• Tidak ada hasil yang ditemukan

Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Yeniden Dirilen Ve Meydan Okuyan Alevilik"

Copied!
247
0
0

Teks penuh

(1)

YENĐDEN DĐRĐLEN

VE MEYDAN OKUYAN ALEVĐLĐK

Hüseyin DEMĐRTAŞ

(2)

Hüseyin DEMĐRTAŞ Kimdir?

5 Mart 1970’de Kütahya’nın Emet Đlçesi’ne bağlı

Şeyhler köyünde doğdu. Đlkokulu doğduğu yerde, ortaokulu Simav Dağardı’nda, liseyi ise Simav Lisesi’nde yatılı olarak bitirdi. Daha sonra ilk olarak Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde bir yıl, yatay geçiş yaptığı Uludağ

Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü’nde ise üç yıl Tarih ve Coğrafya Öğretmenliği okudu. Mezuniyetinden sonra Simav’da özel bir dersanede okutmanlık, Emet’te ve Şırnak’ın Beytüşşebap Đlçesi’nde tarih ve ilkokul öğretmeni olarak görev yaptı. Üniversitede okurken Zaman Gazetesi’nin Balıkesir Bürosu’nun kuruluşuna aktif katkıda bulundu. Đki yıl bu gazetenin serbest muhabirliğini yaptı. Yine öğrenciliği esnasında sosyal demokrat eğilimli Balıkesir Yeni Haber’de bir yıldan fazla ve kısa ömürlü muhafazakâr Balıkesir Yenises’te altı ay eğitim, kültür, tarih konuları yanında kitap tanıtımlarını işleyen haftalık köşe yazıları yazdı.

1993 yılında aile birleşmesi nedeniyle Almanya’ya geldi. Almanca kurslarını tamamlayarak Giessen Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ne kaydoldu. 1996-2000 yılları arasında serbest gazeteci olarak Avrupa Sabah ve Hürriyet gazeteleri için çalıştı. Son olarakta 1,5 yıl Star Gazetesi’nin Avrupa Haber Merkezi’nde redaktör olarak görev yapan Demirtaş, 1999 yılı sonunda IG Medien’in (Alman Medya Çalışanları Sendikası) düzenlediği Recherchepraxis im Internet für Journalisten adlı araştırmacı gazeteciliği öğreten seminere de katıldı. Daha çok gazetecilik ağırlıklı çalışmaları Alevilerin Sesi, Bilim ve Aydınlığın Işığında Eğitim, Gençliğin Sesi, Türk Yurdu, Express ve Yol gibi dergilerde yayınlanan Demirtaş eğitim, Alevilik-Bektaşilik, Anadolu’daki azınlıklar, Đslam ve Đslam dünyasının sorunları üzerinde çalışıyor. Evli ve Alican ve Zeliha adında iki çocuk babası olan Demirtaş, Alman basın kartı sahibi. Đyi derecede Almanca, Osmanlıca, orta derecede

(3)

ÖNSÖZ

Bilindiği gibi insanlar kimlikleriyle var olurlar. Bir insanın sadece bir değil pek çok kimliği vardır. Bu kimliklerin kimi doğuştan kimi de daha sonra sosyalleşme yoluyla toplum içinde, eğitimle vs. ile kazanılır. Alevilik ise genelde doğuştan kazanılan bir kimlikse de, son yüzyılda içimizden bazıları bu kimliğe gerektiği önemi vermiyor; sahip çıkmıyor, hatta sahip çıkanlara da burun kıvırıyor.

Benim yazı serüvenim de işte bu Alevi kimliğine hor bakanlara, onu yetersiz bir kimlik, inanışmışçasına Sünni ibadet ve inançlarla takviye etmeye kalkanlara, Alevilerin asimile edilmesine bir tepki olarak başladı. Aslında yakın çevrem bilir; ben 10 yıl gibi uzun bir süre Süleymancılara ait yurt ve pansiyonlarda kaldım ve Sünniliğin gerektirdiği bütün ibadetleri yaptım ve bu inancın gerektirdiği itikatlara da sonuna kadar bağlı kaldım. Ayrıca Sünni Đslam’ı neredeyse bir ilahiyatçı kadar da bildiğimi iddia edebilirim.

Ancak benim bu yurtlara verilmiş olmam ayrı bir hikâye ama belli bir bilinçlenmeye eğitim yoluyla ulaştıktan sonra Sünni Müslüman kimliğinde kalmam da düşünülemezdi. Nitekim de öyle oldu. Genel olarak Sünnilikte özel olarak da Süleymancılık içinde zamanla birçok şeyler çelişkili gelmeye başladı bana ve çok uzun sürmeden Alevi kimliğimin de etkisi ile bu kesimle yollarımı ayırdım. Doğal olarak bu aşamaya gelmemde yıllarca bu kesimler arasında yaşarken, zaman zaman Alevi kökenli biri olduğumu söylediğimde veya birlikte kaldığım arkadaşlarım ve yurt görevlileri böyle bir kökenden geldiğimi kişisel yakınlıklar veya hemşehrilik bağları ile öğrendiklerinde çoğu zaman Alevilere yönelik çok da iyi şeyler

söylemediler. Açıkça çoğu zaman dışlandım, horlandım ve kimliğim hakkında bilinen iftiralar her seferinde tekrarlandı. Đşte bunlar onlarla yollarımı ayırmamda etkili oldu.

Daha sonra Almanya’ya geldim. Ama öncesinde daha 1990 başlarında Alevilikle ilgilenmeye başladım ve o zamanlar yeni çıkmaya başlayan Cem Dergisi’ni satın almaya başladım. Fakat Alevilik üzerine okumalarım Almanya’ya gelince yoğunlaştı. Bu yoğunluktan bir eksilme yok, hatta her gün daha da artarak sürüyor. Benim Alevilik ve Aleviler üzerine okumadığım gün neredeyse hiç yok. Her gün konu üzerine düşünüyorum ve bu toplum ve kimliğin mevcut problemleri üzerine kafa yoruyorum. Bu çabadan da hiçbir güç beni vazgeçiremez. Çünkü bunu bir ibadet coşkusu içinde yapıyorum.

Tabii ki bu yoğunlaşma ve birikim zamanla bardak misali dolunca taşmaya başlıyor. Yani yazmaya başlıyorsunuz. Đşte ben de 1997’den bu yana Alevilik üzerine kendimce bir

şeyler karalamaya çalışıyorum. Başlangıçta bunlar bir yerde yayınlanmadı ama son iki

senedir gerek internet sayfalarında gerekse Alevi yayın organlarında yazılarım yayınlanmaya ve benden yazı talep edilmeye başlandı. Yayınlanan bu yazıları şimdilik böyle kendi

imkânlarımla 20-30 kitap halinde de olsa çoğalttım. Ama ilk fırsatta bir yayıncı bulduğumda Alevilikle ilgili yazılarımdan oluşan bir kitap bastırmayı düşünüyorum. Bu bir başlangıç. Şu anda yine Alevilik üzerine yazılar yazmaya devam ediyorum. Bunlar son üç yıldır Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) yayın organı Alevilerin Sesi Dergisi’nde düzenli olarak yayınlanıyor. Buradaki yazarlığım devam ediyorum. Yayınlanacak kitabıma yazmakta olduğum ve yazacağım diğer makaleler de girecek. Sizlerle basılacak kitabımla buluşmak üzere hoşça kalınız. Yazılarıma ilginizin çalışma ve yazma şevkimi kat kat artırdığını bilmenizi isterim.

Sevgiyle kalınız. Hüseyin Demirtaş 20 Temmuz 2007 Bad Nauheim/Almanya

(4)

BATI ANADOLU ALEVĐLERĐ ASĐMĐLASYONUN EŞĐĞĐNDE MĐ?

Son on yılda Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik üzerine bir enformasyon patlaması yaşandı. Çok yazılır çizilir oldu. Deyim yerindeyse Türkiye ve dünyada bir „Alevi Rönesansı“ yaşanıyor. Ancak yazılıp söylenenler daha çok genellemeci yanıyla ve büyük ölçüde Alevi toplumunun gerçekliğini ve bugün yaşananları yansıtmaktan oldukça uzak olmalarıyla dikkat çekiyordu. Kitaplar, makaleler ve konuyla ilgili açık oturumlar, sanki Aleviler bu toplumda yaşamıyormuşçasına ütopik kaçıyordu. Aleviliğin yerel, farklı ve çeşitli renklerini ele almaktan uzak bir havada idiler. Bu yazıda işte bu değinilmeyen boyutlardan birini gündeme getirerek, Batı Anadolu Alevilerinde, özellikle Kütahya, Eskişehir ve kısmen Manisa ve Balıkesir yöresinde yaşanan kimlik krizi ve asimilasyon sürecine değinmek istiyorum.

Bence Türkiye ve Avrupa’daki Alevi kurum ve kuruluşlarının öncelikle örgütlenme, cemevi yapma ve devletten nasıl para koparabilirimden çok batı bölgelerinde yaşayan Aleviler arasındaki yozlaşma ve yer yer asimile olmaya karşı alınacak önlemler üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor.

Burada portresini çizmeye çalışacağım Alevi köyünün özelliklerini okudukça bazılarınızın içinden „Hiç böyle Alevilik ve Alevi köyü olur mu?“ dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, sanıldığı gibi Türkiye’de Alevilik ve Alevi Toplumu tek boyutlu ve homojen değil. Burada kendi köyüm Kütahya’nın Hisarcık Đlçesine bağlı iki binin üzerinde nüfusu olan ve 1998’de belediye olan Şeyhler’i tanıtmaya çalışacağım. Burası çevresindeki Sünni köylerin arasında sıkışmış kalmış beş Alevi yerleşiminin en büyüğüdür. Bugüne kadar belde halkının çevredeki Sünni köylerle farklı inançtan kaynaklanan hiç bir ciddi problemi olmamıştır denilebilir. Tabii bu arada beldemizin yolu Dereköy adında oldukça katı Sünni bir başka beldenin içinden geçtiğinden, bura halkından bazılarının sebzeci vs. gibi gezici esnafı, „Orası kızılbaş köyüdür, gitmeyin“ diye geçirmedikleri gibi küçük olayları ve beldemize Alevi olmasından dolayı zaman zaman aşağılayıcı bir gözle bakıldığını saymazsak.

