• Tidak ada hasil yang ditemukan

Muzaffer Reşit - Macar Hikayeleri Antolojisi.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Muzaffer Reşit - Macar Hikayeleri Antolojisi.pdf"

Copied!
200
0
0

Teks penuh

(1)

·

MACAR

HIKAYELERi

ANTOLOJISi

(2)
(3)

MACAR

HİKA

YELERi

ANTOLOJİSİ

Hazırlayan:

MUZAFFER REŞIT

VARLIK

YAYINEVİ

(4)

BÜYÜK ESERLER

KİTAPLICI

: 182

Varlık Yayınlan, sayı

: 1549

İstanbul'da Ekin Basımevi'nde basılmıştır.

Mart,

1970

(5)

lstvan

Tömörkeny

(1866 - 1917)

Szeged yakınlannda Alman soyundan bir ailenin çocugu olarak dünyaya geldi. Eczacılık tahsil etti önce. Hoşlanına­ dı mesleginden, orduya girdi. Macar halkını orada tanıdı.

Onu yazarlıg-a götüren de bu halkın çilesini yakından görüp

lzlemesi oldu. Terhisten sonra dog-dugu şehirde yerleşerek

kütüphane, sonra da müze yöneticisi oldu. İlk hikliye kitabı 1893'te yayınlandı. En önemli eserleri şunlar: Kavaklar Al-tında, Jan Förgeteg, Basit lnsa.nJar, M'emlekete Uygun tn-&a.Diar. Ömrünü hika.yelerinin kahramanı olan basit insan· lar arasında geçirdi. Macar edebiyatının kl4siklerindendir •.

(6)

AKŞAM

KARANLIOI

Valdövö'ler yemekten kalkmak üzereydiler. Mevsim kıştı. Kışın köylerde, biri sabahın sekizinde, öteki akşam karanlığında olmak üzere yalnız iki övün yemek yenir. O akşam yemek pek lezzetli olduğu için sahanla renkli çiçeciklerle stislenmiş tahta kaşıklardan başka bir şey

kalmamıştı sofrada.

Valdövö'ler üç kişiydiler: İhtiyar Pal, kansı ve bü-yük oğullan Sandor. Civarda aynı adı ta§ıyan kimse yoktu.

Ana, salıarn götürmeye çıktı, iki adam odada yalnız kaldılar.

Artık ergin bir adam olan oğul, masada sUrahiniii yaronda kimsenin dokunmaımş olduğu şarap testisini lJa.. basma uzattı.

İhtiyar içti ve oğluna verdi. - Al oğul.

Akşam karanlığı basıyor. İki adam, hiç kon~ma­ dan, pencerenin yanındaki rafta asılı çubuklannı alarak dolduruyorlar.

Sandor, cebinden bir kibrit çıkardı, masaya sürüp çubuğunu yaktı.

İhtiyar da öyle yaptı, ama iki nefes çekince durdu: -Vay anam!

Birdenbire benzi atmıştı. Çubuğunu bıraktı. Sandor ne olduğunu sorar gibi ona döndü. İhtiyar tek kelime söylemedi. Yalmz gözleri kederlenmişti.

Bir an sonra kon~tu:

- Tütünden bir şey anlamıyorum gayri, korkanın saatim yaklaştı oğul.

(7)

MACAR HiKAYELERİ ANTOLOJİSİ - Ağzını hayra aç, baba!

İhtiyar kesip atan bir tavırla direndi: - Öyle, öyle. Biliyorum ben.

'1

Bu Pal Valdövö ne de olsa eski topraktı. On iki yıl askerlik sonucunda tunçlaşmış, erkek sesli ihtiyar-lardan biri.

O sıralarda birçoklan, süreleri dolunca aylık bol olduğundan uzatırlardı hizmetlerini. Ama o, bunlardan değildi, hatta pek alay ederdi böyleleriyle.

Oysa komutanı ondan da rica etmişti: "Kal, Valdövö, demişti; altı yüz forint az para değil."

Ama Pal dinlemek bile istememişti. Altı yüz forint kumarda yada başka yerlerde pek çabuk harcanıverir­ di. Sonra geriye bitmek tükenmek bilmez hizmet, tüfek patlatmak, üstelik cephe kalırdı.

Ordu o zamanlar hep savaş havası içindeydi. Pal da birçok savaşlara girmiş çıkmıştı. İtalyanlar ona ham hatırasını taşıdığı birkaç kurşun bile göndermişlerdi. Bun-lan bir yana bırakırsanız hiçbir zaman hastalık nedir bilmemişti.

Yaraları yüzünden -halkın deyimiyle- vücudunda ağ­ nlar dolaşırdı. Ama başka bir derdi yoktu ve ölüm hiç aklından geçmezdi.

Ölüm düşüncesinin böyle birdenbire aklına gelişinin sebebi artık tütünden lezzet duymamasıydı.

- Bak hele, Sandor, çok şey gördüm geçirdim ama, tütünün ağzıma acılık vermesi ilktir geliyor başıma.

- Sakın hasta olmayasın? - Değilim ya, olacağım galiba.

Sandor sesini çıkarmadı. İhtiyarla başedilmez. Köylüler arasında böyle söz dinlemez, yoktan para yaparak etrafındakileri bir hapishane bekçisi gibi yö• neten tipler vardır.

(8)

8 MACAR HİKA. YELERt ANTOLOJİSİ

daima ölçüyle, düşünceyle iş görürler. Kanlanndan ye-ni bir atkı parasını yada çocuklanndan eğlence yerine gitmek için gereken beş on kuruşu esirgedikleri zaman, birkaç gün için evin üzerine çökecek haksızlık havasın­ dan ilk önce üzülecek gene kendileridir. Ama böyle dav-ranmanın para biriktirmek için şart olduğunu düşüne­ rek teselli bulurlar. Pek iyi görürler ki insanlan süs-püs sevdasına düşen çiftlikler yavaş yavaş sönerler; doğru yolda yürüdüklerini gördükçe de ilkelerinde daha da inatçı olurlar. Bu eski savaşlardan artakalanlar işte böy-le insanlardır.

Sandor ağzını açmadığı için, ihtiyar tekrarladı: - Demek istiyorum ki, ölüp gidersem mirasım ki-me kalacak?

Baba, nerden çıkardın bu lafı allasen ? - Ya ölürsem?

- O zaman malın anamla bana kalır.

Acayip bir ürperme dolaştı ihtiyann vücudunda. Atıldı:

- Bırak çubuğunu, görüyorsun ki dumanını bile götliremiyorum. Ya işte kötülük de ...

Söyleyeceği şeylerin bu işle ilgili olduğunu anlatan bir işaret yaptı:

- Asıl kötülük de burada ya! Anan benim kadar yaşlı. Onun da bir ayağı çukurda. Söyle bakalım, ne edeceksin kadınsız?

Oğlan ses çıkarmadı. Sessizlik acayip bir şekilde ağırlaşıverdi. Bahçede yıkanan tabaklann gürültüsü işi­ tiliyor, arasıra toprak sobada asma dallannın korlan çöküyordu.

Ana orada bulunsa elbette daha iyi olurdu. Ama değil işte. Sessizliği ilk bozan Sandor oldu:

Sekiz yıl önce askerden döndüğüm zaman ..• - Viyana'dan dönüşlin bu güz dokuz yılını

(9)

doldu-MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ 9 racak. Hatta ananla birlikte seni kai'§ılamaya çıkmış­ tık.

- Hadi dokuz olsun. Döner dönmez evlenmek lafı edildi. Ben olmaz demedim. Ernerencia Ver'i almak is-tiyordum. Kim bırakmadı?

Sözlerinin ardından gelen ağır sessizlik içinde genç adam soruyu bir daha tekrarladı?

- Ha, kim bırakmadı?

İhtiyar oturduğu sırada büzülmüş, oğluna bakıyor. Otuz yıl önceki haliyle kendini aynada seyrediyor san-ki.

- Evet ben, bırakmayan benim. Senin gibi bir de-likanlı böyle kapılan çalmaz. O gün dediğimi bugün de diyorum: Sen bir çiftlik ağasının oğlusun, sana layık olan bir kadın getir eve. Dengini bul.

Açık pencereden Sandor, çobanın ineklerini yalağa götürüşünü seyrediyor. Hayvaniann ayaklan donmuş toprak üstünde ses çıkanyor. Hepsi de yaman h&yvan-lar. Mirasçı, tek başına bunlann ne büyük bir servet

olduğunu hesaplıyor.

Ve gözlerini pencereden ayırmadan söyleniyor: - Ben de ondan başkasını aramadım.

- Öyle öyle, biliyorum, dedi Ihtiyar. Davranışm o zaman için doğruydu. Henüz gençtin. Gençler deliş­ men olur biraz. Ama şimdi, öleceğimi söyledikten sonra, sana ciddi ciddi soruyorum: n'ideceksin kadınsız?

Sandor, gelip masaya, babasının karşısına oturdu. Söylemek istiyor ama adlan bulamıyor. Yardımcı diye şarap testisine sanlıyor. Cesaret lazım şimdi, şaka de-ğil.

- Pekala! Öyleyse ben de evlenıneye karar verdim. istediğin gün onu eve getiririm.

İhtiyar Pal dehşetle süzUyor oğlunu. -Kimi?

(10)

10 MACAR HiKAYELERİ ANTOLOJİSİ Kimi olacak?.. Emerencia'yi.

Ernerencia mı?

- Evet, Emerencia.

İhtiyarın elleri ağır masanın kenannı sıkarken tir tir titriyor. Ne soğuk bu oda. Vay canına! Dünya ada-makıllı tersine dönmüş demek. Herkes çıldırmış gayri.

Bu oğul da, Sandor da adamakıllı deli ...

Dışarda gece koyulaşıyor. İhtiyar boğuk bir sesle atıldı:

- Kim alır onu bugün? -Ben.

- Lekeli bir kızdır o. Benim için değil.

- Piçi olan bir kız.

- Piçi yoktur onun.

- Var diyorum sana. Etekleri dibinden ayrılmayan o sümiiklü nedir? Ha? Piçin biri! Hasat zamanı domuz-Ianna bağlanını talan ettiren o değil miydi? Ama ona bir kırbaç aşketmiştim, hey ... bir görmeliydin! Yüzün-den kan fışkırdı.

Bu sefer de oğul içini kavuran adsız bir kudurgan-lıkla titremeye başladı. Bu öyle bir andı ki, artık ne baba, ne oğul kalınıştır. Sadece karşı karşıya iki adam. Öyle anlardan biri ki masanın üstünde bıçak olsa iki-sinden biri kavrardı. Ama masa üstünde bıçak yoktu. Tahta kaşıklarla yemişierdi yemeği.

