sütu­ nudur bu, kala kala bir kaidesi kalmıştır Cerrahpaşa'da bir de tepesinden k o p a n bir parça.

Sütun 403 yılında İmparator Yüce Theodorius'un anısına diki­ liyor İmparator Arcadius tarafından; 421'de 2. Theodosius tepesi­ ne babası Arcadius'un kuşları c e z b e d e n heykelini yerleştiriyor; 542'de sütuna düşen bir şimşek heykelin bir elini kırıyor; 740'ta ise heykel kendiliğinden devriliyor ve 1719'da sütun yıkılıyor.

Avratpazan'ndaki Avrat Taşı'na karşın Fatih'te bir Kız Taşı veya Marcianus sütunu...

Bunun tepesinde de, Bizans d ö n e m i n d e bir heykel d u r u y o r ­ d u : İmparator Marcianus'un o t u r m u ş haliyle bir heykeli. Efsanele­ re göre sorun yaratan bir imparator heykeliydi bu, ç ü n k ü yakınla­ rından geçen kızların bakire olup olmadıklarını açık açık duyur­ mak gibi kötü bir huya sahipmiş.

Evliya Çelebi de bir başka olağanüstü sütun ve heykelden söz ediyor, Çatladıkapı'da bulunan. Dört köşeli olan bu s ü t u n u n tepesindeki heykel ise tunçtan yapılmıştı ve bir çeşit haberci-ko-ruyucu görevini g ö r ü y o r m u ş : Akdeniz'den yaklaşan d ü ş m a n gemilerini haber verir, gemiler yaklaşınca da ağzından çıkan bir ateşle yakıp kül edermiş.

— 36

-Çemberlitaş'a d ö n e l i m : Çemberlitaş ve altında b u l u n d u ğ u söylenilen iç o d a ile ilgili ilginç bir y o r u m Haluk E g e m e n Sarıka-y a ' d a n gelmektedir. SarıkaSarıka-ya'nın savına göre, «Mabet Prototipi­ ne u y g u n her kutsal yapı gibi, Çemberlitaş'ın da yeraltı Agarta sistemiyle ilişkisi olması sözkonusudur.»

Bu savı ile ilgili olarak araştırmacımız 1930'lu yıllarda Ç e m ­ berlitaş civarında yapılan bir arkeolojik kazı s o n u c u labirent şek­ linde bazı dehlizlere rastlandığını, bu noktadan hareket edildiğin­ de Çemberlitaş'ın İstanbul'un altındaki dehlizlere açılan bir kapı, bir giriş hatta bir enerji noktası işlevini g ö r d ü ğ ü n ü de eklemekte­ dir, rahatça tartışılabilir bir yorumla.

Eski Bizans'ın merkezi olan H i p o d r o m , Sultan A h m e t ve civarının Aksaray'a ve belki de d a h a ötesine kadar yeraltı galerile-riyle döşendiği bir gerçektir ve Sarıkaya bu gerçeğe kaynak ola­ rak, «İstanbul'un Yedi Harikası» adlı 80 küsur yıllık bir kitaba dayanarak Yerebatan Sarayı ile Kınalıada arasında uzanan bir t ü n e l d e n de söz etmektedir.

«Köpek Öldüren Kanalı denilen bu dehlizin, Yerebatan Sara­ yı'nın gizli bir girişinden başlayarak k u z e y d o ğ u y ö n ü n d e ilerledi­ ği ve boğazın Marmara'ya açıldığı y e r d e denizaltından geçtiği, Üsküdar'dan itibaren de g ü n e y d o ğ u y a d o ğ r u bir açı yaparak, d ü z bir hat halinde, ö n c e Üsküdar-Kadıköy sahillerinin ve daha sonra gene Marmara'nın altından uzanıp Kınalıada'ya ulaştığı ve buradaki manastırda son b u l d u ğ u belirtilmektedir.»

Dehlizler, gizli dehlizler, denizaltı kanalları, kıyıları kıyılara giderek adalara bağlayan geçitler, işlevleri, simgeleri ve anlamla­ rı...