ALEVĐ KÖYÜNDE ĐKĐ CAMĐĐ

Beldemizde iki tane, ikişer şerefeli minaresi olan camii var. Belde iki ayrı yerde üç mahalleye bölünmesi nedeniyle bizim tekke dediğimiz iki tane de cemevi binamız mevcut. Seksenli yılların ortalarında yapılan camiler, bir tür aşağılık kompleksi ile „Çevredeki köylerde var da biz de neden olmasın. Siz müslümansanız biz sizden de müslümanız. Hem de Müslüman’ın hası!“ şeklinde özetlenebilecek bir duygu ile inşa edilmişlerdir.

Tunceli, Sivas ve Erzincan gibi doğu illerinde ancak 1980 Askeri Darbesi sonrası başlayan Alevi köylerine zorla camii yaptırma bizde ve benim bildiğim diğer çevre Alevi köyle-rinde, 1960’ların sonlarında başladı. Ancak bizdeki camileri halk devlet zoru ile değil gönüllü olarak yaptırdı. Köyde 1970 Gediz Depremi’ne kadar bir yatırın odası camii olarak kullanılırken ve eski mahallede bulunan bu camide Eyüp Hoca (Demirbağ) halkın arasında yıllık olarak topladığı buğday, arpa cinsinden zahire karşılığı köyün camii ve cenaze gibi dinsel ihtiyaçlarını yerine getiriyordu. Depremin ardından yapılan afet konutları mahallesi ile birlikte, devlet tarafından buraya yeni bir ahşap camii yaptırılmıştır. Ama bu deprem camisi 1982’de yıkılarak, bir kaç Almancının önayak olmasıyla Almanya’da çalışan 100 aile kadar olan Şeyhlerli haneden para toplanmış ve köylülerin de katkısıyla iki şerefeli minaresi olan iki büyük camii inşa edilmiştir. Belde halkı cuma, bayram ve vakit namazlarını camide kılarken aynı insanlar, her perşembe akşamı cemevinde toplanmaktadır. Şeyhler’de dede sülalesi olmadığından dede vekili denilebilecek bir rehber bulunmakta, büyük ayin-i cemler ve ikrar törenleri olduğunda 25 Km uzaklıktaki Şeyhçakır Köyü’nden dede davet edilmektedir.

(5)

Çocukluğum hariç yetişkin olduğumda ilk defa 1990 yılında cemevimize gittim. Bir de 1999 Mayısında babaannemin vefatı dolayısıyla „dardan indirme“ törenine katıldım. 1990 yazında Eskişehir’den aslen Bilecik Bozüyüklü Abidin adında bir dede gelmişti. Yaşlılar şöyle bilgili, böyle âlim bir dede diye övünce merak edip gittim. Bizim orada „nasihat“ denilen ve iki saatten fazla süren bir vaaz verdi. Dedenin konuşmasına referans aldığı kaynaklar tamamıyla Sünniliğin temel kaynaklarıydı ve dede sürekli olarak Kuran’dan ayetler okuyor, bir yandan da bunların tefsirini (yorum) yapıyordu. Konuşmadan Yezit’e ve Muaviye’ye lanet okumaları ve 12 Đmam, Hz. Ali, Đmam Hasan ve Đmam Hüseyin gibi bazı cümleler çıkarılsa, kendinizi cemevinde olduğunuz halde camide vaaz dinliyor sanabilirdiniz. 1980 yılına kadar dedelerimiz Hacı Bektaş’tan geliyordu. Ancak bu dedeler teker teker öldü. Bu nedenle şimdi 3-5 yılda bir Hacıbektaşlı dedeleri beldemizde görebiliyoruz.

Benim de görme fırsatı bulduğum 1979 yılında ölen Hacıbektaşlı Lütfü Ulusoy adında bir dede vardı. Lütfü Dede bizde şimdi bile bir ermiş, evliya gibi sayılır ve hemen hemen her evde onun fotoğrafları duvarları süsler. Kimse kendisine kötü söz söyletmez ve buna kalkışanları da „Hâşâ, çarpılırsın ha!“ diye uyarmaktan geri kalmazlar. Lütfü Dede’nin Alevileri çok eskiden beri sünnileştirmek isteyen devlet içindeki bazı çevrelerin adamı olabileceğinden şüpheleniyordum. Ancak, hakkında son yaptığım araştırmalar, bu

şüphelerimi bir ölçüde yalanlasa da, değişik kişilerden dede hakkında her iki iddiayı da destekleyici bilgiler edindim. Kimi, „Lütfü Dede, bizi bizzat camiye götürdü veya cemevinde birlikte vakit namazı kıldık“ derken, kimi de „Yok Lütfü Dede, öyle bir şey yapmadı. Köye geldiğinde cemevinden hiç çıkmadı ve camiye gidilmesini, Ramazan Orucu tutulmasını ve hacca gidilmesi gerektiğini ima eden hiçbir sözünü duymadık“ gibi birbirinin tamamen zıddı şeyler söyledi. Ortada Lütfü Dede ile ilgili çelişkili ve birbirini tutmayan ifadeler var. Yine Lütfü Dede ile aynı tarihlerde beldemize gelip giden yakın Alevi köyü Şeyhçakır’dan Ali Aydedeoğlu adındaki dedenin de, camiye „Yıkılası Muaviye yuvası“ diyerek karşı tavır aldığı, öldüğü 1992 yılında cenazesinin camiden kaldırılmaması için oğullarına vasiyet ettiği söyleniyor. Anlatılanların da bir ölçüde doğruladığı gibi gerek Lütfü Dede gerekse Ali Dede mademki bu kadar camiye ve oraya gidilip ibadet edilmesine karşıydılar, öyleyse Şeyhçakır ve Şeyhler’de bu iki dede toplum üzerinde çok etkili oldukları halde sünnileşme neden çok yoğun olarak yaşanmış? Her iki yerleşimde de başta Süleymancılık olmak üzere Milli Görüş geleneğine yakın Nakşibendîlik gibi tarikatlara ve Fethullahçılık gibi Nurcu cemaatlere yoğun ilginin kaynağı ne? Dedelerin halk üzerindeki karizmatik etkileri ile var olan „sünnileşme eğilimi“ arasında bir bağlantı kurmak oldukça güç. Bu durum belki dönemin koşulları gereği dedelerin, camiye ve diğer Sünni içerikli ibadet ve geleneklere çok açık bir şekilde karşı çıkamamaları ile açıklanabilir. Bir de, bu yerleşimlerden başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine işçi göçüyle gidenlerin sünnileşerek, geride kalanlara parasal güçlerini de kullanarak etki etmiş olabileceklerini ve devletin tayin ettiği imamların çabalarını ekleyebiliriz.

Bu yazının yayınlanmadan önceki halini okumaları için gönderdiğim beldemizden bazı dostların Lütfü Dede ile ilgili çok ağır suçlamalarda bulunduğum gerekçesiyle yazıyı oku-madığını ve yarım bırakarak fırlatıp attığını duydum. Ancak Lütfü Dede hakkındaki kanılarımda son edindiğim bilgiler ışığında bir yumuşama yaşansa da, Lütfü Dede gibi hatırlı dedelerin şahsında sünnileştirme ve belli bir yerleşimi kimliğinden uzaklaştırma girişimleri olmuyor değil. Çünkü Alevi köylerinde dedeler aracılığıyla bilinçli sünnileştirme girişimleri ve pratikleri son elli yıldır hep yaşanıyor. O nedenle yazıyı, Lütfü Dede adının yerine bir başka dede adını koyarak okuyabilirsiniz. Lütfü Dede, büyük bir olasılıkla Alevileri sünnileştirmeyi amaçlayan bir ajan değildi ama Alevi köylerinde „işbirlikçi ve kınalı keklik“ dede örneklerine çok sık rastlandığını da unutmamak gerekiyor. Zira halen iki cemevimize hizmet görmek için gelip giden Şeyhçakırlı Murat Dede’nin bir imamdan pek farkı yok. Çünkü camide akşam namazını kıldıktan sonra cemevine gidiyor. Bence Alevi erkânını bilmesi,

(6)

bir de camiye namaza giderek kötü örnek oluyor. Zira geçmişi bilmeyen genç kuşak dedeye bakarak Alevi olmanın camiye gitmeyi gerektirdiğini sanacaktır.

Konuya tekrar dönersem, aslında Hacıbektaşlı bazı dedelerle ilgili düşünce ve iddialarım öyle temelsiz değil. Çünkü Hacıbektaş’tan emekli vali Kadri Erogan gibi Alevi-Sünni aynıdır çarpık mantığına sığınarak sünnileştirme politikalarına çanak tutan birçok insan çıkmıştır. Ayrıca dede olmasa da devlet yanlısı ve sünnileşmeyi çok normal karşılayan bürokrat, öğretmen vs. gibi Hacıbektaşlı kişilerle çok karşılaştım. Öte yandan Lütfü Dede’nin

Đslam’ı hem Sünnilik hem Alevilik yönüyle öğrenmiş, dinler tarihine vakıf oldukça geniş bilgi sahibi; emsalleri olan dedeler arasında ender rastlanabilecek bir insan olarak öne çıktığını görüyoruz. Lütfü Dede bize 1950’li yıllardan 1979’a kadar genellikle kışları gelirmiş ve aylarca çevredeki diğer Alevi köylerini de dolaşarak hem ayin-i cemleri yönetir hem de köylüler arasındaki problemlerin devlet mahkemelerine intikaline gerek kalmadan çözülmesini sağlarmış. Hacıbektaş gibi Alevi-Bektaşilerin „Kâbe“si denilebilecek bir yerden geldiğinden, doğal olarak çok saygı görür ve ne dedi ise ayet gibi doğru olarak kabul edilir ve uygulanırmış.

