• Tidak ada hasil yang ditemukan

CUMHURİYET İDEOLOJİSİNİN NAKŞİBENDİLİK TASAVVURU - ŞERiF MARDİN ÖRNEĞİ - Fatih M. Şeker

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "CUMHURİYET İDEOLOJİSİNİN NAKŞİBENDİLİK TASAVVURU - ŞERiF MARDİN ÖRNEĞİ - Fatih M. Şeker"

Copied!
50
0
0

Teks penuh

(1)

C

C

U

U

M

M

H

H

U

U

R

R

İ

İ

Y

Y

E

E

T

T

İ

İ

D

D

E

E

O

O

L

L

O

O

J

J

İ

İ

S

S

İ

İ

N

N

İ

İ

N

N

N

N

A

A

K

K

Ş

Ş

İ

İ

B

B

E

E

N

N

D

D

İ

İ

L

L

İ

İ

K

K

T

T

A

A

S

S

A

A

V

V

V

V

U

U

R

R

U

U

- ŞERiF MARDİN ÖRNEĞİ -

Fatih M. Şeker

A

ARRKKAAKKAAPPAAKK

Türkiye’de sosyal ve siyasi hadiselerin yorumlanmasında din unsuruna önem atfeden

akademisyenlerden biri olarak Şerif Mardin’in Nakşibendilikle alakalı kaleme aldığı yazılar bir bütünlük içinde tetkik edilerek; çapraz okumalara tabi tutulduğunda ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir. Ona göre mazide ve halihazırda (hatta gelecekte de) Türkiye’yi hem yapan hem de yıkan unsurlarından biri; 1950’lerden önce derinlerde, 50’leri müteakiben de görünürde akan Nakşiliktir. Osmanlıyı ve din meselesini henüz halledebilmiş olmaktan uzak görünen

Cumhuriyeti ihata edebilmenin ilk merhalesi, Nakşibendiliği tetkik etmekten geçer...

Mardin’i ilgilendiren esas mesele Nakşibendiliğin tarihi ve geleneğinden ziyade Türklerin din / İslam tasavvurunu oluşturan en öneml i tarikat etrafında zamanın şartlarına tabi olabilecek ve sistemi tahkim edebilecek potansiyel bir Müslümanlığın mevcudiyetini yoklamaktır. Ona göre Osmanlıların ruhunu teşkil eden ve sistemin bekasını sağlayan unsurları bünyesinde barındıran Nakşilik, Cumhuriyet için de aynı vazifeyi deruhte edebilecek vasıflara sahiptir. Nitekim çekirdek kadrosu itibariyle Nakşibendilik çerçevesinde mütalaa ettiği “AKP'nin iktidarda olması

Kemalizm’in bir başarısı sayılmalıdır” ifadesiyle akademik sırrını ifşa etmektedir.

Şerif Mardin’in üzerine dini, siyasi ve sosyal hükümler bina ettiği Nakşilik konusundaki bilgilerinin sıhhati ve derinliği ile bunlarla birlikte yürüyen yorumlarının değeri, elinizdeki eser boyunca tetkike tabi tutulmuştur.

Ö

ÖNNSSÖÖZZ

Nakşilik, tek ve zaruri politikası Müslümanlık olan Osmanlılar gibi, elbette dinin her sahada kendisini gösterdiği bir toplumda din-devlet birlikteliğini, dolayısıyla devletin bekasını muhafaza edecek unsurları ziyadesiyle bünyesinde barındıran bir tarikat hüviyetini haizdir. ... Başlangıçta Türk-İslam anlayışına hakim olan ruhun tasavvuf olduğunun idrakinde olan Cumhuriyetin kurucuları, tarikatların tekabül ettiği yeri çok iyi bildikleri için, İstiklal mücadelesinde ve sistemin kuruluşunda, oynadığı ehemmiyetli rolden dolayı bu ocaklara iki taraflı bir tavır takınmışlar; bu çift yönlü tavır kısa zaman da yerini, inkılapların paralelinde tarikatların ortadan kaldırılmasına bırakmış, böylece tarikatlar devletin tabii bir uzvu olmaktan çıkmış, bir problem haline gelmiştir.

"Tarikatlar, özellikle halen çok etkili gözüken modern tarikatlar esas olarak siyasi amaçları ağır basan kuruluşlardır; bu nokta açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır". (Gencay Şaylan) ... ll.Mahmut döneminde Bektaşiliğin uğradığı akıbete Cumhuriyet döneminde Nakşilik maruz kalmıştır. ... Haliyle etki tepkiyi doğurmuş,

Kemalizm’in dini politikaları sebebiyle Batıya doğru evrilme, yön değiştirme, halkın asli değerlerini müdafaa ve muhafaza etme gayretlerine vücut vermiştir. ... Cumhuriyet dönemi Nakşiliği

mevcudu muhafaza etme gayretini derinlerde sürdürmenin adıdır. Karakteristik özelliği sadelik, gösterişten kaçınma, itiyatlı bir tavır takınma, zikr-i hafiyi tercih etme olan Nakşibendilik bu

yönüyle anonimliği ve görünmezliği besleyerek kemiyet itibariyle tarihteki gücünden fazla bir şey kaybetmeden varlığını güçlü bir şekilde sürdürmeyi başarmıştır.

(2)

Türk sosyal bilimcilerinin "Max Weber'i Şerif Mardin'dir. Şerif Mardin'e göre XIX. ve XX. yüzyıldaki İslami uyanışta esas etkin unsur Nakşibendi tarikatı olmuştur.

Bu çalışmada; Şerif Mardin'in Nakşibendiliğe dair görüşlerinin tenkidi bir analizi yapılarak, Nakşiliğin ne olduğu belki de ne olmadığı gösterilerek hadisenin hakiki siması meydana çıkarılmaya çalışılacaktır. ... Bu satırların yazarının maksadı hem Nakşibendiliği tarihi realiteleri içinde ele alarak doğruyu, sahih olanı ortaya koymak, hem de konunun, Tanpınar'ın işaret ettiği çerçevede, "insanla, cemiyetle alakasını" temin etmeye gayret etmektir.

İ

İÇÇİİNNDDEEKKİİLLEERR

ÖNSÖZ,5

GİRİŞ: SÜREKLİLİK VE KIRILMA AÇISINDAN OSMANLI VE CUMHURİYET DÖNEMİ, 13 i. Cumhuriyet Devri'nde Nakşiliğin Vücut Bulduğu İklim, 15

ii. Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Tasavvuf ve Tarikatlar, 25

I. BÖLÜM: NAKŞİBENDİ GELENEĞİN TEŞEKKÜL EDEREK OSMANLI’YA DAHİL OLMASI: ŞERİF MARDİN'İN TARİHİ NAKŞİBENDİLİĞE İLİŞKİN TASAVVURU,35

i. Tasavvuftan Şamanizme: İslamlaşma Sürecinde Sünni ve Heterodoks İslam Telakkileri,37 ii. Nakşibendiliğin Osmanlı'ya Dahil Olmasının Sebepleri, 64

iii. Şamanizmden Tasavvufa: Nakşibendilikle Şamanizm Arasındaki İlişkiler ve Nakşiliğin İslamlaşmadaki Rolü, 72

iv. Sufilikten Protestanlığa: Nakşibendi Tarikatının Hususiyetleri, 76

v. Nakşibendi Tarikatında Mistik Boyut: Vahdet Neşesi ve Melami Neşve, 80 vi. Molla İlahi ve Nakşibendi Tarikatının Osmanlı'da Yerleşmesi, 87

II. BÖLÜM: GELENEĞİNDEN UZAKLAŞAN NAKŞİBENDİLİK: ŞERiF MARDİN'İN HALİHAZIR NAKŞİLİĞE İLİŞKİN TASAVVURU, 91

i. İslamcılık ve Tasavvuf: Sirhindi Hareketinden Vehhabiliğe, 93 ii. Müceddidi Nakşibendilik ve Siyaset, 102

iii. Müceddidi Öğretinin Osmanlı 'ya Girişi ve Halidilik Adıyla Zuhuru, 109 iv. Nakşibendiliğin Dönüşümü: Halidilik ve Siyaset, 116

v. Hikmet-i Hükümet çerçevesinde Halidilik, 122

vi. Osmanlı Dini Hayatında Nakşibendi-Halidiliğin Dinamikleri, 148

vii. Osmanlı'dan Cumhuriyet Dönemine Aktarılan Miras: Muhafazakar ve Modern Halidilik: Necip Fazıl ve Said Nursi, 155

viii. Yeraltından (Uzletten) Hayata: 1950 Sonrası Nakşibendilik, 164

ix. Nakşibendiliğin Modern Hayatla Hesaplaşması: Selefleri ve Halefleri Arasında Mehmet Zahid Kotku ve Nureddin Topçu, 167

x. Nakşibendiliğin Cumhuriyet Döneminde Algılanışı: Tarık Zafer Tunaya'nın Mirası, 176 III. BÖLÜM: ŞERİF MARDİN'İN NAKŞİBENDİLİK TASAVVURUNDA TARİKATIN BELLİ BAŞLI HUSUSİYETLERİ, 187

i. Faal Taraf, 181

ii. İhya Düşüncesi ve Tasavvuf / Nakşibendilik, 196

iii. Nakşibendiliğin Siyasi Açıdan Muvaffakiyetini Temin Eden Diğer Amiller, 200 a. Teslimiyet ve Teyakkuz, 200

b. Strateji Geliştirme Potansiyeli ve İstidadı, 202 c. Özerkliğe İmkan Tanıması, 205

d. İdeolojik Vasıta Temin Etme Potansiyeli,207 DEĞERLENDİRME, 211

(3)

G GİİRRİİŞŞ S SÜÜRREEKKLLİİLLİİKKVVEEKKIIRRIILLMMAAAAÇÇIISSIINNDDAANNOOSSMMAANNLLIIVVEECCUUMMHHUURRİİYYEETTDDÖÖNNEEMMİİ I I.. C CUUMMHHUURRİİYYEETTDDEEVVRRİİNNDDEENNAAKKŞŞIILLİİGGİİNN VVÜÜCCUUTTBBUULLDDUUĞĞUUİİKKLLİİM M

Osmanlı Devleti'nin temel vasfını, halis ve tam bir ahenk olmasa da, din fikrinin daima devlet fikriyle beraber olması teşkil etmektedir.

Osmanlı'da kökeni pek uzaklara giden bir çeşit din-devlet söyleminin devamlı olarak karşımıza çıktığını vurgulayan Şerif Mardin'i bu esas dahilinde meşgul eden temel mesele, münhasıran Osmanlı'da ve Cumhuriyet Türkiye’sinde dinin dolayısıyla devletin haiz olduğu mevkidir.

Şerif Mardin... Türklerin İslamlaşma sürecinden bugüne kadarki geçen sürede teşekkül eden İslam tasavvurunu ihata edebilmenin yolu; Nakşiliğin yapısını idrak etmekten geçer. ... Türkiye'nin dini hayatıyla Nakşiliğin dini tecrübesini aynileştiren Mardin, dinin Cumhuriyet devrinde tekrar "diriliş" emareleri göstermesinin izlerini de Nakşilik üzerinden takip eder.

