• Tidak ada hasil yang ditemukan

Hannah Arendt - Şiddet Üzerine.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Hannah Arendt - Şiddet Üzerine.pdf"

Copied!
107
0
0

Teks penuh

(1)
(2)
(3)

HANNAH ARENOT 1906 yılında Hannover'de, bir Yahudi mühendisin tek çocuğu olarak doğdu. Marburg ve Freiburg'da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Hc­ idelberg'de Martin Heidegger ve Karl Jaspers'ten felsefe öğrendi ve yimıiiki yaşında yine burada doktorasını verdi. Hitler'in iktidara gelmesi üzerine 1933'te Alman­ ya'dan aynlarak Fransa'ya geçti ve Yahudi göçmen hareketi içerisinde aktif olarak yer aldı. Daha sonra Amerika'ya yerleşti ve 1951'de ABD yurttaşlığına geçti. Amerika'da­ ki ilk yıllannda akademik bir iş bulmakta epey zorlandıktan sonra 1953 yılında Prin­ cewn'da Christian Gauss konferansianna çağınldı. Böylece Califomia, Chicago, Co­ lumbia, Nonhwestem, Comeli ve başka üniversitelerde verdiği dersleri içeren seçkin bir akademik kariyer başladı. 1 975 yılında öldüğünde New York'taki New School for Social Research'de felsefe profesörüydü. Kitapları: Tlıe Origins of Totalitarianisın

(1951), The Human Condition (1958), On Revolution (1963), Eichınann injenısaleın

(1963), Pası and Future (1961), On Violence (1970), Crises of the Republic (1972), Men in Darh Times (1968), Between Pası and Future (1961).

On Violence

© 1969-70 Hannah Arendt, Harcourt Brace &: Company. Akcali Telif Ajansı

Iletişim Yayınlan 4 25 • P�litika Dizisi 23

ISBN 975-470-629-8

© 1997 Iletişim Yayıncılık A.Ş. 1. BASKI 1997, İstanbul KAPAK Ümit Kıvanç

DIZGI Maraton Dizgievi

UYGUlAMA Hüsnü Abbas

KAPAK BASKISI Sena Ofset IÇ BASKI ve ClLT Şefik Matbaası

lletişim Yayınlan

(4)

HANNAH ARENDT

Şiddet Üzerine

On Violence

ÇEVtREN Bülent Peker

(5)

HANNAH ARENOT ı 906 yılında Hannover'de, bir Yahudi mühendisin tek çocuğu

olarak doğdu. Marburg ve Frciburg'da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Hc­ idelberg'de Martin Heidegger ve Karl jaspers'teıı felsefe öğrendi ve yi mü iki yaşında yine burada doktorasını verdi. Hitler'in iktidara gelmesi üzerine ı 933'te Alınan­ ya'dan aynlarak Fransa'ya geçti ve Yahudi göçmen hareketi içerisinde aktif olarak yer

aldı. Daha sonra Amerika'ya yerleşti ve ı 951'de ABD yurttaşlığına geçti. Amerika'da­

ki ilk yıllannda akademik bir iş bulmakta epey zorlandıktan sonra ı 953 yılında Prin­

ceton'da Christian Gauss konferansianna çağınldı. Böylece Califomia, Chicago, Co­

luınbia, Nonhwestern, Comeli ve başka üniversitelerde verdiği dersleri içeren seçkin

bir akademik kariyer başladı. ı 975 yılında öldüğünde New York'taki New School for Social Resean:h'de felsefe profesörüydü. Kitapları: Tlıe Origins of Toıalirarianisnı

(1951), The Human Condiıion (1958), On Revolution (1963), Eiclınıaıın injerusalenı (1963), Pası and Fuıure (1961), On Violeııce (1970), Crises of the Republic (1972), Men in Dark Times (1968), Between Pası and Fııtun: (1961).

On Violence

© 1969-70 Hannah Arendt , Harcaurt Brace &: Company,

Akcali Telif Ajansı

Iletişim Yayınlan 425 • Politika Dizisi 23

ISBN 975-470-629-8

© 1997 lletişim Yayıncılık A. Ş.

l. BASKI 1997, istanbul KAPAK Ümit Kıvanç

DIZGI Maraton Dizgievi

UYGULAMA Hüsnü Abbas

KAPAK BASKISI Sena Ofset IÇ BASKI ve ClLT Şefik Matbaası

tletişim Yayınlan

(6)

HANNAH ARENDT

Şiddet Üzerine

On Violence

ÇEVtREN Bülent Peker

(7)

Mary'ye Dostlukla

(8)
(9)

Burada aktaracağım düşünceler, 20. yüzyıl arkaplanından görüldüğü biçimiyle son birkaç yılın olay ve tartışmaların­ dan kaynaklanıyor.

20. yüzyıl, Lenin'in öngördüğü gibi savaş ve devrimlerin, dolayısıyla şimdilerde bu iki olgunun ortak paydası olduğu­ na inanılan şiddetin yüzyılı oldu. Ama bugünkü durumda başka bir etken daha var; kimse öngöremediyse de bu et­ ken, hiç değilse eşit önem taşıyageldi. Şiddet araçlarının teknik gelişimi artık öyle bir noktaya geldi ki, hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları iç inde, bu araçların yıkıcı po­ tansiyel ine denk değildir; ne de silahlı çatışmalarda bu araçların fiilen kullanımını haklı kılabilir.

Işte bu yüzden en eski dönemlerden beri uluslararası an­ laşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak karşımıza çı­ kan savaş, artık tüm etkililiğini ve ihtişamını yitirmiş bulu­ nuyo r. Süper güçler, başka bir deyişle uygarlığımızın en yüksek düzleminde hareket eden güçler arasındaki kıyamet habercisi (apokaliptik) satranç, tek bir kurala göre oynanı­ yor: "Içlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu

(10)

alacak-tır" .1 Bu , daha önceki hiçbir savaş oyununa benzerneye n bir oyundur. "Rasyonel" amacı zafer değil, caydırıcılıktır. Da­ hası, silah yarışı artık savaşa hazırlık değildir ve ancak barı­ şın en iyi güvencesinin daha çok caydırıcılık olduğu ge rek­ çesiyle haklı kılınabilir. Bu durumun içerdiği gözle görülür çılgınlıktan kendimizi nasıl kurtaracağımız sorusuna verile­ cek bir yanıt yok.

Iktidardan (power) , güç (Jorce) ve kuvvetten (strength) farklı olarak şiddet, Engels'in çok önceleri belirttiği gibi , daima araçlara muhtaçtır.2 Dolayısıyla teknolojide, alet ya­ pımında yaşanan devrim , özellikle savaş alanında dikkat çekici boyutlara ulaşmıştır. Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Bu kategorinin en temel ayıncı niteliği, insani olaylara uygutanırsa şöyle ifade edilebilir: Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır. Insan eyleminin nihai amacı, fabrika üretimindeki nihai amaçtan farklı olarak, asla güvenilir biçimde öngörü­ lemez. Bu yüzden siyasal amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, geleceğin dünyası açısından , sık sık niyetlenilen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.

Dahası, insan eylemlerinin sonuçları eylemcinin deneti­ mini aşar. Öte yandan şiddet, içinde fazladan bir de keyfilik

öğesi taşır. Talih (jortuna), iyi ya da kötü şans , insani mese­ lelerde hiçbir yerde savaş alanında olduğu denli yazgı belir­ leyici bir rol oynamaz. Üstelik en beklenmeyenin bu ihlali­ nin böylesine davetsiz ve fütursuzca karşıı;nıza çıkıvermesi, ona "rastgele olay" ya da "bilimsel açıdan kuşkulu olay" de­ diğimizde ortadan kalkmış olmuyor. Ne de simulasyon,

se-Harvey Wheeler, "The Strategic Calculaıors". Nigel Calder, llnlrss Pcace Coınes içinde, New York, 1968, s. 109.

(11)

naryo , oyun kuramı (game theory) ve benzerleri onu yok edebiliyor. Bu meselelerde kesinlik yoktur. Inceden ineeye hesaplanmış belli koşullar altında, karşılıklı toptan yıkımın bile kesinliği yoktur. Yıkım araçlarının mükemmelleştiril­ mesi işine girişenler nihayet öyle bir teknik gelişme düzeyi­ ne ulaşmışlardır ki, amaçları, yani bizatihi savaş, ona hasre­ dilmiş, ellerinin altında hazır duran araçlar yüzünden tü­ müyle ortadan kalkma noktasına gelmiş bulunuyor.3 Bizatİ­ hi bu durum, şiddet alanına yaklaştığımız anda karşımıza çıkan bu ezip geçici öngörülemezliği ironik biçimde hatır­ latan bir gerçektir. Savaşın hala bizimle olmasının başlıca nedeni, ne insan türünün gizli ölüm istenci, ne bastırmaya gelmeyen bir saldırganlık dürtüsü, ne de daha inandırıcı ol­ sa qa silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi tehlikelerdir.4 Savaşların hala varolmasının nedenini, ulus­ lararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir. Hobbes, "kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir an­

lam taşımaz" derken haksız mıydı?

Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı

egemen-3 General And re Beau[re'nin &#egemen-34;1 980'lerin Savaş Meydanlan &#egemen-34;nda belinıiği gibi: Sa­ vaş, ancak "dünyanın nükleer caydıncılık kapsamına girmeyen bölümlerinde hala mümkündür". Bu "konvansiyonel savaş hali" bile' tüm dehşetine karşın daima varolan nükleer savaşa urmanma tehdidi nedeniyle sınırlıdır. (Calder,

age içinde, s.3)

4 Report from lron Mountain (New York, 196 7). Ran d Corporation ve başka dü­ şünce havuzlannın (thinlı tanlı) düşünme biçimi üzerine bir taşlama olan bu yapıt, belki de "barışın eşiğine ürkek bakışıyla" çoğu "ciddi" çalışmadan daha yakındır gerçekliğe. Başlıca savı şudur: Savaş toplumumuzun işleyişi açısından öylesine temel, öylesine vazgeçilmezdir ki, sorunlarııııızı çözmek ii;in daha ölümcül, daha caniyane yollar bulmadıkça onu ortadan kaldıramayız. Bu sav, ancak Büyük Depresyon'daki işsizlik bunalımının Ikinci Dünya Savaşı'nın paı­ lak vermesiyle çözülebildiğini unutanlar açısından sarsıcı olacaktır. Ya da bu­ gün sırt üstü yatmanın çeşitli biçimlerinin ardında sessizce bekleyen işsizliği işlerine öyle geldiği için görmezden gelen veya böyle bir şeyin olmadığını iddia edenler açısından ...