Oysa Lütfü Dede sanki bizim çevrede sünnileşmenin temellerini atan birisi gibi görünüyor. Bizde sözgelişi 50-60 yıl önce, bir tek kişi bile namaz kılmaz, camiye gitmezken, kadınlarımız geleneksel olarak başörtülü ama Sünni tarzda örtünmezken; onun telkiniyle daha kapalı giyinmeye başlanmış, erkekler de yine onun tavsiyesiyle namaz kılmayı bilmedikleri halde cemevinde veya camiye dede ile birlikte giderek cemaat halinde namaz kılmaya başlamışlardır. Lütfü Dede halk üzerindeki etkisini kullanarak kimlik kaymasını önleyebilirdi ama bugünkü durumu dikkate alınca ya gücünü kullanmadığını veya kullansa bile etkili olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ancak Şeyhlerli kadınların pek hakkını yememek gerekir. Çünkü kadınlarımızın halen yüzde 95’i namaz kılmayı bilmez. Sadece Kütahya gibi tutucu kentlerde yaşamaya başlayan kadınların bazıları kurallarına uygun bir

şekilde namaz kılmayı bilir.

Yine Lütfü Dede’nin gidip gelmeye başlamasıyla birlikte, ilk defa altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başlarında hacca gidenlerde bir artış olmuş. Altmış yetmiş yıl öncesinde birkaç kişi de olsa hacca gidenler çıkmış. Şimdi ise hacca gitmiş olanların sayısı ellinin üzerindedir. Her yıl beldemizde ve Almanya’da yaşayan Şeyhlerli 3-4 kişi mutlaka hac ziyareti yapar. Lütfü Dede’nin burada da herhangi bir müdahalede bulunmadığı açıkça ortada.

Diğer taraftan benim çocukluğumda bile -ki ben 1970 doğumluyum- Ramazan orucu tutanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken şimdi neredeyse halkın yarısına yakınının oruç tuttuğunu duyuyorum. Çocukluğumda babamın bakkal dükkanı vardı. Ramazan ayı geldiğinde babam beni bağnaz bir şehir olan Emet’e götürmek istemezdi. Sen orada ekmek, su ister beni rezil edersin, derdi. Ama bu konuda Gediz ilçesi daha serbest olduğundan beni pazarına götürmeye çekinmezdi.

O zamanlar köy olan beldemize ilk resmi imam 1970’li yılların başlarında tayin edilmiş

ve 5-6 senelik bir çalışmadan sonra bir kız meselesi yüzünden kovulmuş. Ondan sonra bir iki imam daha köye atanmış, ancak sadece Simavlı Ali Emer bir anlamda bize uymak suretiyle 1982’den 1997 yılına kadar köyde kalabilmiştir. Diğer mahalledeki camiye de 1988’de Emet’in Alevi köyü Bahatlarlı bir imam tayin edildi. O da suya sabuna dokunmadan 1997 yılına kadar köyde barınabilmiş ve kişisel bir nedenden dolayı tayinini istemiştir. Camiler, tüm bu „sünnileştirme“ çabalarına rağmen yine de vakit namazlarında boştur. Đmam namazını çok kere yalnız kılar. Her iki cami de, bir iki bir ayağı çukurda ihtiyar ve elmayla armudu karıştıran üç beş kişi dışında, sadece cuma ve bayram namazlarında zar zor yarıya kadar dolmaktadır.

(7)

Ancak beldemizde camiye bir defa bile adımını atmamış erkek 10 kişi ya var ya yoktur. Nitekim camiye gitmenin gerekliliği adeta içselleştirilmiştir. Gitmeyenler de kendini suçluluk ve günah psikolojisi içinde hisseder olmuştur. Tamamı Alevi olmasına karşın belde insanı za-manla, gerek içlerinden çıkan dedeler gerekse devlet tarafından yürütülen yoğun „sünnileştirme“ çabalarının sonucunda, Sünni-Đslam’ın gereklilikleri olan namaz, hacca gitme ve Ramazan orucu gibi şekilsel ibadetleri Alevi olmanın da bir gereği olarak görmeye başlamış, hatta bu ibadetleri yapmayanlar ayıplanır hale gelmiştir. Öte yandan bu insanlar mümkün olduğunca cemevine de gitmekte, ikrar, yol gösterme, vefat edenleri dardan indirme ve ayin-i cem gibi Aleviliğin gereklilikleri olan ibadet ve seremonileri yerine getirmektedirler.

Şeyhler’de de her Alevi yerleşim biriminde olduğu gibi tavşan eti yenmez. Muharrem ayında 12 veya 17 gün geceleri de dâhil su içilmeden oruç tutulur. Ayrıca beldemizde her yıl hayır törenleri, kurbanlar kesilerek yapılan onun üzerinde yatır ve türbe vardır. Halk kadınlı erkekli, bahar ve güz mevsimlerinde yapılan bu hayır törenlerinde, bir bayram havası içinde semahlar dönerek, oyunlar oynayarak eğlenir. Türbelerin hayır törenleri çok coşkulu bir havada geçer. Ramazan ve Kurban bayramları da, Sünnilerin kutladığı gibi senelerdir aynı

şekilde kutlanmaktadır. Aleviliğin en güzel geleneklerinden biri olan Musahiplik ise maalesef büyüklerimizin bile tam hatırlayamadığı bir tarihte Bayram adlı bir dede tarafından Şeyhçakır Ocağı’na bağlı tüm köylerde kaldırılmıştır.

BĐZĐM ALEVĐLER TANIM DIŞI

Türkiye’deki genel geçer Alevi tanımlaması, „Aleviler demokrattır, ilericidir, yenilikten yanadır. Sol partilere oy verirler, ezilenin yanında sömürenin karşısındadır ve Aleviler laik devletin bekçileri ve garantörüdür“ şeklindedir. Beldemiz ve Kütahya çevresinin 20’ye yakın Alevi köyü için bu tanımlamalar büyük ölçüde geçersizdir. Beldemizde hâlâ kızlar ilkokuldan sonra pek okutulmazlar. Bu konuda maalesef çevredeki Sünni köylerden bile çok geriyiz. Belde halkı arasında lise ve yüksek öğrenimi tamamlamış olanların oranı çok düşüktür. Düşünün bir kere, bendeniz elli yıl aradan sonra ikinci öğretmen çıkan bir kişiyim. Birinci öğretmen Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunu rahmetli Rıza Aslan’dı.

Đkincisi 1991 yılında tarih öğretmeni olan ben oldum. Son zamanlarda bu sayı birazcık artış

gösterse de, dışa göçenlerle birlikte nüfusu 2 bin 500 civarında olan belde halkı arasında toplam üniversite mezunu sayısı 10-15 kişiyi geçmez.

Yine bizde bilinen diğer Alevi köylerinin aksine, çok partili yaşama geçildiğinden beri sağ partilere yarı yarıya oy çıkmaktadır. Şimdi vefat etmiş olan Mustafa Demir 15 yıl aralıksız Demokrat Parti ve Adalet Partisi taraftarı biri olarak köyde muhtarlık yapmıştır. Tabii yine de CHP, genel olarak daha çok taraftara sahip olmuş ve oy almıştır. Bu durum 1995 ge-nel seçimlerine kadar sürmüştür. Bu seçimlerde daha önce SHP Kurultay delegesi de olan Muhtar Alaattin Ölmez seçim öncesi DYP’ye geçmiş ve „DYP’ye oy verirseniz daha çok hizmet gelecek“ gibi vaatlerle, bu partiyi seçimlerden birinci olarak çıkartmayı başarmıştır. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde yeni kurulan belediye için ilk defa başkanlık seçimi yapıldı. Eski Muhtar Alaattin Ölmez ANAP’tan, Manisa’da müteahhitlik işleriyle uğraşan ve seksenli yılların ortalarına kadar babası Eyüp Hoca ile birlikte „hak“ karşılığı eski mahalledeki camide hocalık yapmış olan Medet Demirbağ DSP’den aday oldular. Seçimlerde Fazilet Partisi ve BBP de dışardan formalite adaylar gösterdiler. DSP adayı Medet Demirbağ seçimi oyların yarısından çoğunu alarak kazandı. Bu seçimlerde MHP ve Fazilet’e de hatırı sayılır oranlarda oy çıktığı gözlendi. Başkanın beldemizi Alevi kimliği ile tanıtmak için elinden gelen çabayı sarf ettiğini ve içinde kütüphane ve çok amaçlı salonların bulunduğu merkezi büyük bir cemevi yaptırmayı planladığını takdir ederek görüyorum. Bu bağlamda belde içindeki Haksız Hasan yatırının çevre düzenlemesinin yapıldığını ve Kültür Bakanlığı’nın da desteğiyle Ali Ekber Çiçek gibi Alevi sanatçıların türbe meydanında konser verdiğini ve bu tür etkinliklerin her yıl yapılacağını büyük bir mutlulukla öğrendim.

(8)

DIŞARDA DA KĐMLĐK KRĐZĐ

Şeyhlerliler’in yaşadıkları beldede olduğu gibi yerleşmiş bulundukları Türkiye’nin diğer kentleri ve Almanya’da da Alevi kimliklerini gizlemekte olduğu, Sünni ritüelleri benimseyerek kimliklerini kaybetme eğilimi içine girdikleri görülmektedir. Örneğin Almanya’da tanıdığım

Şeyhlerli bir kadın Recep, Şaban, Ramazan ve Muharrem aylarında hep oruç tutuyordu. Ben bir defasında kendisine, „Şu Hıristiyanların oruçlarını da tut ki, bari cennete gitmeyi tam garantileyesin. Nasıl olsa her tarafı memnun etmeye çalışıyorsun“ yollu bir şaka yapmıştım.

