• Tidak ada hasil yang ditemukan

Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar"

Copied!
117
0
0

Teks penuh

(1)

İnsan Ne İle Yaşar

T o 1 s t o y

(2)

insan

ne ile yaşar * °

l

^

n î r t i b a t: A la y köşkü Caddesi. N o.

Cağaloğlu / İstanbul

Bu kitap < Telefon : (0212) 5 1 3 84 15

Emine Eroğlu’mm yaytn yönetmenliğinde _ l F aks : (0212) 5 1 2 40 00 yayına hazırlandı. z

Kapak tasanmı Kenan Özcan *—t unm v.tim as.com .tr

tarafından yapıldı. > - tim a s@ tim a s.co m .tr

2 0 0 5 Mart ayında yeni baskısı yapıldı. < Kitabın Uluslararası Seri Numarası

(I S B N ): 915-362-682-7

>-B askı ve cilt: j Ş j u !

Sistem Matbaacılık <

Gu

Yılanlı A ya zm a Sok. N o: 8 s : EÜ3 Davutpaşa- Topkapı/lstanbul

TİMAŞ YAYINLARI/761

Tel: (0212) 4 8 2 11 01 h - BATI KLASİKLERİ DİZİSİ/31

© E s e r i n h e r h a k k ı a n l a ş m a l ı o l a r a k T i m a ş Y a y i n l a r i 1n a a i t t i r . İ z i n s i z y a y ı n l a n a m a z . K a y n a k g ö s t e r i l e r e k a l ı n t ı y a p ı l a b i l i r .

(3)

insan

neileyaşar

T ü r k ç e s i : İ H S A N Ö Z D E M İ R

T İ M A Ş Y A Y I N L A R I

(4)

Lev Nikolayeviç Tolstoy Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828'de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­ larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniver- si'ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­ kıp Yasnaya Polyana'daki çiftliğine döndü.

Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya'da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­ den ordudan ayrıldı.

Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon'la tanı­ şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­ di. Rusya'ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya'nın birçok bölgesindeki okullar­ da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869'da yayımladığı "Savaş ve Barış"ın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­ nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı'na çekildi. İlahi­ yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık

(5)

inancına duyduğu* güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit'in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.

Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­ tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­ maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.

Tolstoy'un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­ çok ülke yasını tuttu.

Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare'den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

(6)
(7)

Simon adındaki bir ayakkabıcı ailesiyle küçük bir kulübe­ de yaşıyor ve geçimlerini zanaatıyla sağlıyordu. Kendisine ait ne bir evi ne de bir arazisi vardı. Yaptığı işten çok para kaza- namıyordu, oysa geçinmek zordu. Bütün kazancı ailesinin ye­ mesine içmesine gidiyordu.

Simon kansıyla bütün kış boyunca tek bir koyun derisi pal­ toyu paylaşmıştı. Fakat o da artık lime lime olmuştu. İki yıldır yeni bir palto için koyun derisi satın almak istiyordu. Kış gel­ meden az da olsa bir miktar para biriktirmişti. Karısının para kutusunda üç rublelik bir banknot duruyordu, köydeki müşte­ rilerinin de Simon’a beş ruble yirmi kopek borcu vardı.

Böylelikle bir sabah koyun derilerini almak için köye git­ mek üzere hazırlandı. Gömleğinin üstüne karısının yamalı pa­ muklu ceketini, onun da üstüne kendi kumaş paltosunu giy­ di. Üç rublelik banknotu cebine koydu, kendisine ağaç dalın­ dan bir değnek kesti ve kahvaltısını edip yola koyuldu. “Bu­ gün alacağım olan beş rubleyi toplanm” diye düşünüyordu, “bendeki üç rubleyi de ekleyince kışlık palto için koyun deri­ si satın almaya yetecek kadar param olacak”

(8)

Köye gelince köylülerden birinin kulübesine uğradı. Ama adam evde yoktu. Köylünün karısı parayı gelecek hafta öde­ yeceklerine söz verdi. Kendisi o an ödeyemeyeceğim söyledi. Simon başka bir köylüye gitti. Köylü hiç parası olmadığına ye­ min ediyor ve sadece Simon’m tamir ettiği bir çift çizmenin parası olan yirmi köpeği ödeyebileceğini söylüyordu. Bunun üzerine Simon koyun derilerini veresiye almak istedi ancak satıcı ona güvenmedi.

t- Ancak parayı getirdikten sonra derileri alabilirsin” dedi, “alacak peşinde koşmanın nasıl olduğunu iyi bilirim.

Ayakkabıcının o gün yapabildiği tek iş tamir ettiği çizmeler için yirmi köpeği ve bir köylünün kendisine tabanlanna deri pençe vurması için verdiği keçeden yapılmış çizmeleri almak olmuştu.

Simon’m morali bozulmuştu. Yirmi köpeği votkaya harca­ dı ve hiç deri alamadan evinin yolunu tuttu. Sabah gelirken ayazı kemiklerinde hissetmişti, ama şimdi votka içtikten son­ ra üzerinde koyun derisi palto olmadığı halde soğuğu hisset­ miyordu. Bir elindeki değnekle buz tutmuş toprağa vurarak, diğer eliyle de keçeden yapılmış çizmeleri havada sallayarak güçlükle yürüyordu. Kendi kendisine “Hiç üşümüyorum” de­ di, “Üzerimde koyun derisi palto olmasa da. Azıcık içtim. Şimdi içki damarlanmda akıyor. Koyun derisi paltoya ihtiya­ cım yok. Giderim yoluma ve hiçbir şey için üzmem kendimi. İşte böyle biriyim ben! Umurumda bile değil! Koyun derisi ol­ madan da yaşayabilirim. İhtiyaç duymuyorum. Kanm kızacak elbette. Gerçekten de çok ayıp bir şey, siz bütün gün çalışın, onlar paranızı vermesinler. Dur biraz! O parayı getirmezsen yemin olsun derini yüzeceğim. Nasıl getireyim! Yirmi kopek yirmi kopek ödüyor! Yirmi kopek benim ne işime yarar? B^n