(12)

liğinden azade olma hali ve devlet egemenliği, u l uslararası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiasıyla özdeşleş­ tirildiği sürece, savaşı ikame edecek başka bir yolun ortaya çıkması da olanaklı değildir. (Amerika Birleşik Devletleri , bağımsızlık ve egemenliğin tam anlamıyla birbirinden ayrıl­ masının -elbette Amerikan cumhuriyetinin temelleri bu ay­ rım nedeniyle tehlikeye girmedikçe- hiç değilse kuramsal olarak mümkün olduğu nadir ülkelerden biridir. Anayasaya göre yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar ülke hukukunun bir parçasıdır. l793'te Yargıç james Wilson'un işaret ettiği gibi, "Birleşik Devletler Anayasası açısından egemenlik söz­ cüğü tümüyle bir bilinmezden ibarettir. " Ama Avrupa ulus­ devletlerinin geleneksel dilinden ve kavramsal siyasal çer­ çevesinden böylesine net ve gururlu bir ayrılık artık geç­ mişte kalmıştır. Amerikan devriminin mirası unutuldu . Amerikan hükümeti, iyi ya da kötü, artık Avrupa mirasını kendi geçmişinin mirasıymışçasına kabul etmiş bulunuyor. Ne yazık ki bunu yaparken, Avrupa'nın gerileyen kudreti­ nin gerisinde ve yedeğinde siyasal iflasın, ulusdevletin ve ulusdevlete bağlı egemenlik kavramının iflasının yattığının ayırdında değildi. ) Azgelişmiş ülkelerin dış işlerinde sava­ şın hala ultima ratio (en son çare) , şu eski "siyasetin şiddet aracılığıyla devamı" olarak kendini gösteriyor olması , sava­ şın köhneliğine karşı anlamlı bir sav değildir. Öte yandan yalnızca nükleer ve biyolojik silahiara sahip olmayan kü­ çük ülkelerin savaşa kalkışacak durumda olması da kimseyi avutmasın. Şu ünlü rastgele olayın ortaya çıkmasının en muhtemel olduğu bölgelerin, eski "ya zafer ya ölüm" sloga­ nının ikna edici özelliğini hala koruduğu bölgeler olduğu gerçeği artık kimse için bir sır değil.

Bu koşullar altında, gerçekten de son yirmi- otuz yıld ır bilimsel kafalı danışmanların hükümet konseylerinde artan saygınlığından daha korkutucu pek az şey vardır. So ru n,

(13)

bunların "düşünülemeyecek olanı düşünebilecek" denli so­ ğukkanlı olmasında değil, düşünmüyor olmalarındadır. On­ lar böylesine modası geçmiş, bilgisayar yardımı olmaksızın bile yapılabilecek bir etkinlikle zamanlarını harcayamazlar. Bunun yerine belli bazı hipotetik olarak varsayılmış kutup­ laşmaların sonuçlarına iman ederler. Ne var ki hipotezlerini gerçek olaylar karşısında sınama yetisinden yoksundurlar. Gelecek olaylara ilişkin bu hipotetik kurgulardaki mantıki çatlak her zaman aynıdır: Başlangıçta bir hipotez olarak (ustalık düzeyine göre içkin bazı seçenekleriyle ya da hiç bir seçenek ima etmeksizin) karşımıza çıkan bu savlar, ge­ nellikle birkaç paragraf sonra derhal "olgu" haline gelir. Ar­ dından bir dizi benzeri sözde olguyu doğutur. Sonuçta tüm girişimin katıksız spekülatif karakteri unutuluverir. Bunun bilim değil, sözde bilim olduğunu söylemeye gerek bile yok. Sözde bilim: Noam Chomsky'nin sözleriyle, "toplumsal ve davranışsal bilimlerin, gerçekten de anlamlı entelektüel içe­ rigi olan bilimlerin yüzeysel niteliklerini taklit etme yolun­ daki uroarsız çabaları" . Richard N. Goodwin'in sözde bilim­ sel kurarnların "bilinçdışı mizahını" işlediği bir makalesinde beliruigi gibi, bu tür stratejik kurama yönelik en açık ve "en derin öneme sahip itiraz, sınırlı kullanışlığı değil, tehlikesi­ dir. Çünkü bu tür kuram, olayları anladığımız ve üzerlerin­ de denetime sahip oldugumuz yanılgısına yol açar".5

Olaylar, tanım geregi, tekdüze süreç ve işleyişieri kesinti­ ye ugratan ortaya çıkışlardır. Gelecekbilimcinin düşleri, an­ cak önemli hiçbir şeyin ortaya çıkmadıgı bir dünyada ger­ çek olabilir. Geleceğe yönelik tahminler, bugünkü otomatik süreç ve işleyişlerin, yani insanın eylemde bulunmaması ve

5 Noam Chomsky, American Power and New Mandarins. New York, 1 969; Ric­ hard N. Goodwin, Thomas C. Schelling'in Arnıs and l'!flucncc (Yale, 1 969) baş­ lıklı kitabı uzerine incelemesi, The New Yorlıer (17 Şubat 1 968).

(14)

beklenmedik bir şeyin ortaya çıkmaması halinde olup bi te­ cek olayların geleceğe tasadanmasından (projeksiyon) baş­ ka bir şey olamaz. Iyi ya da kötü her eylem ve her kaza, tahminin içinde hareket ettiği ve kanıtını bulduğu çerçeve­ yi parçalamak durumundadır. (Proudhon'un geçerken söy­ lediği şu söz, "Beklenmedik olayın yaratıcılığı, devlet ada­ mının sağgörüsünü fazlasıyla aşar," çok şükür hala geçerli bir sözdür. Beklenmedik olayın yaratıcılığı, uzmanın hesap­ lamalarını haydi haydi ezip geçer. ) Bu tür beklenmedik, ön­ görülmedik, öngörülemez oluşlara " rastgele olaylar" ya da "geçmişin son iççekişleri" adını vermek, onları konu dışı saymak ya da '"tarihin çöplüğü"ne mahkum etmek, bu tica­ retin en eski hilelerindendir. Kuşkusuz bu hile, kuramı ke­ sin ifade gücüne kavuşturur, ama kuramı gerçeklikten hep biraz daha uzaklaştırmak pahasına. Tehlike, kanıtlarım ger­ çekten de güncel, fark edilebilir olaylardan almaları nede­ niyle bu kurarnların ikna edici olmasında değil, iç tutarlı­ lıkları nedeniyle hipnotik bir etkiye sahip olmalarındadır. Bu kurarnlar sağduyumuzu; gerçeklik ve olgusallığı algıla­ ma, anlama ve kafa yarma melekemizi uykuya yatırma gü­ cüne sahiptir.

Tarih ve siyaset üzerine düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde dai,ma aynageldiği muazzam rolün ayırdma varmaktan kendini alıkoyamaz. Durum böyleyken şiddetin nadiren özellikle konu edinilmiş olması ilk bakışta şaşırtıcıdır.6 (Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nin son baskısm­ da şiddet konusuna ayınlmış bir başlık bile yoktur. ) Bu du­ rum, şiddet ve keyfiliğin ne ölçüde verili olarak alındığını ve bu yüzden ihmal edildiğini gösterir. Herkesin açıklıkla

6 Kuşkusuz savaş ve savaş hali üzerine geniş bir literatür vardır, ancak bu litera­ tür şiddetin kendisiyle de�il. şiddet araçlanyla ilgilidir.

(15)

gördüğü bir şeyi hiç kimse sorgulamaz, incelemez. İnsan iş­ lerinde şiddetten başka bir şey görmeyenler, insan işlerinin "daima gelişigüzel, ciddiyetten ve kesinlikten uzak olduğu" (Renan) ya da tanrının sonsuza değin daha büyük olan or­ duların yanında olduğu kanısına varmıştır. Böylelerinin şid­

det ya da tarih konusunda söyleyecek başka bir şeyi yoktur.

Geçmişe ilişkin kayıtlara anlamlı bir şeyler bulmak için ba­

kan herkes, şiddeti marjinal bir fenomen olarak görmek durumundadır. Clausewitz savaşı "siyasetin başka araçlarla

sürdürülmesi" diye tanımlar ya da Engels şiddeti "iktisadi

gelişmenin hızlandırıcısı" olarak görürken7 vurgulanan,

hep siyasal ya da iktisadi sürekliliktir; ya da şiddet içeren eylemi öneeleyen bir şeyce belirlenen ve belirlenmekte olan

bir sürecin sürekliliği vurgulanmaktadır. Aynı şekilde ulus­

lararası ilişkiler alanında çalışanlar yakın döneme değin

şunları söylüyordu: "Ulusal gücün daha derindeki kültürel

kaynaklarıyla uyuşmayan bir askeri çözüm hali istikrarlı

olamaz", ya da Engels'in sözleriyle, "nerede bir ülkenin ik­

tidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle çelişirse" şiddet araç­

larına sahip siyasal iktidar yenilgiye mahkümdur. 8

Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar ara­ sındaki ilişkilere dair tüm bu eski doğrular geçerliklerini yi­ tirmiştir. tkinci Dünya Savaşı'nın ardından gelişen barış de­ ğil, soğuk savaş ve askeri-sınai-emek kompleksi oldu. "Top­ lumdaki asli yapısal gücün savaş yapma potansiyelinin ön­ celiği olduğundan" söz etmek, "iktisadi sistemlerin, siyasal

felsefelerin, yargı organlannın (corpora juris) savaş sistemi­

ne hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını" ileri sürmek, "bizatihi savaşın temel top­

lumsal sistem olduğunu, başka ikincil toplumsal örgütl

en-7 Bkz. Engels, age, Kısım ll, Bölüm 4. 8 Wheeler, age, s.l07; Engels, aynı yerde.