Almanya’da yaşayan yaklaşık yüz kadar Şeyhlerli ailenin hemen hemen hepsini tanıyorum. Đzmir, Manisa, Kütahya ve Eskişehir’de yaşayan yüzün üzerinde hane var. Bu in-sanların hiç biri dışta yaşasalar da, beldemizle bağlarını kesmiş değil. Ben Almanya’da yaşıyorum. Türkiye’den dokuz yıldır hemen her yıl yaptığım izinler dışında uzağım. Ama uzaktan da olsa beldemizdeki gelişmeleri ve nerede olurlarsa olsunlar Şeyhlerliler’i çok yakından takip ediyorum. Bazılarıyla mektup, elektronik posta ve faksla sürekli yazışarak ve telefon aracılığıyla ilişkilerimi sıcak tutuyorum. Doğal olarak son yıllarda Almanya’dakileri çok yakından gözlemleme fırsatım oldu. Büyük çoğunluğu aynı veya birbirine yakın şehirlerde oturan Şeyhlerliler, her biri birer camii derneğine üye ve buralara 25-50 Euro arasında değişen miktarlarda üyelik aidatı ödüyorlar. Çocuklarını hafta sonları camilerde verilen Kuran kurslarına gönderiyorlar. Bildiğim kadarıyla içlerinden bir tek kişi bile bir Alevi derneğine üye olmadığı gibi sanki derneklerin varlığından rahatsız bir havada görünüyorlar. Hele birinci kuşağa mensup olanlar, Alevi derneklerinin önünden bile geçmekten korkar ve Türkiye’nin başka kentlerinden olan diğer Alevilerle konuşmaktan çekinir durumdadırlar. 1990’larda başlayan „Alevi Rönesansı“ nın getirdiği görece rahatlığa karşın, hâlâ kimliklerini gizli tutma savaşımı verdiklerine tanık oluyorum. Hatta zaman zaman Alevi olmaktan dolayı bir tür eziklik duydukları da oluyor. Çevrelerindeki tanıdıklardan birisi bizim oralı bir ailenin herhangi bir yoldan Alevi olduğunu öğrendiğinde, bu kişi tanıdığının tüm Sünni ibadetleri yerine getirdiğini görünce şaşırıp kalıyor. „Bunlar acaba nasıl Alevi?“ diye kendi kendine sormadan edemiyor. Şeyhlerli’nin Alevi olduğunu öğrenen bu kişilere, senin tanıdığın bizim hemşehri veya aile gerçekten Alevidir denildiğinde, „Sen yanlış biliyorsun. Onlar Alevi değil. Öyle olsalar camiye gelmezler“ diyerek inanmakta güçlük çektiklerine defalarca tanık oldum.

Şeyhlerliler’in kız çocuklarını Almanya’da da bir sürü imkânın içinde ihmal etmekte olduklarını ve yüksek okullarda okumalarına engel çıkardıklarını büyük bir üzüntüyle izlemekteyim. Kızlar zorunlu olan eğitimlerini (9 veya 10. sınıf) tamamladıktan sonra beldemizden bir kişi ile evlendirilerek, damat Almanya’ya getirilmektedir. Zira Sünni birine kız vermeme geleneği korunmaktadır. Ancak Sünnilerden kız alınmaktadır. Doğal olarak Sünni birine kızını gönüllü olarak vermenin yaptırımları da vardır. Kütahya’da oturan büyük dayım, kızını bir Sünni ile evlendirdiğinden dolayı bir süre „düşkün“ ilan edilerek cemevine kabul edilmemiştir.

NURCU, SÜLEYMANCI ALEVĐLER

Almanya’da Alevi derneklerinin önünden geçmeye bile cesaret edemeyen korkak ve sinik karakterli çoğu Şeyhlerli, yaz tatillerinde izinlerini geçirdikleri sırada mutlaka „ikrar“ denilen ve ben Aleviyim diyen bir kişinin yaşamında kesinlikle yerine getirmesi önerilen bu ibadeti, beldemizin iki cemevinden birinde eşleri ile birlikte toplanan cemaat önünde yerine getirirler. Bu bir çeşit tarikata giriş töreni niteliğindedir. Ama Almanya’ya dönen aynı kişiler sanki Alevi değilmiş ve o görevi başkası yerine getirmiş gibi hemen sıradan bir Sünni Müslüman’a dönüşürler.

(9)

Ne gariptir ki, son yıllarda Almanya’daki Şeyhlerliler arasında yukarda da belirttiğim gibi eşleri ile birlikte hac ziyareti modası baş gösterdi. Bu moda sonucu birinci kuşaktan Mekke’ye gitmeyen kişi neredeyse kalmamış, kalanlar da ilk fırsatta Hacıbektaş’tan önce hacca gitmeyi düşlemektedirler. Moda deyiminden kastım, hacca gitme furyası dinsel bir görevi yerine getirme duygusundan çok, diğeri gider de ben niye gidemem kıskançlığının ve adına hacı dedirterek toplumda saygınlık kazanma psikolojisinin bir ürünü olmasıdır. Eskiden hacca giden Şeyhlerliler önce Hacıbektaş’ı ziyaret eder ve daha sonra hacca giderdi. Şimdi bu gelenek kalktı ama yine de hacca gitmediği halde tek tük Hacıbektaş’ı ziyaret eden çıkıyor.

Almanya’daki birinci kuşak Alevi hacılarımız aşırı hoşgörüsüz bir tutum sergiliyorlar. Artık çoğu emekli de olduğundan ev ile üye oldukları camii derneği arasında mekik dokumakta ve bizim gibi gençleri kendileri gibi olmadığımız için suçlamaktadırlar. Kraldan daha kralcı bir tutumla, evlerine misafirliğe gidildiğinde veya başka ortamlarda karş

ıla-şıldığında bizleri, niye namaz kılmadığımız, eşlerimizin başının neden açık olduğu gibi ko-nularda sorgulamaya kalkmaktadırlar.

Görüldüğü gibi Şeyhlerliler’in genelinde biri gizli diğeri açık olmak üzere dual (çift) bir kimlik karşımıza çıkıyor. Ayrıca Türkiye ve Almanya’daki Şeyhlerliler’den bazılarının Süleymancılık, Fethullahçılık ve Milli Görüşçülük gibi Đslamcı-tarikatçı gruplara katıldıklarını görüyoruz. Bu kişilerin eşleri ve kızları kara çarşaflara girmişler, özellikle Avrupa Đslam Toplumu Milli Görüş’ün (ĐGMG) aktif elemanları haline geldiklerine tanık oluyorum. Hatta Milli Görüşçü olan iki kişi de 30’lu yaşlarında Sünnilerde bile çok yaygın olmamasına rağmen genç yaşta hacca gitmiştir. Sadece bir tarikata ve cemaate üye olan bu kişiler Alevi olmalarını utangaç şekilde de olsa inkâr etmekte, Alevi olmayı ve bu kimliği sürdürmeyi „sapıklık“ olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemektedirler. Diğerleri de örneğin bir tartışma yapıl-dığında, Sünni ritüelleri tamamen benimsemiş oldukları halde Aleviliği sana bana bırakmamakta, kendileri gibi olmayan Alevileri dinsizlik, bölücülük ve Alevi olmamakla suçlamaktadırlar. Bu kişiler, çevrelerindeki Tuncelili, Erzincanlı, Sivaslı, Çorumlu ve kendileri gibi olmayan diğer Alevileri, gerçek Alevi saymamakta; bunlar bizimkiler gibi namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları, cami ile uzaktan yakından ilgileri bulunmadığı ve çocukları daha serbest yaşadıkları için küçümsenmektedirler. Aslında Alevi kimliğini kökenlerine uygun olarak sürdüren bu Aleviler hakkında „Onlar gerçek Alevi olamaz. Onların yüzünden bizim gibi dininde diyanetinde Aleviler karalanıyor. Eğer bir kişi Alevi olduğunu söylüyorsa, namaz kılmalı ve Ramazan orucunu tutmalıdır. Çünkü Hz. Ali efendimiz bu ibadetleri yapmıştır. Biz de Alevi olarak onun yolunu takip ettiğimize göre, ona uymalıyız“

şeklinde yanlış bir mantıkla düşünülmektedir.

Aslında beldemizdeki camiler de yaşanan süreci ve gerçekliği tüm çıplaklığı ile ele vermektedir. Camiler pırıl pırıl ve yepyeni malzemelerle döşenmişken, iki cemevi de perişan ve bakımsız bir durumdadır. Bazı haftalar iki defa toplanıldığı halde, cemevlerinde kullanılan eşyalar çok eskidir. Zira zaten halk cemevine evlerinde artık kullanmadıkları şeyleri hayır olarak vermektedir. Camilere gösterilen aşırı özen bile tek başına Şeyhler’de terazinin ne tarafa doğru sarktığını göstermesi bakımından kayda değerdir.

Almanya’da olduğu gibi Türkiye’nin başka kentlerinde yaşayan Şeyhlerliler’in de hızla asimile oldukları net bir şekilde görülüyor. Çizdiğim Alevi yerleşimi portresi biraz iç bunaltıcı ama Şeyhler bir istisna değil. Çünkü Kütahya çevresinde ve Batı Anadolu’nun diğer Alevi yerleşim birimlerinde bolca örnek bulmak çok güç değil. Post kavgası yapanların dikkatine!

Örneğin Ankara’da „Genç Erenler“ adında Alevileri sünnileştirmeyi hedefleyen ve Alevi'den çok Sünni okuyucusu olmakla övünen derginin sahibi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun köyü Emet’e bağlı Bahatlar’ı ele alalım. Bahatlar, Hüseyin Tuğcu ve kardeşi

(10)

Cemal Tuğcu bu uğurda çok çalışmış olmalı ki, Şeyhler’den daha fazla asimile olmuş bir manzara sergiliyor. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’yu ben çıkardığı dergi vesilesi ile gıyaben tanıdım ve mektuplaşmalarımız oldu. Dergiyi bir yıl kadar da bana gönderdi. Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Konya Selçuk Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi mezunudur. Ayrıca eğitim bilimleri ve sosyoloji dallarında mastır ve doktora sahibi bir kişi. „Türk Aile Yapısında Bektaşi Geleneklerinin Yeri ve Bir Bektaşi Köyü“ başlıklı yüksek lisans tezi kendi köyü ile ilgili. Ankara Mamak Đmam-Hatip Lisesi’nde bir süre meslek dersleri öğretmenliği yapan Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu, eğitim müfettişliğine yükselmiş ve bu görevin ardından Kırıkkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. Daha önce Aykut Edibali’nin Millet Partisi yanlısı olan ve partinin yayın organı Bayrak Gazetesi’nde zaman zaman yazıları çıkan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) katılmış

ve partinin Kurucular Kurulu’na seçilmiştir. Bahatlar’dan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu’nun dışında benim tanıdığım iki ilahiyat mezunu daha var. Bu köyden imam-hatip mezunlarının sayısı da herhalde 20’nin üzerindedir. Birçok kişinin de Kuran kurslarına devam ettiğini biliyorum.