(9)

de içkiye harcadım.... Tek yapabileceğim bu! Eli dardaymış, öyle diyor! Öyledir belki, ama ya ben darda değil miyim? Se­ nin evin, sığırların, her şeyin var. Benimse içinde durduğum şu ayakkabı tamirhanesinden başka neyim var? Sen kendi hu­ bubatını yetiştiriyorsun. Bense arpa, buğday, mısır, hepsini sa­ tın almak zorundayım. Ne kadar kısarsam kısayım, haftada üç ruble sırf ekmeğe harcamam gerekiyor. Eve geliyorum bakıyo­ rum ekmek bitmiş, bir buçuk ruble daha masraf etmem gere­ kiyor. Bu yüzden şimdi borcunu ödeyeceksin, başka saçmalık duymak istemiyorum!”

Bu arada neredeyse dönemeçteki türbeye varmıştı. Yukarı doğru bakınca türbenin arkasında beyazımsı bir şey gözüne çarptı. Hava gittikçe kararıyordu. Ayakkabıcı gördüğü şeye dikkatle baktıysa da ne olduğunu çıkaramadı. “Daha önce bu­ rada hiç beyaz taş yoktu. Bir öküz olabilir mi? Öküze benze­ miyor. insan kafası gibi, ama çok da beyaz. Aynca burada ki­ min ne işi olsun ki?”

Baktığı şeyi iyice görene kadar yaklaştı. Şaşkınlık içerisin­ de o şeyin gerçekten bir insan olduğunu gördü. Bir adam tür­ benin duvarına yaslanmış kımıldamaksızm oturur vaziyette duruyordu. Üzerinde giysi yoktu ve ölü mü yoksa sağ mı ol­ duğu anlaşılmıyordu. Ayakkabıcı dehşet içerisinde kalmıştı. İçinden, “Birisi adamı öldürüp soyarak buraya atmış. Bu işe karışırsam başım kesin belaya girer” diye geçiriyordu.

Bu düşünceyle yoluna devam etti. Adamı görmemek için türbenin önünden geçti.

Bir süre gittikten sonra dönüp arkasına baktı ve adamın artık duvara yaslanmadığını, kendisine doğru bakıyormuş gi­ bi kımıldadığını gördü. Ayakkabıcı daha da büyük bir korku­ ya kapıldı. “Yanma geri mi dönsem, yoksa yoluma devam mı

(10)

etsem? Yanma gidersem başıma korkunç şeyler gelebilir. Adam kim bilir neyin nesi? İyi bir sebepten buralara gelme­ miştir. Yanma gidersem atlayıp boğazıma yapışır. Nasıl kurtu­ lacağım sonra? Boğazıma, yapışmasa bile gene de başıma dert almış olurum. Çıplak bir adamla ne yapanm? Üstümdeki giy­ siyi de çıkarıp veremem ya? Bir an önce buradan uzaklaşma­ ya bakayım!” diye düşündü.

Ayakkabıcı bu düşünceyle tapmağı arkasında bırakarak hızlı hızlı yoluna devam ediyordu ki birdenbire içinde bir vic-' dan azabı duydu ve yolun ortasında durdu.

“Sen ne yapıyorsun Simon?” dedi kendine, “Adam orada perperişan halde, sense korkudan sıvışıyorsun. Ne zaman zengin oldun da haydutlardan korkar oldun? Utan Simon utan!”

(11)

Simon adama yaklaştı ve yüzüne baktı. Genç bir adamdı. Vücudu sapasağlamdı. Hiçbir yerinde yara bere yoktu. Sade­ ce belli ki çok korkmuş ve soğuktan donmak üzereydi. Ora­ da arkasına yaslanmış oturuyordu. Başını kaldırıp Simon’a bakmadı. Baygın gibi gözüküyordu. Gözlerini açamıyordu. Simon genç adama iyice yaklaştı. Adam kendine gelir gibi ol­ du. Başını çevirip gözlerini açtı ve Simon’m yüzüne baktı. Bu tek bakış Simon’m adama kanının kaynamasına yetti. Keçe çizmeleri yere bıraktı, kemerini çözerek çizmelerin üzerine koydu ve kumaş ceketini çıkardı.

“Konuşarak vakit harcamayalım,” dedi, “gel giy şu ceketi hemen!” Simon adamı dirseklerinden tutarak kalkmasına yar­ dım etti. Genç adam ayağa kalkınca Simon adamın temiz ve sağlıklı bir vücuda, biçimli el ve ayaklara, iyi ve nazik bir in­ sanın yüzüne sahip olduğunu gördü. Ceketini adamın omuz- lanna attı ama adam ceketin kollarını bir türlü bulamıyordu. Simon adamın kollannı geçirmesine yardım etti. Ceketi onun üzerine sıkıca oturttuktan sonra kemeri de beline dolayarak ceketin vücudu adamakıllı sarmasını sağladı.

(12)

Simon kendi yırtık kasketini de çıkararak adamın başına taktı. Ancak kendi başı üşüyünce, “benim başımda neredeyse saç yok, oysa onun uzun, kıvırcık saçlan var” diye düşündü ve kasketini tekrar kendi başına taktı. “Ayağına giyecek bir şeyler versem daha iyi olacak,” diye düşünerek adama otur­ masını söyledi. Keçe çizmeleri giymesine yardım ederek ona, “İşte oldu arkadaşım, şimdi hareket et ve ısm. Diğer sorunlar sonra hallolur. Yürüyebilecek misin?” dedi.

Adam ayağa kalkarak nazik bir şekilde Simon’a baktı, ama hiçbir şey söyleyemedi.

“Neden konuşmuyorsun?” dedi Simon. “Burası çok soğuk, burada kalamayız. Eve gitmemiz lazım. Benim değneğimi al, kendini güçsüz hissedersen değneğe yaslan. Haydi şimdi yü­ rü bakalım!”