(16)

me tarzlarının bu sistem içinde mücadele ettiğini ya da ayakta kalmaya çalıştığını" savunmak - tüm bun lar Engels ya da Clausewitz'in 19. yüzyıl formüllerinden daha ikna edi­ ci geliyor kulağa. Report from Iran Mountain'in adı belirtilme­ yen yazarının bu basit tersine döndürme işleminden -sava­

şın "diplomasinin (ya da siyasetin, iktisadi amaçlar gütme­

nin) bir uzantısı olmasından ziyade", barış savaşın başka

araçlarla sürdürülmesidir- daha anlamlı olan, savaş teknikle­

rindeki gelişmedir. Rus fizikçi Sakharov'un deyişiyle, "Ter­

monükleer bir savaş, (Clausewitz'in formülünde o lduğu gi­

bi) siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi gibi görülemez.

Ancak evrensel intiharın bir yolu olarak görülebilir."9

Dahası biliyoruz ki "birkaç silah ulusal gücün tüm öteki

kaynaklarını birkaç dakika içinde silip süpürebilir";10 "kü­

çük birey gruplarının . .. stratej ik dengeyi bozmasını" ola­

naklı kılacak ve "nükleer vuruş gücü geliştirmeye gücü yet­

meyen ulusların" bile üretebileceği denli ucuz biyolojik si­

lahlar geliştirilmiştir;11 "birkaç yıl içinde" robot askerler "in­ san askerleri modası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir";12 ve nihayet konvansiyonel savaş halinde yoksul ülkeler, tam da "azgelişmiş" oldukları için ve teknik üstünlük gerilla savaş­ larında "varhktan çok yük" haline gelebileceğinden büyük güçlerden daha güvenli konumdadırlar.13 Tüm bu rahatsız edici yenilikler şu duruma ekleniyor: iktidar ve şiddet ara­ sındaki ilişki bütünüyle tersine dönmüştür ve bu gelişme, küçük ve büyük güçler arasındaki geleceğe yönelik ilişkide

9 Andrei D. Sakharov, Progress, Coocisıcncc, and lntcllectual Frccdom. New York, 1968, s.36.

10 Wheeler, age.

ll Nigel Calder, "The New Weapons," age içinde, s.239.

12 M.W Thring, "Roboıs on the March," Calder, age içinde, s.l69. 1 3 Vladimir Dedijer, "The Poor Man's Power," Calder, age içinde, s. 29.

(17)

bir tersine dönmenin de habercisi olabilir. Herhangi bir ül­ kenin elinin altındaki şiddet kapasitesi, kısa süre içinde ül­ kenin gücünün güvenilir bir göstergesi ya da ciddi ölçekte daha küçük ya da daha büyük başka bir ülke tarafından yı­ kıma uğratılmasına karşı ciddi bir güvence olmaktan çıkabi­ lir. Bu, siyasal bilimin en eski açılımlarından birine meşum bir benzerlik gösterir: Güç zenginlikle ölçülmez , fazla zen­

ginlik gücü aşındırabilir ve zenginlikler cumhuriyetierin güç ve refahı açısından özellikle tehlikelidir. Bu bilgece buluşlar unutulmuş olmakla geçerliliğini yitirmez; hele doğrulukları­

nın şiddet kapasitesine de uygulanabilir hale gelmesiyle yeni boyutlar kazandıkları bir zamanda ...

Uluslararası ilişkilerde şiddet ne kadar müphem ve kesin­ likten uzak bir aygıt haline geldiyse de iç siyasette saygınlı­ ğı ve cazibesi arttı; özellikle devrim konusunda bu böyle. Yeni Sol'un güçlü Marksist retoriği, Marksizm'den tümüyle uzak bir kanının yavaş yavaş güçlenme eğilimi göstermesiy­ le çakışıyor. Bu kanı Mao Zedung tarafından ilan edilmişti: "Iktidar, namlunun ucunda büyür." Kuşkusuz Marx tarihte şiddetin oynadığı rolün ayırdındaydı. Ama bu rol ona göre ikincil bir roldü. Eski toplumun sonunu getiren şiddet de­ ğil, kendi iç çelişkileriydi. Yeni bir toplumun ortaya çıkışını öneeleyen şiddetli patlamalardı; ama bunlar yeni toplumun ortaya çıkışı açısından neden oluşturmuyordu. Marx bunla­

rı doğumu öneeleyen doğum sancılarına benzetir, ama bun­

lar doğumun nedeni olarak görülemez. Aynı damarda iler­ leyerek, devleti egemen sınıfın denetiminde bir şiddet aygıtı olarak değerlendirir. Ama egemen sınıfın fiili iktidarı, şid­ detten oluşmaz ya da şiddete dayalı değildir. Egemen sını­ fın fiili iktidarını tanımlayan, toplumda oynadığı roldür; ya da daha açık bir deyişle üretim sürecindeki rolüdür. Sıklıkla farkına vanldığı ve bazen de hayıflanarak ifade edildiği gibi, Marx'ın öğretisinden etkilenen devrimci sol , şiddet

(18)

araçları-nın kullanımını reddeder. Marx'ın yazı larında açıkça baskı­

cı bir rejim olarak tanımlanan "proletarya diktatörlüğü"

devrimin ardından kurulacaktır ve Roma di ktatörlüğü gibi

kesinlikle kısa bir dönemle sınırlı olacaktır. Küçük anarşist

grupların gerçekleştirdiği birkaç bireysel terör eylemi dışın­ da siyasal suikast, daha çok sağın tekelinde olmuştur. Ör­ gütlü silahlı ayaklanmalarsa askeriyenin özel menüsüdür. Sol şu konuda ikna olmuş ve bundan vazgeçmemiştir: "Tüm komplolar salt yararsız olmanın ötesinde, zararlıdır. Onlar çok iyi bilirler ki devrimler, ne niyedenerek ne de keyfi olarak yapılmamıştır; özgül parti ve sınıfların irade ve kılavuzluğundan tümüyle bağımsız koşulların zaruri sonu­ cu olarak gerçekleşmiştir. "14

Kurarn düzeyinde birkaç istisnadan söz etmek gerekir. Yüzyıl başında Marksizm'le Bergson'un yaşam felsefesini birleştirmeyi deneyen Georges Sarel, daha düşük bir usta­ lıkla da olsa tuhaf biçimde Sartre'ın bugün gerçekleştirdiği Marksizm-varoluşsalcılık karmasına benzer sonuçlara var­ dı. Sarel, sınıf mücadelesini askeri terimlerle düşünüyordu. Buna karşılık, ünlü genel grev mitinden daha şiddetli bir yol değildi, önerdiği. Bugün genel grevi, daha ziyade şidde­ te dayalı olmayan siyasetin bataryası içinde düşünmek daha doğru olacaktır. Elli yıl önce bu ılımlı öneri bile, Lenin'i ve Rus Devrimi'ni destekiemiş olmasına karşın, ona faşist

damgası vurulmasına yetti. Sartre, Fanon'un Dünyanın La­

netlileri başlıklı yapıtma yazdığı önsözde, şiddeti yüceitme

konusunda Sarel'in Şiddet Üzerine Düşünümler'de söyledik­

lerinden, hatta Fanon'un kendisinden çok daha ileri gider ve hala "Sorel'in faşistçe sözlerinden" bahseder. Bu,

Sart-14 Engels'ce 1847'de yazılmış bir elyazmasında ileri sürülen bu ilk ifadeyi şu ya­ pıla borçluyu m: Jacob Barion, Hegel und die marxistische Sraarslch re, Bonn,

(19)

re'ın şiddet konusunda Marx'tan ne kadar uzakta olduğu­ nun ayırdında bile olmadığını gösterir. Özellikle şu cümle­ lerinde: "Bastırılması olanaksız şiddet . .. kendini yeniden yaratan insandan başka bir şey değildir" ; "yeryüzünün la­ net lileri" ancak "çılgın dehşetle" "insan haline gelebilir" . Bu nosyonlar, kendini yaratan insan tasarımı, katı bir şekil­ de Hegelci ve Marksist düşünce biçimine özgü olduğundan çok daha çarpıcıdır. Bu tasarım, sol hümanizmin bizatihi temelidir. Fakat Hegel'e göre insan, kendini düşünce yoluy­ la "üretir" .15 Buna karşılık He gel'in "idealizmini" başaşağı çeviren Marx'a göreyse, insanın kendini yeniden yaratması­ nın aracı emektir; yani doğayla metabolizma kurmanın in­ sanca biçimi. Kuşkusuz insanın kendini yeniden yaratması­ na ilişkin tüm nosyonların bizatihi insanlık durumunun ol­ gusallığına karşı bir isyanda ortak oldukları söylenebilir (türün bir üyesi ya da birey olarak insanın varoluşunu ken­ di kendine borçlu olamayacağından daha gözle görünür bir gerçek olamaz) . Dolayısıyla Sartre, Hegel ve Marx'ın ortak paydalarının, bir olgu olmayan bu kendini yaratma beklen­ tisinin gerçekleşmesine aracılık edeceğini ileri sürdükleri etkinliğin (şiddet, düşünce ve emek) farklı olmasından da­ ha önemli olduğu iddia edilebilir. Yine de özde barışçıl olan emek ve düşünme etkinlikleriyle tüm şiddet eylemleri ara­ sında derin bir uçurumun yattığı da yadsınamaz. "Bir Avru­ palıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır . . .. Geriye kalan ölü bir adamla özgür bir adamdır. " Bu, Sartre'ın önsözde söyledikleri. Marx'ın asla yazmış olamayacağı bir cümle. 16

Sartre'den alıntı yaparken, devrimci düşüncede şiddete doğru bu yeni kaymanın, en temsil edici ve düşünsel

açı-15 Hegel'in bu baglamda, yani "Sichsclbstproduzic�n" baglamında konuşuyor ol­ ması hayli anlamlıdır. Bkz. Vorlesungen über die Gcschichte der Philosophie, cd.

Hoffmeister, ldpzig, 1938, s. 1 H. 16 Bkz. Ek 1, s.97.