Osmanlı'da aleni, Cumhuriyet Türkiye’sinde zımnen günlük hayata hakim olan İslam olmuştur.

"Cumhuriyet 'büyük' olarak niteleyebileceğimiz konular üzerinde durmuştur. Örneğin; siyasi rejimin niteliği, milliyetçilik ilkesi, Türkiye'nin kalkınması gibi. Oysa insanları insan yapan, yalnız büyük davalara katılmaları değildir. Çoğunluk için, gündelik hayat adını verebileceğimiz bir yaşam kesimi bu davalar kadar ciddi sorunlar yaratır".

"Cumhuriyetin resmi tutumu Anadolu'nun dama tahtasına benzeyen yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti, Cumhuriyet ideolojisinin benimsettirildiği kuşaklar da böylece, yerel, dinsel ve etnik grupları, Türkiye'nin karanlık çağlarından kalma gereksiz kalıntılar olarak görüp reddettiler. Karşılaştıklarında, birer kalıntı olarak davrandılar onlara. Böylece merkez, büyük eşitleştirici rolünde çevrenin yeniden karşısına çıktı. Bu da merkezin kasvetli ve sert görünümünü bir kez daha sergiledi, Kemalist ideolojinin yalınkatlığı bu gerçeklerin aydınlığında ele alınmalıdır".

Mardin'e göre, toplumun tarihi mahsullerin üzerine inşa edilmesi imkan dahilinde olmasına rağmen bunu gerçekleştir(e)meyen, bundan uzak kalan Cumhuriyetin kurucularının söz konusu davranış ve tavırlarının rasyonel sebepleri vardır. ... Bugün için tabii olan Atatürk'ün bu tavrı o dönem için gayr-ı tabiidir. Zira pek çok kimse için İslam'la toplumsal düzen arasında doğrudan var olan bağın zaruri sonucu olarak İslam, toplumun nasıl olması gerektiği noktasında

müdahaleci bir tutuma sahiptir. Dolayısıyla dini politikadan soyutlamak mümkün değildir. Bu temayülün kökleri ise Batılı fikirlerin Türkiye'ye çarpmasına ve Sultan II. Abdulhamid (öl.1918) zamanında gelişen okullaşmaya dayanmaktadır.

Atatürk'ün İslam'ın ruhuna, amaçlarına ters gördüğü diğer bir husus da; "İslam tarihinde Allah'la kul arasına giren, Allah'ın emirlerini tefsir etme yetkisine dayanarak kişi üzerinde egemenl ik kurmuş, kişiyi istediği tarafa iten pir ve şeyhlerin mevcudiyetidir". ... Devlet erkanının bir bölüğünün tarihten miras aldıkları memur statüsünün dışında yer alan, kontrolleri altına alamadıkları pir ve şeyh gibi din adamlarına şüphe ile bakmış olduklarıdır. ... Osmanlı'nın şeriata ilaveten eski Orta Doğu ve Orta Asya Türk devlet gelenekleri üzerine müesses bir ilkeye, "devletin devlet olarak yaşamasını sağlamanın en önemli öğe olduğu fikri"ne dayandırmaktadır. ... Kaynağı Batı da olsa, devlet yararına olan bir politikayı benimseyerek, pragmatik bir şekilde "ilahi güçlerle doğrudan bağları bulunduğunu iddia eden, geçimini devletten sağlamayan dinsel kişileri tam anlamıyla hazmedememiş, tehlikeli gördüklerini sürmüş veya idam etmiştir". (Mardin)

(4)

Cumhuriyet Türkiye’sinin menşeini Osmanlıda gören ve bulan Şerif Mardin'e göre, Cumhuriyet inkılaplarının temeli, Osmanlı'nın son döneminde, 1908'lerde Jön Türk dev rimiyle ortaya atılan fikirler etrafında teşekkül etmiştir. ... Kemalizm’e Tanzimat'ı temel alan bir gözlem noktasından bakılması gerektiğini ifade eden Şerif Mardin ...

Davison'un tespiti şudur:

"Mustafa Kemal'in yaptığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun kafasını kesmekti. Devletin başı, Türk siyasal gövdesinden ayrılmıştı. İki darbede 600 yıllık hanedanın varisi Osmanlı sultanı ve son sultanların sahip olduğu halifelik unvanı bertaraf edilmişti. Ama gövdenin büyük bir kısmı ortalıktaydı".

Şerif Mardin Türk modernleşmesini Osmanlı İmparatorluğu'yla irtibatlandırır ve "bir modernite projesi" olarak ifade ettiği Kemalist çağdaşlaşma arzusu ve temayülünün "Osmanlı'yla ilişkisini bir süreklilik ya da kırılma tezine indirgemeden; belli bir taşıyıcı öğe, kurucu bir öz aramadan,

süreklilikle kırılmanın eş-zamanlı olduğu bir tarih anlayışı içinde bir 'değişim-dönüşüm' projesi olarak ele alır".

Atatürk reformları bu sayede, yani imparatorluğun ortadan kalkmasıyla gerçekleştirilebilmiştir. "Bir anlamda da Atatürk'ün, devleti, ulemanın ve tarikat önderlerinin etkisinden koruma geleneğini devralmış olduğu açıktır".

İsmet Özel'den okuyoruz: "Osmanlı batılılaşmasıyla Cumhuriyet batılılaşması tab'an birbirinden ayrı şeylerdi. ... Farkları şuradadır: Osmanlı batılılaşması temelleri İslam’da 'olan' bir toplumun kapitalist dünyada kendine yer açıp açamayacağı sorusuyla vücut bulan, vuku bulan bir batılılaşmaydı. Halbuki Cumhuriyet batılılaşmasının böyle bir “köken” meselesi yoktu. Kökleri İslam'da olan bir toplumun yeni dünya şartlarında kendine yer araması diye bir şey yoktu. Doğrudan doğruya dünyanın kabul edeceği bir toplumu inşa etmek, kurmak diye bir mesele vardı".

Bu yönüyle, kendisi için en ehemmiyetli kaynağı bir kenara koyma anlamında, “Türkiye

Cumhuriyeti bir kırılmayı temsil eder ve kendi ifadesini 'olmayan bir şey için (modern ulus, milli kimlik, genel irade) sanki varmış gibi çalışmasında' bulur", Kemalizm’in hem ütopyacı hem de reformcu olduğu nokta da tam burasıdır.

"Ütopyacıdır; çünkü maddi varlığı olmayan bir toplum imgesinden hareketle modern toplum inşasını kendine başlangıç noktası olarak almaktadır. Aynı zamanda reformcudur da; çünkü kavramsallaştırma düzeyinde istenen ve bir tasarım, bir tasavvur olan toplum anlayışının yaşama geçmesini, toplumsal değişim olarak tanımlar".

Atatürk de Durkheim gibi aynı istikamete tabi olarak, modern devletin bir “yurttaşlık dini (civic religion) ile desteklenebileceğini ümit ediyordu. Burada kişisel bir değer olmaktan ibaret olarak görülen dinin rolü ikinci derece de veya marjinaldi". "Toplumsal gerçekliği zihinsel kurgulara” uydurarak meselenin halledileceğini düşünen bir anlayışın neticesi olarak "Atatürkçülük, dinin toplumsal yapı ile kesiştiği yönleri arka plana atmış; dini kişi ile Allah arasında özel bir bağ, bir alışveriş olarak görmüştür". ... Oysa din sadece bir vicdan meselesi değil, her zaman ve her mekanda vicdanın bir gelenekle irtibatlandırıldığı bir saha, “şuur ve hafıza ile ilgili bir olay, bir 'poetik' ve varoluş konusu olmuştur". ... Cumhuriyetin öncüleri İslam'ın kişisel fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini zannetmişlerdir.

"Kemalizm, kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratmadığı ve yeni bir fonksiyon görmediği için bir rakip ideoloji rolünü oynayamamıştır. Kemalizm’in Türkiye'de ailelerin çocuklarına intikal ettirdikleri değerleri

(5)

Şerif Mardin'in tenkitten ziyade bir aksülamel mahiyetinde telakki edilmesi gereken tespit ve teşhislerinin aynısını Cumhuriyet dönemi devlet-tarikat ilişkileri üzerine 'gözlemlerde bulunan' Thierry Zarcone'da da müşahede ediyoruz: "Kemalizm Halkevi gibi ikame kurumlar teklif etti, bu bir gerçek; ancak bunlar büyük oranda Müslümanlardan meydana gelmiş bir toplumda ortaya çıkan problemlerin tamamını cevaplayamıyorlardı. Ve üstelik bu sosyabilite formları bir tarikatın yapabildiği gibi, manevi ve ruhi bir kanun arayışında olan fertleri tatmin edecek durumda değillerdi".

Bu satırlarda da görüleceği gibi, halkevleri "tekkelere göre bir fanteziden öteye gidememişlerdir". Gerçekleştirilmeye çalışılan reform hareketi felsefi temelden yoksundur.

"Cumhuriyet Batı 'dan eğitim kurumlarını ve kültürel alışkanlıkları (müzeler, resim/heykel, laiklik) alırken, bunların aslında anlamların, kavrayışların ve ontolojik tutumların oluşturduğu bir buzdağının suyun üstüne çıkan ucundan başka bir şey olmadığını kavramamıştı".(Mardin)

Şerif Mardin'e göre Kemalizm'in yol açtığı bu inanç boşluğu yaygın demokratikleşmeyle beraber Nakşibendiliğin "siyasal eylemciliğinin kaynağını oluşturmuştur.

Kuruluş döneminde toplumun temel değerleriyle tenakuz halinde, muayyen hadlerin ilerisinde, bir emri vaki şeklinde gündeme getirilen bu politikaların hayata nüfuz etmesi bir tarafa, bu politikayı yürütenlerle mücadeleyi besleyeceği beklenebilir. ... toplum ... dini bir esas olarak telakki ettiği ananenin müdafaasını yapmıştır.

Türkiye'deki kötülüklerin çoğunu Müslüman din adamlarına yükleyen Türk sosyal bilimcileri, Mardin'i "eskiden kalmış konularla uğraşarak" zaman kaybetmekle suçlamaktadırlar.