Genç adam yürümeye başladı. Yürümekte zorlanmıyor, ge­ ride kalmıyordu.

Giderlerken Simon adama sordu, “Neredensin?” - Bu taraflardan değilim.

- Ben de öyle düşünmüştüm. Bu civardaki insanlan tanı­ rım. Peki ya türbenin orada ne yapıyordun?

- Bunu söyleyemem.

- Biri sana bir kötülük mü yaptı?

- Kimse bir kötülük yapmadı. Beni Allah cezalandırdı. - Elbette her şey Allah’tandır. Gene de, yiyecek ve kalacak yer bulman lazım. Ne tarafa gitmek istiyorsun?

- Benim için her yer aynı.

Simon şaşırmıştı. Adam üçkağıtçı birine benzemiyordu. Kibar kibar konuşuyor, ama kendisiyle ilgili hiçbir şey anlat­

(13)

mıyordu. Simon içinden, “Kim bilir başına neler geldi?” diye geçiriyordu. Yabancıya dönerek, “O halde evime gel benimle, en azından bir parça ısınmış olursun” dedi.

Böylece Simon eve giderken yabancı da onunla birlikte gel­ di. Kuvvetli bir rüzgar esiyordu ve Simon gömleğinin altında üşüyordu. İçkinin etkisi geçmişti ve artık soğuğu hissediyor­ du. Burnunu çeke çeke yürüyor, karısının ceketine sarmıyor­ du. “Haydi bakalım... Buldun mu şimdi koyun derisini! Ko­ yun derisi diye gittim, sırtımda palto bile olmadan eve dönü­ yorum, üstelik çıplak bir adamla. Matryona bundan hiç hoş­ lanmayacak!” diye geçiyordu kafasından.

Kansını düşününce kendini üzgün hissetti. Ama yabancıya bakıp da onun kilisede kendisine bakışını gözünün önüne ge­ tirince kalbinde bir mutluluk belirdi.

(14)

Simon’ın kansı o gün bütün işleri erkenden bitirmişti. Odun kesmiş, su getirmiş, çocuklara yemeklerini yedirmiş, kendi de oturup yemeğini yemişti ve şimdi de oturmuş düşü­ nüyordu. Acaba ekmeği şimdi mi yapsam yoksa yann mı, diye soruyordu kendi kendisine. Büyük bir parça ekmek artmıştı.

“Eğer Simon kasabada yemek yediyse ve sofrada fazla ye­ mek yemezse,” diye düşündü, “ekmek bir gün daha bekleye­ cek.”

Ekmek parçasını eliyle tekrar tekrar tarttı. “Bugün ekmek yapmayayım. Evde sadece bir pişirimlik un kaldı. Bununla cumaya kadar idare edelim” diye düşündü.

Böylece Matryona ekmeği kaldırarak masaya oturdu ve ko­ casının gömleğini yamamaya başladı. Bir yandan yama yapar­ ken diğer yandan da kocasını kışlık palto için koyun derisi alırken hayal ediyordu.

“Satıcı bizimkini aldatmasa bari. Benim iyi yürekli kocam çok saftır. Kimseyi aldatmaz ama kendisi bir çocuğa bile kana­ bilir. Sekiz ruble çok para. O fiyata iyi bir palto alması lazım.

(15)

Tabaklanmış deri olmasın ama, şöyle doğru dürüst bir kışlık palto olsun. Geçen kış sırtımda sıcak tutan bir palto olmadığı için az mı sıkıntı çektim? Ne nehre inebiliyor, ne de bir yere çıkabiliyordum. Kocam evden çıkarken bütün giysileri giyi­ yordu üstüne. Bana giyecek bir şey kalmıyordu. Bugün erken çıkmadı yola gerçi, ama gene de bu vakitler dönebilir. İnşal­ lah parayı çılgınca ona buna harcamamıştır!”

Matryona tam bunlan akimdan geçiriyordu ki eşikten ayak sesleri gelmeye başladı ve birileri içeri girdi. Matryona iğneyi gömleğe batırdı ve koridora çıktı. Karşısında iki adam duru­ yordu. içlerinden biri Simon’dı. Simon’m yanındaysa keçe çizmeler giyen, şapkasız bir adam duruyordu.

Matryona kocasının alkol koktuğunu hemen fark etti. “Bak sen, içki içmiş” diye düşündü. Kocasının üzerinde palto olma­ dığını, sadece bir ceket olduğunu, paket falan getirmediğini, orada öylece ayakta durduğunu ve utandığını görünce de kal­ bi hayal kırıklığından parçalanacak gibi oldu. “Parayı içkiye yatırdı,” diye düşündü, “serserinin tekiyle yemiş paralan. Tut­ muş bir de herifi eve getirmiş.”

Matryona iki adamın içeri girmesine bir şey demedi. Ken­ di de onlan izledi. Yabancının kocasının ceketini giyen ufak ve ince yapılı, genç bir adam olduğunu gördü. Adamın üstün­ de bir gömlek göremedi. Bir şapkası da yoktu, içeri girdikten sonra genç adam ne bir hareket etmiş ne de gözlerini kaldmp kadına bakmıştı. Matryona, “Korktuğuna göre kötü biri olma­ lı” diye düşündü.

Matryona kaşlarını çattı ve bu ikisinin ne yapacaklarını görmek için ocağın yanında beklemeye başladı.

Simon şapkasını çıkararak her şey yolundaymışçasına ka­ nepeye oturdu.

(16)

- Matryona gel, varsa bize biraz yemek getir.

Matryona kendi kendisine bir şeyler mırıldandı ve hiç ki­ mi İdamaksızm ocağın yanında durduğu yerde beklemeye de­ vam etti. Bir birine bir diğerine bakarak ‘hayır’ anlamında ka­ fasını salladı. Simon karısının öfkeli olduğunu görüyorduysa da bunu görmezlikten geldi. Hiçbir şey fark etmemiş gibi ada­ mı kolundan tutarak, “Otur arkadaşım,” dedi, “akşam yeme­ ğimizi yiyelim.”