(20)

dan en gelişmiş sözcülerinin bile ayıfdına varmadığı bir du­ rum olduğunu göstermek istiyorum.17 Açıktır ki bu kayma,

.düşünce tari hiyle sın ırlı soyut bir nosyo n değil. Bu yüzden de özellikle değinmek ge rekiyordu . ("Ide alist" düşünce

kavramını başaşağı çevirirseniz " materyal ist" emek lwvra­ mına varırsınız, asla şiddet nosyonuna varamazsınız . ) Kuş­ kusuz tüm bunlar kendine özgü bir mantık içeriyor ve bu deneyim daha önceki tüm kuşaklara tümüyle yabanc ıdır.

Yeni Sol'un sempati yaratma gücü (patlws) ve şevki , say­

gınlığı, çağdaş silahların tuhaf, intihara götüren gelişimiyle yakından bağlantılıdır. Bu, atom bo mbasının gölgesinde büyüyen ilk kuşaktır. Anne ve babalarından, şiddetin siya­ set sınırlarını kitlesel ve canice bir şekilde ihlal etmesi de­ neyimini miras almışlardır: Yüksek o kullarda toplama ve

imha kamplarını soykırım ve işkenceyi öğrendiler;18 sonra savaşta sivillerin toptan katledilmesini, ki bu o lmaksızın çağdaş askeri operasyonlar "konvansiyonel" silahlarla sınır­ h olsa bile mümkün olamazdı. lik tepkileri şiddetin her tü­ rüne karşı çıkmak ve şiddete dayalı olmayan siyaseti sorgu­ lamaksızın desteklemek oldu. Tam da bu hareketin, özellik­ le medeni haklar alanındaki başarısı, Vietnam Savaşı'na karşı direniş hareketiyle sürdü. Unutmamalı ki Vietnam Sa­ vaşı'na karşı direniş, bu ülkede [ABD] kamuoyunu belirle­ mekte hala önemli bir etkendir. Ama durumun o günden bu yana değiştiğini artık herkes biliyor. Şiddete dayalı ol­ mayan siyaset yandaşları artık savunmaya çekildi. ,Dahası artık yalnızca "aşınhk yanlıları" nın (extremists) şiddetin yü­ celtilmesine kapıldıklarını ve yalnızca onların -Fanon'un Cezayirli köylüleri gibi- "şiddetten başka hiçbir şey sonuç

I 7 Bkz. Ek II, s.97.

18 Noam Chomsky haklı ol'arak açık isyanın arciında yatan itkilcr arasında "hepi­ mizin hor gormeyi öğrendiğimiz 'iyi Alınanlar' arasında yer almayı" reddetme iıkisinin de bulunduğunu belirtiyor. Age., s. 368.

(21)

vermez" demeye başladıklarını söylemek anlamsızdır. 19 Yeni militanlar anarşist, nihilist, kızıl faşist, Nazi olarak nitelenip kınandı. Haklılık payı daha yüksek bir suçlamay­ sa, "makine düşman ları , makine parçalayıcılar" niteleme­ siydi.20 Öğrenciler ise aynı ölçüde anlamsız sloganlada ya­ nıt verdi: "polis devleti" , "geç kapitalizmin gizli faşizmi" ve daha haklı bir deyişle, " tüketim toplumu". 21 Davranışları­ nın sorumlusu her türden toplumsal ve psikolojik etkende arandı: Amerika'da fazla hoşgörülü yetiştirme, Almanya ve Japonya'da aşırı otoriteye tepki, Doğu Avrupa'da özgürlük­

ten yoksunluk, Batı'da fazla özgürlük, Fransa'da sosyoloji öğrencilerinin işsizliği ve bunun felakete yol açıcı sonuçla­ rı, Birleşik Devletler'de her alanda iş bolluğu. Tüm bu açık­ lamalar yerel açıdan inandırıcı olabilir, ama öğrenci ayak­ lanmalarının küresel bir olgu olmasıyla çelişir. Hareketin

19 Frantz Fanon, Tiıe Wrrtclırd of ılır Eaı·ılı ( 1961, Yeryüzünün laneti ileri). Grove Press yayını, 1968, s. 61. Bu yapııı, bugünkü öğrenci kuşağı üzerinde yaptığı

büyük etkiden dolayı kullanıyoruın. Buna karşılık Fanon'un kendisi şiddet ko­ nusunda hayranlarından daha çok kuşkuludur. Öyle göninüyor ki. kitabın yal­ nızca birinci bölümü yaygın ohırak okunmuştur. Fanon çok iyi biliyor ki, "ka­ tıksız ve tam acımasızlık, derhal mücadele edilmemesi halinde değişmez biçim­ de hareketin birkaç hafta içinde yenilgisiyle sonuçlanır• (s. 147). Şiddetin öğ­

renci hareketi içinde tırmanması konusunda Alman haber dergisi Dcr Spi­ egel'de (10 Şubat 1969 ve izleyen sayılar) yayımlanan "Gcwalt" baslıklı diziye ve "Mit dem Latein am Ende" başlıklı diziye (1969, 26. ve 27. sayılar) bakınız. 20 Bkz. Ek lll, s.99.

21 Bu sıfatiarın sonuncusu eğer tanımlansaydı anlamlı olacaktı. Ancak bu nitele­ menin ardında Marx'ın özgür üreticiler toplumuna dair yanılsaması yatar. Bu hayal, toplumun üretici güçlerinin özgürleşmesiyle gerçckleşecekti. Ama bu özgürleşme gerçekte devrimin değil, bilim ve teknolojinin başarısı oldu. Üste­ lik bu özgürleşme devrim sürecinden geçen tüm ülkelerde hızlanmak bir ya­ na, ciddi ölçüde rötara uğradı. Başka bir deyişle, ögrencilerin tüketimi reddet­ melerinin-ardında yatan üretimin idealleştirilmesi ve bununla birlikte gelen üretim ve yaratıcılığın putlaştırılıııası vardır. "Yıkıcılığın neşesi yaratıcı bir ne­ şedir" -gerçekten de öyle, eğer "emeğin neşesinin" üretken olduğuna inanı­ yorsanız. Makinelerin yardımı olmaksızın basit aletlerle yapılabilecek tek emek biçimi yıkımdır. Ama kuşkusuz makineler bunu çok daha verinıli bir şekilde yapar.

(22)

toplumsal açıdan bir ortak paydasını bulmak anlamsız gö­ rünebilir. Ama psikolojik açıdan bu kuşağın her yerde or­ tak bir özelliği var: ödün vermez bir cesaret, şaşırtıcı bir ey­ lem istenci ve değişimin olanaklılığı konusunda aynı ölçü­ de şaşırtıcı bir güvenY Ancak bu nitelikler neden gibi gö­ rülmemeli. Dünyanın her yerindeki üniversitelerde tümüy­ le beklenmedik biçimde ortaya çıkan bu durumun fiili ne­ deni sorulacak olursa, hiçbir öncülü ve benzeri bulunma­ yan, ama en gözle görünür ve belki de en güçlü bir etkeni gözardı etmek saçma olacaktır. Basit bir gerçektir bu: "Tek­ nolojik ilerleme" pek çok düzeyde doğrudan felakete gö­ türmektedir.23 Dahası bu kuşağın öğrendiği ve öğrettiği bi­ limler, öyle görünüyor ki kendi yarattıkları teknolojinin fe­ lakete götürücü sonuçlarım gidermeye muktedir olmak bir yana, gelişme sürecinde geldikleri nokta, "yapabileceğiniz lanet olası tek bir şey yoktur ki savaşa yöneltilmesin"dir.24 (Kuşkusuz, -Senatör Fulbright'ın deyişiyle hükümetçe fi­ nanse edilen araştırma projelerine bağımlı hale gelerek ka­ mu güvenine ihanet eden-25 üniversitelerin özsaygısı açısın­ dan hiçbir şey, savaşa yönelik araştırma ve buna bağlı tüm

22 Bu eylem isteği özellikle küçük ve görece zararsız girişimlerde daha dikkat çe­ kicidir. Öğrenciler, kafeteryalarda, bina ve sahalarda çalışanlara asgari ücretin altında ödeme yapan kanıpüs otoritelerine karşı eylemlerinde başarılı oldu. Berkeley öğrencilerinin üniversite mitlkiyetindeki boş bir araziyi "Halk Par­ kı"na çevirme mücadelesine katılma kararı da, otoritelerin şimdiye kadarki en kötü tepkisine yol açtıysa da, bu girişimler arasında �ayılmalı. Berkeley hadi­ sesine bakarak bir yargıya varılırsa, tam da bu tür "siyasal olmayan" eylemle­ rin öğrenci kitlesini radikal öncülerin arkasında topladıgı anlaşılır. •ögrenci oylamaları tarihinde en yüksek katılıma tanık olan referandumda kullanılan

I 5.000 oyun yüzde 8S'i, arazinin bir halk parkı olarak kullanımı yönündey­ di." Sheldon W o lin ve John Schaıır'ın parlak raporuna bakınız: "Berkeley: Hal­ kın Parkı Meydan Savaşı," New Yorlı Review of Boolıs, Haziran 1969.

23 Bkz. Ek N, s.99.

24 M.l.T.'denjerome Lettvin, New Yorlı Times Magazine, 18 Mayıs 1969.

(23)

girişimlerden kopma yönünde bastı rmaktan daha önemli olamaz. Ancak bunun çağdaş bilimin doğasın ı değiştirmesi­ ni ya da savaş çabaların ı önlemesini beklemek fazlasıyla saflık olur. Böylece varı labilecek bir kısı tlamanın pekala üniversite standartlarının düşmesine neden olacağını inkar etmek de saflık olur.26 Bu kopuşun yol açmayacağı bir şey varsa, o da federal hükümet fonlarının bir dalga halinde ge­ ri çekilmesi olacaktır. Çünkü M.I.T.'ten Jerome Lettwin'in yakınlarda işaret ettiği gibi, "Hükümet bizi desteklememeyi göze alamaz. "27 Tıpkı üniversitelerin federal fonları geri çe­ virmeyi göze alamayacağı gibi. Ama bunun anlamı en fazla şudur: Üniversiteler, "mali desteği nasıl sterilize edecekleri­ ni öğrenmekle yükümlüdür" (Henry Steele Commager) . Üniversitelerin çağdaş toplumlardaki muazzam gücü düşü­ nülürse bu olanaksız bir görev değildir, ama zorlu bir iştir.) Kısacası, teknik ve makinelerin görünüşte direnitmesi ola­ naksız artış ve yayılışı, belli sınıfları işsizlikte tehdit etmek­ ten ziyade, tüm bir ulusun, dahası tüm insanlığın bizatihi varoluşunu tehdit etmektedir.