- Ya, demek onu kırbaçladın, öyle ml? Çok iyi, biç durma kırbaçla gene! Hem de istediğin kadar. Yü-zünden kan fışkırasıya! Bunu yapabilirsin, hakkındır. Çünkü o, biricik oğlunun biricik oğludur! Onun yüzün-den fışkıran kanın kendi kanın olduğunu nasıl tanı­ madın?

Bağnşmalara koşan ana, korka korka kapıyı açtı,

(11)

MACAR HİKA.YELERİ ANTOLOJlsİ l l

ıneden oğul ateş pliskürmeye devam etti:

-Ya, hiç durma, kırbaçla onu, öldür istersen; elin-den geleni ardına koma, torununun zavallı vücuduna do-yuncaya kadar işkence et!

İhtiyar Valdövö, şaşkın, tıpkı bir karabasan için-deymiş gibi, isyan eden oğluna bakıyor... Karanlık oda-da şimşekler çakıyor ... Neler oluyor burada, Tanrım! İnsan yaşadıkça neler görüyor!

Bir torun? Kendi torunu? Ama nasıl? Sandor ... Emer ...

İhtiyar bitkin bir halde başını eğdi. - Oğlum ... Ah, oğlum! diye mırıldandı.

Sandar'un öfkesi de yatışıyor yavaş yavaş. Biraz

yumuşuyor sesi.

- Baba, en iyisi çocukla anasını uzağa götüreyim. Böylece onu dövemezsin artık.

- Dövmek mi? Kimi dövmek? - Küçük Pal'i.

- Ne, Pal mi? Demek adı Pal!

- Dedesi gibi. Onları uzağa götüreceğim. O kadar uzağa ki, kırbacın oraya yetişemesin.

İhtiyar ana, eşikte yalvarıyor: - Sandor, Sandor! ..

Kibirli, dediği dedik ihtiyar başını kaldırdı:

- N ereye gidecekmişsin bakalım? Kimin yanına? Gitmek için nerden bulacaksın parayı?

Hakaret etkisiz kalıyor. Acı acı cevap veriyor oğul: - Beni

ta

çocukluğumdan beri uşakların .en zaval-lısı gibi çalıştırdın. Elimden bir şey gelmediğini de söy-leyemezsin ya! Ama küçüğe dokunayım deme sakın ba-ba. Kimse el sürmesin ona, yoksa ...

Tek söz ekiemiyor ve gitmeye davranıyor. Bu buz-lu gecede gidişin bir daha dönmeyesiye olmayacağını kim söyle ye bilir.

(12)

12 MACAR HİKA YELERİ ANTOLOJİSİ Ama eşikte duran ana, onu durduruyor:

- Sandor,· ·oğlum; ·beni bırakıp gitme. Gidersen ölürüm ben.

Kutsal Kitap, meleklerin ağladığını ve seslerinin çok güzel olduğunu yazar. Ne derece doğrudur, bilinmez, çünkü ölümlülerin pek azı işitmiştir o sesi. Ama yer-yüzünde bir ses vardır ki herhalde meleklerin sesine benzese gerek: analannki!

den.

Oğulun içi titriyor, başı önünde, duruveriyor sahi-İhtiyar Valdövö tahta sırasından kalkmadan: - Oğlum, diye mınldanıyor.

Sandor yüreği burkulmuş, içini çekiyor: - Anam... anam ...

Ana çekinerek yalvanyor:

- Babana bir şey demiyecen mi?

Yavuz delikanlı, yüreği burkulmuş, ne yapacağını bilemiyerek, y8.§lı kadının önünde küçülüyor, küçül'.\-yor. Şimdi ortalık adamakıllı karanlıktır. Yalnız dışar­ daki kar, soluk ışığını gönderiyor pencereden.

İhtiyar Valdövö çubuğunu raftan tekrar almak için elini uzatıyor.

Sandor! Ne var, baba!

Getir bana torunumu.

(13)

Zsigmond

Mo ri ez

(1879 - 1942)

Tiszacsecse adlı bir köyde dog-du bir 23 haziran günü.

Babası pek mUtevazı bir toprak i§çisi ve zenaatka.rdı. Çok

kalabalıktı ailesi ve yoksulluk baba evinin bcı.şlıca

özellig-iy-di. Kendi gayretiyle orta ög-Tenimini bitirdikten sonra din-bilim üzerinde yaptı yüksek ög-Tenimini. Memur oldu.

ÜnlU Nyugat dergisinde ilk yazısı "Yedi ~etellk" 1908'de

çıktı. Ölmüş çocug-unun başı ucunda, büyük bil' acı içinde

yazdıg-ı bu hika.ye, çok geniş bir ilgi yarattı. Bundan sonra bir yıg-ın hikaye, roman, makale, oyun yazdı. 1930'da

Nyugat'-ın yöneticilerinden biri oldu. Eserleri: Mutlu Adam, Kelebek, Baylar Eğleniyorla.r, Aile, Haydut, Bağlıuımış Aslan. Ölüme Kadar Iyilikten Şaşma, Meşale.

(14)

YED1

METELİK

Yoksunann da kahkahayla gülmesine izin vermek-le tannlar çok iyi yapmışlar.

Harap evierden yalnız hiçkınklar değil, yürekten kahkahalar da duyulur. Ve bu, o kadar gerçektir ki, yok-sullar bazen ağlamayı hakettikleri hallerde bile güler-ler.

Ben bu kişileri iyi tanınm. Babamın da bağlı bu-lunduğu bu Soo'lar kuşağı, yoksulluğun çetin basamak-lannı teker teker tırmanmıştır. O sırada· babam, bir ma-kine atölyesinde işçiydi. O çağlarla hiç övünmez, kim-senin övündüğü yoktur zaten. Bununla beraber, bir ger-çektir.

Ve şurası da bir gerçektir ki, gelecekteki yaşamım­ da, çocukluğurnun şu birkaç yılında güldüğüm kadar gülmeyeceğim... Gülmeyi, sonunda gözlerinden yaşlar inecek ve boğulasıya bir öksürüğe tutulacak kadar iyi bilen kırmızı yüzlü, neşeli anam olmadıkça nasıl güle-bilirim ki!

Ve hiç kuşkusuz anam da, ikimizin bir öğleden sonrayı yedi metelik aramakla geçirdiğimiz o günkü ka-dar hiç gülmemişti Aradık ve bulduk! Üçtinü dikiş ma-kinesinin çekmecesinde, birini dolapta, arkası daha güç-lükle geldi.

İlk üç meteliği bulup çıkartan, annem oldu. Bu kü-çük çekmecede daha fazlasını bulacağını sanıyordu, çün-kü ona buna dikiş diker ve kazandığını hep buraya ko-yardı. Benim için, bu çekmece tükenmez bir define ma-deniydi, güzel şeylerin, mucizeyle gökten inmiş kudret

(15)

MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ 15

helvası gibi masanın üzerine dökUlUvermesi için bura-ya elimi daldırmak yeterdi.

Bunun için, annemin çekmecenin kıyısını köşesini araştınp iğneleri, yüksükleri, makaslan, kurdel&. parça-lannı, şeritleri, düğmeleri altüst ettikten sonra, birden-bire hayretle:

- Saklanmışlar! diye bağırması., beni çok ;::aşırt­

mıştı.

- Kim saklanmıi!J? diye sordum.

- Küçücük meteli.kler ... diyen annem, kahkahayı bastı.

Çekmeceyi çıkardı.

- Gel, yavrum. Ne etseler bulace.ğız onlan, ma• dem ki saklanıyorlar, o kumazlar! O hınzır küçücük me-telikler! ..

Çömeldi ve çekmeceyi büyük bir dikkatle, sanki uç-malarından korkuyormuşcasına, yere koydu; hatta şap­ kanın altında yakalanan bir kelebekmiş gibi, birdenbire üstünü de örtüverdi.

Gülmernek mümkün değildi.

- İşte yakalandılar, diyerek güldü ve çekmecenin üzerini açmakta acele etmedi. Yalnız bir tanecik bile olsa, mutlaka buradadır!

Ben de çömeldim, çıkıverecek olan meteliği gözle-meye başladım. Fakat hiç kıpırtı yoktu. Gerçekte, bir şeyin çıkıvermesini de o kadar ummamıştık hani

Bakışlarımız karşılaştı ve bu çocukça şakaya gül-dük.

Tersyüz edilmiş çekmeceye dokundum. Annem fısıldadı:

- Şşşt! Yavaş, yoksa sıvışırlar. Sen meteliklerin ne kadar çevik hayvanlar olduğunu bilmiyorsun henüz. .. Öyle hızlı koşarlar ki, yuvarlanırlar, hem de nasıl! ..

(16)

16 MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ hızlı yuvarlandığını deneyimle biliyorduk, ikimiz de.

Tekrar ciddileştiğimiz zaman, çekmeceyi sarsmak için elimi uzattım.

Annem:

~ Hey, dur! diye bağırdı gene.

Korktum ve sanki yanar bir sobaya değdirmişcesi­ ne parmaklarımı hemen çekiverdim.

- Dikkat et, küçük savurgan! Onları harcamak için ne kadar da telaş ediyorsun. Burada gizlendikler süre-ce, bizimdir onlar. Varsınlar biraz daha kalsınlar, çün-kü, biliyor musun, çamaşır yıkayacağım, sabun gerek. En aşağı yedi meteliğim olmalı, yoksa bana sabun ver-mezler. Üç metelik var; burada, bu küçük evde gizle-nen dört metelik daha gerek bana. Burada otururlar, fakat rahatsız edilmekten hoşlanmazlar, aksi halde kı­ zar ve savuşurlar, bir daha gelmezler. Bunun için dik· katli ol, çünkü para, gururludur, ona tatlılıkla davran-mak gerekir ... Saygı göstermek gerekir. Vara yoğa kı· zar, tıpkı soylu küçük bayanlar gibi. Onu yerinden çı­ kartmak için bildiğin tekerleme yok mu hiç, sümüklü-böceği yuvasından çıkarmak için söylenen tekerlerneler gibi?

Bu gevezelik sırasında kaç kez güldük? Bilemiyo-rum, fakat bu sümüklüböcek çağırısı öylesine gülünçtü ki..

siz.

"Çıkınız metelik babalar! Evinizde yangın var!" Ve, küçük evi altüst ettim.

Bin türlü ıvır zıvır vardı, fakat para, hiç.

Annem de yüzünü buruşturup, aradı taradı... Çare-Bütün öteheriyi topladım, tekrar çekmeceye koydum. Bu sırada annem, kafasını patlatırcasına düşünüyordu.

(17)

MACAR H1KA. YELERt ANTOLOJİSİ 17 Acaba bir yere para koymuş! uğu yok muydu? Fakat hiç

hatırlayamıyordu. · ·

Bir fikir zihnimi kurcalamaktaydı.