Yabancı, kanepeye oturdu.

- Bize yemek yapmadın mı? diye sordu Simon karısına. Matryona’nm öfkesi taştı.

- Yemek yaptım, ama sizin için değil. Bana öyle geliyor ki iç­ kiden senin akim başında değil. Koyun derisi palto almaya git­ tin, eve üstündeki ceketle dönüyorsun. Yanında da çıplak bir serseri getiriyorsun. Sizin gibi sarhoşlara verecek yemeğim yok.

- Yeter Matryona. Sebepsiz yere çeneni yorma! Önce bir sor bakalım nasıl bir adam...

- Parayı ne yaptığını söyleyecek misin?

Simon ceketinin cebinden üç rublelik banknotu çıkardı ve katlanmış parayı açtı.

- İşte para. Trifonof borcunu ödemedi. En kısa zamanda ödeyecekmiş.

Matryona daha da öfkelendi. Kocası hiç koyun derisi alma­ dığı gibi sırtındaki ceketi de bu çıplak adama giydirmiş ve adamı evlerine getirmişti.

Parayı masadan kaptığı gibi güvenli bir yere kaldırdı ve - Size verecek yemeğim yok. Dünyadaki bütün çıplak ay­ yaşları biz besleyemeyiz, dedi.

(17)

- Matryona bak, bir sus biraz. Önce bir dinle bakalım ben ne anlatacağım!

- Aptal bir sarhoşu niye dinleyecekmişim? Senin gibi bir ayyaşla evlenmek istememekte ne kadar haklıymışım. Anamın verdiği keten kumaşı içkide yedin. Şimdi de bir palto almaya gittin; onun da parasını içkide yedin!

Simon karısına sadece yirmi kopek harcadığını ve adamı nasıl bulduğunu anlatmaya çalıştıysa da kansı onu konuştur­ madı. O bir söylediyse kansı on söyledi. Ta on yıl önce olmuş bitmiş meselelerden bahsediyordu.

- Matryona hiç durmaksızın konuştu ve en sonunda birden­ bire kocasının üstüne saldırarak adamı kolundan yakaladı.

- Ceketimi geri ver. Tek ceketim bu benim. Bir daha ben­ den alıp kendin giymeyeceksin. Ver dedim sana, seni uyuz kö­ pek. Şeytan görsün yüzünü.

Simon ceketi çıkarmaya başladı. Ceketin bir kolunun içi dışına çıkmıştı. Matryona ceketi kocasının elinden alırken ce­ ket dikiş yerlerinden söküldü. Kadın ceketi kaptı, sırtına ge­ çirdi ve kapıya doğru yöneldi. Dışarı çıkmak niyetindeydi. Ancak bir kararsızlık geçirdi ve duraksadı. Dışan çıkarak öf­ kesini yatıştırmak istiyordu, ama aynı zamanda yabancının nasıl biri olduğunu da merak ediyordu.

(18)

Matryona durup,

- Eğer iyi bir adam olsaydı, böyle çıplak dolaşmazdı. Bak­ sana bir gömleği bile yok sırtında. Eğer düzgün biri olsaydı onunla nerede tanıştığını anlatırdın, dedi.

- İşte ben de sana tam bunu anlatmak istiyorum, diye kar­ şılık verdi Simon. “Türbenin yanma geldiğimde onu çıplak ve soğuktan donmuş bir vaziyette otururken gördüm. Çıplak oturulacak hava mı! Beni ona Allah gönderdi, yoksa donardı. Ne yapsaydım sence? Kim bilir başına neler gelmişti. Aldım onu, giydirdim ve eve getirdim. Bu kadar kızma Matryona. Ayıp, günah. Bir gün hepimiz öleceğiz, unutma.”

Matryona öfkeli sözler söyleyecekti ki yabancıya baktı ve sustu. Genç adam kanepenin ucuna ilişmiş, öylece hareketsiz oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, başı göğsüne düşmüştü. Gözleri kapalıydı. Kaşları acı çektiğini gösterir gibi çatılmıştı. Matryona hala susuyordu. Simon, “Matryona sende hiç mi Allah korkusu yok?” dedi.

Matryona bu sözleri duydu ve yabancıya baktı. Birden kal­ binde bu yabancıya karşı bir yumuşaklık hissetti. Kapıdan

(19)

geri döndü. Ocağa giderek yemeği getirdi. Masaya bir fincan koydu ve fincana bir miktar süt döktü. Kalan son ekmeği de masaya getirdi ve bıçakla kaşıklan yerleştirdi.

- Yiyin yiyecekseniz, dedi. Simon yabancıyı masaya götürdü. - Geç otur genç adam, dedi.

Simon ekmeği kesti ve et suyuna ufaladı. Birlikte yemeye başladılar. Matryona masanın köşesine oturmuş, başını elinin üzerine koymuş yabancıyı seyrediyordu.

Matryona’yı adama karşı bir acıma duygusu sarmıştı. Ona ısınmaya başlıyordu. Adamın yüzüne derhal bir ışıltı gelmişti. Artık kaşlannı çatmıyor, gözlerini yukan kaldmp Matryona’ya bakıyor ve gülümsüyordu.

Yemeklerini bitirince kadın sofrayı kaldırdı ve yabancıyı sorguya çekmeye başladı. “Neredensin?” diye sordu.

- Bu civardan değilim. - Ne işin vardı peki yollarda? - Söyleyemem.

- Bililerine paranı mı çaldırdın? - Beni Allah cezalandırdı.

- Oracıkta öyle çıplak mı yatıyordun?

- Evet, çıplaktım ve soğuktan donmak üzereydim. Simon beni gördü ve halime acıdı. Ceketini çıkartıp bana giydirdi ve beni buraya getirdi. Siz de bana yiyecek ve içecek verdiniz ve bana merhametle yaklaştınız. Bunun için Allah sizi ödüllendi- recektir!