Şeyhler’den ise halen benim yaşıtım iki kişi imam-hatip olarak Simav ve Gediz’e bağlı iki köyde görev yapmakta, birkaç lise ve üniversite öğrencisi de Süleymancı, Fethullahçı ve diğer Nurcu cemaatlerin yurtlarında veya evlerinde kalmaktadır. Bunların çoğu şimdi okullarından mezun oldular ve yedikleri ekmekleri inkâr etmeyerek öğretmen ve çeşitli kademede memur olarak öğrencilik zamanındaki tarikat ve cemaatlerine bağlılıklarını halen sürdürmektedirler.

Bu veriler hesaba katıldığında, Şeyhler’deki gidişatın son durağının tamamen sünnişme olacağı açıkça görülüyor. Bizdeki asimilasyon sürecinin benzeri, Emet ve Hisarcık ilçelerine bağlı Bahatlar, Kızık, Samrık, Alpınız (Uzunçam) ve Gediz’e bağlı Akçaalan Beldesi’nde de yaşanıyor. Hatta sünnileştirme çabalarının kesin sonucu bazı yerlerde çoktan alınmış durumda. Nitekim çevredeki diğer köylerden Karbasan, Simav’a bağlı Beyce, Çitgöl kasabaları ve Samat Köyü halkı zaman içinde tamamen sünnileşmiş ve Alevi olduklarını çoktan unutmuş bulumaktadır.

ĐŞBĐRLĐKÇĐ ALEVĐLER

Batı Anadolu’daki bu süreç hafife alınamaz. Çünkü bu yörenin Alevileri giderek bir zamanlar „Yezid“ diye küçümsedikleri insanların inançlarını benimsiyorlar. Bu konudaki diğer aktüel bir örnek ise asimilasyon sürecinin son durağına gelmiş bulunan Manisa’nın Akhisar ilçesine bağlı Sünnetçiler Köyü. Bu köyde Alevileri „sünnileştirme operasyonu“nun öncülüğünü 1960

Đhtilali sonrası Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeliği yapan ve Türkeş’le birlikte MBK’ dan uzaklaştırılan Emekli Albay Ahmet Er yapıyor. Buralı olan Ahmet Er, şu sıralar BBP’nin aktif elemanlarından biri. Daha önce MHP’liydi. Ben Ahmet Er’in 1991 yılında verdiği bir konferansa katılma fırsatı buldum. Alevilik konusundaki konferansta Diyanet Đşleri Başkanlığı Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin’le Balıkesir’de konuşmuşlar, yanlarında getirdikleri iki dedeye yaptırdıkları dua ve söylettirdikleri nefeslerle Alevi ile Sünni arasında hiç bir farkın olmadığını güya kanıtlamaya çalışmışlardı. Şimdi kendi köşesine çekilmiş gibi yapan ve en son Alevileri‚ „Alevistan“ kurmak istemekle suçlayıp büyük tepki çeken Dr. Sezgin için, Alevilerdi sünnileştirme işinin yarı gönüllü misyoneri ve Diyanet’in bu işle görevlendirmiş

olabileceği uzman kişi denilebilir. Dr. Sezgin, Türkiye çapında verdiği sayısız konferansta ve yazdığı kitaplarda Alevi ile Sünni arasında temelde hiçbir fark olmadığını yıllardır kanıtlamaya çalışır ve Aleviliği, sırf Türklere has bir inanç biçimi olarak görür. Türk-Đslam sentezcisi Dr. Sezgin ve Er, son yıllardaki Alevi kimliğinin dirilişini komplo teorisyeni bir zihniyetle değerlendirir ve bu dirilişi dış mihrakların işi ve bölücülük diye açıklarlar. Nedense Dr. Abdul-kadir Sezgin gibi insanlara, bozacının şahidi şıracı örneği içimizden Ahmet Er, Amasyalı Doç. Dr. Süleyman Sarıtaş ve Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu gibi destekçiler hep çıkar.

Kentli Alevi'yi bu saatten sonra artık kimse asimile edemez. Ama ben köylü Aleviler adına endişeliyim. Bugüne kadar Türkiye’deki Alevilik ve Bektaşilik genelleştirme yöntemiyle, klişeci bir anlayış ve yuvarlak laflarla tartışılıyordu. Umarım bu yazıdan sonra Alevilik

(11)

tartışmalarına yerel, farklı ve ete kemiğe bürünmüş bir boyut gelir. Yazımın Alevilik ve Türkiye’deki Alevi toplumunun analizinde ayağı yere basan sosyolojik ve bilimsel boyutta tartışmaların yapılmasına hizmet etmesini dilerim. Bu da sanırım bir Alevi Enstitüsü ile olanaklı. Almanya’da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında böyle bir enstitü kuruldu. Ama kendini güçlü bir şekilde henüz hissettiremedi. Hangi periyotta çıktığı bilinmeyen bir dergi yayınlıyor. Türkiye’de ise Ankara Gazi Üniversitesi’ne bağlı Hacı Bektaş

Veli Araştırmaları Merkezi beş yıl önce faaliyete geçti. Ancak bu merkezin, Türk-Đslam sentezci Prof. Dr. Alemdar Yalçın tarafından yönetildiğinden dolayı, Alevilik-Bektaşilik konusunu aydınlatmaktan çok kafaların daha da karışmasına hizmet edeceğinden endişe duyuyorum. Bir dergi yayınladığını da öğrendiğim merkezin çalışmalarının sönük geçtiğini ve etkisinin daha çok akademik çevrelerle sınırlı olduğunu araştırmalarım ışığında söyleyebilirim.

Sonuç olarak, Alevi önderliğine soyunanların ve Aleviliği ciddi olarak bir kimlik ve varoluş sorunu olarak görenlerin dikkatini, Batı Anadolu’da „Sünni-Hanefi sacayağı“ arasında sıkışmış Alevi köylerine çekmek istiyorum. Bu bölgede kanayan bir yara var ve duyarlı Alevi çevrelerinin objektiflerini bir an önce buraya çevirmeleri gerekiyor. Çünkü durum bu şekilde devam ederse, 20-30 yıl sonra bu insanların çocuklarına atalarının bir zamanlar Alevi olduklarını anlatmakta zorluk çekilebilir. Aleviler ve Alevi örgütlenmelerinin asimilasyona dur deme zamanı geldi de geçiyor. Çoğumuz, Alevi Toplumu’nun tabanının gün geçtikçe oyulduğunun farkında değiliz. Dünyanın neresinde olursak olalım Aleviler olarak ortak bir cephe oluşturmalı ve yanımıza demokratik yapıdaki kişi ve kuruluşları da çekerek yaşanan sünnileştirme sürecinin önüne büyük bir set çekmeliyiz. Sünni devlet kurumları aracılığıyla oluşturulan psikolojik baskı mekanizmalarına karşı acilen harekete geçilmelidir. Nitekim Alevilerin, Hz. Ali’ye olan zaafı kullanılarak ağır ağır „Sizin peşinden gittiğiniz Hz. Ali namaz da kıldı, oruçta tuttu vs.“ denilerek Aleviler Sünnilik hizasına çekilmek isteniyor. Bilelim ki, sünnileşme bir anlamda Aleviler için „yezitleşme“ dir! Bazı Aleviler o hale gelmiş

ki, artık Alevilikle uzaktan yakından ilgileri kalmadığı ve büyük ölçüde sünnileştikleri halde, hâlâ kendilerini Alevi sanıyorlar... Ne garabet! Erime, asimilasyon ve kimlik kayması sürecini içselleştirerek, gerçekte yaşadıklarının apaçık „sünnileşme“ olduğunun farkına varmadan, bu durumu zamanla gerçek Alevi olma hali olarak duyumsamaya, kanıksamaya başlıyorlar. Dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Meselenin can alıcı noktası ve asıl işaret etmek istediğim tehlike burada başlıyor! Anlayana..!

(12)

ALEVĐ KĐMLĐĞĐNĐN TANIMINDA KAFALAR KARIŞIK

Son yıllarda Alevi Toplumu büyük bir uyanış içine girmiş bulunuyor. Ancak gerek Aleviler gerekse Alevi olmayanlar arasında kafa karışıklığı ve kavram kargaşası giderek artıyor. Aleviliğin inanç ve felsefesine tam olarak vakıf olmayanlar zaman zaman ortaya çıkıp, “Türkiye'de yaşayan 20 milyona yakın Alevi okullarda Đslam dini öğretilerek, müslümanlaştırıldıklarını iddia ediliyor. Aleviler acaba zaten Müslüman değiller mi de müslümanlaştırılıyorlar?" diye soruyor.

Bu tür görüş sahiplerine şu söylenebilir: Evet, Aleviler Müslümandırlar. Ancak bunun bir “ama”sı vardır. Aleviler okulda, camide, radyoda, televizyonda öğretildiği biçimde ve Sünni-Hanefi bir devlet kurumu olan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB) anladığı, anlattığı Müslüman değildirler. Herkesin bildiği gibi Đslam’ın şartı beştir. Bunları inceleyerek bir karar verelim:

1. Şahadet Kelimesi Getirmek: Aleviler Şahadet Kelimesi getirirler. Ama bunun sonuna “Aliyyül veliyullah” yani Hz. Ali Allah’ın velisidir, şeklinde bir eklemede bulunurlar.

2. Namaz Kılmak: Alevilerin büyük çoğunluğu namaz kılmaz ve yerleşim yerlerinde camii yoktur. Olanlar da ya sonradan yapılmış veya zorla yaptırılmıştır. Alevilikte Sünnilikteki anlamıyla namaz yoktur. Cemler, niyaz ve yüz yüze kılınan halka namazı vardır. Sünnilikteki gibi namaz kılan ve camiye giden bazı Aleviler varsa da, bunlar ya sünnileşmiş veya elma ile armudu karıştıran kişilerdir.