"Otuz yaşın üstündekilerle" karşılaştırıldığında yeni ku­ şağın kıyamet olasılığının daha ayırdında olarak yaşaması doğaldır; genç olduklarından değil, bu yeryüzündeki ilk ya­ şamsal deneyimleri olduğundan. (Bizim açımızdan "sorun" olan şeyler, "gençlerin etine ve kanına işlemiştir. ")28 Bu genç kuşağın her hangi bir üyesine şu iki soruyu sorun: "Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?" "Kendi yaşamınızın beş yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?" Yanıt­ lar genelilikle şöyle başlayacaktır: "Eğer hala dünya diye bir

26 Yavaş yavaş temel araştırmaların üniversitelerden sanayi laboratuvariarına kayması oldukça anlamlıdır ve bu duruma bir ömek teşkil eder.

27 New Yorlı nmes Magazine, 18 Mayıs 1969.

(24)

yerin varolacağını kabul edersek .. . ve "hala yaşıyo r olur­ sam .. . " George Wald'ın sözleriyle, "karşımızdaki, b i r gelece­ ğin olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan b i r kuşak­ tır. "29 Çünkü gelecek, Spender'in çok güzel ifade ettiği gibi , "gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün ti ktakları n ı duyuyoruz ." Sıklıkla sorulan "bu yeni kuşak kimlerdir?" sorusuna verilecek en iyi yanıt: "Saatin tiktaklarını işiten­ ler." Onları tümüyle inkar edenler kimlerdir sorusunun ya­ nıtıysa şu olmalı: "Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler."

Öğrenci ayaklanmaları küresel bir durum. Ama ortaya çı­ kış biçimleri kuşkusuz ülkeden ülkeye, hatta üniversiteden üniversiteye değişiyor. Şiddet pratiği açısından , bu özellikle doğru. Kuşaklar arası çatışmanın somut grup çıkadarıyla çakışmadığı yerlerde şiddet, çoğunlukla kurarn ve retarikle sınırlı kaldı. Kadrolu ve maaşlı fakültenin kalabalık ders ve seminerlerde derin bir ç ıkarının o lduğu Almanya'da bu, kayda değer biçimde böyleydi. Amerika'daysa polisin ve polis barbarlığının, özde şiddet içermeyen gösterilere mü­ dahale ettiği her yerde öğrenci hareketi radikalleşti: yöne­ tim binalarının işgal edilmesi, oturma eylem leri vs. Ciddi ölçekli şiddet, ancak Siyah Iktidar (Black Power) hareketi­ nin kampüslere girmesiyle sahneye çıktı. Büyük çoğunluğu akademik ölçüdere bakılmaksızın ü niversiteye kabul edilen siyah öğrenciler, kendilerini bir çıkar grubu olarak gördü ve siyahi cemaatlerin temsilcisi olarak örgütlendi. Çıkarları, akademik standartları düşürmekten yanaydı. Beyaz asiler­ den daha dikkatliydiler. Ama daha başından itibaren onlar sözkonusu olunca (Cornell Üniversitesi ve New York City College hadiselerinden önce bile) şiddetin bir kurarn ve re­ torik meselesi olmadığı açıktı. Öte yandan Batı ülkelerinde

(25)

öğrenci hareketi ün iversite dışında halk desteği bulamaz ve şiddete başvurd uğu anda halkın açık düşmanlığıyla karşıla­ şırken , siyah öğrencilerin sözlü ya da fiili şiddetini destek­ leyen geniş bir siyah azınlık vardır.30 Nitekim siyah şiddet, bir kuşak önceki işçi hareketinin şiddetine benzetilebilir. Bildiğim kadarıyla, öğrenci hareketindeki şiddetle işçi hare­ ketinin şiddete başvu rması arasında açıkça bir benzerlik kuran tek yazar, Staughton Lynd oldu.31 Buna rağmen aka­ demik kurum, tuhaf bir şekilde siyah hareketin açıkça aptal ve32 aşırı taleplerine, beyaz asilerin çıkar temelinde tanım­ lanmayan ve genellikle yüksek ahlaki temellere dayanan ta­ leplerinden daha fazla �arşılık verme eğiliminde görünü­ yor. Ancak akademik kurum da öğrenci hareketini işçi ha­ reketine benzeterek değerlendiriyor ve şiddete dayalı olma­ yan " katılımcı d emokrasi"yle karşılaşmaktansa, çıkar ve şiddete dayalı bir hareketle karşı karşıya kalınca kendini daha rahat hissediyor. Üniversite otoritelerinin siyah talep­ lerine boyun eğmesi, sık sık beyaz topluluğun "suçluluk duygusu"yla açıklanıyor. Bana kalırsa yönetimler ve müte­ velli heyetlerinin yanısıra fakülteler de, resmi Amerika'da Şiddet Raporu'nun vardığı sonucun gözle görülür doğrulu­ ğunun yarı bilinçli bir şekilde ayırdında: ''Geniş halk deste­ ği sağladıklarında kaba güç ve şiddet, toplumsal denetim ve ikna açısından daha başarılı teknikler gibi görünüyor. "33

Öğrenci hareketinin yeni ve inkar edilemez bir gelişme olarak şiddeti yüceltmesi, tuhaf bir özgünlük gösteriyor. Ye­ ni militanların retoriği açıklıkla Fanon'dan esinleniyor.

Bu-10 Bkz. Ek VI, s.IOI. 31 Bkz. Ek VII, s. 102. 32 Bkz. Ek VIII, s.l02.

33 Bkz. Natimıal Comnıission on tlıe Caııses anel Prıwııtioıı ııf Violt·ntc (Sidueıin Nedenleri ve Önlenmesi Konulu Ulusal Komisyon) raporu (Haziran ı 969), aktaran New York Ii m es, 6llaziran ı 969.

(26)

na karşılık kuramsal savları , Marksist artı klardan oluşan bir aşureyi andırıyor. Bu , gerçekten de Marx ya da Engels oku­ muş herhangi bir insan için oldukça kafa karıştırıcı bir du­ rum. "Sınıfsız bozgezenlere" iman eden, "isya n ı n ken tsel öncü gücünü lumpenpro l e teryada b u lacağı n a " inanan , "gangsterlerin halkın yolunu aydınlatacağına" güvenen bir ideolojiye kim Marksist diyebilir ki?34 Sözcüklerde mutlu­ luk bulan Sartre bu yeni imana ifade gücü veriyor. Şimdi Fanon'un kitabının verdiği güçle inanıyor k i , "şiddet," "Aşil'in mızrağı gibidir, açtığı yara ları sağaltır. " Eğer bu doğru olsaydı, intikam, tüm derderimizin her derde deva ilacı olurdu. Bu mit, Sarel'in genel grev mitinden çok daha soyuttur ve gerçeklikten çok daha uzaktı r. Sartre'ın savı , Fanon'un "insanın kendine saygısını yitirmeden aç kalması , kölelikte yediği ekmekten daha yeğdir" derkenki gibi en kötü belagat aşırılıklarıyla boy ölçüşür. Bu son savı çürüt­ mek için hiçbir kurarn ya da tarih bilgisine gerek yok. In­ san bedenindeki süreçleri en yüzeysel biçimde gözleyen bir gözlemci bile bunun doğru olmadığını bilir. Ama özsaygıyı yitirmeksizin yenen ekmeğin köle kalarak yenen pastadan daha yeğ olduğunu söyleseydi , retorik açıdan bir şey söyle­ memiş olacaktı.

Bu sorumsuz ve büyük lafları okuduğumuzda (alıntı yap­ tıklarım, Fanon'un aslında gerçekliğe pek çoğundan daha yakın kalmayı becermesinin dışında , adil biçimde temsil edici niteliktedir) ve ayaklanmalar, devrimler tarihinden bildiklerimiz ışığında değerlendirdiğimizde, bunların öne­ mini inkar etmek, gelip geçici bir ruh haline bağlamak çe­ kici gelebilir. Ya da daha önce benzeri yaşanmamış olay ve gelişmelerle karşılaşan ve bunlarla başetmek için zihni açı­ dan hiçbir donanıını olmayan, bu yüzden (Marx'ın devrimi

(27)

bir çırpıda kurtarmak istediği türden) düşünce ve duygula­ ra sarılıp onları yeniden canlandırmaya kalkışan duygu in­ sanlarının cehalet ve sayiuluğuna bağlamak isteyebilir in­ san. Tecavüze uğrayanın şiddeti düşlediğinden, mazlumun "hiç olmazsa güneşin doğduğu bir gün" zatimin yerini al­ mayı düşlediğinden, yoksulun zenginin mülkünü düşledi­ ğinden, baskı altındakilerin "av rolünü avcı rolüyle değiş­ tirmeyi" ve son krallığı, "sonucunun birinci ve birincinin sonuncu" olacağı o mutlu ülkeyi düşlerliğinden kim kuşku duyabilir?35 Sorun şu ki, Marx'ın da işaret ettiği gibi rüyalar gerçek olmaz.36 Yoksul bırakılan ve ayaklar altında çiğne­ neoler arasında köle ayaklanmaları ve isyanların seyrekliği pek anlaşılır bir durum değildir. Az sayıda birkaç örneği vardır ve bunlar da rüyaları herkes için karabasana çeviren "çılgın bir dehşet" tir tam da. En azından benim bildiğim kadarıyla, Sartre'ın deyimiyle bu "volkan patlamaları" , hiç­ bir durumda "onlara neden olan zulme denk olmamıştır. " Ulusal kurtuluş hareketlerini bu tür patlamalarla özdeşleş­ tirmek, kurtuluş hareketlerinin sonuna dair kehanette bu­ lunmaktır. Öte yandan, böylesi hareketlerin pek de muhte­ mel görünmeyen zaferi, dünyayı (ya da sistemi) değil, yal­ nızca kişileri değiştirmekten başka bir sonuç vermez. Niha­ yet "Üçüncü Dünyanın Birliği" diye bir şeyin varolduğunu düşünmek ve Üçüncü Dünyalılara dekolonizasyon çağında "Tüm azgelişmiş ülkelerin yerli leri, birleşin!" (Sartre) diye slogan atmak, Marx'ın en kötü yanılsamasını daha büyük bir ölçekte yinelemektir; üstelik bu kez çok daha az haklı­

lık payı vardır. Üçüncü Dünya gerçeklik değil, ideolojidirY

35 Fanon, age, s. 37 vd , s. 53. 36 Bkz. Ek IX, s.l02.

37 lki süpergüç arasında sıkışan, Dogu ve Batı'ya karşı aynı ölçüde düşkınklıgına ugrayan ögrenciler, "kaçınılmaz olarak Mao Çin'inden Castro Küba'sına bir üçüncü dünya ideolojisinin peşine ıakılacaktı". (Spender, age, s. 92). Mao,