Sosyolojinin verilerine iman eden Şerif Mardin, ... “Türkiye'de siyasi söylemin arka planında her zaman mevcut olan; ancak üzerinde durulmayan" İslam'ın, Türk toplumunun zihniyetini, dolayısıyla da hayatiyetini şekillendiren ana unsur olduğunu ifade ederek hakim pozitivist paradigmayı sarsmış; "din-modernleşme ilişkilerinin daha soğukkanlı ve tanıma-anlama-yorumlama ekseninde ele alınması gerektiği doğrultusunda yeni bir çizgi başlatmıştır". ... Şerif Mardin'in en muvaffak olduğu saha da burasıdır. Şerif Mardin'den önce; neredeyse "dini özellik taşıyan bütün olguların genellikle gericilik-irtica çerçevesinde" bakıldığı için, "hem olayın tabiatını tanımada, hem de Türkiye'nin sosyal ve siyasi meselelerinin bir yönüne teşhis koymada ciddi boşluklar doğmuş, neticede sosyal bilimlerle uğraşanların bu alandaki güvenilirlikleri zedelenmiştir. Mardin'in gerçekleştirmek istediği hedef; siyasi merkezin dini sahaya ilişkin görüş zaviyesini daha bir derinleştirip zenginleştirerek mevcut sistemin nasıl daha muhkem hale getirilebileceğinin yol ve yöntemini göstermekten ibarettir. ... "AKP'nin iktidarda olması Kemalizm'in bir başarısı

sayılmalıdır" ifadesiyle sırrı faş etmektedir. "Din"le Nakşiliğin tecrübe ettiği dini hayatı kasteden Mardin, böylece "din"e hiçbir şekilde içtimai bir mevki tanımayan Cumhuriyetin kurucu

kadrosunun gerçekleştiremediğini, Nakşiliğin, dolayısıyla da Nakşilik üzerinden dini hayatın nasıl dönüştürülebileceğinin imkanlarını yoklayan bugünkü Kemalist kadronun gerçekleştirdiğini ima etmektedir.

(6)

I

III.. O

OSSMMAANNLLIIVVEECCUUMMHHUURRİİYYEETTDDÖÖNNEEMMİİNNDDEETTAASSAAVVVVUUFFVVEETTAARRİİKKAATTLLAARR

Uzviyetini şekillendiren en etkili unsur tasavvuf olduğu için İslam, Türk toplumunda tasavvuf şeklinde görünür. Tasavvufi düşüncenin teşkilatlanmış şekli olan tarikatlar ise imparatorluk siyasetinde, sosyal hizmetleri yerel ölçekte gerçekleştirmede, lokal problemleri çözüme kavuşturmada, tekke şeyhlerinin otoritesinden faydalanmada, eğitim imkanlarının

oluşturulmasında ve "kırsal nüfusla devlet arasında kanal işlevi görerek önemli bir rol oynuyordu". Bu yönüyle tarikatlar genellikle 'seçkin' (havas) ve 'halk' (avam) kültürleri arasında bir köprü kurulmasını kolaylaştırmıştır. Osmanlı'da "gösterişçi bir nitelik taşıyan sofuca uygulamalar"ın "avama özgü kabalık" sayılmasına mukabil; "istiğraka dayanan entelektüelist biçimleri"nin "daha büyük saygıyla el üstünde" tutulduğu sufilik "aynı zamanda seçkin İslam'ı, ahalinin tabiat üstüne duyduğu inançlarla kaynaştırma vasıtasıydı".

“Resmi din ya da halk dini; bu ikisi İslamiyet’in pek çok yönünü paylaştılar ama aynı zamanda birbirinden belirgin olarak ayrıydılar".

"Resmi dinin en önemli işlevi, alt-sınıfların dini için meşruiyet kazandıran bir çerçeve sağlamasıydı". Atatürk, kurumsal İslam'a karşı nefretle dolu ve güvensizlikten ibaret bir tavra sahip olduğu için "resmi dinin yerine laikliği koymuş, böylece bu meşruiyet çerçevesini izole etmişti". Uzun vadede laikleştirme lehine işleyeceği ümit edilerek "küçük insan"ın dini böylece hoş görülen ama

güvencede olmayan belirsiz bir duruma geldi".

Mardin'e göre, "Cumhuriyet ideolojisi bir söylem olarak İslamiyet’in yerini ve toplumun 'çimentosu' olma rolünü reddederek" üst tabakayla kitleler arasındaki mesafeyi derinleştirmiştir. "Toplumsal heterojenliği hoşgörüyle" karşılama, varoluş problemlerini ciddiye alma şeklindeki Osmanlı pratiğine mukabil Cumhuriyet 'jakoben'di ve varoluş sorunlarını "metafizik ve skolastizm kalıntısı sorunlar saymaktaydı”.

Diğer taraftan Şerif Mardin'e göre bir eğitim merkezi olarak taazzuv eden tarikatlar resmi ulemanın verdikleri dünya görüşünden farklı bir görüşün sağlanmasını mümkün kılmışlardır. ... "Ortodoks ulemanın yasakçı, mütereddit ve kuru nitelikteki kent İslam’ı başka bir Allah anlayışının ortaya çıkmasına yol açmıştır ki, bu da tasavvuftur".

Halkın büyük kütlesi İslamlığı tekke ve zaviyelerde tarikat diliyle, daha aşağı halka yakın seviyede de Bektaşilik diliyle yaşamıştır.

Nakşibendilik şeriat hükümlerine bağlı olmak gibi Sünni ulemayı cezbeden özellikleri itibariyle umumiyetle "ulemanın tarikatı" olarak tavsif edilmektedir.

Bahaeddin Nakşibend’in... “Bize zor gelen her meselede bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz ayeti hükmünce alimlere gider onlardan sorarız. Onların verdiği (fetva) ve hükümle amel ederiz. Öyleyse söyler misiniz bizim tarikatımız doğru mudur, değil midir ?"

Hanefi mezhebine mensup olan Bahaeddin Nakşibend'in bu sözleri eski sufilerde rastladığımız tasavvuf anlayışının sarih bir numunesidir. ... “ulemanın tarikatı” payesini kazanmıştır.

(7)

Nakşibend'in tasavvuf anlayışının mihveri Kur'an'dır. Dolayısıyla tasavvufun amacı şeriatı en iyi şekilde yaşamaya gayret etmektir.

Düşünce ve fikir beraberliğinden öte mekan birliğinin de göze çarptığı tekke ve medresenin din anlayışlarında temelde bir farklılık yoktur. Aynı hedefe sahip olan medrese ve tekke her hususta aynı ananenin devamıdır. Sadece gidişat, yürüyüş güzergahı ve usul değişiktir.

Şerif Mardin' e göre alternatif bir İslam toplumu kurarak, İslam toplumundan sıyrılabilmenin yollarından biri sufilikdir. "Sufilik, alternatif bir İslam alemi olarak resmi İslam'ın negatifi olarak onunla yan yana ve iç içe yaşamıştır”.

Tarık Zafer Tunaya ... "İmparatorluk içinde yaygın baskı grupları, dini bölünmeler şeklindeki menfaat grupları, 'tefrikalar' olmuştur. Bunların devlet içinde, ayrı bir devlet denecek derecede bir etkileme sistemi kurdukları açıktır. Yarı dini lonca teşkilatı, Ahiler bunların başında gelir.

Bektaşilik, Alevilik de bu sisteme dahildir. O kadar ki, Osmanlı siyasi hayatı tarikatçılığın rekabet ettiği bir alan olmuştur. İran'dan yayılan Şii akımlara karşı, Sünni Nakşibendilik, hemen hemen Osmanlılıkla yaşıttır. Ve padişahlar, Sünni akımları, Şiiliğin yayılmasına karşı desteklemişlerdir. Başka menfaat gruplarıyla baş edebilmek için, Osmanlı Devleti din gruplaşmalarına büyük bir serbestiyet tanımış, onların yayıcısı olmuştur. Bu durum Osmanlı siyasi hayatının özelliği olmuştur". Tanpınar'ın Beş Şehir'deki ifadesi ise şöyle: "Tasavvuf çeşnisine bürünmek şartıyla her aşırı hareket mazur görülürdü."

Bu tavırlar ise "uzun vadede, bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yaramıştır. Onlar 'hurafe'yi ciddiye aldıkları için köylü ile alt tabakadan gelen adamla aynı dili konuşabiliyorlardı. ... Ancak 'ilerici dindar' da, laikler de bunun farkında olmamışlar, "zaman zaman karşılarına hiç tanımadıkları bir İslam'ın şekilleri" çıkınca şaşırmışlardır. Şerif Mardin halkın İslam anlayışının kaynaklarının Osmanlı'da tarikatlar olduğunu, "dindar ahali en büyük sadakat gösterilerini mücerret bir İslam dininden ziyade müşahhas tarikatlara saklıyordu" ifadeleriyle göstermektedir. ... "kulla Allah arasında mutavassıt vazifesini gören birçok teşekküller teessüs etmişti".

Modernist muhit de laikler de nazari düşünmeye mahkum olmak yerine realist olsalar, satıhta dolaşmayarak az çok derine inebilseler, halkın İslam tasavvurunun nasıl bir kaynaktan geldiğini görerek onlarla münasebet tesis ederlerdi. ... Ne ki İslam’ın modernist telakkisine mensup olanlar yalnızca "Ortodoks"-Sünni İslam’ı muasır hale getirmeye çabalarken, laikler topluma sadece ve sadece yeni değerler ikame etme peşindedir.

Tasavvuf ve tarikatlarla şeriatı birbirine oldukça uzak unsurlar olarak telakki eden Mardin'e göre, Osmanlı'da tasavvufun meydan almasının sebebi, ulemanın tahammül edilmesi mümkün olmayan İslam anlayışıdır.

(8)

I III..BBÖÖLLÜÜMM N NAAKKŞŞİİBBEENNDDİİGGEELLEENNEEĞĞİİNNTTEEŞŞEEKKKKÜÜLLEEDDEERREEKKOOSSMMAANNLLII''YYAADDAAHHİİLLOOLLMMAASSII:: Ş ŞEERRİİFFMMAARRDDİİNN''İİNNTTAARRİİHHİİNNAAKKŞŞİİBBEENNDDİİLLİİĞĞEEİİLLİİŞŞKKİİNNTTAASSAAVVVVUURRUU I I.. T TAASSAAVVVVUUFFTTAANNŞŞAAMMAANNİİZZMMEE::İİSSLLAAMMLLAAŞŞMMAASSÜÜRREECCİİNNDDEESSÜÜNNNNİİVVEEHHEETTEERROODDOOKKSSİİSSLLAAMMTTEELLAAKKKKİİLLEERRİİ Veinstein ...

"Tarikatlar, geniş anlamda uygulamalar alanında eski mahalli gelenekleri devam ettirmektedirler ve onlar eski geleneklerin ve bağdaştırmacılığın barındığı yerler durumundadır. Tarikatın arabuluculuk fonksiyonu şurada kendini göstermektedir. O, kaynağı itibariyle Arap, ama daveti itibariyle evrensel olan İslam'la mahalli kültürler arasında arabulucudur. Mistik planda 'şeyh' in, bireyle, ona oldukça uzak ve soyut olan bir tanrı arasında arabulucu oluşu gibi".