3. Oruç Tutmak: Burada oruçtan kasıt Ramazan orucudur ve farzdır. Hâlbuki Alevilerde bu oruç yoktur ve tutulmaz. Biçim ve içerik olarak farklı olan Muharrem ve Hızır oruçları tutulur. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesini anmak ve matem amacıyla tutulan Muharrem Orucu boyunca kesinlikle gece ve gündüz su içilmez.

4. Zekât Vermek: Aleviler bir çeşit dinsel vergi olarak tanımlanabilecek zekâtı vermezler. Kendi fakirlerini koruyup kollasalar da, bunu zekât veriyorum ve Đslam’ın bir şartını yerine getiriyorum saikıyla değil; bir yardımlaşma anlayışı çerçevesinde, kendilerinin belirlediği zaman ve ölçütlere göre yaparlar.

5. Hacca Gitmek: Aleviler, hali vakti yerinde olan her Müslüman'ın ömründe bir kez de olsa yapması farz kılınan hac ödevini de yerine getirmezler. Ancak bazıları Mekke ve Medine yerine ya Hacıbektaş’taki Hacı Bektaş Veli türbesini veya Kerbelâ’da Hz. Hüseyin, Necef’te ise Hz. Ali’nin mezarlarını ziyaret etmekte ise de, Aleviler arasında bu bile pek yaygın değildir.

Alevilerin Đslam’ın şartlarına ilişkin tutumları bu şekildedir. Yaygın olan bir diğer yanlış

iddia ve önyargı da: “Aleviler Hz. Ali yolunda yürümektedir. O ise bizim peygamberimiz olan Hz. Muhammed’in damadıdır ve ikisi de tabii ki müslümandır. Hz. Ali namaz kıldı, oruç tuttu ise, Aleviler de onun yolundan gittiklerini iddia ettiklerine göre bu ibadetleri yapmalıdırlar."

Bu teze ben kendisi de bir Sünni olan, ancak Türkiye’de Alevi gerçeğini en iyi anlayan ve yorumlayan ender insanlardan biri olan; geçen yıllarda Đletişim Yayınları arasında “Türk Sûfiliğine Bakışlar” adlı bu konu ile ilgili çok faydalı bir kitabı yayımlanan değerli tarihçi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın cümleleri ile karşılık vermek istiyorum: ,,Alevilik yalnız ve basit olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun gibi yaşamaktır, spekülasyonundan çok farklı bir şeydir. Alevilerin Hz. Ali’yi Sünniler gibi anlamadıkları ve değerlendirmedikleri gerçeğini görmezlikten gelen bir ifadedir. Alevilikte Hz. Ali, Sünnilikteki Hz. Ali’den çok daha başka bir anlam ifade eder. 0 bir ‚kült’ konusudur. Đlk bakışta Sünnilik açısından doğru olan bu tezin, Aleviler için hiç bir anlamı yoktur. Ayrıca Aleviliği basit bir şekilde halifelik sorununda, ‚Hz. Ali taraftarlığı’ şeklinde anlamak, bununla bağlantılı olarak da Aleviliğin başlangıcını o döneme götürmek; eğer belli bir amaca yönelik spekülatif bir gaye taşımıyorsa, tamamen tarih dışı (ahistorik) ve zaman dışı (anakronik), dolayısıyla gerçek dışı bir anlayıştır ve yanlıştır. Sünni kesimin Aleviliği bir türlü anlayamamasının altında bu yanlış tezler yatıyor."

(13)

Hocam Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın da belirttiği gibi sorun sırf, Hz. Ali taraftarlığı yahut da Hz. Ali’yi sevmek ve onun gibi yaşayıp yaşamamak değildir. Nitekim Aleviler bu isim ve kavramları çok farklı anlar ve yorumlarlar. Tıpkı Alevilerin Kuran-ı Kerim’i de Sünniler gibi anlamadıkları gibi. Hatta Aleviler Kuran’ı Sünniler gibi Kuran-ı Kerim değil de Kuran-ı Hâkim diye adlandırırlar. Kuran’a bakış da Sünnilerden çok farklıdır. Aleviler şu anda elimizde bulunan Kuran metninin gerçek metin olduğuna pek dillendirmeseler de inanmazlar. Kuran’dan üçüncü Halife Osman’ın eklemeler ve çıkarmalar yaptığını savunurlar. Sünnilikte ise tam aksine Kuran metninin bir tek harfinin bile değiştirilmediğine ve eksiksizliğinin bir Hadis-i Kutsi ile bizzat Tanrı tarafından garanti edildiğine inanç tamdır.

Aleviler Müslüman mıdır? sorusuna bu açıklamalardan sonra; evet müslümandırlar. Ama heteredoks (Ehl-i Sünnet dışı) müslümandırlar. Sünni-Müslüman (Ortodoks) değildirler. Alevilik, eski Türk ve Kürt dinleri (Şamanizm ve Zerdüştlük), Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Manicilik ve Anadolu'nun antik çağdaki pagan geleneklerinin hepsinden etkilenmiş; bunları harmanlayarak bir sentez oluşturmuş, kendine özgü ve özgün bir yapıdır. Nasıl ki su, hidrojen ve oksijen atomlarının bileşiminden oluşmuş; orijinal bir yapı sergileyen oksijen ve hidrojeni artık göremediğimiz bir madde ise, Alevilik de tıpkı böyledir. Onda yukarıda saydığımız etki kaynaklarının her birini tek tek görmemiz mümkün değildir. Olsa olsa su gibi kendini oluşturan elementlerin artık seçilemediği, ayrıştırılamadığı özgün bir yapı çıkar karşımıza. Bu nedenle Aleviliği tanımlamak için tek başına Müslüman sözcüğü yetersiz kalır. Alevilik tek başına Đslam içine hapsedilemeyeceği gibi sadece Đslam elbisesi Aleviliğe çok dar gelir. Alevilik eşittir Đslam dersek, Aleviliği kısırlaştırmış ve dar bir çerçeveye hapsetmiş oluruz. Müslüman diyelim ama yukarıdaki türden açılımları da yapalım. Yoksa bugün yaşanan sorunları ve kafa karışıklığını aşamayız. Kısaca Alevilere, kavramlandırmanın yetersizliğinin farkında olarak, Alevi-Müslüman denilebilir.

Bazıları da kavram kargaşasını o kadar ileri götürüyor ki, ,,Türkiye'de yaşayan Alevilerin Đslam dinini okullarda zorla din dersi olarak okuduklarına inanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Din ve mezhep özgürlüğü vardır” gibi kendi içinde çelişkili görüşler öne sürebiliyor. Doğal olarak bu tür çelişkili görüşlerin ele alınır bir yanı yok. Hâlbuki böyle düşünenler, Alevi çocuklarına Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi kapsamında tamamen Sünni içerikli zorunlu din dersi okutulduğunu unutuyor. Çünkü bu ders seçmeli değil zorunlu. Derslerde ve ders kitaplarında tek kelime ile Alevilikten söz edilmiyor. Ben kendim bir Alevi çocuğu olarak, ilkokuldan üniversiteye kadar din dersini zorunlu olarak okudum. Bunun adına islamlaştırma değil, sünnileştirme denir. Çünkü zorunlu din dersleri Alevi köylerinin zaman içinde sünnileşmesine katkıda bulunuyor. Örneğin Kütahya ve çevresinde öyle Alevi köy ve kasabaları var ki, Alevi kimliğinden her geçen gün uzaklaşıyorlar. Yüzde yüz Alevi olan bu yerleşimlerin birinde çevresindeki Sünni köylerde bile olmayan, iki şerefeli minaresi bulunan, kubbeli iki camii ve bakımsızlıktan harap olmaya başlayan iki tane de cemevi binası var. Türkiye’deki okullardaki zorunlu din dersleri, imam-hatip okulları ve Diyanet Đşleri kanalıyla yapılan Sünni-Đslam propagandasının etkisiyle, burası ve çevresindeki Alevi köyleri artık asimile olmaya yüz tutmuş durumda. Söz konusu Alevi yerleşiminde namaz, oruç ve hac gibi bundan 50 sene önce pek yapılmayan ibadetler yapılır olmuş; bunlar zamanla bir Alevi’nin de yerine getirmesi icap eden dini görevler olarak algılanmaya başlanmıştır. Hatta bu ibadetleri yapmayan Alevilere kötü gözle bakılır olmuştur. Bu çevrenin Alevileri son 50 yıl içinde Alevi kimliğinden fersah fersah uzaklaştıkları halde zavallı bir

şekilde hala kendilerini çok iyi Alevi sanmaktadırlar. Otantik Alevi kimliğini sürdüren Orta ve Doğu Anadolu Alevilerini de kendilerinden saymama cüretini göstermekte; onları namaz kılmadıkları ve köylerinde cami olmadığı için ayıplamaktadırlar. Bunlar da gösteriyor ki, sünnileştirme çalışmaları batı bölgelerinde oldukça başarılı olmuşa benziyor.

Aslında öyle sanıldığı gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti laik değildir. Laiklik cilası altında yapılan, ülkeyi tamamen sünnileştirme operasyonudur. Nitekim Şeyhülislamlık gitmiş, yerine Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) gelmiş; medreselerin yerini de sayıları 20 civarında olan ilahiyat fakülteleri, binlerle ifade edilebilecek imam-hatip okulları, Kuran kursları ve

(14)

zorunlu din dersleri gibi Osmanlı’dakinden daha katmerlileri almıştır. Alevilerin vergileriyle bu devlet, hem kendi temellerinin hem de Aleviler dâhil Türkiye’de yaşayan farklı inançtan olan her insan ve topluluğunun inancını yaşama garantisinin altını oyacak, bu hakkı dinamitleyecek oluşumlara çanak tutmuştur. Kendini paramparça edecek bombayı bizzat kendisi hazırlamıştır. Devletimiz bu haliyle kendi kendini yiyen dev örneği bir konumdadır. Laiklik karşıtı ve radikal Đslamcı akımlar bizzat devlet desteği ile zamanla o kadar gelişmiş ve büyümüştür ki, iktidara bile gelmeyi başarmışlardır. Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırı akımların bizzat devlet eliyle palazlandırılması ve beslenmesi dönemine noktayı koyma zamanı gelmiştir. Bunun için de, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, vergi verenlerin sırtına beş bakanlığın bütçesinden daha fazla bir yük getiren Diyanet Đşleri Başkanlığı kaldırılmalı ve din işleri cemaatlere bırakılmalıdır. Yani dini hizmet talep eden her topluluk, bu hizmetlerin karşılığını bizzat kendisi ödemelidir. Bu konuda belki devlet Avrupa ülkelerinde olduğu gibi çalışanlardan din hizmetleri vergisi kesilmesinde ve toplanan kaynağın ilgili dini topluluklara ulaştırılmasında aracı olabilir. Diyanet Đşleri Başkanlığı’na tahsis edilen devasa kaynak ise zaten krizlerle boğuşan ülkemizde yatırımlara ve yeni iş sahalarının açılmasına ayrılmalıdır.