(28)

* * *

Bir soru hala ortada: Neden şiddetin yeni vaizlerinin ço­ ğu , Marx'ın öğretisiyle aralarındaki ciddi anlaşmazlıkların ayırdında deği l ler? Başka bir deyişle, olgusal gelişmelcrce çürütülmüş olmanın yanısıra kendi siyasetleriyle de böyle­ sine açıkça tutarsızl ık içindeki kavram ve doktrinlere, böy­ lesine inatla yapışmalarının ardında yatan nedir? Yen i ha­ reketin ortaya attığı bir tek olumlu slogan var: " Katılımcı demokrasi . " Bu slogan dünyanın her yerinde yan kı buldu. Doğu ve Batı'daki tüm ayaklanm aların o rtak paydasını oluşturur hale geldi . Katılımcı demokrasi sloganı, devrimci geleneğin en önemli katkısına dayalıdır: Konsey sistemi ; 18. yüzyıldan beri her defasında yenilgiye uğratılan, ama her devrimin doğal büyüme sürecinin tek otantik sonucu olan konseyler. Ama ne Marx'ın ne de Lenin'in öğretilerin­ de, bu amaca yönelik olarak ne sözde kalan , ne de öze iliş­ kin bir göndermeye rastlayabiliyoruz. Tam tersine, her iki­ si de devletle birlikte kamu eyleminin ve kamusal işlere katılımın "sönüp yok o lacağı"* bir toplumu amaçlad ı . 38

ro, Che Guevara ve Ho Chi Minh'in adını haykırrnalan, başka bir dünyadan bir kurtaneının çağnlma�ı yönünde sözde dinsel ilahilere benzer. Eğer Yugoslavya daha uzakta olsaydı, Yugoslavya'ya ulaşmak daha zor olsaydı, Tito'nun adını da haykırabilirlerdi. Ama Siyah Iktidar (Biadı Power) hareketi için durum farklıdır. Onların varolmayan "Üçüncü Dünyanın Birliği"ne adanmışlıkları katı bir ro­ mantik saçmalıktan ibaret değildir. Siyah-Beyaz ikileminde açıkça bir çıkarlan vardır. Bu da kuşkusuz gerçekten kaçınayı yeğlemektir; siyahların dünya nüfu­ sunun ezici çoğunluğun u oluşturacaklan bir düş ülkesine kaçış.

(*) Ingilizeeye "w i thering away" olarak çevirilen terim, "aujlıebung" (supcrsession

ya da transencendence daha doğru bir çeviri olabilir), yalnızca bu çevirinin ta­ şıdığı negatif içerimi taşımaz. Aujlıebung, olgusal bir durumu aşarken onun olumlu momentlerini korumak anlamına gelir. Örneğin özgürlüğü aşmak, öz­ gürlüğün evrenselleşmesi, dolayısıyla özgül bir durumu kavrayan bir kategori olarak ortadan kalkması anlamına gelir. Bkz. lucio Colletti'nin Karl Marx: Early Wrilings'e yazdığı "terimce" . Çev. R. Livingstone ve G. Benton. New

(29)

Bunlara gerek kal mayacakt ı . Prati kteki yü rekliliğiyle karşı­ laştırı ldığında tuhaf olan ürkektiği yüzü ndendir ki, Ye ni Sol'un sloganı , hitabet aşamasında takılıp kaldı. Yalnızca Batı temsili demokrasilerine karşı (ki bunlar temsil işlevini bile, parti üyelerini değil, salt yönetiCilerini "temsil" eden devasa parti mekanizmaianna kaptırmak üzeredir) ve Doğu Avrupa'nın katılımı ilke olarak reddeden tek parti bürokra­ silerine karşı, yeterince eklemlemeksizin yalnızca haykı r­ ınakla yetinilen bir slogan olmanın ötesine geçemiyor.

Geçmişe bu garip sadaka tten daha şaşırtıcı olan, Yeni Sol'un, isyanm ahlaki karakterinin -ki bu artık kabul edilen bir olgudur-39 Marksist retoriğiyle ne ölçüde çelişkili oldu­ ğunun ayırdına varamamış olmasıdır. Gerçekten de hareke­ te ilişkin hiçbir şey, tarafsızlığından ve çıkar kaygılarından uzak olmasından daha çarpıcı değildir. Common weal'deki

(26. 7. 1 968) " 1 968 Fransız Devrimi" başlıklı dikkat çekici makalesinde Peter Steinfels çok haklıdır: "Peguy kültürel

.38 Öyle görünüyor ki , Marx ve Lenin de benzerı hir tutarsızlıkla sudanabilir. Pa­

ris Komünü'nü yücelten Marx değil miydi? "Tüm iktidar sovyrtlere " diyen Lf"­

nin değil miydi? Ama Marx açısından Komün, devrimci eylemin geçici bir or­ ganından başka bir şey değildi: "sınıf egemenliğinin . . . iktisadi temellerini kö­ künden söküp atmak için kullanılan bir manivela ... Engels haklı olarak bunu aynı şekilde geçici olan "proleterya diktatörlüğü"ne benzctiyordu. (Bkz. The Civil War in France ( Fransa'da Iç Savaş) , Karl Marx ve f Engels, Selccted Worlıs, Londra, 1950, Cilt I. s. 474 ve 440) . Lenin'in durumu daha karmaşık­

tır. Ama sovyetleri devreden çıkaran ve tüm iktidan partiye ven·n de Lenin'dir. 39 Spender'in belirttiği gibi, "Onların devrimci tasarımı ahlaki coşkudur" (age. s.

1 1 4 ) . Noam Chomsky bazı olguları anımsatıyor : "Gerçek şu ki. 20 Ekim

1 967'de Adalet Bakanlığı'na geri gönderileri binlerce askere çagırıııa belgesinin çogu, askerden kaçabilecek, ama daha az ayrıcalıklı olanların yazgısıııı paylaş­ makta ısrarlı insanlardan geldi." Üniversite ve kolejlerdeki askere çağrılmaya karşı direniş gösterilerinin ve oturma eylemlerinin tümü için de bu geçerlidir. Başka ülkelerde de dunını aynıdır. Örncgin Der .Spiegel Almanya'da ımışt ırma

görevlilerinin rahatsız edici, çogunlukla aşagılayıcı koşullarını anlaııyor: "IJıı ko�ullar altında, asistanların radilıallcrin eıı ön ccphcsindı• yer almaması, nere­ deyse bir muci;:ediı: " (23 Haziran 1969, s. 58). Her zaman aynı öykü: Çıkar grupları asilere katılmaz.

(30)

devrim açısından çok yerinde bir önder olabilirdi. Çünkü

sonradan Sorbonne mandarinlerini yerden yere vurmuş vl' 'toplumsal devrim ya ahlaki olacak ya da ol mayacaktır' de­ mişti. " Kuşkusuz her devrimci hareket, adalet duygusu ve

başkalarına şefkat duygusuyla dolu, çıkar kaygıları gütme­ yen insanların önderliğinde gerçekleşmiştir. Marx ve Lenin için de geçerlidir bu. Ama bildiğimiz gibi Marx, alabildiğine etkili bir biçimde "duygu" ve "coşku"ları tabu haline getir­ di. (Bugün ahlaki savları "duygusallık" diye bir yana atan düzen, Marksist ideolojiye asilerden daha yakın olsa gerek­ tir. ) Marx, çıkar kaygısı olmayan önderlik sorununu da in­ sanlık tarihinin nihai çıkarlarının taşıyıcısı ve tüm insanlı­ ğın öncü gücü nosyonuyla çözümledi.40 Yine de bu tür ön­ derler bile ilkin işçi sınıfının spekülatif olmayan, ayağı yere basan çıkarlarını desteklemek zorundaydılar ve böylece bu,

onlara toplum dışında sağlam bir taban sağlamaya yetti. lş­ te bu , çağdaş asilerin başından beri yoksun o ldukları ve üniversite dışında umarsızca müttefik arayışlarına karşın

bulamadıklan şeydir. Tüm ülkelerde işçilerin çağdaş' asilere düşmanlığı artık kayıtlara geçmiş bulunuyor.41 Birleşik Devletler'de kendi cemaatlerinde sıkı kökleri olan öğrenci­ lerden oluşan ve dolayısıyla ünivrsitelerde daha güçlü bir pazarlık konumuna sahip olan Siyah Iktidar hareketiyle herhangi bir işbirliği olasılığının bütünüyle çöküşü , beyaz asiler açısından en acı düşkınklığı oldu. (Siyah İktidar yan­

daşlarının "çıkar gütmeyen" önderlerin peşinde proleterya rolünü oynamayı reddetmelerinin doğru bir tutum olup

ol-40 Bkz. Ek X, s.103.

41 Çekoslovakya bir istisna teşkil ediyor olabilir. Buna karşılık en ön cephelerin­ de ögrencilerin savaştığı reform hareketi, sınıf farkı olmaksızın tüm ulusun desteğini kazandı. Marksist dille öğrenciler burada ve belki de tüm Dogu Av­ rupa ülkelerinde Marksist kalıba sığmayacak kadar çok toplumsal desteğe sa­ hipti.