Matryona ayağa kalktı. Gidip pencereden kocasının onlar gelmeden yamadığı gömleğini alarak yabancıya verdi. Adama bir de pantolon getirdi.

(20)

- Al, dedi, gömleğin yok. Bunu giy üzerine. Tavan arasına ya da ocağın üzerine, nereye istersen oraya uzan.

Yabancı ceketi çıkartıp gömleği giydi ve tavan arasında uzandı. Matryona mumu söndürdü, ceketi aldı ve yatağa ko­ casının yanma çıktı.

Matryona ceketin belden aşağısını üzerine çekti ve yattı. Ama uyuyamıyordu çünkü aklı yabancıya takılmıştı.

Adamın kalan son ekmeklerini yediği ve ertesi gün için hiç ekmekleri olmadığı ve adama verdiği gömlekle pantolon aklı­ na gelince büyük bir üzüntüye kapıldı. Ama adamın kendisi­ ne gülümseyişini hatırlayınca kalbi mutlulukla doldu.

Matryona uzunca bir süre uyumadı ve Simon’m da uyanık olduğunu fark etti. Kocası ceketi kendi üzerine çekmişti.

- Simon! -H ı?

- Kalan son ekmeği de yediniz, kabarmaya başka hamur da bırakmadım. Yarın ne yapacağız bilmiyorum. Belki komşu­ muz Martha’dan bir parça ödünç alabilirim.

- Ölmez sağ kalırsak elbet bir şeyler yiyeceğiz. Kadın bir süre sessizce uzandıktan sonra,

- İyi birine benziyor, ama bize neden kim olduğunu söyle­ miyor?

- Eminim kendine göre sebepleri vardır. - Simon!

-H ı?

- Biz hep veriyoruz da neden hiç kimse bize hiçbir şey ver­ miyor?

Simon ne söylemesi gerektiğini bilemediğinden sadece, “Bırakalım artık konuşmayı,” dedi ve uyumak için arkasını döndü.

(21)

Ertesi sabah Simon uyandığında çocuklar hala uyuyorlar­ dı. Kansı ekmek ödünç almak için komşuya kadar gitmişti. Yabancı adam yalnız başına kanepede oturuyordu. Üzerinde eski gömlekle pantolon vardı ve gözleriyle yukan doğru bakı­ yordu. Yüzü dünkünden daha parlaktı.

Simon adama,

- Bak arkadaşım, dedi, insanın karnı yiyecek aş ister, çıp­ lak bedeni de giyecek elbise. İnsan hayatta kalmak için çalış­ mak zorundadır. Senin elinden ne iş gelir?

- Hiçbir iş gelmez.

Simon şaşırmıştı. “İnsan her şeyi öğrenebilir, yeter ki iste­ sin” dedi.

- İnsanlar çalışıyorlar madem, ben de çalışacağım. - Adın ne senin?

- Michael.

- Bak Michael, kendi hakkında konuşmak istemiyorsan bu kendi bileceğin iş. Ama yaşamak için çalışmak zorundasın. Sana dediğim işi yaparsan sana yiyecek ve kalacak yer veririm.

(22)

- Allah sizden razı olsun! Öğrenirim. Ne yapacağımı gös­ terin bana.

Simon iplik alarak baş parmağının etrafına dolamaya baş­ ladı.

- Gördün mü bak çok kolay!

Michael önce onu izledi, sonra o da baş parmağının etrafı­ na iplik sardı ve aynı şekilde dolamaya başladı. Ustalığı kap­ mıştı.

Sonra Simon ona ipliğe nasıl cila süreceğini gösterdi. Mic­ hael bu işte de ustalaştı. Arkasından Simon ona sert ipliklerin nasıl büküleceğim ve nasıl dikiş dikileceğini öğretti. Michael bunları da çabucak öğrendi.

Simon kendisine öğretilen her şeyi derhal kavrıyordu. Üç gün sonunda hayatı boyunca çizme dikmiş gibi iyi dikiş yapı­ yordu. Durmak bilmeksizin çalışıyor ve çok az yemek yiyor­ du. İşi bitince sessizce oturup yukarıya doğru bakıyordu. So­ kağa nadiren çıkıyor, gerekmedikçe kimseyle konuşmuyordu. Ne kimseyle şakalaşıyor ne de gülüyordu. Onun o akşam Matryona kendisine yemek verdiği zamanki gülümseyişinden başka bir daha gülümsediğini görmemişlerdi.

(23)

Günler günleri, haftalar haftalan kovaladı ve bir yıl böyle geçti. Michael Simon’larda kaldı ve onlar için çalıştı. Ünü gün­ den güne yayılıyordu, öyle ki, insanlar artık hiç kimsenin Si- m onin kalfası Michael kadar güzel ve sağlam çizme dikeme- diğini söylüyorlardı. Yörenin bütün insanlan çizme diktirmek için Simon’a gelmeye başlamışlardı. Simon git gide zengin bi­ ri olmaya başlamıştı.

Bir kış günü Simon ile Michael işlerinin başına oturmuş ça­ lışırlarken üç atın çektiği çıngıraklı bir kızak kulübeye doğru geldi. Simon’la Michael pencereden dışan baktılar. Kızak, ka- pılannm önünde durmuştu. Zarif bir uşak arabadan aşağı atla­ yarak kapıyı açtı. Kürk paltolu bir beyefendi kızaklı arabadan aşağı inerek Simon’m kulübesine doğru yürümeye başladı.

Matryona ayağa fırlayarak kapıyı sonuna kadar açtı. Beye­ fendi başını eğerek kulübeden içeri girdi. Tekrar doğruldu- ğunda başı neredeyse tavana değiyordu. Odanın durduğu kıs­ mını neredeyse tamamen kaplamıştı..