Anne, nerede metelik bulunduğunu biliyorum ben.

Nerede, oğlum, söyle de kar gibi erimeden ara-yalım onlan.

- Aynalı dolapta, çekmecede.

- Oh, zavallı küçüğüm benim, iyi ki bunu daha önce söylemedin, yoksa kaçariardı elimizden!

Kalktık ve aynalı dolaba yaklflŞtık, uzun süredir aynası yoktu zaten. Bununla beraber, çekmecesinde, bil~ diğim o metelik bulundu. Üç gün var ki, bu meteliği aşırmaya hazırlanıyor, bir türlü cüret edemiyordum. Bu yürekliliği gösterebiimiş olsaydım, şeker alacaktım.

- İşte dört meteliğimiz oldu bile! Sıkma canını; en güç yanını atlattık demektir. Artık yalnız üç mete~

lik eksiğimiz kaldı. Madem ki, bir saat içinde, şu dört meteliği bulduk, o halde akşam kahvaltısına kadar g~ ri kalan üçünü de bulacağız demektir. Hadi, çabuk, bel~ ki öteki çekmeeelerde de buluruz ...

Ah, öteki çekmeeelerde olsaydı... Çünkü eski aynalı dolap, içine konacak çok şeyin bulunduğu evlerde biz· met görmüştü. Fakat zavallıcığın, bizim evde pek dol~ duğu yoktu... Öylesine veremli, öylesine kurt yemiş, öy~ !esine sarsaktı ki ...

Annem, her çekmeceye bir vaız veriyordu.

- Bu, eskiden zengin bir çekmeceydi. Bunun hiç~ bir zaman bir şeyi olmadı. Şu her zaman borçlarla d~ !udur ... Ve sen, sefil dilenci, senin de hiçbir zaman me~ teliğin yoktur! Hiçbir zaman da olmayacak, bizim yok~ sunuğumuzun bekçisisin sen. Oh olsun sana, istediğim F. 2

(18)

18 MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ

zaman bana metelik veriyor musun ki? Şu, en zengini-dir! diye, gülerek bağırdı ve dibi bulunmayan, en alt-taki çekmeceyi çekti, aldı.

Onu benim boyuuma geçirdi ve kahkahalar atarak yere oturduk. Birdenbire:

- Bekle, dedi. Şimdi paramız olacak! Babanın ce-ketinde bulacağım ben.

Duvara çiviler çakılmış ve bu çivilere de ceketler asılmıştı. Mucizenin en büyüğü! Elini bir ce be daldıran annem, hemen bir metelik çıkardı.

Gözlerine inanamıyordu.

- Tamam! diye bağırdı. İşte! Kaç oldu bakayım! Artık sayılamayacak kadar çoğaldılar. Bir, iki, üç, dört, beş ... Beş! İki tanecik daha gerek. Nedir ki, iki mete-lik? Hiç! Beşin bulunduğu yerde, iki daha pekila var-dır.

Bütün cepleri dikkatle araştırdı, fakat ne yazık, bo-şuna. En güzel şakalan bile bir metelik daha çıkartma­ yı başaramadı.

Heyecan ve çaba, annemin yanaklanna kocaman ko-caman kırmızı güller çizmişti. Çalışması yasaktı, hasta ediyordu bu onu. Gerçi kuşkusuz bu, olağandışı bir ça-lışma sayılırdı. Hiç kimseye para araması yasaklanamaz ki!

Akşam kahvaltısı saati geldi, hatta geçti bile. Ak-şam oluyordu neredeyse. Babama yann bir gömlek ge-rekecekti, ve yıkamak mtimkün değil! Kuyu suyu, ma-kine yağı lekelerini çıkartmaya yetmez.

Birdenbire annem, elini alnına vurdu.

- Oh! ne aptalım ben! Ceplerime bakmadım bile! Madem ki şimdi aklıma geldi, gidip bakacağırol

Dediğini hemen yaptı. Ve işte orada da bir mete-lik buldu. Altıncıyı.

(19)

MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ 19

İyice heyecanlanmı§tık artık. Bir tek meteliğimiz ek-sikti ...

- Sen de ceplerini göster bana. Belki orada var-dır ...

Ceplerim ... İstediğim kadar gösterebilirdİm onlan, boştular.

Gece oluyordu ve biz elimizdeki altı meteliğimizle kalmıştık, hiç meteliksizmişizcesine yararsız altı metelik-le. Yahudi veresiye vermezdi ve komşular da bizim ka-dar yoksuldular. Öyle olmasa bile herhalde gidip onlar-dan bir metelik isteyecek değildik!

Yoksulluğumuza yürekten gülrnekten başka yapacak hiçbir şey yoktu.

Annem, gülrnekten neredeyse sarhoş olmuştu. O zaman bir dilenci çıkageldi. Şarkı söyler gibi bir sesle, yakındı, dertlerini saydı döktü.

Annem:

-Yeter, ihtiyar! dedi. BUtUn öğleden sonrasını, çey-rek kilo sabun alabilmek için eksiğim olan bir mete-liği aramakla boşuna geçirdiın ben.

Sakin yüzlü bir ihtiyar olan dilenci, anneme şaşkın şaşkın baktı.

- Bir metelik mi? dedi. - Eh, evet.

- Ben size vereyim.

- Bir bu ekaikti! Bir dilenciden sadaka istem ek. - Bırak, kızım, bir şeyden yoksun bırakmaz ki bu beni. Zaten tek eksiğim mezaremın kazması. Bununla, işler yoluna girecek.

Metelfği avucuma koydu ve ayaklannı sürüyerek ve tekrar tekrar teşekkürler ederek gitti.

Annem:

- Tannya şükürler olsun, dedi. KOIJ çabuk ...

(20)

20 MACAR HİKA YE LERİ ANTOLOJİSİ

Gördün mü i§i? Artık yıkayamam, gece oldu, lfımbada da bir tek damla gaz kalmamış.

Boğulurcasına gülüyordu. Acılı, kötü bir gülüş. Onu tutmak için ilerlediın; başını birkaç kez avuçlarının için~ de salladı ve elimin üzerine sıcak bir şey aktı.

Kandı bu, onun sevgili, kutsal kanı, gülmesini o kadar iyi bilen, yoksullar arasında pek az kimsenin bil-diği kadar iyi bilen anaının kanı.

(21)

Lajos

Nagy

(1883 -1954)

Apostag adlı küçük bir lröyde doğan L. Nagy, bir aile yanmda lala olarak yüksek öğrenimini tamamlayabildi. İlk

hikA-yesi 1909'da çıktı. Sonra bunlan başkaları izledi. 500 kadar hikAye yazdı böylece. Birkaç değerli romanı ve top-lumsal eserleri de vardır.

Hayatını kalemiyle kazanmak imkanını bulamadığı için küçük memur oldu, sonra kitapçılık yaptı, ama yoksulluk-tan kurtulamadı. Otobiyografyasının bölümlerine Başkaldıran Adam, Sürgün gibi adlar vermiştir. Bu eseri çağının Maca-ristan'ını her yönlyle yansıtan bir ansiklopedidir Adeta.

Kurtuluştan sonra Kossuth ödülUnU aldı. Başlıca eser-leri: İyi Çocuk, Ders, Bina, Budapeşte Kahvesi, Mağazanın 1}9 Hanunkızı, Köyün Maskesi, 1919 Mayısı.

(22)

FARELER

Küçük farelerle büyük insanlar üzerine yazılmış bu öykü, güzelim eski günlere ait. Küçük fareler canayakm, kurnaz hayvanlardır, gri, çevik ve ürkek olurlar, çok hassas, sivri, küçücük bir burunlan, oynayıp duran uzun bir kuyruklan vardır, sesleri günahsız, incecik bir ci~ yaklamadır. İnsana gelince, aman efendim, insanoğlu öyle fareler gibi kolayına nitelenecek gibi değildir ki...

Bir bahar sabahı, üç garip, içkili adam boş bir bul~ var kahvesine girdiler. Bir masa arayıp pardestilerini sırtlanndan çıkannağa çalıştıklan sırada, sıska ve so~ luk yüzlü gençten bir adam olan gardropçu hemer. yan~ lannda bitiverdi, üçünden birinin pardesüsünü işbilir el~ leriyle çıkardı.

"Çekil başımdan, canın cehenneme," diye homurdan~ dı bu adam gardropçuya.

"Size yardım etmekten başka bir şey yapmıyorum," diyerek kendini beceriklilikle savunmağa kalkan gar~ dropçu, bu suretle önce şu düşmanca havayı bir yunıu~ §atayım, dedi. Sonra, birbirinin üstüne konmUŞ üç par~ desüyü kaldınp, ürkek, ama yine de biraz cüretli, sader de gelmeyi denedi:

"Pardesüleri gardroba götürebilir miyim?"

"Canın cehenneme .. " diye homurdandı yine aynı müş· teri; öbür ikisi de gardropçuyu gözleriyle yiyor gibiy· diler. Gardropçu alttan almadı:

"içerde daha iyi korunmuş olurlar.. Baı:ıka gelen müşteriler de olacak, belki pardesülerinize göz-kulak ola· mazsınız .. yitip giderler bakarsınız." ·

(23)

MACAR II1KA.YELERİ ANTOLOJİSİ 23 Garson da çoktan gelmişti, müşterilerin bir şey ıs· marlamakla meşgul olduklan sırada, gardropçu ona bu-na bakmaksızın pardesülerini alıp götürdü. Müşterilerin Eın kaba-saba görüneni, pardesülcrin sandalyelerin üzerin-de olmadığını görünce, ver yansın etti:

"Nerde o sıska Yahudi bakayım?"

Ama çok geçmeden yine ısmarlanacak şey üzerinde durdu; "Leanyka" değil, ille de "Csopaki" içilsin diye tutturuyordu. Arada, yine bağırmaktan kendini alama-dı:

"O sıska Yahudi nerde yahu?"

Oldukça uzun bir süre sonra, gardropçu elinde nu-maralarla geldi. "Müşterileri"nin öfkesi biraz yatışsm diye, bile bile gecikmiş gibi görünüyordu. Neden sonra geldiğinde, kasıntılı hareketlerle eğilip kalkıyor, sıkılgan gülümsüyordu. İçkili müşteriler, gardropçuyu hiç konuş­ maksızın tepeden tırnağa s üzüyor, komik gülümsernesi y-le ürkek ürkek göz kırpmasını nefretle gözden geçiri-yorlardı. Üstelik kara, kıvırcık saçlannı, biraz kemerli burnunu bile, söz gelişi, ineelerneğe girişmişlerdi ve alay· cı alaycı sınbyorlardı.