Araştırmacı Sarıkaya k o n u y u cesur bir varsayımla, ilerdeki bir b ö l ü m d e üzerinde duracağımız Agarta'ya bağlamak için gay­ ret sarfediyorsa da dehlizlerle birlikte İstanbul'un bilmediğimiz ya da pek iyi bilmediğimiz yeraltısı halen çözülmemiş sorunları ile karşımıza dikilmektedir.

Labirentlerin, gizli dehlizlerin, mağaraların ö n e m i salt arkeo­ lojik veya jeolojik değildir. İlkel inanışlara d ö n ü p dünyamızı

(19)

man bir ana gibi g ö r d ü ğ ü m ü z d e , yeraltındaki kanallar ve gizli yol­ lar bu dünyasal ananın rahminden başka bir şey değiller. Dolayı­ sıyla labirente ya da dehlize girmek anaya bir dönüştür, bir yeni­ d e n d o ğ u ş , bir arayış ve bir eğitim görmedir.

1972'de Aksaray'da belediyenin kanalizasyon inşası için yap­ tığı bir kazıda Bizans devrinden kalma bir mezarlık (katakomb) bulunuyor, ikinci katı sularla d o l u ; 1963'te Taşlıtarla'da, Havuzba-şı semtinde, o t o tamircisi Cavid Cinci b o ş bir arsada açılan bir delikten, define aramak niyetiyle yeraltına iniyor. Cinci o r t a d a n kayboluyor, tarlanın altında açılan dehlizi arkeologlar araştırıp bunun da iki katlı ve yaklaşık olarak 87 metre uzunluğunda o l d u ­ ğ u n u saptıyorlar.

Arayışlar sürdürülürken Cinci'nin cesedi bulunuyor fakat bir bataklığa varan dehlizin devamına ulaşılmıyor, ne o l d u ğ u , ne işe yaradığı ve hangi d ö n e m e ait o l d u ğ u ise kesinlikle anlaşılmıyor.

Ayaklarımızın altında yerini, sayısını ve işlevini bilmediğimiz bunca dehlizler, yeraltı yolları ve labirentler açıldığına göre zaman z a m a n yerin altından garip seslerin çıkmasına, yükselme­ sine hiç şaşmamamız gerekiyor. 26 Eylül 1980 gecesi, İnönü sta­ dının civarlarında, yeraltından gelen ve balyoz sesine benzeyen gürültüler duyuluyor. Sesleri duyan ve meraklanan bir g r u p asker ilgililere haber veriyor, yerinde bir araştırma yapılıyor fakat ne seslerin nedeni, ne de kesin çıkış noktaları anlaşılamıyor.

Anlaşılmayan veya açıklanamayan her olayın altında bir esrar a r a m a k değildir niyetimiz. A n c a k yukardaki örnekte en basit, d o ğ a l bir açıklama olarak bir yankılanmadan söz edebiliriz. Aynı şekilde, mantıksal bir süreç içinde, bu ve benzer sesleri, aşı­ rı gibi görülebilecek a m a araştırmaya her z a m a n açık bir yakla­ şımla gürültüleri henüz bilmediğimiz, gereği ile araştırılmamış bir «yeraltı yolları» varsayımına da bağlayabiliriz.

Yeraltı dehlizleri, yeraltından çıkan sesler ve yine yeraltından çıkan hayvanlar...

16. yüzyıla d ö n ü p Hans Dernshvvam'a kulak verelim:

«Birçok kimse bize inanılabilecek şu hikâyeyi anlattılar. Yıllar — 38 —

ö n c e bir g ü n Avratpazan'ndaki büyük kuleden binlerce yılan dışa­ rı fırlayıp denize d o ğ r u yola koyulmuşlar. Aralarında ç o k iri bir yılan varmış. Bu olayı binlerce kişi gözleriyle g ö r m ü ş . Yılanlar arkalarında bir toz bulutu bırakmışlar. Hiç kimse bunlara bir şey yapmamış.»

Olaya bir «yılan göçü» gibi bakabiliriz veya aynı yazarın nak­ lettiği karga örneğine bağlayarak bu t o p l u g ö ç ü n altında başka, ola ki simgesel anlamlar da arayabiliriz.