Simon doğruldu, eğilerek selam verdi ve beyefendiye şaş­ kınlıkla bakmaya başladı. Onun gibi birisini daha önce hiç

(24)

görmemişti. Kendisi sıskaydı, Michael zayıftı, Matryona ise bir deri bir kemikti. Bu adamsa daha çok başka dünyadan gelmiş birine benziyordu. Adam pancar suratlı, iri yarı, cüsseliydi. Boynu bir boğanınki gibiydi ve demirden yapılmış gibi sağlam bir görünüşü vardı.

Adam bir “Püf!” dedi. Paltosunu çıkardı ve kanepeye otur­ du. “Usta hanginiz?” dedi.

Simon öne çıkarak, “Benim, Ekselansları” dedi.

Bunun üzerine adam genç delikanlıya seslendi, “Hey, Fed- ka, deriyi getir buraya!”

Uşak elinde bir paketle koşarak içeri girdi. Adam paketi alarak masanın üzerine koydu.

“Aç” dedi. Delikanlı paketi açtı. Adam eliyle deriyi göstererek,

- Bak buraya ayakkabıcı, dedi, bu deriyi görüyor musun? - Evet sayın yargıç.

- Peki bunun ne tür bir deri olduğunu biliyor musun? Simon eliyle deriye dokunarak,

- 1yı kalite deri, dedi

- Tabii iyi kalite! Ne o seni aptal, hayatında hiç böyle deri görmedin mi? Alman derisi, fiyatı da yirmi ruble.

Simon korkarak,

- Nerede göreceğim ki böyle deriyi? dedi.

- Ha şunu bileydin! Şimdi, bana bundan bir çift çizme ya­ pabilir

r

isin?

- Evet ekselanslan, yapabilirim.

(25)

- Yapabilirsin demek, öyle mi? Bak, bu çizmeleri kime yap- tum ve derinin hangi kalite deri olduğunu akimdan çıkara- yn deme. Bana dikeceğin çizmeler bir yıl gitmeli, ne şekli bo- zimalı ne de dikişleri sökülmeli. Eğer yapabileceksen deriyi al kesmeye başla. Ama yok yapamam diyorsan da baştan söy­ le Seni uyarıyorum, eğer dikeceğin çizmeler bir yıl içerisinde sccülecek ya da şeklini yitirecek olursa seni hapse attmnm. B' yıl boyunca dikişlerinden patlamaz ya da şekillerini konır- lssa sana emeğinin karşılığında on ruble vereceğim.

Simon korkmuştu ve ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mich?- ek baktı ve dirseğiyle dürterek, “İşi alayım mı?” diye fısıldadı.

Michael “Evet al” der gibi başını salladı.

jimon Michael’ın dediği gibi yaptı ve bir yıl boyunca m?acak ve şekli bozulmayacak olan çizmeleri yapacağını sö’.edi.

\.dam uşağını yanma çağırdı ve sol ayağını ona doğru uz^- tark çizmesini çıkarmasını istedi.

jimon’a “Ölçümü al!” dedi.

îimon kağıt şeritleri birbirine iğneyle tutturarak yaklaşık kır santim uzunluğunda bir mezura meydana getirdi ve eliy­

le lezurayı düzletti. Dizleri üzerine çöktü. Adamın çorabını

kiEtmesin diye önlüğündeki pislikleri temizledi ve ölçüyü al­ nına başladı. Ayak tabanını ölçtü, ayak parmaklarıyla ayak bilği arasında kalan kavisli kısmın çevresini de, sonra baca- ğııbaldır kısmını ölçmeye başladı, ancak kağıt küçük geldi. Acımın baldın adeta bir direk kalınlığmdaydı.

- Bacağımı sıkmasın ha, ona göre!

Simon mezuraya yeni bir kağıt şerit dikti. Adam çorabın içide parmaklannı oynatıyor, kulübedeki eşyalara göz gezdi- riyrdu. Michael’ı fark etti.

(26)

- Orada kimi çalıştırıyorsun? diye sordu. - Kalfam. Çizmeleri o dikecek.

- Bak çizmeler bir yıl gidecek ha ona göre, dedi adam Mic- hael’a.

Simon da Michael’a bakıyordu ve Michaelin adama bak­ madığını gördü. Michael sanki birisini gölmüşçesine adamın arkasındaki köşeye bakıyordu. Michael uzun uzun baktı ve birden gülümsedi. Yüzü apaydınlık oldu.

- Niye sırıtıyorsun aptal? diye gürledi iri yarı adam. Çiz­ meleri zamanında bitirsen iyi edersin.

- Tam vaktinde hazır olacaklar, dedi Michael.

- Öyle olmasına çalış, dedi adam ve çizmeleriyle paltosu­ nu giyerek ve paltosunu bedenine iyice sararak kapıya yönel­ di. Ancak çıkarken başını öne eğmeyi unuttu ve başını kapı­ nın üst eşiğine çarptı.

Küfrederek eliyle başını ovuşturdu. Sonra arabasına bindi ve oradan uzaklaştı.

Adam gidince Simon,

- Baksana, kapı gibi adam! Kalasla vursan bile bir şeycik olmaz. Neredeyse kapıyı yıkıyordu, ama adama hiçbir şey ol­ madı, dedi.

Matryona da,

- Baksana ne kadar zengin, nasıl güçlü kuvvetli olmasın? Böyle kaya gibi bir adama ölüm bile uğramaz, dedi.

(27)

Sonra Simon Michael’a,

- İşi aldık almasına da başımız bu yüzden belaya girmesin? Deri çok kıymetli bir deri, beyefendi de çok çabuk parlıyor. Hiç hata yapmamamız lazım. Buraya gel, senin gözlerin daha keskin, ellerinde daha atik. Ölçüyü sen al ve deriyi sen kes. Ben bu önyüzleri dikiyordum, onu bitireceğim, dedi.

Michael kendisine denildiği gibi yaptı. Deriyi aldı, masaya yaydı, ikiye katladı. Eline bıçağı aldı ve kesmeye başladı.

Matryona gelerek onun kesişini seyretti ve deriyi kesiş bi­ çimini görünce çok şaşırdı. Matryona çizme yapılırken daha önce de izlemişti. Michael derileri çizme olacak şekilde kesmi­ yordu. Yuvarlak kesiyordu.