(31)

mad ığı başka bir sorund ur. ) Şaşırtıcı olmaya n bir gelişme olarak Almanya'da, Gençlik hareketinin eski yuvasında bir öğrenci grubu bugün "tüm örgütlü gençlik gruplarını" ken­ di saflarında toplamayı öneriyor.42 Bu önerinin saçmalığı açıktır.

Bu tutarsı zlıkların açıklaması so nuçta nasıl olacak; bun­

dan emin değilim. Ama bu tipik 19. yüzyıl öğretisine duyu­ lan sadakatİn derinlerdeki nedeninin Ilerleme kavramında yattığından kuşkulanırım. Bu kavram liberalizm, sosyalizm ve komünizmi bir "sol" cephede toplamayı başardı, ama hiçbir yerde Karl Marx'ın yazılarında gördüğümüz inandırı­ cılık ve ustalık düzeyine ulaşamadı. (Tutarsızlık liberal dü­ şünce açısından daima Aşil'in ökçesi gibi bir rol oynadı; li­ beralizm, ilerlemeye sımsıkı bağlılıkla, Marxçı ya da Hegel­ ci anlamda Tarihin yüceltilmesini aynı ölçüde katılıkla red­ detme tutumu nu birleştirdi. Oysa ilerlemeye bağlılığı haklı kılacak ve güvence altına alabilecek tek yol böyle bir tarih anlayışıdır. )

Bütün olarak insanlığın ilerlemesi gibi bir şeyin olası ol­ duğu kavrayışı, 1 7. yüzyıla değin kimsenin aklına gelme­ mişti. Bu görüş, 1 8 . yüzyılda aydınlar arasında yaygınlık kazandı. 1 9 . yüzyıldaysa neredeyse evrensel olarak kabul gören bir dogma halini aldı. Ama kavramın ilk biçimleriyle nihai aşama arasındaki farklar belirleyici niteliktedir. Bu açıdan 1 7. yüzyıl kavrayışının en iyi temsilcileri Pascal ve Fontenelle'dir. Onlara göre ilerleme düşüncesi, bilginin yüzyıllarca süren bir süreçte birikimini ifade ediyordu. 18. yüzyıldaysa ilerleme, "insanlığın eğitimi" (Lessing'in Erzi­

ehung des Menschengeschlechts kavrayışı) anlamını taşıyor­ du; bunun sonucu insanın kemale ermesiyle çakışıyordu. Ilerleme sınırsız değildi. Marx'ın tarihin sonu (sıklıkla

(32)

ristiyan eskatoloj isinin ya da Yahudi mcsi yanizm seküler­ leşmesi olarak yorumlanır) olabilece

ğ

in

i

düşündü

ğ

ü ve öz­ gürlük alanı olarak gördüğü sın ıfsız toplu

m

, gerçekte hala

Aydınlanma Çağı'nın işaret

i

ni taşır. Ancak 19. yüzyı l ın baş­ langıcından itibaren tüm bu tür sını rlamalar ka

y

bo

l

d

u

. A r­ tık Proudhon'un deyişi

y

le hareket "il kel iman" d ı ( le fai t pri­

miti

j)

ve "yalnızca hareket yasaları eze l i ve ebecl i "yd i . Bu

hareketin ne başı ne de sonu vardı. " Le mouvcmen l cs t ; voila

tout! " (hareket vardır; hepsi bu!). Insana gel ince tüm söyle­

yebileceğimiz şuydu: "Mükemmelleşebilir canl ılar o larak doğduk ve asla mükemmel olamayacağız. "43 Marx' ı n He­

gel' e borçlu olduğu ilerleme tasarımı (her canlı organizma

nasıl kendi yavrusunun tohumunu içinde taşırsa, her top­

lum da kendi ardılının tohumunu içinde barındırır) yalnız­ ca en açık yüreklisi değil, aynı zamanda tarihte ilerlemenin

ebedi sürekliliğinin mümkün olan tek kavramsal güvence­ sidir. Aynı zamanda ilerlemen in karşıt ve düşman güçlerin çatışması sonucu gerçekleşeceği varsayıldığından, her "gçri gidişi" gerekli ama geçici bir dönüş olarak yorumlamak ola­ naklıdır.

Kuşkusuz nihai analizde bir eğretilemedcn öteye geçme­ yen bir şeye dayanan bir güvence, bir öğreti açısından pek sıkı bir zemin oluşturmaz. Ama ne yazık ki bu , Mark­ sizm'in felsefe tarihindeki daha pek çok başka öğretiyle de paylaştığı bir durumdur. Buna karşılık bu öğretinin büyük avantaj ları , "ezelt ve ebedi tekerrü r" [ " tari h tekerrürden ibarettir" l , imparatorlukların yü kse lişi ve düşüş ü , özde bağlantısız olayların verimli sonuçları gibi başka tarih kav­ rayışlarıyla karşılaştırdığınızda hemen ortaya çıkar. Bu tür­ den başka tarih kavrayışlarının hepsi de eşit ölçüde

belgele-43 P.J . Proudhon, Philosoplı ie dıı Progn�s ( 1 853) , 1 946 , s . 2 7 - 3 0 , 49; Dr la ]ıısria

( 1858), 1 930, I , s . 2 3 8 . Ayrıca bkz. William Harbold, "Progrcssivc Hunıaniıy in the Philosoplıy or P.J. Proudhon," Rcl'icw of Politics, Ocak 1 969.

(33)

nebilir ve doğruluğu gösterilebilir öğretilerdir. Ama hiçbiri Marksist kavray ıştaki gib i doğrusal bir zaman süreğini ve tarihte ilerlemenin devamlılığına gara nti veremez. Bu alan­ da Marksizm'in tek bir rakibi vardır: Kadim Altın Çağ nos­ yonu. Buna göre , başlangıçta bir Altın Çağ yaşanmıştı r; sonraki her şey bu çağdan türemedir. Ama bu öğreti, sürek­ li bir gerHeyişi ima eder ve bu hoş değildir. Kuşkusuz ınsa­ na güven veren daha iyi bir dünyaya kavuşmak için yapma­ mız gereken tek şeyin ileriye doğru sağlam adımlarla yürü­ mek olduğu, aslında bunu yapmaktan başka çaremizin de olmadığı tasarımının hüzünlü yan etkileri de vardır. Her şeyden önce basit bir gerçeği anımsamak gerekir: İnsanlığın genel geleceğinin bireysel yaşam açısından vaad edebileceği bir şey yok; bireyin kesin olan tek geleceği ölümdür. Bu dik­ kate alınmadığı ve yalnızca genellikler üzerinden düşünül­ düğü sürece, ilerleme kavramına yönehilebilecek gayet açık bir itiraz sözkonusudur: Alexander Herzen'in deyişiyle, "İn­ san gelişimi kronolojik adaletsizliğin bir tarzından ibarettir; çünkü sonradan gelenler aynı bedelleri ödemeksizin, kendi­ lerinden önce yaşayanların emeklerinin meyvesini yer. "44 Ya da Kant'ın sözleriyle, "Önceki kuşakların yalnızca sonrakiler adına ağır yük altına girmesi . . . ve ancak son gelenin [ ta­ mamlanan] binaya yerleşme şansına sahip olacak olması . . . daima şaşırtıcı bir durum olarak kalacaktır. "45

Yine de nadiren fark edilen bu dezavantajlar muazzam bir avantajın gölgesinde kalır: Ilerleme, geçmişi zaman sü­ reği ni kesintiye uğratmaksızın açıklamakla kalmaz , aynı za­ manda gelecekte nasıl eylemde bulunmak gerektiğine dair bir kılavuz da sağlar. Marx'ın Hege l'i başaşağı çevirirken

44 Alexander Herzen'den aktaran ısaiah Berlin, " I n troducti o n " . franco Venturi,

Root s of Rcvolııtions, New York, l 966.

45 "Idea for a Universal History with a Cosınopoliıan lnıenı , " Üçüncü I lke, Tlır

(34)

keşfettiği de buydu. Böylece tarihçinin bakacağı yönü de değiştirmiş oldu. Tarihçi, geçmişe bakın a k ta nsa a rt ı k gü­

venle geleceğe bakabilir. ilerleme kavram ı , başbelası bir so­ ruya, "peki şimdi ne yapacağız? " sorusuna bir yan ı t verir. En alt düzeyde yanıt şunu söyler: Elimizdekini daha iyisi­ ne, daha büyüğüne vs. dönüştürelim. (Libcrallcrin büyü­ meye yönelik -artık tüm siyasal ve iktisadi kuramları mızın paylaştığı- ilk bakışta akıldışı gelen i manı, bu kavrayışa da­ yalıdır. ) Solda, daha sofistike düzeyde bu yanıt, mevcut çe­ lişkileri içkin sentez doğru ltusunda ge liştirme öğüdünü içerir. Her iki durumda da tü müyle yeni ve beklenmedik bir şeyin olamayacağı konusunda güvence almış ol uruz. Yalnızca hali hazırda bildiklerimizin "gerekli" sonuçlarıyla karşılaşacağız.46 Bu öylesine güven vericidir ki, Hegcl'in de­ yişiyle, "hali hazırda orada olanın dışında hiçbir şey gelme­ yecek. "47

Oysa bu yüzyıldaki tüm deneyimlerimiz tümüyle beklen­ medik olanla yüzleşmemizi defalarca örnekledi. 20. yüzyıl­ daki deneyimlerin, bu öğreti ve kavrayışlada bariz bir çeliş­ ki içinde durduğunu ekleıneme gerek var mı? Ama bu öğ­ reti ve kavrayışların yaygın kabul görmesi, salt gerçeklik­ ten, huzurlu, spekülatif ya da sözde bilimsel bir kaçış sağlı­ yor olmalarından kaynaklanıyor gibidir. Bizatihi neredeyse tamamıyla ahlaki kaygılara dayalı bir öğrenci hareketi de, bu yüzyılın büsbütün beklenmedik olayları arasındadır. Kendinden öncekiler gibi "benim pastadaki payım" top­ lumsal ve siyasal kuramları nın farklı biçimleriyle eğitilen bu kuşak, bize manipOlasyon ya da daha doğrusu manipü­ lasyonun sınırları konusunda bir ders vermiştir; bu dersi

46 Bu konumun açık yanılsamaları konusundaki bir tartışma için bkz. Robert A. Nisbet, "The Year 2000 and All That ," Comnıcnlary, Hazinm l96fl v e Eylül sa· yısındaki öfkeli açıklamalar.