Mardin, ... Türklerin İslamiyet’i Şamanizme tercih etmelerini şöyle ifade eder:

"Tarihi bir sıralamayla ele alındığında, Türk İslam’ının farklılığını yaratan ... ortak değerler aleminin ilki, ileride Osmanlı sülalesini kuracak olan aynı Türk gurubun en eski dini olan Şamanizmdir. Göçebeliğin siyası ekolojisi tarafından siyasi liderliğe sevk edilmiş ve daha önce pek çok defa içinden devletlerin doğduğu kabile federasyonları kurmuş olan bu Türk toplulukları, kutsal bir kitaba dayalı ilahi dinleri, babadan oğula intikal eden yönetim usulü ve devletin yönetimi için Şamanizmden daha uygun buldular, İslam bir kitabi din olarak Türk elitleri tarafından Batı Asya'da yeni siyasi merkezler yaratma fikrine, sürekli silah altında tutulan ordularla beraber, bir grup katibin istihdam edildiği yeni Türk hükümdar sülaleleri kurma düşüncesine oldukça uygun gelmişti. Bu devletler için İslam, ilahi mesajın yorumunu yapacak olan dini personele bunların aracılığıyla da gücünü merkezi bir değer kaynağından alan sosyal kontrolü getiriyordu".

İslamlaşma sürecinde "şehirdeki seçkinler İslam’ı olduğu gibi kabul ederken, şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar İslam'ın

heterodoks sufi şeklini yani kendi kavmi ananelerine mutabık gelen ve ( ... ) Türkmen babaları tarafından telkin edilen akideleri kabul ile iktifa" etmişlerdir.

"Garip kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri, meczubane yaşayışlarıyla eski 'baksı-kam'ların hatırasını İslami şekil altında yaşayan Türkmen babaları Oğuz boylarına anlayacakları bir dille 'İslamiyet' in eski kavmi ananelere tetabuk eden sufiyane ancak basit ve avami bir şekl-i muharrefini' telkin etmişlerdir”.

Melikoff, İslamiyet’i kabul etmelerine rağmen, Türklerin eski inançlarını terk etmemelerini, ...

"Gezgin derviş, kalender ya da abdal, Şaman'ın bütün dış çizgilerini taşır: muska, çıngırak, kuş teleklerinden başlık, at simgesi değnek... Tasavvufta zikr, şamanlığın kendini aşma (transe) uygulamalarını andırır. Onlarınki gibi, hastalıkları iyi edici amaçlarla yapılır".

Türkler halk velileri olan bu mütevazı gönül adamı Türkmen babalarında, eski inançlarının en seçkin tipi olan ozanlara benzeyen bir şahsiyet yapısını, "eski Türk 'kam-ozan'larının İslamlaşmış şeklini" görmüş ve onları çok derin bir hürmetle bağrına basmıştır. İslamiyet’i kabul etmeleri Türklere eski inançlarını terk ettirmemiş, halk inançları içerisinde sufilik gelişmekle birlikte, eski Türk gelenekleri yeni inanışa karışarak devam etmiştir.

İslamlaşma süreciyle alakalı düşüncelerini bu görüşler çerçevesinde oluşturan Mardin'e göre Türkmen savaşçıları liderleri gibi İslamiyet’i benimsemiş olsa da "Şamanist alışkanlıktan gelme tortular en fazla bunlar arasında yaygındı".

(9)

bir Müslümanlık anlayışı"nı doğurmakla birlikte, pratikte tarikatlar aracılığıyla bu insanlar farklı bir kültür dairesine girmenin tedirginliğine düçar olmadan Müslümanlığa geçişi sağlamışlardır. Eski gelenek ve adetlerine bağlılıklarını sürdüren İslam'ı henüz kamil manada hazmedemeyen ve ona adeta farklı bir manzara veren Türkmen aşiretler "İslam'a tam girmiş olmaktan uzaktırlar: Anadolu'nun İslamlaşması yüzyılları alacaktır". İslam'a dahil olan Türkler, hayata İslami prensiplerin arkasından baksalar da, mensup oldukları eski inanç ve fikirlere daha fazla açıktırlar. Durum ne olursa olsun, Türklerin eski ile yeninin müşterek baskısı altında hayatlarını idame ettirdikleri bir vakıadır.

Türkolog Vambery'nin (öl.1913)... "İslam dininin sekiz yüz yıldan beri bu halk arasında gelenek denilen eski alışkanlıkları yok edemediğine, din bilginlerinin öğütlerine karşın, dinin yasakladığı birçok adetlerin geçerliliğini bugüne kadar sürdürdüğüne dikkat edilmelidir. Buna göre İslamiyet Türkmenler ve Orta Asya'nın diğer göçebe ve yörükleri arasında yalnız tapınma biçiminin değişmesine neden olabilmiş, başka bir etki yapamamıştır. Başka bir deyişle Türkmenler bir zamanlar güneşe, ateşe ve diğer doğal güçlere ettikleri kulluk ve ibadeti şimdi Hz.

Muhammed'in belirlediği biçimde gerçek Tanrıya yapıyorlar. Buna karşılık, tarihin bildirdiği kendilerine özgü ahlak ve eski gelenekler hala varlığını sürdürüyor; bunların ev ve yurtları bir yerde sabitleştirilmedikçe, göçebelikleri yerleşikliğe dönüştürülmedikçe yok olmayacağı da kesindir".

AbduIkadir İnan, ... “İslam Dininin mukaddesatından imiş gibi kabul edilerek İslamiyet’in saflığını lekelediği görüşündedir. İnan, bu durumun sebebi olarak; halk kitlesinin "aydın din alimi rehberler bulunmadığı için, manevi ihtiyaçlarını din perdesi altındaki Şamanizm kalıntılarıyla tatmin etmeye mecbur" oldukları hususunu göstermektedir”.

Mardin, ... Osmanlı'da heterodoks unsurların devlet için potansiyel bir tehdit oluşturduğunu vurgular. Buna göre, göçebe eğilimlerin ŞamanizmIe bağlantılı bir şekilde diri tutulduğu

bölgelerde, Selçuklu ve Osmanlı gibi "devletlerin varlığını tehlikeye atan büyük isyanlar" olmuş, Osmanlı'nın kuruluş devirlerini heterodoks İslam mensuplarıyla Sünniliği hakim kılma mücadelesi verenlerin tarihi oluşturmuştur.

Osmanlı güç ve kudretinin zirvesindeyken bile bu dervişlerin gücünden çekinmiştir. Zira Türkmen isyanlarının da gösterdiği gibi, muhtelif unsurlardan oluşan Selçuklu ordularına karşı "dini veya siyasi bir hareket yapabilecek canlı unsur, yalnız bu göçebe Türkmen boylarıydı".

Diğer taraftan ilk Osmanlı beyleri vakıflarının gösterdiği gibi, devletin örgütlenmesinde din adamlarına (fakılara) ehemmiyet vermişler, o zamanlar Bizans'a karşı yürütülmekte olan gazalarda ve kendi hakimiyetlerini halk arasında meşrulaştırmada önemli fonksiyonları olan Babai-Kalenderi dervişlerine, dini-epik halk edebiyatına, bir kelime ile Türkmen kültür çevresine de bağlılık göstermişlerdir.

Heterodoks dervişlerin Osmanlı'nın kuruluş devri için ne anlam ifade ettiğini Ahmet Yaşar Ocak şöyle ifade ediyor:

“Bunlar 1240 yılındaki Babai isyanı denilen büyük toplumsal patlamayı gerçekleştiren kadronun üçüncü kuşaktan temsilcileriydiler. Böylece, Anadolu Selçuklu Devleti'ne başkaldırarak onun zayıflamasına, dolayısıyla Moğol hakimiyeti altına girmesine dolaylı olarak vesile yaratan bir kuşağın torunları, temsil ettikleri İslam anlayışıyla bir başka devletin kuruluşuna katkıda bulunuyorlardı.

Rivayetlere bakılacak olursa aralarında okuma yazma dahi bilmeyenlerin bulunduğu Osman Gazi, Turgut Alp gibi ilk Osmanlı yöneticilerinin, bu Türkmenlerle aynı toplumsal tabana mensup bulunmaları dolayısıyla aynı popüler İslam anlayışını paylaşmaları çok tabiiydi. ... Rum Abdalları'na çok müsait davrandılar ve derviş diye onlar için zaviyeler açtılar, vakıflar tesis ettiler. ... Her halükarda, devlet henüz bir aşiret beyliği olduğu ve yönetenlerle yönetilenler aynı toplumsal tabanda yer aldıkları için, kuruluş döneminde yönetenlerle yönetilenler arasında, henüz önemli bir İslami anlayış ve yorumlayış farkı yoktur”.

(10)

Böyle bir ortamda İslam henüz, araçları iyi oluşturulmuş, kurumları yerine oturmuş, ideolojik muhtevası iyi kurulmuş bir siyaset aracı haline gelmemiştir.

Cornell H. Fleischer:

“Iran ve Arap topraklarından gelen Müslüman alimlerin beraberlerinde yüksek bir kültürel geleneği taşımasıydı. Geniş anlamda, bir hukuksal ve kültüre sistem olarak alındığında İslamiyet, Müslüman olan ve olmayan bölgeler arasındaki sınır boyunda yaşayan değişik toplulukların üyelerinin Osmanlı Devleti ve daha Osmanlı sınıfıyla bütünleşmesinin araçlarını sağlıyordu ... Osmanlı Devleti'nin büyük bir kültür oluşturmasını da bu sağladı".

Dinen cevaz verilebilir olmadığı için Osmanlı tarihinde cebren hiçbir şekilde İslamlaştırma hadisesi yoktur.

Şehirli Türklerin İslam tasavvurunun "tamamıyla ortodoks bir Müslümanlık" olduğunu vurgulayan Köprülü, heterodoks propagandası yapan Türkmen dervişleri yanında büsbütün farklı Sünni tarikatlara mensup dervişlerden de bahseder ve bunların Osmanlı'nın her şeyiyle varis olduğu Anadolu Selçuklularından bu tarafa böyle olduğunu ifade eder:

"Anadolu Selçuk Devleti, dini siyaset hususunda, Büyük Selçuk İmparatorluğu'nun ananelerine sadık kalarak Sünniliği ve Abbasi taraftarlığını muhafaza etti; devlet nüfuzu altındaki şehirler daima kuvvetli bir Sünni, hatta Hanefi muhiti olarak kaldı; buralardaki medreseler ve Xlll’üncü asırda artık çoğalmaya başlayan birtakım tarikatlar umumiyetle bu temayülü muhafaza ve takviye ettiler.

"Bilhassa Anadolu'nun, Xlll. asır başlarına kadar çok mühim tarikat faaliyetlerine ve hareketlerine sahne olduğu ve Rumeli fütuhatından sonra bu faaliyetlerin Balkanlara da yayıldığı bilinmektedir. Yesevi, Hayderi, Kalenderi, Babai, Edhemi, Şemsi, Cami, Bektaşi gibi daha çok heterodoks bir mahiyet gösteren tarikatlarla, Mevlevi, İshaki, Kadiri, Halveti gibi tarikatların, Osmanlı İmparatorluğu'nun her sahasında, her sınıf halk arasında tasavvuf akidelerini yaymak hususunda büyük rolleri olmuştur”.

"Osman, bir bölgeyi ele geçirdikten sonra bu ülkeyi nasıl örgütleyeceğini ahilerden ve fakılardan sormaktadır. Fakılar, İslam hukukunu, İslam kurumlarını bilen insanlar olarak gazi önderi yönlendirici bilgiler sağlamaktadır. ... Fakıların en aşağı kademede olanları bu köy imamlarıdır. Daha yukarıda kadılar, vezirler gelmekteydi. ... Eskiden daha çok ahilerin önde geldiği sanılıyordu. ... fakılar daha ağır basmaktadır.