"Pardesülerimizi sabşa çıkarmışarndır diye düşün­ düm de .. "

"Rica ederim," diye kekeledi gardropçu, "ben öyle

IJeY yapmam."

"Hay kahrolası, neden yapmazmı§sın bakayım? Ne-den satmayacakınışsın? Bu, sizin hepinizin kanına işle­ miştir be! Almak, satmak, almak, satmak ... Benim par-desüro olmuş olmamış urourunda mıdır senin? Sen Haz-reti Musa'nın sırbudakini bile okutursun be!.. Düzen· baz herüler siz de, kes hadi, o kadar."

Bir süre sonra müşteriler sigara istedi; sigarayı da gardropçu getirdi kendilerine, çUnkU barmen yine onıa.­

(24)

24 MACAR HiKAYELERİ ANTOLOJİSİ

erken saatleri olduğu için bir köşede uyuklamaktaydı. İki krona karşı gardropçu doksan fenik geri vermişti, parayı verirken masanın üzerine önce üç tane yirmi fe-niklikle, ardından iki de ufaklık para koydu, bir süre, sanki kendi parasını arıyormuş gibi durduktan sonra, be::ı tane yirmi feniklik daha koydu.

Sigarayı alan müşteri, gardropçuya altı fenik bah-şiş verdi ve gardropçu masadan uzaklaşır uzak!aşmaz aç-tı ağzını yumdu gözünü: ·

"Gördünüz mü, gözünü nasıl kar hırsı bürümüş Ya-hudinin? Macar vatandaşı nasıl baş edebilir bununla? Bunların sayıca çok olduğu yerde her Macarın mahvo-lacağı garanti. Buradaki manevrasının farkına vardınız mı? Önce üç tane altılık çıkardı. Dördüncüyil ufaklık olarak verdi, kendisine on fenik bahşiş verecek kadar budalaysak, ufaklık para da bulunsun istedi. Belki daha az vermek isteriz diye de bozuk para çıkarmayı da ih-mal etmedi. Ama bozuklukları hemen çıkarsa ya, ne ge-zer, belki sabrımız tükenir ve "üstü kalsın" deriz diye bekledi, ceplerini karıştırdı durdu. Bir şey verirken bile böylesine kurnazdır bu Yahudiler işte .. "

"Neden bahşiş verdin ona?"

"Vermek gerekiyor da ondan, küstahlığıyla ne ya-pıp ediyor, zorluyor seni buna .. Bir an önce defolup git-sin diye birkaç kuruş veriyorsun işte." Böylece, bezir-gan lık, küstahlık ve diğer ruhsal niteliklerle günahkar-lık konusunda genel bir tartışmaya girişiimiş oldu. Bah-~işi vermiş olan adam, altı fenik tutarındaki paradan ötürü kendini kazıkianmış gibi hissediyordu çoktan; ve şimdi, sıska Yahudi üzerine ciddi gözlemlere girişiyor, ne var ki bunu yalııız gardropçular, kıvırcık saçlılar, soluk yüzlü sıskalar açısından değil, genel bir görüşle ve sözü Yahudilere getirmek için, yapıyordu. Ufak çap.

(25)

za-MACAR HİKA YELERİ ANTOLOJİSİ 25 ran vardı ki .. Ülkede oturanlan üç ana gruba aym~ yordu: Efendiler, köylüler ve Yahudiler. "Efendi" adı üstünde efendiydi işte. Köylü hoş "pasaklı köylü"ydü, ama ne de olsa sırası geldi mi, mert, sağduyulu ve gü~ venilir Macar halkının yanındaydı. Yahudiye gelince, Ya~ hudi Yahudiydi işte, o kadar. Topu da düzenbaz, he~ sapçı ve güvenilemezdi. Örneğin şu gardropçu işte, na~ mussuzun biriydi. Hergele.. Allah dediğinden başkasına

inanılmazdı herhalde.

Ne aşağılık herifin biriydi bu gardropçu kimbilir. Bu tipte bir adamın çalu~mayacağı belliydi. Böylesi ça~ lışmaz, bezirganlık ederdi. HO§ henüz bu kahvehanede çalışır görünüyordu ama, hangi çıkarcı küçük işin ar-dındaydı kimbilir. Bugün gardropçu olmasına gardrop~ çu ama, yann garanti eski paçavralarla dolu bir dük-kanı, öbür gün de bir kahvehanesi olacaktır. İşte böyle-sine zararlı bir böcektir bu Yahudi ..

Konuşma birdenbire bir kadının çığlığıyla kesildi. İçkili baylar kalkıp, çığlığın geldiği vezneye doğru koş­ tular. Bir şey olmamış, mutfaktaki yamak, kahvehane-de fare bulunduğu için, karanlık bir köşeye kurulmuş olan fare kapanını ortaya çıkarmıştı. Kapanın içinde üç küçük fare çırpınıp duruyordu. Çığlık, cesur mutfak yainağının elindeki kapanla yanına gittiği veznedeki ka-dından gelmişti. Mutfak yamağı, elindeki kapanı, sırı­ tarak mutfak masasının üzerine koydu. Sigarasını he-nüz bitirmemiş olan barmen, yanar sigarayı tel örgü-den içeri sokarak farelere eziyet etmeğe başladı. Bay-lar bu oyuna katıla katıla gülüyorlardı. Barmen siga-rasının ucundaki ateşi tellerin arasından içeri sokuyor, küçük fareler altalta üstüste koşuşuyor, sigaranın ateşi­ ne dokunup burunlarını yakıyorlardı. Barmen, sigarası­ nın ucunu farelerden birinin gözüne dokundurd)l. Ne var ki müı:ıteriler, yerlerine dönmüş olduklan için,

(26)

bu-26 MACAR HİKA YELERt ANTOLOJ!S!

nu göremediler. Eğlence yeteri kadar ilginç değildi her-halde. Gardropçu -barınene göre daha aşağı bir işde ol-makla birlikte- korkuyla barınene çıkışıp fareleri rahat bırakmasını söyledi. Mutfak yanıağının bütün beklediği gardropçunun dehşete düşmesiydi sanki. Kapanı yanı­

na çekti, süt kepçesiyle kazandan sıcak su alıp, delir-miı:ı gibi bir öteye bir beriye koşuşup duran farelerin üzerine döktü. Veznedeki kadın, bu feci salıneyi görme-mek için ellerini yüzüne kapadı. Sinirlenmiş olan gar-dropçu, bu alçaklığı protesto ediyor, ötekiler -barınen, garson ve biraz önce onlara katılmıı:ı olan sütçü- gülü-yorlardı. Mutfak yamağı şimdi de demir kaplamalı ka-panı almış, sıcak ocağın üzerine koymuştu. Kapan ça· bucak ısınınca fareler acıdan ikibüklüm oldular; ama mutfak yamağı memnun sıntıyor, kurnaz kurnaz gar-dropçuya bakıyordu. Garson neden sonra mutfak yama-ğına çıkıştı: "Kes artık hadi, yeter!.."

Gardropçu umutsuz bir bakışla bu işkenceye seyir· ci kaldıktan sonra, ısınmış kapanı ocaktan çekmek üze-re mutfaktan içeri dalmak istediyse de sütçü, kendisini yakaladı, sıkı sıkı tuttu, sütçü daha kuvvetli olduğu için gardorpçu elinden kurtulamıyordu. Bağırınağa baş­ ladı:

"Alın şunu ordan.. Alçaklık bu yaptığınız.. Onlan suya atın, öldürün, ama zavallılara işkence etmeyin böy-le .. "

Veznedeki kadın da yakınıyordu: "Aman Allahım, ne kalpsiz insan bu."

Mutfak yamağı sınırsız bir rahatlıkla cevap verdi: "Önce biraz ısınsınlar hele."

Gardropçu, artık karan kararınış gibi, kendisini sım­ sıkı yakalamış olan sütçliye bağırdı:

"Bırak beni .. Bırak diyorum, yoksa yapıştırının yum· ruğu."

(27)

MACAR HİKA. YELERt ANTOLOJİSİ 27 Ortalık sessizleşti. Bu cüretli ıtutku sütçüyü şaşır­ tmca, sütçü, gardropçuyu bıraktı. Güıilltü patırdı üç müşteriyi yeniden etkilemişti.

"Zayıf Yahudiye dayak mı atılıyor yoksa?" Gar-dropçu mutfaktan içeri daldı, ne var ki mutfak yamağı göğsünden ittiği gardropçuya maşasını kaldırdı:

"Bırak fareler ısmsın .. "

Gardropçu umutsuzluk içindeydi, nerdeyse ağlama­ ğa başlıyacaktı. Birden bağırdı:

"Bugün iki forint kazandım. Fareleri rahat bırakır­ san, parayı sana veririm."

Mutfak yamağı cevap vermeyip, sınıkan ve keyifli bir bakışla fare kapanına ve içinde dellıer gibi tepinen küçücük hayvaniara bakıyordu. Baylar. ~ahkahayla gül-rneğe koyuldular, içlerinden biri kahkahadan ikibüklüm olarak bağırdı :

"Ben demedim mi? Yahudi yine iş peşinde işte.'' Gardropçu artık kendini tutarnayıp haykırarak düş· manının, mutfak yamağının, üzerine atıldı. Bu arada vez-nedeki kadın da mutfağa koşup bir havluyla yakaladığı fare kapanını suyun içine fırlatmıştı.

Garson kavgacılan ayırdı. Komedi sonuna ermişti. Seyirciler dağıldı, baylar gülüyorlar. altı fenik bahşiı, vermiş olan -vermek zorunda kalmıştı ya· hemen de ciddi bir havaya bürlinen hayal gücünden duyduğu se-vinçle kabına sığamıyordu:

"Hay Allah, şu sıska Yahudinin fare kapanında na-sıl çırpmdığını bir görebilsem ne iyi olurdu."

"Sigaranın ucuyla nasıl oynatılırdı kimbilir," diye ekledi öteki.

"Ya biraz da ısıtılsa nasıl olurdu dersiniz?" diye sürdürdü üçüncü de çıngıraklı bir kalıkahayla.

(28)

Dezsö

Kosztolanyi

(1885 • 1936)

Szabadka'da soylu bir aydın ailenin çocuğu olarak dün-yaya geldi. Orta ö{trenimini doğduğu şehirde yaptı, sonra

Bu-dap~te Edebiyat Fakültesi'ne girdi. Fakat tahsili yarım bı­

rakarak gazeteciliğe başladı. Nyugat (Batı) dergisinin önem-li bir yazarı oldu. Yıllarca Macar PEN Club'ü başkanıydı.