Matryona bir şeyler söylemek istediyse de kendi kendisine, “Belki beyefendilerin çizmeleri farklı yapılıyordur. Michael her halde bu konuda benden daha bilgilidir. İşine karışmaya­ yım” diye düşündü.

Michael kesme işini bitirince eline iğne iplik alıp deriyi çiz­ melerin dikildiği gibi iki ucundan değil de terliklerde olduğu gibi tek ucundan dikmeye başladı.

(28)

Matryona’nm gene kafası karışmıştı, ama gene bir şey de­ medi. Michael öğlene kadar durmaksızın dikti. Derken Simon yemek yemek için işinin başından doğruldu, etrafına bakındı ve MichaePm beyefendinin getirdiği deriden terlik yapmış ol­ duğunu gördü.

“Ah!” diye inledi ve “Bir yıldır yanımda çalışan ve şimdiye kadar hiç hata yapmayan Michael böyle korkunç bir şeyi na­ sıl yapar? Beyefendi bizden vardelalı, burunları kapalı, uzun çizme istemişti. Michael ise tek tabanlı bir çift terlik yapmış ve deriyi ziyan etmiş. Şimdi ben beyefendiye ne diyeceğim? Bu kalitede bir derinin yerine yenisini almaya gücüm asla yet­ mez” diye düşündü.

Michael’a, “Dostum sen ne yaptın böyle? Beni mahvettin! Beyefendi uzun çizme istemişti, sen de biliyorsun. Ne yaptığı­ nı görüyor musun bak!” diye çıkıştı.

Michael’ı azarlamaya başlamıştı ki kapıya asılı demir tokma­ ğın ‘tak-tak’ sesleri duyuldu. Biri kapıyı çalıyordu. Pencereden baktılar, bir adam gelmişti ve atını bağlıyordu. Kapıyı açtılar ve daha önce efendisiyle birlikte gelmiş olan uşak içeri girdi.

- İyi günler dedi.

- İyi günler diye karşılık verdi Simon. Senin için ne yapa­ biliriz?

- Hanımefendim beni çizmeler için yolladı. - Ne olmuş çizmelere?

- Şey, efendimin artık onlara ihtiyacı yok. Efendim öldü de..

- Nasıl olur?

- Sizden ayrıldıktan sonra eve gidecek kadar yaşamadı, ara­ bada öldü. Eve vardığımızda hizmetkarlar arabadan inmesine

(29)

yardım etmeye çalışınca bir çuval gibi yuvarlandı. Çoktan öl­ müştü. Vücudu kaskatı kesilmişti; arabadan güçlükle çıkarıl­ dı. Hanımefendim bana, “Ayakkabıcıya söyle kendisine çizme siparişi veren ve deri bırakan beyefendinin artık çizmelere ih­ tiyacı yok. Çabucak cenaze için terlik yapsın. Terlikleri yapa­ na kadar bekle, sonra al getir gelirken” dedi ve size gönderdi. Bu yüzden geldim.

Michael deriden arta kalanları toparlayıp sardı. Yaptığı ter­ likleri eline aldı, iki terliği birbirine vurdu, önlüğüyle sildi ve terliklerle artık derileri uşağa uzatarak, “Güle güle, size iyi günler!” dedi.

(30)

Yıllar birbiri ardınca geçiyordu. Michael’m Simonlarda ka­ kışının altıncı yılıydı. Michael’m hayatında değişen bir şey yoktu. Hiçbir yere gitmiyor, gerekmedikçe konuşmuyordu. Bütün o geçen yıllar boyunca sadece iki defa gülümsemişti. İl­ kinde, Matryona kendisine yemek verdiğinde, İkincisinde ise çizme yaptırmak isteyen beyefendi kulübelerine geldiğinde. Simon kalfasından son derece memnundu. Ona artık nereden geldiğini hiç sormuyordu. Tek korkusu Michael’m onları bıra­ kıp gitmesiydi.

Bir gün hepsi evdeydi. Matryona ocağa tencere koyuyordu. Çocuklar kanepelerde koşuşturuyor, pencereden dışarı bakı­ yorlardı. Simon pencerelerden birinde dikiş dikiyordu. Başka bir pencerede Michael bir topuğu sıkılaştınyordu.

Oğlanlardan biri kanepeden koşarak Michael’m yanma gel­ di. Michael’m omsuzuna yaslanarak pencereden dışanya baktı.

- Micahel Amca, bak! Yanında küçük kızlan olan bir kadın var! Kadın buraya doğru geliyor. Kızlardan biri topal.

Çocuğun bunu demesi üzerine Michael işini bırakarak pencereden yana döndü ve sokağa bakmaya başladı.

(31)

Bu durum Simonin tuhafına gitmişti. Michael asla pence­ reden sokağa bakmazdı. Şimdiyse pencereye yaslanmış, göz­ lerini bir şeye dikmiş, dikkatlice o şeye bakıyordu.. Simon da dışan baktı. Gerçekten de iyi giyimli bir bayan kürk palto giy­ miş ve yün atkı takmış iki küçük kız çocuğunun ellerinden tutarak kulübesine doğru yürüyordu. Birinin sol ayağında bir sakatlık olması ve topallayarak yürümesi dışında bu iki kız çocuğunu birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansızdı.

Kadın sundurmayı geçerek kapının önüne geldi. İçeri nasıl gireceğine bakınırken kapı mandalını gördü ve mandalı kaldı­ rarak kapıyı açtı. Önce kızlan içeriye soktu, sonra kendisi de onlann arkasından kulübeye girdi.

- İyi günler!

- Lütfen girin içeri, dedi Simon, Sizin için ne yapabilirim? Kadın masaya oturdu. Küçük kızlar kulübedekilerden korktukları için kadının dizlerine sıkı sıkıya sarılmışlardı.

- Baharda giymeleri için bu iki küçük kıza deri ayakkabı diktirtmek istiyorum.