İleri gelen fakılar, Sünni İslam hukukunu bilen insanlar olarak toplumda önemli rol oynamışlardır. Osman dönemine ait fakılar arasında Ede-Bali, Tursun Fakih adlarını biliyoruz. ... Din adamlarının ilk dönemlerde devletin örgütlenmesi ve beylere danışmanlık yapmış olmaları ... 1453'e kadar devlet içinde otorite bakımından padişahla kıyaslanacak bir mevkiye sahip oldular".

“Osman, Orhan ve Murat gazilerin kendilerine vakıflar verdiği, Fakih (Fakı) unvanını taşıyan bir kısım ulemayı tespit edebiliyoruz. İlk Osmanlı medresesi bilindiği gibi 1331 yılında Orhan Gazi tarafından İznik'te açıldı. ... Bu şahsiyetlerin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında, gerek mevcut topraklarda, gerekse yeni fetihlerle ele geçen bölgelerde, ilk idari ve siyasi teşkilatlanmanın ve kurumlaşmanın mimarları olduğunu çok iyi biliyoruz".

Mardin'in menfi hususiyetlerinden biri, sadece müdafaa ettiği fikirleri tahkim edecek malzeme ile iktifa etmek suretiyle, referans aldığı kaynakları, "helikopter metoduyla" tek taraflı olarak

kullanmasıdır.

Nakşilik de kendisini, yönetime hakim sınıfın bakış açısını belirleyen bu Sünni zihniyet üzerinden inşa etmiştir. ... Türk dilinde yazılan ilk Müslüman eseri olan Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig unvanlı eserindeki tanrı tasavvurunu tetkik etmek yeterlidir. ... Jean Paul Roux, ... Maniheist ve

(11)

Kutadgu Bilig satırları arasından, bugünkü bilgilerimiz ışığında hala sınırlı şekilde

değerlendirilebilen, karmaşık bir İslam öncesi kültürün sızdığı yeni Müslüman olmuş bir ortamın dini inancını aktarmaktadır.”

Kaşgarlı Mahmud'un ... Bir "Türkiyyat ansiklopedisi olma hüviyet ve değerine sahip olan Divan-ı Lügati't- Türk İsimli eseri de "İslam kültür dairesine girmiş Türk topluluklarında ve devletlerinde Orta Asya Türk kültürünün nasıl ve ne dereceye kadar devam ettiği" gösterecek en zengin hazinedir. Zihniyetini Karahanlıların hakim olduğu Hanefiliğin belirleyici olduğu bir muhitte, Buhara'da Yusuf el-Hemedani (ÖI. 1140) gözetiminde şekillendiren ve düşüncelerini ortaya koyan Ahmed Yesevi de Kutadgu Bilig'den sonra İslamlaşma sürecinin en eski örneklerinden biri olan Divan-ı

Hikmet'de ... ruh ve mana itibariyle İslami; şekil itibariyle de milli hususiyetler içeren hikmetleriyle İslamlaşmayı halk indinde gerçekleştirmenin yol ve yöntemini göstermiştir.

"Karahanlılar devrinin "İslamlaşma" mücadelelerinin hatıraları" olan Satuk Buğra Han ile Manas destanlarında görebiliriz. Satuk Buğra Han destanı, Karahanlıların ilk Müslüman hükümdarı olan Satuk Buğra Han'ın ve kavminin Hace Ebü'n-Nasr Samani aracılığıyla İslamiyet’i kabulü, yayma çalışmaları, ailesi ve onun kerametlerinden, putperest-Budist Türklerle İslam uğruna yaptığı gazalardan dini-milli bir karakterde bahseder. İslam medeniyeti ile diğer İslam olmayan medeniyetlerin ve göçebe hayatıyla medeni şehir hayatının mücadelesi olan bu destanlar İslam'ın Türk topluluklarına sufilik kanalıyla ulaştığının menkıbevi bir belgesidir. ... Hiç şüphesiz göçebe Türkler hiçbir zaman bu hayat tarzları dolayısıyla İslamiyet’e aykırı davrandıklarına dair bir kanaate sahip olmamışlardır.

Türklerin halihazırdaki dünya görüşleri ve İslam tasavvurlarını idare eden pek çok husus İslamlıktan önceki devir tarafından şekillendirilmiş.

Türklerin İslam dairesine girmeleri, dahili ve harici birtakım saiklerin etkisiyle gerçekleşen, çok yönlü mütemadiyen süren, birkaç yüz yıl devam eden bir süreç çerçevesine oturtulabilir. Türklerin İslam'ı benimsemeleri Karahanlı Devleti'nin kuruluşuna takaddüm etse de Türklerin İslam'ı yoğun bir şekilde benimseyerek bunun semerelerinin hasıl olması Karahanlılarla hayatiyet sahası

bulmuştur. ... "Yalnız hükümdar hanedanı değil, devletin istinad ettiği halk kitlesi de Türk olmak şartıyla, ilk defa teessüs eden Türk devleti, 'İlkhanlar' veyahut 'Al-i Efrasyab' lakabıyla da maruf olan bu Karahanlılardır."

Genelde İslam kültürü özelde de Türk-İslam kültürü içerisinde önemli yer tutan ilk ürünlerin,

Türklerin geniş kitleler halinde İslam'ı kabul ederek ilk Türk-İslam devletini kurdukları dönemlerde, yani XI. ve XII. Yüzyıllarda ortaya çıktıkları söylenebilir.

Wilferd F. Madelung, ... “5./11. asırdan beri Türklerin büyük çoğunluğunun Hanefi olduğu, yaygın bir kanaattir ... Ebu Hanife'nin görüşleri, Maveraünnehir muhitinde, İslamlaşmanın ilk döneminde "Türklerin diyarındaki İslam'ın durumuna kolayca uygulanmıştır. Konar-göçer bir Türk rahatlıkla İslam'ın girift ibadet ve fıkhını öğrenmeksizin veya öğrenmesi istenmeksizin İslam'a girişinin kabul edilmesini istemiş olabilir.”

Diğer taraftan İslamlaşmanın cereyan ettiği Horasan ve Maveraünnehir Sünni ve heterodoks unsurların iç içe girmesiyle alakalı bereketli misallerle doludur. ... Bahaeddin Nakşibend'e ilham

(12)

vermesi ... heterodoks ve Sünni unsurların bir arada olmasının kaçınılmazlığını göstermektedir. Öyle veya böyle, bir şekilde birbiriyle irtibatlı olan her iki isimden birinin heterodoks diğerinin de Sünni bir tavır geliştirmesi muhtemelen hayatlarını idame ettirdikleri muhitle izah edilebilir. Temel meselenin Türklerin İslam yorumlarının Sünni olup olmadığı noktasında düğümlendiği meydandadır. ... Karahanlı Devleti'nin İslamlaşması Sünni Hanefi-Maturidi zihniyetin hakim olduğu bir muhitte cereyan etmiştir. Diğer taraftan Sünni İslam, başlangıçtan bu tarafa oluşturmuş

olduğu sistematik yapısıyla bir devletin ihtiyaç duyduğu, İslam arasında ayrılığın, Rafıziliğin ve itizalin umumileşmesine mani olmak gibi, pek çok hususu karşılayacak unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Ayrıca Karahanlıların Abbasi hilafeti nezdinde meşruiyet kazanmak amacıyla kendisini Sünni yapılanmaya entegre ettiği bir vakıadır.

Türklerin İslam'a geçişlerini sağlayan vasıtaların başında tasavvuf olduğuna göre... Ahmed Yesevi 'yi Türk ilim muhitine 'Türkolojinin vazgeçilmez bir klasiği" haline gelen Türk

Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eseriyle Fuad Köprülü tanıtmıştır. ... Köprülü siyasi şartların

kendisini mecbur bıraktığı bir tutum içerisinde, zaman zaman ilmi çalışmaları için önünü açmak, muhtaç olduğu ortamı yaratmak amacıyla bu tarz mecburiyetler içerisine girerek, resmi görüşe ters düşen "akortsuzluklar"ı gidermeye çalışmıştır.

Kent merkezlerinde hakim olan Kitabi İslam'la kırsal muhitlerin kültürünü oluşturan bir İslam anlayışı vardır. ... Mardin'le aynı çizgide bulunanlar, ... Bu münekkitlere göre Köprülü'nün problemi, heterodoks İslam mensuplarıyla Sünni İslam mensupları arasında kesin bir hat çizmesidir. Ahmed Yesevi Sünni'dir.

Diğer taraftan Köprülü, bugün elimizde Ahmed Yesevi'nin kendisi tarafından yazıldığı muhakkak olan hiçbir eser olmadığını, tasavvuf kitaplarında ve menakıp mecmualarında ona isnad edilen sözlerin Nakşibendi görüşüne göre oluşturulmuş sözler olduğunu söylemektedir.

Kemal Eraslan da DİA'ya yazmış olduğu "Ahmed Yesevi" maddesinde "kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevi'nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır" diyerek ifade etmeye çalıştığımız hususu teyit etmektedir.

Halil İnalcık, ... “Müslüman Türk hanedanlardan birçoğu İslam dünyası içinde kendi yönetimlerini sürdürebilmek için bu politikalarda başarılı olmaları gerektiğini kavradılar. Yani 'haklı' davayı benimsemek suretiyle meşruiyet temin etme peşine düştüler.”

Şerif Mardin, görüleceği gibi, Nakşiliğin membaını tetkik ederken, en esaslı unsur olarak, gayr-i Sünni İslam anlayışının teşekkülüne vurgu yapmaktadır. ... Az çok gelişmiş bir kültür seviyesine sahip şehirli Türkler, göçebe gayr-i Sünni Türklerden farklı olarak, özellikle "yeni dinin esaslarını ve kurallarını ana kaynaklarından öğrenme imkanına sahip bulunanlar arasında Ehl-i Sünnet'in İslam anlayışı" ve yaşayışı yayılıp gelişmiştir. ... Kuruluş sonrası yıllar Sünni İslam'la kurumlaşmış sufiliğin yani tarikatların "mütareke yaptıkları" devirdir. ... Mardin'e göre : Devlet sufiliği kullanmak için sufiliğe bir yer açmıştır.

(13)

Şerif Mardin Köprülü'yle başlayan ve süregelen geleneğin bir tarafına tabi olarak Nakşiliğin tarihi ve fikri hayatını Şamanizm üzerine kurmuş; hadisenin mahiyetine dair hemen hiçbir şey

söylemese de Şamanizmden İslam'a İslam'dan Şamanizme gidiş gelişlerle tarikatın karakteristik hususiyetlerini kazandığı zaman ve zemini meydana koymaya çalışmıştır. ... Şerif Mardin'in bir tarafıyla, heterodoks boyutları itibariyle ele aldığı meselenin hakikatine nüfuz edebilmenin usulü, İslam öncesi devirle sonrası devri; Kitabi İslam tasavvuruyla şifahi İslam telakkisini bir arada ele almaktan geçmektedir.