İnanılnıayacak bir kolaylıkla durmadan yazdı. Bununla bir-likte hiç dilşürmedi eserinin kalitesini. lik eserini 1907'de Dört Duvar Arasmda adıyla yayınladı. Sonra eserler birbi-rini kovaladı: Tarlakuşu, Neron, Yaldızlı U~urtma, Absolve Domlne. HikAye kitaplan da yazdı. Deneme ve makaleleri ölUmünden sonra ll cilt halinde yayınlandı. Dünya

(29)

BANYO

Güneş, her şeyi yakıp kavuruyordu.

Balaton kıyısındaki küçük sayfiye köyü, tıpkı gece fotoğraf çekilirken yakılan magnezyum ışığıyla aydın­ lanmış gibi ışık altındaydı. Kireçle badanalanmış evler, mısır ambarları, her şey, kumdan bir çerçeve içinde, bembeyaz görünüyordu. Gökyüzü bile. Ve akasyaların tozlu yaprakları kağıt gibi bembeyazdı.

Saat iki buçuk sularıydı.

O gün, Bay Suhajda yemeğini erken yemişti. Ve· randanın basamaklarını indi ve sayfiye evinin avlusun-da bulunan küçük bahçeye yöneldi.

Şair karanfillerinin ortasında tığ işi yapan bayan Suhajda, sordu:

- N ereye gidiyorsun?

Elinde kiraz rengi mayosuyla Bay Suhajda esne· yerek:

- Gölde banyo yapmaya, dedi. Kadın yalvardı:

- Hadi, onu da götür, ne olur ... -Olmaz.

-Neden? Kocası:

- Çünkü hınzır bir çocuk o, cevabını verdi ve bir an sustuktan sonra ekledi: Çünkü işe yaranıazın biri o, çalışmıyor hiç.

Kadın omuzlarını kaldırarak itiraz etti: - Hayır, çalışıyor, btittin sabah çalı§b.

(30)

30 MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ

Mutfağın önünde bir sıraya oturmuş, on bir yaşın­ da bir oğlan çocuğu, kulak kabarttı. Dizlerinin üzerin-de kapalı bir kitap tutuyordu: Latince bir gramer.

Sıska bir çocuktu bu, saçlan makineyle, kısacık ke-silmişti. Kırmızı bir fanilası, keten kısa pantolonu ve ayağında sandallan vardı. Annesiyle babasına göz ucuy-la bakıyordu.

Babası çenesini kaldırarak ona sert, haşin bir ta-vırla sordu:

- Pekala, "hamdolsun" nasıl denir, söyle baka-lım?

Çocuk, düşünmeden, kekeledi:

- Lauderentur; bu sırada sanki okuldaynuş gibi ayağa kalkmıştı.

- Lauderentur ha. Bay Suhajda, alaylı bir tavır­ la başını eğdi, Iauderentur, ha? Hadi oradan sen de, bütünlernede bile kalacaksın.

- Biliyor -annesi onu bağışiatmaya çabalıyordu-, biliyor ama, şaşınyor. Senden korkuyor.

Suhajda aldığı kararı kesinleştlrmek istercesine, ken· di kendine: onu okuldan alacağım, diye tekrarlıyordu, yemin ederim ki alacağını onu. Bir çilingirin, veya bir arabaemın yanına çırak vereceğim... Aklına hiç getir-memiş olmakla beraber, öfkesi içinde neden bu nıesle~ seçtiğini kendi de pek bilmiyordu.

Anne:

- Buraya gel, Jancsi, dedi. Çalışacaksın değil mi, yavrum?

Bay Suhajda:

- Bu miskin beni öldürecek, diye sözünü kesti, çünkü öfke, ona yatıştıncı iliiç etkisi yapıyordu; hid-detinin damarianın açmış ve aağlığına olumlu etki ya-parak öğle sonrası sıkıntısını geçirmiş olmasından mem-nun, tekrarladı: Öldürecek beni.

(31)

MACAR HİKA.YELERİ ANTOLOJtst 31

Çocuk, alçak sesle mınldandı: - Çalışacağım.

Ufalmış, yokolmuş, alçalmış, gözlerini annesine kal-dırarak, himaye aradı.

Babasını görmüyordu bile. Daha çok, hissediyordu onu. Her yerde, her zaman, korkunç bir şekilde.

Bay Suhajda küçümser bir el hareketiyle: - Çalışma, dedi. Sakın çalışma. Gereksiz bu. Anne:

- Evet, çalışacak, dedi, çocuğun başını koluyla sa-rarak okşadı. Sen de onu affettin. -Birdenbire, fazla söze lüzum görmeksizin-: Jancsi, dedi, git mayonu al. Ba-ban seni de göle banyoya götürüyor.

Janesi ne olup gittiğini anlamamıştı, şaşırtıcı ve ke-sin bir çabuklukla, bu bitmez tükenmez tartışmaya son verdirmiş bulunan, annesinin müdahalesinin ne anlam taşıdığını çözememişti. Bununla beraber, hemen veran-daya koştu. Sonra, küçük, karanlık bir odaya girerek, kiraz rengi mayosunu bütün çeKmeeelerde aradı. Bu ma-yo, tıpatıp babasınınkine benziyordu, yalnız ondan daha küçüktü. İkisini de Bayan Suhajda dikmişti.

Baba, duraksıyor gibiydi.

Kansına bir şey söylemeden, geciken oğlunu bekli-yormuş gibi, frenküzümlerlnin yanında durdu. Sonra, fik-rini değiştirmiş olacak, parmaklıklı kapıdan çıktı ve her zamankinden daha ağır, göle yöneldi.

Yumurcak, uzun süre arandı.

Janesi beşteydi ve Latinceden bitirme sınavını ve-rememişti. Bu yaz, bütünleme sınavına hazırlanıyordu. Bununla beraber, tatilde derslerini pek ciddiye almadı­ ğından, babası onu, bir hafta banyodan yoksun bıraka­ rak cezalandmnıştı. Cezasının bitmesine daha iki gün vardı herhalde. Bunun için, fırsattan yararlanmalıydı. Oraya buraya saçıllllUj giysiler arasında .telSşla maya-sunu aradı.

(32)

32 MACAR H!KAYELERİ ANTOLOJİSİ

Sonunda, ele geçirdi onu. Bir şeye sarmadan, elin-de saHayarak avluya çıktı. Yalnız annesi onu bekliyor-du. Ayaklarının ucuna basarak alelacele, o sevgili, gü-zel yüze bir öpücük kondurdu; sonra, babasına yetiş­ rnek için koştu.

Annesi ardından, az sonra kendisinin de kumsala ineceğini seslendi.

Bay Suhajda, yayalara aynlmış yolda, yirmi adım kadar önünde olmalıydı. Koşarken Janesi'nin sandalları tozlu yola sessizce vuruyordu. Çok geçmeden babasına yetişti, kibritotu çitinin orada. Fakat biraz önce yavaş­ laınıştı ve yanına, ihtiyatla, geri gönderilmekten kor-kan bir köpek gibi usulcacık sokuldu.

Baba bir şey söylemedi. Arasıra çocuğun yan yan kısa bir göz attığı suratı asık ve kaskatıydı. Başını yük-sek tutuyor, gözleri boşluğa dalmış, öyle gidiyordu. Onu fark bile etmemiş, onunla ilgilenmiyor gibiydi.

Az önceki güzel haberle canlanan Jancsi, adamakıl­ lı bozulmuş tu; üzgün üzgün yürüdü; susamıştı, su iç-mek istiyordu, tuvalete gitiç-mek istiyordu, geri döniç-mek geliyordu içinden, ama babası tarafından yeniden azar-lanmaktan korkuyordu; bunun için, kendi gelişiyle ya-ratılmış bulunan bu duruma, daha kötüleşir korkusuyla boyun eğmek zorunda kaldı.

Başına gelecekleri, bekliyordu, kaygılı kaygılı. Köşklerden göle yol, aşağı yukan dört dakika sü-rerdi.

Burası, taşlık Zala kıyısında, berbat, elektriksiz, her türlü konfordan yoksun bir sayfiye köyüydü. Üçüncü sınıf bir köy. Küçük memurlar tatillerini burada geçi-rirlerdi.

Kadınlar, gömlekli erkekler, çıplak ayak, avlularda, dut ağaçlannın altında durmuş, karpuz, başlanmış mı­ sır yiyorlardı.

(33)

MACAR HİKAYELERİ ANTOLOJİSİ 33

Bay Suhajda tanıdıklannı her zamanki nezaketiyle selamladı, bu da çocuğu, bu mutlu soluklanma anında, ne de olsa, babasının göründüğü kadar öfkeli olmadığı düşüncesine kapılmaya yöneltti.

Bununla beraber, biraz sonra babasının alnı gene aertleşiverdi.

Ağustosböcekleri güneşte ötüşüyorlardı. Durgun su-yun tatlımsı kokusu onlara kadar geliyordu; plaj te-sislerinin kurt yemiş yapılan görünmüştü bile ve Bay Suhajda hep susuyordu.

Plaj bakıcısı Bayan İstenes, topuzunu kırmızı bir eşarpla sarmış, onlara kabinierin kapısını açtı ve girdi-ler: birincisine baba, genellikle Bayan Suhajda'ya ayn-Ian ikincisine çocuk.

Kumsalda başka kimse yoktu, yalnız bir genç, de-linmiş bir sandalı onarmakla meşguldü. Yerde, pasian-mış çivileri düzeltmeye çalışıyordu.

Önce Janesi soyundu.

Kabinden çıktı, fakat ne yapacağını kestiremedi: o kadar arzuladığı suya girmeye cesaret edemiyordu. Sı­ kıntıyla, gözlerini ayak parmaklanna dikti. Babası ha~ zırlanıncaya kadar, onlan, sanki hiç görmemiş gibi öy-le durup dikkatöy-le seyretti.

Bay Suhajda, kiraz rengi mayosunu giymiş, azıcık göbekli, fakat adaleli, çocuğun her zaman hayranlık duy-duğu, göğsündeki kapkara ormanı göstererek çıktı.

Janesi babasına, aklından geçenleri gözlerinden oku-mak için baktı. Fakat bir şey göremedi. Altın çerçe-veli gözlüğün camlan olanca panltısıyla ışık saçıyordu.

Babasının suya gireceğini, kızararak gördü. Ancak Suhajda:

Gelebilirsin, dedikten sonradır ki, ardından sü-züldü.

(34)

34 MACAR HİKA YELERİ ANTOLOJİSİ

Bir adım arkasından gidiyordu. Suya dalmadı, her zamanki gibi, kurbağaya benzer hareketlerle yüzmeye kalkışmadı. Hemen hemen sendeleyerek onun adımlan­ nı izledi, bir yüreklendirici söz bekleyişi içinde. Suhaj-da bunun farkına vardı. Haşin, omuzunun üzerinden ona uluorta soruverdi:

- Korkuyor musun?

-Hayır.