Özetle söylersek, Türkiye Cumhuriyeti bugünkü haliyle laik olmadığı gibi, mevcut laiklik anlayışı da toplumu daha fazla bölmeye zemin hazırlar bir yapı sergiliyor. Hali hazırdaki laiklik anlayışından Sünnilerin büyük çoğunluğu da memnun değil. Onlar da, devletin dinin kendi işlerine karışmasına şiddetle engel olmasına rağmen dine devletin aşırı müdahaleciliğinden şikâyetçidir. Bu keşmekeş devletin din işlerinden tamamen elini çekmesiyle aşılır. Đlk başta kargaşa yaşansa da kısa zaman içinde her şey yerine oturur.

Biz Alevilerin de bir yanlışı var. Ne zaman ağzımızı açsak, “Türkiye laiktir. Laik kalacaktır. Laik devletin bekçileriyiz“ şeklindeki anlamsız sloganları tekrarlıyoruz. Bilen biri varsa çıkıp söylesin, bu devletin neresi laik? Keşke Türkiye’de laik ve seküler bir sistem mevcut olsa da gönüllü olarak korusak. Aleviler statükocu ve şu andaki çarpık laiklik anlayışı ve uygulamalarının bekçisi, garantörü olamaz. Bizler Alevilerin, Sünnilerin, diğer din ve inançların her yönden eşit olduğu laik bir sistemin kurulması çabası içinde olmalıyız. Aksine davranmak var olan eşitsiz yapının daha da güçlenmesine katkıda bulunmaktan öteye gitmez...

--- oOo ---

(15)

DĐYANET’TEN SÜNNĐLER DE MEMNUN DEĞĐL

Türkiye’de halkın dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere bizzat Atatürk’ün emriyle kurulan Diyanet Đşleri Başkanlığı’nda son aylarda sancılı gelişmeler yaşanıyor. Yeni hükümetin Din

Đşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın kurumda köklü değişiklikler yapmak için harekete geçmesi, diğer taraftan da Alevilerin hatta bazı Sünni kesimlerin Diyanet üzerindeki eleştirilerini yoğunlaştırmaları Diyanet içinde tedirginliğin en üst noktaya yükselmesine yol açtı.

Diyaloğa açık kişiliği ile ve kendine özgü görüşleri ile tanınan ilahiyatçı ve felsefeci kimliği ile hemen her kesimde saygın bir yere sahip olan Prof. Aydın’ın, partisi hariç samimi bulduğum çabaları Diyanet içinde yuvalanmış statükocu ve rantçı kesimlerin uykularını kaçırmaya yetiyor. Bu tedirginlik dini kaygılardan çok Diyanet’in diğer kamu hizmeti veren kurumlar içinde en yozlaşan; dini ve uhrevi işleri akışına bırakarak, tamamen dünyevi olan ticaret ve alavere işlerine iyice dalmasından ileri geliyor.

Çünkü Diyanet bünyesinde kurulan Türk Diyanet Vakfı (TDV) gıdadan yayıncılığa kadar aklınıza gelen hemen her dalda faaliyet gösteriyor. TDV’ye bağlı şirketlerin sayısı bile tam olarak bilinmiyor ve bunların her birinde yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmış durumda. Ancak şirketlerin TDV’ye ait olması nedeniyle kimse çıkıp da, yolsuzluk iddialarını bırakın soruşturmayı gündeme getirmeye bile cesaret edemiyor. Zira kurum içinde çalışan güvenilir bir kişiden aldığım bilgilere göre, Diyanet’te pandoranın kutusu bir açılsa Türkiye’yi sarsacak çok büyük mali skandalların ortaya çıkacağı Ankara’da kulaktan kulağa fısıldanıyormuş.

Aslında Türkiye’de Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüm vatandaşlara dini hizmet sunmakla görevli olan ama fiili olarak Sünni-Hanefi Müslümanları temsil etme iddiasını ödünsüz bir şekilde sürdüren Diyanet, Sünnilerin bile belki ancak yarısını memnun edebiliyor. Bu iddia çok abartılı gibi görülse de temelsiz değil. Tabii Diyanet’ten sıradan, kendi halinde Sünnilerin çoğu memnun görünüyor. Burası nasıl olsa devletimizin denetiminde diye düşünen bu insanları, Diyanet’in ne yaptığı ve nasıl çalıştığı çok fazla ilgilendirmiyor. Ben de tezimi zaten bu kesimlere bakarak şekillendirmiyorum.

Diyanet’ten asıl memnun olmayanların başını Süleymancılar ve Nakşibendî tarikatının kolları yanında bazı radikal Đslamcı guruplar çekiyor. Bunları marjinal tepkiler ve memnuniyetsizler olarak nitelemek çok zor. Zira sayıları tahminlere göre 10 milyonun üzerinde... Bu kitleye Alevileri, Şii-Caferileri ve Müslüman olmayanları da eklersek karşımıza Diyanet’e karşı çok büyük bir muhalefet cephesi çıkar.

Örneğin benim yakından tanıdığım Süleymancıları ele alalım. Süleymancıların yıldızı Diyanet’le neredeyse kuruluşundan beri barışmıyor. 1959 yılında vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan’ın talebeleri olarak tanınan ve onun ardından damadı Kemal Kaçar tarafından yönetilen Süleymancılar, bugün hala gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da Diyanet’e bağlı camilerde görev yapan imamların arkasında namaz kılmıyorlar. Devletin dini kontrol altında tutmasından ve kendi faaliyetlerini engellemesinden rahatsız olan Süleymancılar, Diyanet’in atadığı imamları maaşlarının meyhanelerden ve genelev çalışanlarından alınan vergilerle ödendiğini öne sürerek ciddiye almazken, onları biraz aşağılayıcı bir sıfatla “namaz kıldırma memuru” olarak tanımlıyorlar. Tam da bu nedenlerle bunların arkasında kılınan namazların Allah katında makbul olmadığını düşünüyorlar.

Faaliyetleri Cumhuriyet’le yaşıt olan ve daha çok klasik medrese tarzı din eğitimi ve anlayışını savunan Süleymancılar, Diyanet’e insan kaynağı sağlayan imam-hatip okullarına

(16)

ve ilahiyat fakültelerine de sıcak bakmıyorlar. Onlara göre bu eğitim kurumları, din eğitimini yozlaştırdığı gibi devletin “aydın ve laik din adamı yetiştirme” amacına hizmet ediyorlar. Türkiye’de Diyanet’in kaldırılması konusunda, buradan beklentiler farklı da olsa Alevilerden sonra en istekli olanlar belki de Süleymancılar...

Çünkü Süleymancılar resmi olmasa da kendi alternatif din eğitimi ve öğretimi kurumlarını oluşturmuş durumdalar. Bugün ilköğretim okulunu bitirmiş bir çocuk Süleymancıların Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Pansiyonu adıyla kurduğu Kuran kurslarında okuyarak, bir ilahiyat fakültesi mezunundan daha kaliteli bir din eğitimi alarak hoca çıkabilir. Arkasından da Türkiye’nin hemen hemen her köy, kasaba ve vilayetinin yarısından çoğunda şubeleri olan Kuran kurslarında ve Avrupa ülkelerinin tamamına yayılmış

binlerce Türk-Đslam Kültür Merkezi camisinde görev alabilir. Zira “Nerede Türk varsa orada oraya gidilecek ve bir cami kurulacak” parolasıyla daha 1970’li yılların başında harekete geçen Süleymancılar, 1990’lı yıllara kadar Avrupa’da en çok şubesi bulunan dini cemaat konumundaydı. Ancak ezeli rakip Diyanet’in yurtdışına açılması ve daha önce kurulan Diyanet Đşleri Türk-Đslam Birliği’ni (DĐTĐB) daha etkin hale getirip, bu ülkelerde açılan bazı camilere maaşını kendi ödediği imamlar göndermeye başlamasıyla Süleymancılar birincilik tahtından indirildi.

Şiddeti reddeden ve daha çok geleneksel Đslam anlayışının sürdürülmesini savunan Süleymancılar, Diyanet’in Avrupa’daki mevcut cemaatinden bir bölümünü kendine çekmesine aldırmadan yoluna devam ediyor. Türk-Đslam Merkezleri yine üyelerden toplanan yardımlarla ve cami derneklerinde cemaatin helal gıda ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yapılan ticaretten elde edilen gelirlerle yürütülüyor ve her geçen binalar satın alınarak yeni şubeler açılıyor.

Süleymancılar, din işleri cemaatlere devredilirse kaos çıkar, şeriatçılar ayaklanır ve radikalleşerek devlet için büyük tehlike oluştururlar diyenleri yalanlarcasına hem Türkiye’de hem de Avrupa ve Amerika’da kendi yağları ile kavrularak sessizce faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Süleymancılarla araları bayağı soğuk olan Milli Görüşçüler de, bu iki kıta yanında Avustralya’da bile kendi camilerini kurmuş durumda ve bunların camilerine devam eden cemaat sayısının milyonları aştığı tahmin ediliyor. Buralarda birinin camisine devam eden diğerine kesinlikle uğramıyor.