İslam yani Nakşilik, Şamanizme Türklere mahsus hususi bir şuur ve istikamet vermiştir. Şamanizm ve heterodoks unsurlar başlangıçta İslamiyetçin yerleşmesini temin etmede bir merhale teşkil

ederken daha sonraları kıymetlerini kaybetmişlerdir.

Mardin'e göre, Şamanist unsurlar, umumiyetle, göçebe eğilimlerin güçlü ve canlı tutulduğu bölgelere inhisar eder. Bu durum, heterodoks zümrelerin, Osmanlı'da ve Selçuklu'da sebebiyet verdiği problemlerde aşikar bir surette görülebilir.

Mardin'de muhakkak olan taraf, sufiliğin İslam'ı da Şamanizmi de besleyerek devam ettirecek bir keyfiyeti haiz olmasıdır. Mardin bu sebepten dolayı, Nakşiliğin köklerini de buraya, İslam öncesi geleneklere uzatır. ... Mardin'e göre Nakşilik, içtimai cephesini adeta Şamanizmin mirası ve terbiyesi üzerinde ikrar eder. Ama Osmanlı muhitine girdikten sonra ... tarikat iklim değiştirir; Şamanist veçhesi sona erer, Sünni tarafı başlar.

Mardin, kendi Nakşilik tasavvurunun önünü açmak için İslam öncesi anane ve gelenekler üzerinde ehemmiyetle durur.

İslamlaşmada heterodoks unsurlar, zamanla yerini, kendisini Sünnilikte tecrübe eden sufiliğe bırakır. Mardin'e göre bu aşamadan sonra sufilik hayatına, hem şekil hem de muhtev a olarak kaynaştığı, daha doğrusu etkisi altına girdiği Sünniliğin açtığı yolda devam eder. ... Osmanlı Devleti'nin sufilere pragmatik gayelerle, kullanmak için yer açtığı telakkisidir.

Görünürde fel ce uğrayan bir damar, İslam öncesi inançların kalıntılarıyla kendisine yeni bir ümit ve aksülamel sahası açmasını bilmiştir.

I

III.. N

NAAKKŞŞİİBBEENNDDİİLLİİĞĞİİNNOOSSMMAANNLLII''YYAADDAAHHİİLLOOLLMMAASSIINNIINNSSEEBBEEPPLLEERRİ İ

Olayların arka planını 1230'lardan itibaren Moğolların Azerbaycan'dan Türkmen aşiretlerini batıya sürmeleri, Anadolu Selçuklu sultanlığını istila ederek yeni göçlere, yayılmalara ve yerleşmelere sebebiyet vermesi teşkil etmiştir. ... "XIII’ üncü asır Anadolu tarihinin en esasi hadisesi ... Moğol istilasıdır".

"Bu karışıklık içinde anarşinin ta kendisi olan bir mistisizm alır yürür. Başlangıcından itibaren daima tasavvufa meyli olan, devletin resmi dinine rağmen bir türlü tam manasıyla Sünni Müslümanlıkla yetinmeyen ve Şamanizm kalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak bu çerçeveler içinde birleştiren Anadolu'da Alevi akidelerle beraber Haydarilik, Kalenderilik gibi Melami tarikatları çoğalır". (Tanpınar)

Bu çoğalmanın meydana getirdiği etkiyi, "din perdesi altında tamamıyla siyasi bir gaye istihdaf eden ve "Türkmen boyları arasında müfrit Şii akaidi ve Batıni fikirleri neşreden" Kalenderiyye

(14)

babalarından biri olan Baba İshak'ın liderliğindeki "ilk dini-siyasi hareket" olan Babailerin

Selçukluların başına bela olması ve Türkmenlerin desteklemediği Osmanlı ordusunun Timurlenk'e yenilmesi ve daha sonraki Şeyh Bedreddin (idamı: 1420) ayaklanması vazıh bir şekilde

göstermektedir.

"Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk zamanlarında merkezi kuvvetlere karşı baş gösteren ayaklanmalar bir bakıma bu 'halk' değerlerinin seçkinler tabakasına karşı savunulmasıdır. Fakat bu değerlerin seçkinlere karşı çıkarılmasında bir süreklilik vardır ki, bu da onların modern devirlere kadar ulaşmasını sağladı. Batılılaştırılmaya karşı olarak nitelendirilen bütün ayaklanmalar bu halkçı yanı taşır. Bu özellikleri, Patrona isyanında (1730) ve lll. Selim'in reformlarına karşı başlayan Kabakçı isyanında (1807) görürüz." (Mardin)

Batıni İslamiyet yorumuyla değişik unsurlardan yeknesak bir toplum oluşturabileceği umudunu taşıyan “Şeyh Bedreddin hareketi bir bakıma, merkezin gittikçe kuvvetlenen Sünni ve devletçi siyasetine karşı, askeri hudut eyaletlerinde ve Türkmenler arasında kendini gösteren

hoşnutsuzluğun bir göstergesidir”.

Moğollar ... "Anadolu'da Türk İslam kesafetini büyük bir nispette" çoğaltmış ... tipik askeri devletlerin (Memluk ve Osmanlı) yükselişini" hazırlamışlardır. Moğol istilası bu tarafıyla İslam aleminin kendisini yeniden idrak etmesini temin edecek bir ortama vücud vermiştir.

Şerif Mardin' e göre de söz konusu tarikat Osmanlı topraklarına, önce Moğol istilasının daha sonra da Ankara Savaşının sebep olduğu felaket ve musibetler neticesinde dahil olmuştur:

“Osmanlı yöneticileri Ortodoks Sünniliğe sıkı sıkıya bağlı olan Nakşibendiliği hoşnutlukla karşılamışlardır".

Şerif Mardin, XIV. yüzyılın hengameli atmosferinde Osmanlı Devleti'nin Türkmen aşiretlerinin Anadolu'ya yerleşmesini temin eden gezici dervişleri çaresiz bir şekilde desteklediği

kanaatindedir. Zira bu güçlü liderler ruhlar alemiyle ilişki kurabilme ve büyü yapma yeteneklerinin oluşturduğu karizmalarıyla kendilerini takip edenleri etkilemiştir. ... Mardin... “zamanla Anadolu'ya yerleşilmesini temin eden dervişlerin öncü rolü Nakşilik tarafından üstlenilmiştir”.

Ahmet Yaşar Ocak:

"Konar-göçer bir toplumsal yapıya dayalı bu küçük aşiret beyliğinin gerek iyi hesaplanmış, düzenlenmiş başarılı bir fetih politikasıyla, gerekse ilhak yoluyla topraklarını durmadan genişletmesi, demografik açıdan büyümesi, onu bulunduğu jeopolitik konumda ister istemez yerleşik bir devlete dönüşmeye zorlamaktaydı. Bu ise hem ihtiyaçlarını çoğaltıp farklılaştırdı, hem de sistemli ve sağlam bir kurumlaşma zorunluluğunu beraberinde getirdi. Zira yeni fetihlerle toprakların genişlemesi, toplumsal yapının buna paralel olarak karmaşıklaşması sonucunu doğurmuş, bu ise idari yapının da giderek kompleksleşme ve tabiatıyla merkeziyetçi bir karaktere bürünmesine yol açmıştı.

İşte böylece imparatorluğa doğru gidiş sürecinin içindeki genç Osmanlı Devletinin ihtiyaçları, ancak iyi organize edilmiş, sağlamca kurumlaşmış bir bürokrasi tarafından karşılanabileceği için, bunu gerçekleştirebilecek tek kurum olan medreseye dayanması kaçınılmazdı. Bu kurumlaşmada ideolojik motivasyon konumundaki İslam, çok tabi olarak, buna gücü yetecek bir tarihsel tecrübesi bulunan Sünni (yahut kitabi) İslam’dı. Oysa Türkmen boylarının çoğunluğunun mensup olduğu, şifahi ve popüler mistik bir niteliğe sahip heterodoks İslam, kendini geliştirip kurumlaşma imkanını hiçbir zaman bulamamış ve bulamayacak olan bir İslam tarzıydı. Bununla beraber, kısmen kırsal kesim ve özellikle konar-göçer çevreler, sözü edilen bu geleneksel mistik halk İslam’ını sımsıkı korumaya devam ettiler. Böylece yöneten ve yönetilen kesimi ortak bir tabanda birleştiren bu geleneksel halk İslam’ı, daha Orhan Gazi ve özellikle I. Murat, I. Bayezid zamanından başlayarak, yönetici sınıf başta olmak üzere yerini, önemli ölçüde medresenin güdümündeki kitabi İslam'a bırakmak zorundaydı ve öyle oldu".

(15)

'Timurlu hanedanıyla ayrıcalıklı ilişkiler" kurarak, "Anadolu'ya Timur'un ordularıyla beraber gelen" Nakşibendiler, bütün bunları tam manasıyla gerçekleştirerek,Osmanlıya iç nizamını, içtimai sistemini ve ahengini vermişler, imparatorluğun en esaslı rüknü olmuşlardır.

Şerif Mardin'e göre Osmanlı'nın bu hengameden sıyrılarak kurtulmasının yolu;

"Sünni katı kuralcılığının sağlam bir temel üzerine yerleştirilmesine bağlı görünüyordu. Bu temel, katı kuralcılığının yeni bir yurttaşlık ilkesine bağlayarak Türkmen karışıklıklarını bastıracaktı: Bedeviyet, yani soy gruplarına bağlılığın yerini medeniyet, şehre ya da sultana bağlılık alacaktı. Bu da uygulamada bir medrese ağı oluşturulması demekti. Buralardan mezun olanlar, bir yandan yarı devlet memuru olarak hizmet verirken, aynı zamanda da din görevlisi olarak katı kuralcı Sünni doktrinini yayacak ve merkezi yönetimin kuşku verici tarikatları denetim altına almasını sağlayacaklardı".

Hamid Algar : "Şeriat hükümlerine bağlı, kararlı bir Sünni tarikat olan Nakşibendiye açıkça Osmanlılara uygun olan doktriner bir vurguya sahipti. Bu nedenle yer yer, Nakşibendiye'nin Anadolu'da uzun süre yaşayan sapık ve

potansiyel olarak isyancı unsurları zayıflatmak üzere Osmanlılar tarafından bilerek geliştirildiği söylenmiştir. ... (birçok) Nakşibendi tekkesine elbette diğerleriyle birlikte devlet ve idareciler tarafından irat bağlanmış olmasıdır".

Orta Asya'daki Türklerin İslamiyet’e girmesini mahalli kültürleri müsamaha ile karşılayarak sağlayan sufilerin; bu hoşgörüyü, İslamiyet'in yayılması maksadıyla gösterdiklerini, dolayısıyla geçici olduğunu ifade edebiliriz. Zira geniş, sınırsız müsamaha, daha sonra yerini veya

hakimiyetini Nakşibendilik gibi şeriatın esas olduğu bir anlayışa bırakmıştır. ... kolonizatör Türk dervişleri.