- Öyleyse niçin öyle ahmak ahmak duruyorsun? Kazığın yanındaydılar, burada su çocuğun memele-rine, babasının ise belinin azıcık yukansına geliyordu. İkisi de çömeldiler, bunınlanna kadar daldılar, Jtendile-rini, elma yeşili küçük dalgalann, çevrelerinde süt be-yazı köpüklendiği suyun ılık okşamalanna bıraktılar.

Bay Suhajda kendini öyle iyi hissetti ki, şakacı, güleç oluverdi:

- Korkaksın sen, dostum.

-Hayır.

Oğlunu yakaladı, kaldırdı, suya fırlattı.

Janesi havayı yardı. Arkası şap diye ses çıkardı, su açılıp üzerine gizemli bir homurtuyla tekrar kapan-dı. Ancak birkaç saniye sonra çocuk kendini kurtanp yüze çıktı. Silkindi, ağzına, bumuna su dolmuştu. Çev-resini iyi göremediğinden, yumnıklannı gözlerine bas-tırdı.

Bir şey olmadı ya?

Hayır.

Öyleyse hadi, yeni baştan. Bir, iki ve çocuğu tekrar kucakladı.

Bay Suhajda, "üç" derken, gerildi ve onu hemen hemen demin fırlattığı yere, sandallann bağlandığı ka-zığın ardına fırlattı, öyle ki, oğlunun, suyun içinde kay-bolmadan önce, başı geriye düşmüş, kollan yana açıl­ mış, devriliverdiğini görmedi. Döndü.

(35)

MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ 35 Karşıda, Somogi kıyısı uzanıyordu. Göl panldıyor­ du, sanki yüz binlerce kelebek, alaca kanatlanyle yüze-yinde uçuşuyormuş gibi.

Deminki gibi birkaç saniye bekledi. Sonunda kızgın:

- Eee, hadi! dedi.

Sonra, sert ve tehdit dolu bir sesle sordu: - Neredesin? Numara yapma.

Fakat kimse karşılık vermedi. Sesini azıcık yükselterek sordu:

- Neredesin? diye ve miyop gözleriyle suyu araş­ tırdı, öniine, arkasına, uzaklara baktı, Janesi oralarda bir yerde suyun yüzüne çıkmış mı diye, çünkü çocuk suyun altında bile çok iyi yüzrnek biliyordu.

Gene de Suhajda'ya öyle geldi ki, bütiin bunlar bir önceki dalışa oranla daha uzun slirmUştü. Çok daha uzun hem de.

Müthiş bir korkuya kapıldı.

Sıçradı, oğlunun düşmüş olması gereken yere bir an önce varmak için suyu çabucak aştı.

Bir yandan da bağınyarrlu: - Jancsi, Jancsi!

Onu kazığın arkasında da bulamadı. O zaman iki koluyla suyu kürek çeker gibi dolanmaya başladı. Elin-den geldiği kadar yukarıdan, ve aşağıdan taradı; dibe bakmaya çalıştı,· ama bulanık sudan bir şey görünmü-yordu. O zamana kadar kuru kalmış başını suya daldır­ dı, gözlüğünün camları ardından gözlerini balık gibi ko-caman koko-caman açtı. Aradı, her türili aradı, yüzlikoyun Yatmış, dirsekierinin üzerinde doğrulmuş, çamura çö-nıelmiş, daha, daha aradı, olduğu yerde dönerek, yan Yatarak, çamuru karış karış araştırdı.

(36)

36 MACAR HİKAYELERİ ANTOLOJİSİ

Her yahda sudan. suyun korkutucu tekdüzeliğinden

başka bir şey yoktu.

Güçlükle, hiçkırarak doğruldu ve derin bir soluk aldı.

Dalgıçlık yaparken, belli belirsiz bir umuda kapıl­ mıştı, bu arada oğlu su yüzüne çıkacak, orada, kazığın önünde veya biraz daha uzakta, gülecek veya belki de giyinmek için kabine koşacak gibi geliyordu. Ama şim­ di, biliyordu ki, zaman ona ne kadar uzun gelmiş olur-sa olsun, dipte ancak birkaç olur-saniye kalmıştır ve çocuk da sudan çıkamamıştır.

Yüzeyde akıl almaz bir sessizlik, bir ilgisizlik hü-küm sürüyordu.

Kıyıya doğru:

-- Hey! diye seslendi ve kendi sesini kendi bile

ta-nıyamadı, hiçbir yerde yok.

Kayığa çivi çakmakla meşgul olan genç, elini huni gibi kulağına götürdü.

- Nasıl?

- Hiçbir yerde yok, umutsuzluktan sesi hınltı gi-bi çıkıyordu.

-Kim?

- Onu bulamıyorum, diye ciğerlerinin bütün gü-cüyle haykırdı, imdat!

Genç adam çekici sıraya bıraktı uantolonunu fır­ lattı (onu ısıatmak istemiyordu) ve gôle girdi. Hızla koşuyor, fakat sakin sakin ilerliyora benziyordu. Bu arada Bay Suhajda birkaç dalış daha yaptı, suyun içi-ne diz çöktü, başka yönlerde de aramak için ilerlemeye devam etti, sonra, uzaklıktan korkuya kapılarak, nöbet bekler gibi aynı yerde döndü. Başının dönmemesi için kazığa yapıştı.

(37)

ka-YACAR HİKAYELERİ ANTOLOJİSİ 37 maşmış, soluk soluğa kalmı§tı. Sorularına doğru dürüst, anlaşılır cevaplar veremedi.

Bayan İstenes kumsalda çaresizlik içinde elleri-ni oğuşturuyordu. Çığlıkianna yirmi otuz ki§i toplan-dı; kancalı sırıklar, ağlar getirdiler, hatta facia yerine bir kayık bile yöneldi ki, bu gerçekten gereksizdi, çiin-kü burada derinliği az olan su, kimseyi örtemezdi.

Çok geçmeden, "birinin boğulmuş olduğu" söylenti-si hemen her yana yayıldı. Kesin bir gerçekmi§cesine.

İşte o zaman Bayan Suhajda, küçük bahçede, şair karanfillerinin ortasında, işini bıraktı. Kalktı, az önce Janesi'nin mayosunu aradığı küçük karanlık odaya gir-di; sonra kapıyı kapatıp, ona söz verdiği gibi, pmja yö-neldi.

Sakin sakin yürüyor, açık şemsiyesi onu yakıcı gü-neş ışınlarından koruyordu. Kendi kendine banyo alıp almayacağını soruyordu. Fakat kibritotlarının oraya va-rınca, düşüncelerinin akışı birdenbire kesiliverdi, karıf}­ tı; şemsiyesin i kapattı, kO§maya başladı ve plaj tesis-lerinin oraya kadar yol boyunca koştu.

Orada iki jandarma ile, özellikle köylülerden mey-dana gelmiş, gürültülü bir kalabalık toplanmıştı bile. Çoğu ağlıyordu.

Anne ne olup bittiğini hemen anladı. Sendeleyerek ve inleyerek kumsala doğru, ortasında küçük oğlunun cansız yattığı kalabalık çemberine doğru ilerledi. Geç-mesini önlediler. Onu bir sandalyeye oturttular. Ken-dini kaybederken: Yaşıyor mu? diye sordu.

Yaşamıyordu artık. Bir çeyrek kadar aradıktan son-ra, onu babasının bulunduğu kazığın arkasında bulmuş­ lardı ve kıyıya getirdikleri zaman, kalbi artık atmıyor, gözbebekleri ışığa duyarlık gösterıniyordu. Doktor onu başaşağı çevirtti, ayaklarını havaya diktirdi,

(38)

38 MACAR HiKAYELERİ ANTOLOJtst

suni solunum yaptırdı, küçük, ölü koliara jimnastik ha-reketleri yaptırdı, uzun süre, çok uzun süre ve her an stetoskop ile kalbi dinleyerek. Ama kalp bir daha çarp-maya ba§lamadı.

o

zaman doktor, aletlerini tekrar çan-tasına attı ve gittL

Bu, birdenbire ve sanki geçici bir hevesmi§ gibi geliveren ölüm, artık gerçeğin bir parçasıydı. Yeryüzü-nün en büyük sıradağlan kadar ebedi, belirgin ve katL

Anneyi bir köylünün el arabasıyla evine getirdi-ler. Bay Suhajda hep kiraz rengi mayosuyla kurnsaıda oturuyordu. Yüzünden, gözlüğünden, sular, gözya§lan oluk oluk akıyordu.

Aklını oynatmı§ gibi, içini çekiyordu: - Vay ba§ıma gelenler!

Yerinden kalkmasına yardım ettiler, giyinmesi için kabinine götürdüler.

Saat üç bile değildi.

(39)

Frigyes

Karinthy

(1887 - 1938)

Budapeşte'de do!;du. Genç yaşında gazetecilig-e başladı.

Kahve ile gazete arasında mekik dokuyordu. Bütün hayatt bUyük eserini yazmak için hazırlanınakla geçti. Bununla bir-likte ancak mizahi hikayeler, taslaklar, krokiler verebildi. Çünkü her zaman para sıkıntısı içindeydi.

Gene de eaebiyatın çeşitli türlerinde gerçekten değerli

eserler vermeyi başardı. Şiirleri de romanları, oyunları, de-nemeleri kadar ilgi çekicidir. En büyük bahtsızlığı hastalığı oldu. Ka.famm Çevresinde Yolculuk adlı eşsiz bir eserde be-Yin tümörünün hikayesini yazdı. tsveç'te geçirdiği büyük

beyin ameliyatını anlattı. Başlıca eserleri: İşte Böyle Yazı­ Yorsunuz, Bir Dellkanlıyla Buluşma, Ba.rabbas, Şişede Mek-tup.

(40)

S 1 R K

Anlaşılan sirke gitmeye can atıyordum ama, belki bir kemana da aynı şekilde can atmaktaydım. Bana gerçi bir keman verdiler ama, buna kai'§ılık sirke gö-türmediler, ihtimal, kısa aralıklarla gördüğüm o sirk dü· şünü görmem de bundan ileri geliyordu. Onu bazen uzak· tan, tepelerin ardında görüyor ve elimden tutmuşlar, 00.. ni sirke götürüyorlar duygusuna kapılıyordum. Bazen de ktndimi birdenbire bilinmedik büyük bir kentin ortasın­ da buluyordum, ama sirk hep aynı sirkti, girişi aynı, iki çıkışlı bekleme yeri aynı sirk. Bir defasında da bir bilet bulabilmiştim, sirke gidebilecektim, ama o zaman düşüro kanışıveriyor ve gene bir türlü giremiyordum.