Türk mitolojisinde yılan önemli bir yer tutmaktadır, efsanele­ re göre kozmik (evrensel) âlemle birlikte yaratılmıştır ( L a k h m u ve Lakhamu), boynuzlu olunca k o r u y u c u görevini üstlenmektedir, Volga Türkleri için uğurlu bir hayvandır v.b.

Buna karşın, halk inanışlarında, bazı yılanlar uğursuz sayılır, görüldükleri yerlerde öldürmeleri gerekir. Ancak, ölü yılan yağ­ mur duasında kullanıldığı gibi yılan derisi de büyülerde, yılan göz­ leri de nazar değmelerinde kullanılır, özellikle Anadolu'da.

Aşırı göstergebilimsel bir yaklaşım gibi görünürse bile inancı­ mız şu ki her şey her şeyle her z a m a n bağıntılıdır, her şey bir neden-sohuç ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Gerçek gibi anlatı­ lan bir olayın altında gizli, simgesel bir a n l a m yatabildiği gibi efsa­ ne, masal, destan, batıl inanç diye nitelendirdiğimiz anlatıların temelinde bir gerçek de yatabilir veya yatmaktadır.

Hayvanlardan söz ettiğimize g ö r e k o n u y u sürdürelim ve bu kez bir «ayazma»ya bağlı bir efsaneyi nakledelim.

Mekânımız Silivri Kapı ve Balıklı Ayazma. Bu mekâna bağlı bir efsaneyi eski İstanbul'un ünlü ziyaretçilerinden İtalyan ozan ve yazar E d m o n d o de Amicis'in kaleminden okuyalım:

«Müslümanlar İstanbul surlarına s o n kez saldırmakta iken manastırdaki (eski Balıklı Manastırı) bir Rum keşişi balık kızart­ maktaydı. Birden mutfağın kapısında bir başka keşiş g ö r ü n d ü ve dehşet içinde bağırdı: Kent d ü ş t ü ! Nasıl? S o r d u diğeri

Bu balıklar tavanın dışına fırlarsa böyle bir şeye i n a n a b i l e c e ğ i m -Ve b u n u der d e m e z balıklar, yarı yanmış yarı p e m b e ve yalnızca bir taraftan kızartılmış olarak tavadan dışarı fırladılar ve büyük bir ihtimamla, alındıkları ve içinde halen yüzdükleri suya daldılar.»

Referensi

Dokumen terkait

Menurut Ozkan (2011:87), perusahaan dengan assetlikuid yang besar dapat menggunakan asset ini untuk berinvestasi.. yang akan diambil perusahan juga berkaitan dengan

Temperatur pembakaran porselen opak 975 °C dengan jumlah pembakaran porselen opak 2 kali direkomendasikan sebagai panduan pembuatan GTC keramik- logam untuk menghasilkan

Penggunaan iklan televisi juga pilihan yang tepat dan efektif untuk menjangkau target audiens yang luas seperti target yang telah ditetapkan oleh Biro Penmaru

Menurut pendapat kami, laporan keuangan konsolidasi yang disebut diatas menyajikan secara wajar, dalam semua hal yang material, posisi keuangan PT Alakasa Industrindo Tbk dan

Hasil penelitian dari 55 ibu bersalin primipara dan multipara yang melaksanakan senam hamil didapatkan sebagian besar keadaan his normal pada primipara dan hampir

Berdasarkan hasil penelitian ini dapat disimpulkan bahwa penambahan EDTA dalam pengencer Tris dapat mempertahankan kualitas semen beku domba garut, sehingga tetap memenuhi syarat

Manfaat dari penelitian ini adalah untuk mendapatkan formasi model hujan debit yang sesuai dengan kondisi Daerah Aliran Sungai Deluwang dengan menggunakan beberapa parameter yang

Yang didefinisikan sebagai kasus adalah fenomena khusus yang hadir dalam suatu konteks yang terbatasi (bounded context), meski batas-batas antara fenomena dan konteks tidak