Osmanlı'nın İslam tasavvuruyla Nakşibendiliğin hususiyetleri iki tarafı da birleştirerek tarikatı Osmanlının ruhi ve içtimai hayatına, çıkmamak üzere dahil etmiştir. ... heterodoks unsurlara verilen primin pragmatik saiklerle suni ve geçici olduğunu göstermektedir.

Mardin'e göre, Moğol istilası ve Timur'la yapılan savaşın sebep olduğu kargaşa ve karmaşa Nakşiliğin Osmanlı'da revaç bulmasının en tabii amilidir. ... Mardin'in tasavvur ediş tarzına göre bu Nakşilik, mistik tecrübenin değil başka şeylerin peşinde olan bir oluşumdur. Söz konusu anlayışta tarikatın bütün kıymeti bir mefhum olmaktan ziyade şekli bir arayıştan ibarettir.

I IIIII.. Ş ŞAAMMAANNİİZZMMDDEENNTTAASSAAVVVVUUFFAA:: N NAAKKŞŞİİBBEENNDDİİLLİİKK''LLEEŞŞAAMMAANNİİZZMMAARRAASSIINNDDAAKKİİİİLLİİŞŞKKİİLLEERRVVEENNAAKKŞŞİİLLİİĞĞİİNNİİSSLLAAMMLLAAŞŞMMAADDAAKKİİRROOLLÜ Ü

Şerif Mardin'de Nakşiliğin avdet ederek etrafında teşekkül edeceği mihver İslam öncesi Şamanist inançlardır. Onun Nakşilik telakkisi İslam öncesi Şamanizme bağlıdır. ... Karakteristik özelliği itidal olan Nakşibendilerin Orta Asya Türkleri arasındaki nüfuzunun temel sebebi "İslam öncesi Orta Asya Türkleri arasındaki uygulamaların özelliği olan dışsallaştırılmış dinsel coşku"yu iç odağa yöneltmesini sağlamasıdır Mardin' e göre bu Tarikat daha ilk dönemlerinde, "çarpıcı ayinlerden kaçınmaya dayalı içe dönük" bir tutum kazanmıştır.

Türklerin Sünni geleneğe bağlanmasının güvencesini "Orta Asya Türklerinin dini ile Nakşibendilerin sunduğu topyekün 'paket' arasındaki bu köprü" oluşturmuştur. "Böylece Nakşibendilikte manevi mürşide kendini adamanın, Türkmenler arasındaki liderlik modeline eşdeğer bir yapı sağladığı da görülebilir". Tasavvufi tarikatların hemen hepsinde mürşit önemli fonksiyonlara sahip olmakla birlikte, bu genel anlayışı detaylarına inip, ayrıntılı bir şekilde geliştirip, derinleştiren Nakşibendiliktir. Mardin, mürşidin Nakşibendilikteki bu önemli mevkiini şamanist gelenekteki "lider"e itaatle

(16)

aynileştirmektedir. Şerif Mardin'in bu şekilde şamanizmdeki liderle tasavvufi düşüncede ehemmiyetli bir yere sahip olan şeyhi özdeşleştirmesi, tasavvufla kabile ruhu arasındaki ilişkiyi ortaya koyan Sovyet uzman Lucien Klimoviç'i hatırlatmaktadır.

Sufi ve Komiser ... Sovyet literatürü tarikatları gözden düşürmek amacıyla tarikatların Şamanist

özelliklerine vurgu yapmıştır. Oysa "Sovyet yönetimindeki Kafkasya ve Orta Asya'da Müslüman halkı gerek ateizme (veya en azından dinler arasında ayırım yapmamaya) yönelmekten gerekse saf ve sade Şamanizm'e dönmekten" alıkoyarak "İslam'ın bir inanç sistemi ve daha geniş çapta kültürel bir gelenek, bir hayat tarzı olarak varlığını devam ettirmesini mümkün" kılan ana unsur tarikatların mevcudiyetidir.

Şamanizm ciddi bir özden, batıni cepheden mahrumdur. Nakşilik Şamanizme batıni bir öz kazandırarak sadece zahiri boyutta kalmaktan ibaret bir halden kurtarmış, yeni bir istikamet tayini yapmıştır. ... Mardin'e döndüğümüzde, Nakşiliğin esasında Şamanizmi tekrar inşa edip, dirilttiğini söyleyebiliriz.

Mardin'in değerlendirmeleriyle Nakşiler, kainatın her zerresinde mütemadi surette ilahi varlığın tecellilerini müşahede eder. Söz konusu tarikat mensupları, diğer sufilerin aksine kayıtsız ve keyfi olarak değil, Şeriata uyarak bu mistik derinliği bulmuş ve gerçekleştirmiştir. ... Bu görüşün bir ileri merhalesi, ... vahdet-i vücudun ta kendisidir. Ancak Mardin, ... tarikatın mistik muhtevadan mahrum olduğunu iddia etmektedir.

Nakşiliğe ilahi, ruhi ve manevi bir mahiyetin aksine dünyevi bir mahiyet vererek, tarikatın ağırlık merkezini ait olduğu zeminden bambaşka bir tarafa çekmek Mardin'in büyük merakıdır. Şerif Mardin'in tarikatın Şamanist köklerini durmadan yoklayan, Nakşibendilik ve Şamanizmi

aynileştirerek birbirinin yerine ikame eden telakkisi, "Türkiye'de, laiklik ilkesine dayalı bir ulus devlet kurulurken, laik bir geçmiş kurgulamak ihtiyacı”yla "Selçuklu-Osmanlı dönemi paranteze alınarak" İslam öncesi geçmişe müracaat etme tarzında kendini gösteren tavırla da mutabıktır. Bir

anlamda Nakşibendilikle göçebe Türklerin, İslam öncesi toplumsal hayatıyla organik irtibat noktaları kurulması, modern bir toplum tasarım ve tahayyülünün tarihi dayanakları olarak takdim edilmektedir.

I

IVV..

S

SUUFFİİLLİİKKTTEENNPPRROOTTEESSTTAANNLLIIĞĞAA::NNAAKKŞŞİİBBEENNDDİİTTAARRİİKKAATTIINNIINNHHUUSSUUSSİİYYEETTLLEERRİİ

Mardin'e göre Nakşibendilik genelde sufilik şeklinde karakterize edilse de, bu niteleme, sufizmin aktivist bir hareket tarzı olarak telakki edilmeyen tarafıyla ve tarikatın kendi iç kaynaklarıyla mutabık bir mahiyet arz etmemektedir. ... Mardin'e göre tarikatın asıl kuvvetini yapan unsurlar şöyle ifade edilebilir: "Eğer sufi, mistik, İslam mistisizmi anlamına geliyorsa, ister vecde ilişkin, ruhani, şiirsel ya da kozmik, ister çilecilik kurallarıyla yönlendirilmiş ya da teosofik spekülasyonla belirlenmiş olsun tarikatın sıkı bir dokusu olan, ölçülü, bütünleşmiş, disiplinli ruhani uygulamalarına pek uygun düşmemektedir; kaldı ki bu uygulamalar da tarikatın ayakta kalmasında önemli bir rol oynamıştır".

"Protestan etiğinde kapitalizmin itici gücü neyse, Nakşibendi tarikatında da Müslümanların toplumsal hareketliliğini sağlayan odur". Yeri gelmişken Şerif Mardin'in Nakşibendilik için, yirminci

(17)

fundamentalist uyanışın, tamamen tarikatlar tarafından" gerçekleştirildiğini müşahede ettiğini ifade etmektedir.

Abdülbaki Gölpınarlı (öl. 1982) ... "Nakşbendiyye gerçekten de görüş, düşünüş, inanç bakımından taassubun, hem şeriat, hem tarikat taassubunun tam mümessilidir, her zaman da bunu ispatlamıştır".

Nakşiliğin bu yönü diğer tarikatlardan daha çok rejimle karşı karşıya gelmesinin ana sebebi olarak da gösterilmektedir. Zahiri ağırlığa sahip bu tarikatın tam manasıyla Sünni oluşu, "tasavvufi esnekliği olmayışı, Cumhuriyetle birlikte başlatılan laiklik faaliyetlerinde tavır almasına neden oldu".

İsmet Zeki Eyüpoğlu ...

"Mehmed Bahaeddin Nakşbend, bir tasavvuf insanı olmasına karşın, Sünnilik ilkelerine bağlıdır".

"Tasavvuf hiçbir yerde İslam hukukunu yani şeriatı reddetmez. .. Tasavvuf inancın en deruni bir şeklinden başka bir şey değildir. Bir sufi 'mükemmel' bir Müslüman olmayıp, sufi olmayandan daha 'sorumlu' bir Müslüman’dır. Ancak o asla farklı bir Müslüman değildir. O, daha ciddi bir araştırma ile İslam hakkındaki bilgisini derinleştirmeyi ve daha sıkı bir disiplinle ondaki ilkeleri tespit etmeyi tercih etmiştir".

Şöyle de söylenebilir: Şeriat hükümlerine pratikte tam manasıyla riayet edilemese de teoride tüm tarikatlar şeriat-tarikat dengesini muhafaza etmeye çalışırlar.

Weber'in Protestanlığa baktığı zaviyeden, dini; sosyal hadiselerin işleyişi çerçevesinde ele alan Şerif Mardin, Weber'in kapitalizm ile Protestanlık arasındaki ilişkiye dair yaklaşımını benimseyerek Batı merkezli bir çözümleme tekniğini kullanarak Nakşiliği analiz etmekte ve bu görüşleriyle de hatalarına bir yenisini daha eklemiş olmaktadır.

Mardin'in Nakşibendilik tasavvurunun hususiyetlerinden birini, tarikatın manzara ve ruh bütünlüğünü kıran, şeriatla tasavvuf dolayısıyla tarikat arasında gittikçe kuvvetini arttıran bir ikiliğe meydan vermesi teşkil etmektedir. Şerif Mardin ... Her şeyden evvel şunu bilmeli ki,

tasavvufla şeriat yekdiğerinin mütemmim unsurudur. Umumi ve hususi manzarasında İslam; şeriatı da tarikatı da hakikati de kendi içerisinde toplar. İslami çerçevede bunlar, birçoklarının hala zannettikleri gibi, hiçbir zaman birbirine yabancı/alternatif değil; bilakis birbirlerinin mütemmim unsurlarıdır. ... İslamiyetçin kamil manada teessüs etmesini sağlayan bu unsurlardan bir kısmını tasfiye etmek; İslamiyet’e onun yanı başında yeni ve hususi bir hayat çerçevesi yaratmakla eşdeğerdir.

Mardin'e göre, Nakşilikte; mistisizmde olması mümkün olmayacak bütün unsurlar vardır. Eğer tarikat mistik bir hüviyeti haiz olsaydı, Osmanlı'da makes bulunmazdı. Bu açıdan Nakşilik olsa olsa "mutaassıp" bir oluşum olarak telakki edilebilir. ... Tarikatın bütün imkanlarını görmeyerek, bir taraflı kalan zaaflarıyla Mardin, Bernard Lewis, İsmet Zeki Eyüboğlu, Abdülbaki Gölpınarlı'yla aynı kulvarda buluşmaktadır.