Sonunda, düşümü gördüm, hem de sonuna kadar. Giriş kapısının yanında, kasanın arkasında duruyordum ve sakallı, topaJ, oldukça telii.şlı bir adam, müdiir de yanımdaydı, bir eliyle rengarenk giriş perdesini kaldı· nyor ve telii.şlı bir sesle bağınyordu: "Buradan, bura-dan, giriniz hadi, temsil başlayacak, giriniz, giriniz!" Kalabalık itiş kakış, renk renk, sırmalı, hizmetçisi, as-keri, şapkalı kadınlan, sinekkaydı tıraşlı erkekleriyle akın ediyor, yüksek sesle gülüyor, konuşuyordu. Müdü-re görünmeden geçemiyeceğimi pekala biliyordum. Nite-kim gördü beni ve kolurodan tutarak kızgın kızgın sor-du: "Hele, hele, biletiniz var mı bakalım? Yoksa, he-men dışan!" Yüreğim korkuyla sıkıştı ve kekelemeye başladım, biletim yoktu ama, buraya gösteriyi sayretme-ye gelmemiştim ki... yoksa kemanımı._ ve umutsuz bir

(41)

MACAR HİKA.YELERİ ANTOLOJİSİ 41 davranışla ona, tabii ki, kolumun altına, sıkıştırmış ol-duğum kemanımı gösterdim. O, benim ağzıma kadar eğildi ve öfkeyle, kekelememi bitirmemi bekledi; biletim yoktu, ama kendim bir parça bestelemiştim, girmeme izin verirse kemanımla bunu seyircilere çalardım. Bu-nun üzerine tünel gibi derin boğazını göstererek gürül-tülü bir kahkaha attı, sonra, kuru bir sesle, bana ke-limesi keke-limesine şunları söyledi: "Bay Çılgın, kalbiniz .. çarpıyor ki mutlusunuz." Bu sözleri pek akıllıca buldum ve müdür de hayranlığımın, bu istemim dışındaki belir-tisiyle gururunun okşandığını hissetti. Omuzumu sıvaz­ layıp beklernemi söyledi, belki bir çaresi bulunurdu, he-le duralım bakalım.

Daha sonra gelip gerçekten de beni, onu titreyerek beklediğim o karanlık koridorda buldu ve hatır için gös-terilmiş bir nezaketle, keman çalmanın başlıbaşına ve genellikle bir paralelepiped sayıldığını söyledi. Bunun. ba§arıma ölçüsüz şekilde güvenınediği anlamına geldiği­ ni hemen kavrayıverdi. Elimden geldiğince itiraza baş­ ladım, bunun üzerine ciddi bir tavır takındı ve bana bil-dirdi ki, pekala, ne de olsa denemekten bir zarar çık­ maz, ama önce askeri makamlara haber vermek ve on-ların beni Haşmetmeap İmparator ve Kıralın maskara-sı olarak damgalamasını sağlamak gerektir. Bu arada bana sirki, kulisleri, oyuncuları, vahşi hayvanları, hep-sini gösterecekti, bana iş hakkında ve halkın ne istedi-ği hakkında bir fikir vermek için.

Kalbim, kendimi nihayet sirkin içinde bulmaktan duyduğum heyecan ve sevinçle küt küt atıyordu, ama aynı zamanda da korkuyordum. Kemanımı koltuğunıa sıkı sıkı bastırıyor ve melodiyi unutmamak için var-gücümü harcıyordum. Beni türlü türlü canlı renklere

boyanmış bir sürü perdeden geçirdi. Yukarıda kırmızılar giyinmiş adamlar çalışıyordu. Ben oyuncuları ve at

(42)

ter-42 MACAR HİKAYELERİ ANTOLOJİSİ

biyecisi kızlan da göreceğimi umuyordum, ama boşuna, beni geniş ve sonu gelmez bir merdivene tırmandırdı. Ardından gitmekte güçlük çekiyordum, basamakları öy-le hızlı çıkıyordu. Sonra kadife perdeler gerili salon-lardan geçtik. Rastgele bir kapıyı açınca cehennemi bir gürültü duydum ve gözüme sayısız insan kafalarının kı­ pırtısı çarptı. Müdür bana hemen kapatmarnı seslendi, bu temsili bekleyen halktı ve buraya bakmaya hakkım yoktu.

Derken küçük bir demir kapıyı açtı, derinliğine uza.

nan yanm daire şeklinde kocaman bir hole girdik. Bu, bir fıskiye ve bir palıniye ormanıyla süslü muhte§em holün ortasında güzel yüzlü, dudakları sıkılı, gözleri vah· şi bir adam, bir kadını boğmaktaydı. Kadın hırıldıyor, kısık, gırtlaktan gelen bir sesle bağırıyordu. Korkunç bir görünümdü bu, kadını adamın ellerinden kurtarsın­ lar diye ulumaya ve lanetler yağdırmaya başladım. Ama müdür k olumu yakaladı: "Budala, dedi bana, bunlar oyun yapan oyunculanmdır, zaten, canlı değildirler, müzede· kiler gibi balmumundan yapılmışlardır." Daha yakından bakınca, gerçekten kadının yüzünün hiç de doğal olına­ dığını ve gözlerinin camdan olduğunu gördüm.

Utandım ve lafı değiştirdim, ama yüreğim düzen-siz bir uyurola çarprnaya devam ediyordu. Müdür beni geniş, karmakanııık bir salona sokmuştu şimdi, burada yüzleri boyalı, alacalı giysiler giymiş kızlarla erkekler, öğrenciler gibi, sıralara oturmuşlardı. O zaman öğrendim ki burası palyaçolar okuluymuş. Beni de bir sıraya oturt-tular ve müdür sırayla bütün öğrencileri çağırdı. Biri elleri üzerinde yürüyerek ve başını zaman zaman yere vurarak sırasından kalktı. Bu hareketi tekrarlamak zo-runda kaldı. Sonra sıra, uzun boylu bir adama geldi, adam bir bıçak çıkartıp bununla göğsünü yardı. Yara-sından kan ve ciğer fışkırdı, adam, uzun iniltiler çıkar•

(43)

MACAR HİKAYELERİ ANTOLOJİSİ 43 tarak yere yığıldı. Müdür, beğeniyle ba§mı salladı.

- Olur, dedi, beğenilir.

!ntihar eden adam, yerine döndü, sırasından bir iğ­ neyle iplik aldı ve ıslık gibi sesler çıkartıp yüzünü ek-şiterek göğsünü tekrar dikti. O zaman göğsünün eski-den dikilmiş sayısız yara iziyle her yönden çizik çizik olduğunu gördüm.

Öteki öğrenciler de sırayla çıkıp numaralarını gös-terdiler. İçlerinde karından konuşanlar vardı, bunlar in-san ve hayvan seslerini öyle güzel taklit ediyorlardı ki, kulaklarıma inanamıyordum. Biri bir çocuk sesiyle ko-nuı~tu, öylesine kusursuz konuştu ki, gözlerimden ya.s-lar fışkırdı, çünkü ses, cançekişen bir çocuğun sesiydi, ama yüzüne baktığımda gözleriyle ağzının hiç kımılda­ marlığını görünce şaşkınlıktan donakaldım. Bir başkası ağlayan ve lanetler yağdıran bir kadının sesini taklit etti, sonra başka kadın taklitçileri çıktı ve bir kahka-hanın boğuk uğultusu sessizlik içinde uzadı ve karan-lık, mutsuzluk dolu, alev alev yanan bakışlarla doldu.

Bu sırada müdür bir kitaba bakıp benim adımı ses-lendi. Sırarndan kalktım, beni şöyle bir süzdü ve çabuk ~abuk sordu:

- Ya sen, nedir hünerin senin?

Ona kemanımı gösterdim ve gene bestelemiş oldu-ğum melodi hakkında bir şeyler mınldandım. Salonda bir kahkaha koptu ve müdür, öfkeyle vurdu masaya.

- Kemanınla canımı sıkıyorsun ama! diye bağır­ dı, tamaıniyle modası geçmiş bir şey bu!

Tarafıından bestelenmiş olan melodinin pek ilgi çe-kici olduğunu ve eğer izin verirse onu çalacağımı söy-lemek istiyordum. Ama o, bir öğrenciyi çağırınıştı bile, götürüp bana çalgıları göstersin diye.

Beni başka bir odaya götürdtiler. Burada dev gibi makineler ve araçlar vardı, hepsi çalgıydı: körüklerle

(44)

44 MACAR HİKı\ YELERt ANTOLOJİSİ

çalınan dev trompetler; her ba::sışta, karınlarından ger-çek gök gürültüleri çıkıyordu. Sonra, oda kadar koca-man, çekiçli üçgenler. Dev gibi bir davulun üzerinde, bil-giç filler fır dönüyor ve ayaklarıyla tamtam sesleri çı­ karıyorlardı. Bir elektrik makinesiyle çalışan çok tuhaf bir org da vardı, bu makine aynı zamanda otuz piya-noyu ve bin çelik düdüğü çalıyordu. Orkestra şefi, yük-sek bir dar köprü de duruyordu; şiddetli bir hareketle iki kolunu açıverince bir tek ses çınladı ve öyle bir kar-gaşalık oldu ki, dışarıya fırlayacağım diye korktum. Çal-gıcıların önünde linotiplerinkine benzer bir klavye uza-nıyordu; gözlükleri burunlarında çalışıyorlar ve gözleri-ni inatla notalara dikiyorlardı.

Sersemiemiş ve kulaklarım uğuldayarak müdürün beni beklediği başka bir sınıfa girdim. Ona çalgıları gör-düğlimü, ama hiçbirini tanımadığımı ve çalmasını bil-mediğimi söyledim. Omuz silkti, bundan çok üzüntü duy-duğunu, ama, tabiatiyle, yapılacak bir şey olınadığını söyledi. Bu sırada piste açılan perdeli iki kapının önün-de duruyorduk. Binbir maske takmış oyuncular, perde-pin her dalgalanışında yarıklarından renk renk ışıkla­ rın sızdığı kapılardan birinden koşarak çıkıyorlardı. Ben de oradan geçrneğe kalkıştım, ama müdür bana, benim gibi bir acemi için, ne de olsa, işe morgdan başlamanın en iyisi olacağını söyledi.

Öteki kapıdan girdik, bunun ardında karanlık bir dehliz, mahzene iniyordu. Pek uzaklarda gaz lambalan ıslık çalarak kırpışıyorlardı. Kopkoyu, sisli karanlık için-de iki tarafa dizili bölmeler ve suratları kir-pas içinde, beyaz gömlekli uşakların devamlı olarak gidiş gelişi se-çiliyordu. Bütün bunlar beni ürpertti, bakmaya hiç ce-saret edemiyordum. Delılizin sonunda, müdür birisiyle

konuşmak için durdu. O zaman kaçamak bir bakış fır­

(45)

gör-MACAR HİKA. YELERi ANTOLOJİSİ 45 düm. Bu masalann üzerine çıplak cesetler sıralanmış­ tı; ihtiyarlar, çocuklar, sonra kavanozda saklanan çeşit­ li vücut parçalan gördüm. Ağır ve boğucu bir formol kokusu, karanlıklara boğulu ikinci bir delılizin de dal-dığı derinliklerden yayılıyordu. Müdür benden, sanki bir hekime, beni muayeneye razı olması için salık verirmiş­ cesine konuşuyordu. Hekim karanlık dehlize bir göz

attı.