Diğer bazı tarikat ve cemaatlerde Diyanet’e dine devlet müdahalesinin aracı olması nedeniyle karşı çıkıyorlar ama onlar Süleymancılar ve Milli Görüşçüler gibi alternatif örgütlenme yoluna pek gitmiyorlar. Nurcu bir cemaat olan Fethullahçıları ise bütün Đ slami-Sünni yapılanmalardan ayrı değerlendirmek gerekiyor. Çünkü Fethullah Gülen Hoca, sadece Diyanet konusunda değil; eğitimden, ticaret, sanat ve gazeteciliğe kadar birçok alanda devlet ve diğer özel kurumlara alternatif yeni kurumlar oluşturuyor. Türkiye’ye dönerse hapse girecek olan ve bu nedenle ABD’de yaşayan Fethullah Hoca’nın amacının ne olduğu henüz tam olarak bilinmiyor. Sadece uzun vadeli ve taktik bir planla Türkiye’yi derinden, ağır ağır ve evrimci bir yöntemle şeriatçı bir düzene götürmeyi düşündüğü tahmin ediliyor.

Đçlerinde kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın da bulunduğu Nakşibendî tarikatının değişik kolları Diyanet’in mevcut yapısı ve faaliyetlerinden pek memnun olmasalar da, orayı kazanılmış bir mevzi olarak gördükleri için pek seslerini çıkarmıyorlar. Ayrıca bunların Diyanet’e bakışları da oldukça fırsatçı ve faydacıdır. Diyanet kendilerine yakın kesimlerin kontrolündeyse iyi değilse kötü.

(17)

Siyasal Đslam’ın temsilcisi konumunda olan Milli Görüş çizgisi ve dolayısıyla Erbakan tarafından Diyanet, imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleri bir çeşit kadro devşirme merkezleri

şeklinde çalıştığından, son tahlilde pek de zararlı görülmüyor; bunların bazı yanlışları, beğenilmeyen tarafları ve getirilen eleştiriler sessizce geçiştiriliyor. ĐBDA-C, Hizbullah ve benzer radikal dinciler ise zaten Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerini kâfir olarak gördüklerinden, Diyanet’i de bu dinsiz ve laik düzenin (!) dinsel ayağı diye niteleyerek toptan reddediyorlar.

Diyanet’e muhalif ve şüpheci Sünni yapılanmaların tavırlarını ele aldıktan sonra iktidardaki Ak Parti de Milli Görüş geleneğinin devamı olduğundan Diyanet’in bugünkü konumunda Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın iyi niyetli çabalarına rağmen pek bir değişme olacağını tahmin etmiyorum. Devasa bir ekonomik dev haline gelen Diyanet’te çöreklenenler, Prof. Aydın’ı ellerindeki ticari gücü fütursuzca kullanarak arkalarına Ak Parti’yi de alarak saf dışı edeceklerdir.

Diyanet’i pes ettirecek ve hükümeti burada köklü yapısal reformlara zorlayacak hatta kaldırılmasını sağlayacak olan tek etkin güç Aleviler olacaktır. Ama Aleviler henüz bu güçlerinin farkında değil. Alevi örgütleri ve tabanı şimdilik üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine gelişmeleri pasifçe seyretmekle meşgul. Diyanet de zaten değişime karşı durma cesaretini, Alevilerin ve diğer kendine muhalif kitlelerin bu tepkisiz tavırlarından alıyor.

Diyanet muhalifleri ve ülkemizin gerçek anlamda laikleşmesini savunanlar uyumaya devam ettikçe Türkiye’de ne Diyanet reforma yanaşacak ne de çarpık laiklik anlayışının değiştirilmesi yolunda en ufak bir adım atılacaktır. Maalesef hiçbir hak ve özgürlük fatura ödenmeden alınmıyor. Aleviler ve laikliği savunan Sünni kökenli vatandaşlarımız gücünün farkına varmalı, bedel ödemeyi göze alıp örgütlenerek legal çözüm yollarını hemen zorlamaya başlamalıdır. Zira Diyanet devlet ve toplum içinde ayrık otu gibi her yeri sardığından ve sürekli büyüdüğünden, ona karşı mücadele her geçen gün biraz daha zorlaşıyor.

(18)

TÜRKĐYE’DEKĐ LAĐKLĐK ÖRNEK GÖSTERĐLECEK KONUMDA DEĞĐL

Merkezi Almanya’nın Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin (TAM) Berlin’de düzenlediği “Euro-Đslam” konulu toplantıda konuşan Almanya Federal Meclis Başkanı Wolfgang Thierse (SPD), Türkiye’deki laiklik uygulamasının örnek alınacak bir tarafının olmadığını söylemiş. Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre Thierse, dinleyici olarak katıldığı toplantı sonrasında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, Avrupa’da yaşayan Müslüman ve Hıristiyanların hoşgörü içinde birlikte yaşamalarının önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’deki laiklik, henüz Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için örnek gösterilebilecek durumda değil. Ama bu modeli destekliyoruz” diye konuşmuş.

Thierse’nin yaptığı tespit, Türkiye’deki laiklik modelinin 11 Eylül saldırılarının ardından önem kazandığını ve bu modelin tüm Đslam dünyası için örnek gösterildiğini öne sürenleri yalanlıyor. Çünkü Türk tipi laiklik uygulaması henüz diğer Müslüman ülkelere örnek gösterilecek bir konumdan çok uzak.

Bunun nedeni ise gayet açık. Laiklik ilkesi anayasaya 5 Şubat 1937 yılında girdi. Devlet 66 yıldır bu anlayış çerçevesinde yönetiliyor. Ancak bugün geldiğimiz noktada laiklik, gerek onu savunanların gerekse karşı çıkanların çabalarıyla ve yer yer yanlış tanımlamalar nedeniyle yerli yerine oturtulabilmiş; net bir tarifi yapılabilmiş değil.

Nasıl bir tanım yapılabilsin ki? Türkiye’de hemen her kesim laikliği körlerin fili tarif ettiği gibi farklı farklı tanımlamış ve anlamış. Hatta aynı kaynaktan beslendikleri halde Kemalistler bile zaman içinde laikliği farklı farklı tanımlamış ve bu çerçevede uygulamalara girişmiş. Nitekim 27 Mayıs Darbesi’ni yapan Kemalistlerle 12 Eylül Darbesi’ne imza atan Atatürkçü generallerin laikliği anlamaları farklı olurken, 28 Şubat Sürecinde ise önceki darbedekinin aksine bir tutum takınılmış. 12 Eylül darbecileri laiklik adına okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu hale getirip, Alevi köylerine zorla cami yaptırmakta bir sakınca görmemişlerdir. Aynı generaller, imam-hatip okullarının sayılarının çığ gibi artmasına da göz yummuşlar, Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın (DĐB) hızla büyümesine ve bazı din görevlilerinin Suudi Arabistan kaynaklı Rabıta gibi örgütlerden maaş almasına seslerini çıkarmamışlardı. Kemalist zincirin son halkasını oluşturan 28 Şubatçılar ise imam-hatiplerinin orta bölümlerinin kapatılması, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması ve siyasal Đslamcıların devlet içindeki ağırlıklarını azaltmak için post modern bir darbeye imza attılar.

Oysa laikliğin evrensel tanımı yanlış anlamalara meydan vermeyecek kadar açık. Vatan Gazetesi’nde yazan Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum’a göre laiklik,

“Devletin, devlete egemen olan kuralların, din kuralları olmaması; dinin etki ve egemenliğinde olmaması, kısaca devletin dine dayalı olmaması anlamını taşır. Başka hiçbir anlama da gelmez” şeklindedir.

Ama 66 yılda geldiğimiz yer laik zihniyetin devlet ve topluma egemen olması noktasından çok uzaktır. Adeta devlet ve topluma din kurallarının hükmettiği bir manzara ile karşı karşıyayız. Zira din-devlet ilişkilerinde kilit bir konumda olan Diyanet Đşleri Başkanlığı (DĐB) resmen olmasa da fiili olarak Başbakanlığa bağlı bir kurum olmaktan çoktan çıktı.

Đnanan inanmayan her vatandaştan toplanan vergilerden beş bakanlığın bütçesini aşan bir oranda pay almaya başlayan ve Diyanet Vakfı aracılığıyla kurduğu şirketlerle neredeyse dev bir holding gücüne erişen Diyanet, devletin bir kurumu olduğunu ve laiklik ilkesini unutup, verdiği fetvalarla toplumu Sünni-Hanefi Đslam anlayışı çerçevesinde yönlendirmeye ve tek tipleştirmeye başladı. Diyanet’in karışmadığı alan neredeyse kalmadı. Saç ektirmenin dini sakıncalarını anlatan ve Atatürk Havaalanı’ndaki reklam panolarına asılan mayolu kadın resimlerinin hacca giden vatandaşları rahatsız ettiğini ileri sürerek indirilmelerini bile tavsiye

Referensi

Dokumen terkait

Dengan menggunakan sudut pandang individu, penelitian ini juga menjelaskan bagaimana faktor individu Park Junior yang dipengaruhi oleh karakteristik personal Park

Untuk mendapatkan lapisan tipis SiN yang baik yang mempunyai sifat anti refleksi maka dalam penelitian dengan metode RF sputtering dilakukan variasi komposisi unsur Si dan N,

Laboratorium lingkungan dalam perjalanannya sebagai suatu aset, saat ini berada dalam tahap ketiga yaitu tahap operasional/pemeliharaan (Leong, 2004). Pengoperasian dan

Hasil identifikasi dan analisis menunjukkan bahwa permasalahan yang dihadapi dalam pengembangan industri olahan buah meliputi : terbatasnya pasokan bahan baku, terbatasnya jumlah

Sebagai contoh karena pengunjung dianggap sebagai individual-individual yang sama, maka akses museum sendiri masih tertutup bagi masyarakat dengan kebutuhan khusus dan bagi kelompok

Dengan demikian dapat disimpulkan bahwa pembelajaran bencana alam banjir bervisi SETS yang terintegrasi dalam materi IPA pokok bahasan Perubahan Lingkungan Fisik dengan media ani-

Mereka memaknai makna narima ing pandum dengan tidak cemburu akan rejeki orang lain seperti, Penjual sayur bermotor yang sudah mendahului mereka berjualan.. Mereka