Ayırıcı vasıfları; "sünnet ve şeriata tam uygunluk, yabancı tesir ve unsurlardan uzaklık" olmasından dolayı yukarıdaki isimler umumiyetle Nakşiliği bu şekilde tavsif etmektedir. Bir tarafıyla doğrudur: "Hicri 3. asırdan beri, az da olsa, birtakım felsefi ve batıni illetlerin bulaştığı tasavvuf Nakşilikle bu illetlerden arınmış, söz ve satır olmaktan çok hareket ve sadır işi olmuştur. Bu yönüyle Nakşilik, Muhammedi hayata tam bir avdettir ve bu bakımdan çok mühim bir oluştur". (Öztürk)

(18)

Gölpınarlı ... tarikatın ledünni tarafına işaret eder ... "bu tarikat, tam mistik bir tarikattır; saliki, gerçekten de bir iç aleme daldıran, ruhi teşevvüşlere düşüren bir yoldur".

V

V..

N

NAAKKŞŞİİBBEENNDDİİTTAARRİİKKAATTIINNDDAAMMİİSSTTİİKKBBOOYYUUTT::VVAAHHDDEETTNNEEŞŞ''EESSİİVVEEMMEELLAAMMIINNEEŞŞVVE E

Şerif Mardin zaman zaman Nakşibendiliğin "Sünni" esaslardan taviz vermeyen, felsefi spekülasyonlardan uzak, dolayısıyla mistik içerikten yoksun, katı bir tarikat olduğunu iddia etmektedir.

Tam bir mistik olan Bahaeddin Nakşibend (öl. 1389), Hacegan dönemi şeyhleri gibi "müritleri için belli bir giyim tarzından" kaçınmak, tekkede oturmayı sevmemek gibi geleneksel sufiliğin birçok yönünü kabul etmeyen tarafıyla silsilesinde adı geçen şeyhlerin değil, Melametilerin bir varisi olarak görülebilir.

Nakşibend'in ihya ettiği on bir esas saliki ... Bahaeddin Nakşibend Hallac’ın "Ene'l-Hak" tabirinin yol açtığı neticeyi değerlendirirken, sanki, içtimai hayatta şatafatlarıyla gündeme gelenlerin idamını tasvip eden bir üslup ve görünüm sergilemektedir.

"Zikrin nihai gayesi vuküf-ı kalbidir ve tüm mahlukatı fani, Hakk'ın ezeli varlığını da baki olarak görmektir. Bu mana idrak edilince zikreden kişinin gönlünde tevhidin hakiki şekli yer tutar. Basiret gözü açılır. Akıl ve tevhid arasında hiçbir zıtlık görmez. Bu makamda zikrin hakikati, gönlün ayrılmaz bir özelliği olur. Bundan sonra öyle bir yere erişir ki, zikrin hakikati gönlün cevheri ile birleşir ve Hak Teala dışında hiçbir düşüncesi kalmaz. Zikreden kişi zikirde, zikir de mezkurda, yani Hak Teala'da yok olur". (Risale-i Kudsiyye)

Bahaeddin Nakşibend'in buradaki fena anlayışı ... metafizik ve sembolik anlamda ele alan Sünni mutasavvıfların görüşlerinin bir uzantısıdır. ... Ahlaki bir muhtevaya sahip olan bu fena kavramıyla insan hiçleşerek zihinsel ve fiili bir çabayla Allah'ın sıfatlarına bürünüp, O'nun ahlakıyla

ahlaklanmaktadır. Hadiseyi bu şekilde telakki etmediğimiz takdirde bu meselenin bir ileriki merhalesi panteizm olabilir.

Nakşibendilik, şekillenmesinde "Horasan bölgesine has geleneklerin" özellikle de Melametiyye'nin kavramlarının etkili olduğu bir tarikattır.

Sirhindi, Hindistan'daki Akbar'ın vücut vermek istediği plüralist dini siyasetle İslam arasında bir irtibatın oluşmasından endişe ettiği için vahdet-i şühud'u müdafaa etmiştir.

Nakşibendiyye tarikatını Anadolu'ya getiren ve Anadolu’nun hissi hayatında çok önemli bir yeri olan, vahdet-i vücud zevkine sahip Molla İlahi (öl.1491) Anadolu ve Rumeli bölgesinde Vahdet-i Vücud düşüncesinin ve Varidat çizgisinde bir tasavvuf anlayışının, daha sonraki asırlarda

canlılığını koruyamasa da, yaygınlık kazanmasında ve Melami neşvenin Rumeli topraklarında bugüne kadar uzamasında çok etkili olmuştur. ... Abdullah İlahi, aslen bir Ahrari şeyhi olup Nakşiliğin Horasan kökenli Hacegan koluna bağlıdır.

1639'da IV. Murat'ın idam ettirdiği 'Rumiye şeyhi' ya da 'Hazret-i Aziz' olarak bilinen Şeyh Mahmud'un sufizmi.

(19)

Yine Müceddidlliğin "bir siyasal organizasyon olarak İstanbul hayatında yer almasının başlıca nedenlerinden birisi, ... kökeni Lale Devri'ne uzanan ve bu dönemde devlet yönetiminde söz sahibi olan Melamiler tarafından desteklenmesidir". Müceddidilik ile Melamilik arasında III. Ahmet (öl. 1736) döneminde kurulan siyasi ittifak, 18'nci yüzyıldan 20'nci yüzyıla kadar kesintisiz süren bir mistik geleneğin şehir hayatını ihata etmesine vücud vermiştir.

Ayrıca Nakşibendi tarikatının Hz. Ebu Bekir'e (öl.634) ulaşan silsilesinin yanında Hz. Ali'ye (öl.661) ulaşan silsilesinin de mevcut olması ve bazı Osmanlı Müceddidi tekkelerinde Kerbela'ya dair mersiyelerin iştiyakla okunması, muayyen coğrafyalarda Nakşibendilik üzerindeki Alevi-meşrepliğe veya Alevi etkisine bağlanabilir.

Kütüphanesinde İbnü'l-Arabi'nin birçok eserinin bulunduğu Mevlana Halid'in başlattığı tarikatı yenileme ve yayma faaliyetleriyle Nakşiler, tedrici olarak İbnü'l-Arabi'nin doktrinlerini ihya etmeye başlamışlardır. ... "Mevlana Halid'in Şam'daki kabrinin İbnü'l-Arabi’ninkine yakın olması, gerçekten de belli bir ölçüde ruhani yakınlığın bir işareti olarak kabul edilebilir".

Vahdet ve Melamet, Nakşiliğin iç dünyasını toplama imkanı veren iki kelimedir. Nakşilik

tasavvufun hususi lügatinden gelen, tarikatı müteal iklimlere taşıyan katıksız bir vahdet neşesi ve Melami neşvenin olduğu muhakkaktır.

Ancak Mardin'de Nakşilik; gönül ikliminde vücud bulan tarafıyla değil, içtimai tecrübeleri itibariyle mühimdir.

V

VII..

M

MOOLLLLAAİİLLAAHHİİVVEENNAAKKŞŞİİBBEENNDDİİTTAARRİİKKAATTİİNNİİNNOOSSMMAANNLLII’’DDAAYYEERRLLEEŞŞMMEESSİ İ

Mardin'in değerlendirmelerine göre ... Zaruri olarak en emin yolu arayan Osmanlılar, devlet merkezinde hususen de Anadolu'da tesis ettikleri/etmeye çalıştıkları nizam ve intizam politikasının en şumüllü unsuru olarak Nakşibendilere güvenmişlerdir. Osmanlılar, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya giriş yapan çok sayıda heterodoks inanç ve pratiklerle yüz yüze gelmiş; gerek dış manzarası ile, gerekse de iç bünyesi itibariyle durmadan değişmiş, yeni unsur ve münasebetlerle zenginleşmiştir. Ancak hakiki manasında kabilelerin sulh etmesi esasına dayanan Osmanlının hakimiyetini devam ettirmesinin tek yolu; bu heterodoks unsurları Sünni Ortodoksiye entegre etmekten geçiyordu. Osmanlılar bu maksatlarına ulaşmada, Nakşibendilikte mükemmel bir müttefik buldular ve heterodoks mahfilleri ortadan kaldırma vazifesini Nakşibendilere tevdi ettiler. Böylece Osmanlı'yla hedefte birleşen tarikat devlet içerisinde büyük prestij kazandı. Her şeyin Nakşiliğin nizamından geçerek tarikatın Osmanlı'da kalıcı hale gelmesini temin eden hakiki sebep; Nakşiliğin şeriattan taviz vermez yönleridir. ... “I.Bayezıd'ın (öl.1403) damadı olan ünlü mutasavvıf Emir Sultan, (öl. 1429) Bahaeddin Nakşibend'in müritlerinden Seyyid Emir Külal'in oğluydu".

Fatih Sultan Mehmed (öl. 1481) saltanat döneminde bazı Nakşi ulularını İstanbul'a davet etmiştir. Ama Mardin'e göre, asıl manasıyla tarikatı İstanbul'da köklü bir şekle sokan, bir Orta Asya

yolculuğu neticesinde önce memleketinde (Simav), daha sonra da İstanbul'da ilk önemli Nakşibendi tekkesini kuran Molla İlahi'dir. (öl.1491). ... Molla İlahi'nin faaliyetlerinden sonra "Nakşibendiler Türk dini hayatında merkezi bir konum edindi ve Halveti ile Mevlevi tarikatlarıyla aralarındaki rekabete rağmen bunu korudu".

Referensi

Dokumen terkait

(5) Izin Operasional Menara Telekomunikasi sebagaimana dimaksud pada ayat (4) berlaku untuk masa 5 (lima) tahun dan dapat diperpanjang setelah dilakukan audit

Strategis fokus juga dapat digunakan untuk memilih target yang paling tidak rawan terhadap produk pengganti atau di mana pesaing adalah yang paling lemah... SWOT

Dengan berlakunya peraturan daerah ini maka peraturan daerah Kabupaten Sidoarjo Nomor 15 Tahun 2000 tentang kedudukan keuangan Kepala Desa dan Perangkat Desa

Karakteristik individu individu, meliputi : kebutuhan - kebutuhan individu, nilai-nilai yang dianut individu ( values ), dan ciri-ciri kepribadian.

.agian yang paling sering digunakan sebagai obat alami adalah buah mahkota dewa disamping daun dan batangnya" Sedangkan bagian buahnya yang paling sering digunakan adalah

Berdasarkan penyajian data di atas, tahapan-tahapan proses pertimbangan penempatan dan penyaluran siswa sudah dilakukan sejak pertama kali siswa masuk kelas X dengan

RPI2-JM bidang Cipta Karya membutuhkan kajian pendukung dalam hal lingkungan dan sosial untuk meminimalkan pengaruh negatif pembangunan infrastruktur bidang Cipta

adalah preparat perisa dari bahan atau campuran bahan yang diijinkan digunakan dalam pangan, atau yang secara alami terdapat dalam pangan atau diijinkan digunakan dalam