O zaman beni orada bırakmamalan için yalvarma-ya koyuldum; başka çare yoksa, sahneye uygun bir nu-mara öğrenmeyi yeğ buluyordum. Onlar sadece başla­ nnı salladılar ve hekim ancak cambazlığın beni işin için-den sıyırabileceğini söyledi, çünkü halk sabırsızlanmaya başlıyordu.

Bunun üzerine beni yukanda bir yere, bir çeşit ta-vanarasına götürdüler, buradaki tavan pencerelerinden, çok derinlerde kalan kenti görebiliyordum. Dar ve upu-zun merdivenler duvarlara dayanınıştı ve yerde, her ta-rafta büyük bir karg~alık içinde ipler, çubuklar ve ağlar vardı. Merdivenlerin üzeriııde pembe mayolu genç cambazlar çalışıyordu. Bana da bir merdiven verip tır­ manmaını söylediler. Tepeye ulaşır ulrışmaz merdiveni sokağın üzerine eğdiler. Kaslanm gerili, sımsıkı asıldım ve aşağıya bakınca, sokaklarda kannca kadar insanla-nyla bütün kenti gördüm. O zaman hafif bir çığlık at-tım ve kendimi kaybettim.

Ama yeniden kendimi orada, uzun çıraklığıma de-vam eder ve haftalar, aylar boyunca alıştırmalanmı tek-ra!'lar halde buldum. Merdivene tırınanmaktan ve in-mekten başka bir şey yapmıyordum ve yeterince bu işe alışıp da iyi kötü tepede durabilecek hale geldiğim za-man bana bir iskemle uzattılar. İskemleyi dikkatle den-geye getirdim ve sonra üzerine çıktım. Daha sonra bu alıştırmayı iki hatta üç iskemleyle tekrarladılar. Ve

(46)

bu-46 MACAR HİKA YE LERİ ANTOLOJİSİ nu pek uzun, sonu gelmez bir zaman sUresi izledi ...

Sonra, epeyce sonra bir gi.in, nihayet sahneye çık­ tım, ama yüztim daralmış, kınşmış, boyanmıştı, tıpkı orada ilk gi.in gördtiğtim insanlannki gibi. Çtinkli yıl­ lar ve yıllar var ki oradaydım ve sirkin bUtUn kıyısı­ nı bucağını biliyordum artık. Pembe bir mayo giymiş, yan aydınlatılmış yan perdelerin arasında ayağıını sti-rtiyerek dolaşıyordum, kan-ter içinde seyisler oradan oraya koşuşuyor, halılar taşıyorlardı. Hafif bir uğul­ tu, ardı arkası kesilmeyen bir ınınltı dalgası Gevremi sanyordu ve bunun nedenini arayamayacak kadar yor-gunluk duyuyordum. Birdenbire parlak ve sapsan bir ışık ortalığı kapladı, kadife perdeler gözlerimin önjinde

açılıverdi. Perdenin öte yanında bir insan başı kalaba-lığı yığılmıştı, birkaç kısa alkış duyuldu, sonra bekle-yiş ve fısıltı dolu bir sessizlik. Beyaz bir aydınlığa bo-ğulmuş olan geniş sahne halısının üzerinde yalnızdım. O zaman, yumuşak adımlarla pistin ortasına koştum. ışıldaklar beni izliyordu. SUrlingen hareketleriyle birkaç kez, her yana, localardan tarafa eğilip selamlar verdim .. Sonra merdiveni yakaladım ve yavaş yavaş, ses çıkar­ madan, vticudumu unutacak kadar hafif, dört kat bo-yuna çıktım. Yukanda, dikkatle, incecik bir sınğın Uze-rine tırmandım ve kısa bir an, dengemi bulmak için sal-landım. O zaman bir sınğın ucunda bana demir hacak-lı ktiçtik bir masa uzattılar. Masayı yakaladım, iki ha-cağını merdivenin son basamağına hafifçe dayadım. Son-ra masanın Uzerine çıktım ve dengemi koruyarak doğ­ ruldum. Bundan sonra birbirinin üzerinde Uç sandalye· geldi, bir beğeni ınınitısı duydum ve bunlann uzerine tırmandım. Son sandalye, bacaklan havada salianıyor­ du; sessizce dönen hacaklardan birinin Uzerine, soluğu­ mu tutarak dev bir kliplin alt ucunu dayadım. Altım­

(47)

vu-MACAR HİKA YELERt ANTOLOJİSİ 4 7 ruşumun merılivenin en yüksek basamağına geçtiğini hissettim. Nihayet sıra, sınğa geldi. Onu küpün üst kö-şesine dik oturtuncaya kadar uzun dakikalar geçti. Son-ra, yavaşçacık sınğa tırmandım, tepesine ulaştım ve dur-dum, bir süre dinlendim. Yüzümden ağır ağır, yakıcı bir ter akıyordu. Bütün kaslanm gerilip bir yay gibi tit-reştiler. Düzenin titreşimlerinin ölü noktaya gelmesini bekledim, ölüm sessizliği içinde doğruldum, mayomu aç-tım ve içinden kemanımı çıkardım... Titrek ellerirole ya-yı dayadım... ayaklanından biri, yordamla derece de-rece sınktan aynldı... öne doğru eğildim... birkaç daki-ka sallandım... ve aşağıda ağızlan bir kanş açık bıra­ kan ve yürekleri çarptıran dehşet sessizliğinden yarar-lanarak, usulcacık, ve titreyerek, eskiden, uzun, çok uzun bir zaman önce bir gün kalbirnde çalındığını ve bıçkır­ dığını işitmiş olduğum o melodiyi çalmaya ba§ladım.

(48)

Jozsi Jenö

T ersanszky

(1888 - 1969)

Geçen yıl ölen Tersanszky, en dikkate değer Macar ya-zarlarından biridir. Önce resirole uğraştı, ilk dünya savaşı boyunca askerdi, nişan aldı, yaralandı, esir düştU. "AlJaha

Isma.rladık, Sevgilim" adlı ilk romanını o sıralarda yazdı.

Edebiyat karın dayurmadığı için gazeteci oldu. İşçi, hamal, serseri, sirklerde artist, girip çıkmadı~ı iş kalmadı. Bunun-la birlikte sanat hayatında ciddilikten uzaklaşmadı.

Devrimden sonra Kossuth ödülUnU ilk alanlardan biri oldu. Ölünceye kadar durmadan yazdı. Bütün eserlerinin ya-yımı tamamlanmak üzere. Başlıcalan: İki YeşU Yiğit, Oros-pu ile Bakh'e, Düşman Ko~ olar, Yabani Bomaıı, Tirollü Meyhaneci, IDkayeler v.b.

(49)

KüÇüK

ÇOCUK

MATYİ

Öğle yemeğinden sonra, Matyi, Meti üzere daha son lokmasını yutmadan, oynamak için kendini sokakta bu-luyordu.

Sıcak korkunçtu, sersemleticiydi; ışık insanın gözle-rini yakıyordu. Komşunun çocuğu domuzlanyla gelmiş­ ti bile. Bu iki işe yaramaz domuz, çocuklarm başına iyi-ce bela oluyordu. Onlann yüzünden, gidip rahat rahat yüzmenin olanağı yoktu. Şimdi de deliler gibi tozlann içinde yuvarlanıyor, şuraya buraya koşuşuyorlardı. Bu-nunla beraber, iki yaramaz onlann uslu uslu peşinden gidiyordu, hem de fazlasıyla uslu. Sıcaktan gevşemişler, cesaretlerini yitirmişlereli ve ışık gözlerini acıtıyordu. Karşılannda, uzakta, san çakıltaşlan serpili dere yata-ğının üzerinde hava, titreşerek parlıyordu.

Su, sokağın ucundan bir taş atımı ötedeydi. Kıyı çamurlan, dize kadar çıkan, soluk ve tozlu yeşil lekeler halinde, işe yaramaz otlarla kaplıydı. Domuzlar orada serinlemekten hoşlanıyorlardı. Tabii ki yaramazlar da, domuzlar çamurlarda yuvarlanırken beklemek zorunday-dılar. Yıkanılacak yer biraz daha akış yukansında, su-yun daha derin ve dibin daha kumluk olduğu, bendin yakınındaydı.

Kumluktakilerin orada delice bir patırdı hüküm sü-rüyordu. Günı;ışten yanmış, çınlçıplak çocuklar, otlann içinde zıplıyor, yüksek bendden, birbirlerinin üzerinden, çığlıklar atarak suya dalıyorlardı. Bazılan da yakıcı ku-nıun üzerinde, güneşte hareketsiz yatıyorlardı.

Referensi

Dokumen terkait

Menurut ut teori $ernstein teori $ernstein, , in"lam in"lamasi asi pertam pertama a ter!adi di ter!adi di muko mukosa sa dindi dinding lateral ng lateral hidu hidung

Supervisi manajerial dan supervisi akademik pengawas merupakan usaha yang dilakukan seorang pengawas untuk memperbaiki pola kerja dan kinerja sekolah termasuk

Cara membuat mind mapping dengan menggunakan kertas, pensil warna atau spidol, imajinasi dan otak (Windura, 2008). Mata pelajaran Prakarya merupakan mata pelajaran

Terjadinya perubahan perilaku perawat antara sebelum dan setelah dilakukan sosialisasi SOP APD dalam penelitian ini dipengaruhi oleh adanya faktor pendukung

Tinitus objektif juga dapat dijumpai sebagai suara klik yang berhubungan dengan penyakit sendi temporomandibular dan karena kontraksi spontan dari otot telinga tengah

Pada kasus dimana hasil dari pengobatan sendiri tidak memuaskan, beberapa remaja memutuskan untuk mencari informasi lebih banyak atau mengakses langsung layanan kesehatan seksual

Surakarta Jawa Tengah ) yang telah melayani dalam Ibadah Hari Minggu, 15 Januari 2017 pada PK. 18.00 WITA di GPIB Jemaat “Bukit Sion” Balikpapan. Tuhan Yesus

bahwa bahwa informed consent informed consent adalah adalah kesepakatan yang kesepakatan yang dibuat seorang klien untuk menerima rangkaian dibuat seorang klien untuk