(35)

unutmasak iyi ederiz. lnsan fiziksel zor, işkence ya da aç­

lıkla "manipüle" ed i lebi l i r. Görüşleri keyfi olarak kasıtlı, örgü tlü yanlış bi lgilendi rme yol uyla biçimlend irilebilir. Ama insan görüşleri , "gizli kandırıc ılar" yoluyla, televiz­ yo n, r�klam ya da özgür bir toplumda varolan başka psiko­ lojik araçlarla oluşturulamaz. Ne yazık ki, kuramın gerçek­ likle yüzleştirilerek çürütülmesi daima uzun ve özen iste­ yen bir iş olmuştur. Manipülasyon müptelaları , umutlarını manipülasyona bağlayanlar kadar, bundan yersizce korkan­ lar da nerede duru lması gerektiğinden habersizdir. (Saçma­ lığa varan kurarnlara en güzel örneklerden biri, Berkeley'de yakın zamanlarda yaşanan "Halk Parkı" olayında verildi. Polis ve tüfeklerine· süngü takmış halde gelen Ulusal Muha­ fızlar öğrencilere saldırıp helikopterden gözyaşartıcı bomba attığında -ki öğrenciler "slogandan daha tehlikeli bir şey at­ mamıştı "- bazı muhafızlar açıkça "düşmanlarıyla" dostluk kurdu. Muhafıziardan biri ellerini indirip "artık buna daya­ namıyorum" diye bağırdı. Peki ne oldu? Yaşadığımız aydın­ lanmış çağda olanlar ancak çılgınlıkla açıklanabilir: "Apar topar psikiyatri muayenesine alındı ve 'bastırılmış saldır­ ganlık'tan muzdarip olduğu teşhis edildi. ")48

Kimsenin kuşkusu olmasın; çağımızın batıl itikatlar pa­ nayırında sergiye çıkan en ciddi ve en karmaşık mal ilerle­ medir.49 1 9 . yüzyılda sınırsız ilerlemeye dair akıldışı iman, özellikle doğa bilimlerinin çarpıcı gelişme düzeyi nedeniyle evrensel kabul gördü. Modern çağın yükselişinden beri

do-48 Olay, Wolin ve Schaar tarafından yorumsuz aktanldı (agd. Ayrıca hkz. Peter

Bamcs, "An Outcry: Thoughts on Being Tear Gasscd," Newsweek, ı Haziran

1 969.

49 Spcndcr (age, s. 45) Paris'teki Mayıs olaylarında fransız oğrencilcrinin " 'çıktı'

( rrndmıenı) ve 'ilerleme' ideolojisini ve benzeri s•ıhte güçleri katcgorik olarak

reddetıiğini" anlatıyor. Amerika'da ilerleme bahsinde bu henüz sözkonusu dc­ gil. Hiila "ilerici" ve "gerici" güçler, "ilerici" ve "gerici hoşgörü" vs. siiylcnılt-­ riyle kuşatılmış durumdayız.

(36)

ğa bilimleri, fiilen "evrensel" bilimler haline geldi. Böylece , sonu ol mayan evrenin muazzamlığı nı keşfetme gö revine göz dikebilirdi . Yeryüzünün ve doğasının sonluluğuyla sı­ nırlı olmasa da, bilimin sonu olmayan ilerlemeye tabi olma­ sı gerektiği hiçbir anlamda kesin değildir. Ama beşeri bilim­ lerde , insan ru hunun ürünleriyle uğraşa n ve geis teswis­ senschaften (manevi ilimler) adı verilen alandaki araştırma­ ların, tanım gereği bir yerde sona ermek durumunda oldu­ ğu açıkça ortadadır. Artık yalnızca geniş okuma ve araştır­ maların mümkün olduğu birtakım alanlarda özgün akade­ misyenlik yönündeki sınırsız, anlamsız talepler ya bashaya­ ğı ilgisiz, yerinde olmayan çalışmalarda kaybolmaya (ünlü bir deyişle, biteviye daha az şeyler konusunda daha çok bil­ mek) ya da gerçekte nesnesini yıkıma uğratan

ir sözde­ akademisyenliğe yol açtı. 50 Bütünüyle ahlaki ya da siyasi it­ kilerden kaynaktanmadığı ölçüde, gençlik ayaklanmasının başlıca hedefini, bilim ve araştırmacılığın akademik anlam­ da yüceltilmesinin oluşturması kayda değer bir durumdur. Onların gözünde farklı nedenlerle olsa da bu iki kurum bü­ yük ölçüde ödün vermiştir. Her iki alanda da belirleyici bir dönüm noktasına, " tahrip edici getiriler" * noktasına u laş­ mış olmamız hiç de ihtimal dışı değildir; bu doğrudur. Bi­ limde ilerlemenin insanlığın ilerlemesiyle (bu her ne anla­ ma gelirse gelsin) denk olmadığı bir noktaya gelmiş olma­ mız bir yana, bilimsel ilerleme insanlığın sonunu telaffuz edebilir hale gelmiştir. Tıpkı akademik alanda daha fazla ilerlemenin bu alanı anlamlı kılan ne varsa yıkıma uğrat­ İnasının pekala mümkün olması gibi. Başka bir deyişle iler­ leme, sahverdiğimiz, felakete yol açıcı nitelikteki hızlı

deği-SO Gereksiz olduğu kadar zararlı da olan bu girişimlerin mükemmel bir örneği için bkz. Edmund Wilson, The Fruits of the MUı, New York, 1 968

( * ) Maıjinal yarar kuramma göre, belli bir doyum noktasından �onra üretim sü re­ cine eklenen her üretim girdisi , birim getirisini azalıacaktır (çn).

(37)

şim süreçlerini değerlendirmek açısından bir ölçüt değeri taşıyamaz artık.

Burada her şeyden önce şiddetle ilgilendiğimiz için, çeki­ ci görünebilecek bir yanlış anlamaya karşı uyarmalıyım. Ta­ rihe sürekli bir kronolojik ilerlemenin , üstelik kaçınılmaz bir ilerlemenin terimleriyle baktığımız sürece, savaş ve dev­ rim biçiminde karşımıza çıkan şiddet, kesintinin olası tek biçimi gibi görünebilir. Bu doğru olsaydı, eğer şiddet pratiği insan ilişkileri alanında otomatik süreçleri kesintiye uğrat­ mayı mümkün kılabilseydi , şiddetin vaizleri önemli bir noktada haklı olurdu. (Benim bildiğim kadarıyla kuramsal açıdan bu nokta hiç ileri sürülmedi. Ama son birkaç yıldaki rahatsızlık veren öğrenci etkinliklerinin bu kanaate dayan­ dığı bana çok açık bir gerçek gibi geliyor. ) Ancak salt dav­ ranıştan farklı olarak her eylemin işlevi, eğer eylem yapıl­ masa otomatik olarak işlemeye devam edecek ve dolayısıyla öngörülebilir olacak süreçleri kesintiye uğratacaktır.

(38)
(39)
(40)
(41)

Siyasal alanda şiddet sorununu , bu deneyimleri arkaplana yerleştirerek ortaya atıyorum. Bu kolay değildir: Sorel 60 yıl önce "şiddet sorunu hala hayli karanlıktadır" diyordu;51 bu yargı, o zaman olduğu kadar bugün de doğrudur.

Şiddeti kendi başına bir fenomen olarak ele almak konu­ sunda genel bir isteksizlik olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu ifadeyi açmalıyım. Iktidar fenarneni konusundaki tartış­ maya dönecek olursak, soldan sağa tüm siyasal kurarncılar arasında bir uzlaşmaya erişiimiş olduğunu çabucak görece­ ğiz: Şiddet, iktidarın en çok göze batan dışavurumundan da­ ha fazla bir şey değildir. C. Wright Mills, "Tüm siyaset ikti­ dar mücadelesinden ibarettir; iktidarın nihai biçimi şiddet­ tir" diyor ve Max Weber'in devlet tanımını şöyle yankılıyor­ du: "Insanın insan üzerinde meşru, yani meşru olduğu iddia edilen şiddet araçları yoluyla egemenlik kurması. "52 Bu

uz-51 Georgcs Sord, Reflecıions mı Violwcc, Ilk Baskıya Önsöz ( 1 906). New York, 1 96 1 , s. 60.

52 Tiıe Power Eli h', New York, 1956, s. 1 7 1 ; Max Wcbcr'iıı Politics as a \hcatiorı'ın (M�slck Olara)< Siyaset) ( 1 92 1 ) ille paragrafıııcla söyledikleri. W�bcr, Sol'la

Referensi

Dokumen terkait

Burada göstermiş oluyoruz ki basit bir kuş yumurtasının kâinatşümul bir varlık hâline gelinceye kadar yürüyeceği yol üzerinde, onun ferdî plânlarına

Oysa, temel dayanağı cinsiyete dayalı işbölümü olan toplumsal cinsiyetin açıkça ortaya çıkışına kadar sembolik faaliyetlere (örneğin mağara resimleri) dair

Her ne kadar “Ahd-i al-atik” (Ahd-i Atiyk), bir bakima masal kitaplarinin en ustalikla kaleme alinmis bir tür'ü ise de, insan ruhunu rahatlatmak için degil fakat âdeta

demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.&#34; Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp Bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp

03 Taban fırında pişerken, krema kısmı hazırlanacaktır. Cevizler hariç bütün malzemele, ocak üzerinde bir kabın içinde arada sırada karıştırılarak, kaynayıncaya

Abbas Ağa ile Mehmet Sinan, Đdris Usta’nın bugü ne kadar yaptığı şeylerin ortalığı daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını neredeyse

Sonuç olarak, küre- nin sol yar›s› üzerinde, flekilde gösterildi¤i gibi, dikey bir F d ve yatay bir F y kuvvet bilefleni olu- flur.. fiöyle ki; toplam net kuvvet F, merkezden

02 Harita üzerinde gideceğiniz yeri bulmak 03 Birine gideceğiniz yer için harita çizdirmek 04Gideceğiniz yerin yönünü ve oraya olan mesafenizi anlamak 05Gideceğiniz yere kadar olan