- Dikeriz. Hiç bu kadar küçük ayakkabı yapmadık, ama yapanz. İster vardelalı, ister keten astarlı ayakkabılar, siz nasıl isterseniz. Adamım Michael işinde ustadır.

Simon Michael’a bakınca onun işini yapmayı bıraktığını ve gözlerini küçük kızlara dikmiş bir vaziyette oturduğunu gör­ dü. Şaşırmıştı. Gerçi, küçük kızlar çok sevimliydiler. Simsiyah gözleri, pembe yanakları vardı. Tombuldular. Üzerlerinde gü­ zel atkılar ve kürk paltolar vardı. Ama Simon gene de Micha- ePm kızlara neden öyle, sanki onlan daha önceden tanıyormuş gibi baktığına bir anlam veremedi. Şaşkınlığını belli etmeden kadınla fiyatı konuşmaya devam etti. Fiyat belirlendikten

(32)

sonra mezurayı hazırladı. Kadın kızlardan topal olanını kuca­ ğına oturtarak Simon’a,

- Bu küçük kızdan iki ölçü al. Topal olan ayak için bir ta­ ne, sağlam olan için de üç tane ayakkabı yap. Kızların her iki­ sinin de ayak ölçüleri aynı. Onlar ikizler, dedi.

Simon ölçüleri aldı ve topal kızı kastederek,

- Nasıl oldu bu? Çok sevimli bir kız. Doğuştan mı böyle? diye sordu.

- Hayır, bacağını annesi ezdi.

Matryona da konuşmaya katıldı. Kadının kim olduğunu ve kızların kimin çocuğu olduğunu merak etmişti.

- Anneleri siz değil misiniz o halde? dedi.

- Hayır hanımefendi, ne anneleriyim, ne de kendileriyle bir akrabalığım var. Çocuklar benim tamamen yabancımdılar, ama onlan evlat edindim.

- Kendi çocuğunuz olmadıkları halde onlan çok seviyor­ sunuz, değil mi?

- Nasıl sevmem? İkisini de kendim emzirdim. Kendi çocu­ ğum vardı ama Tann onu benden aldı. Kendi çocuğumu bun­ lar kadar sevmemiştim.

(33)

Kadın zaten konuşmaya başlamıştı. Onlara bütün hikayeyi anlattı.

- Anne babalan öleli yaklaşık altı yıl oluyor, ikisi de aynı hafta içinde öldü. Babalan salı günü gömüldü, anneleri de cu­ ma günü öldü. Bu yetimler babalannm ölümünden üç gün sonra dünyaya geldiler, anneleri de onlan doğurduğu gün öl­ dü. Kocamla ben de o zamanlar o köyde yaşıyorduk. Onlann komşusuyduk; bahçelerimiz bitişikti. Çocuklann babası yal­ nız bir adamdı, ormanda ağaç kesme işinde çalışıyordu. Bir gün ağaçlar devrilirken bir tanesi bunun üstüne düşmüş. Ağaç, gövdesinin tam üstüne düşmüş, bağırsaklan dışan fırla­ mış. Onu evine getirdiklerinde ruhu Tannya kavuşmak üze­ reydi. Aynı hafta içerisinde kansı ikizleri dünyaya getirdi, ya­ ni, bu küçük kızları. Kadıncağız fakir ve yapayalnızdı. Yanın­ da kalacak genç, yaşlı, hiç kimsesi yoktu. Çocuklan doğurur­ ken tek başınaydı. Ecel kapısını çaldığında da.

Ertesi sabah kendisini görmeye gittim. Kulübeye girdiğim­ de zavallının vücudu çoktan kaskatı kesilmiş ve soğumuştu. Ölürken çocuğun üstüne yuvarlanmış ve bacağını ezmişti.

(34)

Köylüler geldi ve cenazeyi yıkayarak gömülmeye hazır hale getirdiler. Bir tabut yaptılar ve kadını gömdüler.

Köylüler iyi insanlardı. Ama bebekler sahipsiz kalmıştı. Şimdi bu bebeklerle ne yapmalıydı? Köyde o zaman bebek ba­ kan tek kadın bendim. Sekiz haftalık olan ilk çocuğumu em­ ziriyordum. Bebekleri bir süreliğine yanıma aldım. Köylüler bir araya geldiler ve bebeklere ne olacağını düşündüler boyu­ na. En sonunda bana, “Mary, sen şimdilik kızlara bak, biz son­ ra ne olacağına karar vereceğiz” dediler. Böylelikle sağlam ola­ nı göğsümde emzirmeye başladım. Ama ilk başta bu sakat ola­ nı emzirmiyordum. Yaşayacağını zannetmiyordum. Sonra kendi kendime, zavallı masum yavrucak neden acı çeksin ki, dedim. Ona acıdım ve onu da emzirmeye başladım. Üçünü de emziriyordum, kendi oğlumu ve bu iki kızı.

Genç ve güçlüydüm. İyi besleniyordum. Tann bana o ka­ dar bol süt veriyordu ki bazen bebeklere sütümün fazla geldi­ ği bile oluyordu. Bazen ikisini aynı anda emziriyordum. O arada üçüncüyü bekletiyordum. Biri yeterince emince bu se­ fer o bekleyeni emzirmeye başlıyordum. Rabbim öyle uygun gördü, bu ikisi büyüdüler de kendi oğlum daha iki yaşma bas­ madan gömüldü. Biz daha da zenginleştiğimiz halde başka ço­ cuğum olmadı. Şimdi kocam değirmendeki hububat tüccarı için çalışıyor. İyi kazanıyor, biz de zengin sayıhnz. Ama hiç kendi çocuğum yok. Bu küçük kızlar da olmasa kendimi ne kadar yalnız hissederdim, kim bilir? Onlan nasıl sevmem! Onlar benim hayattaki mutluluk kaynağım!”

Kadın bir eliyle küçük topal kızı bağnna basarken diğer eliyle de yanaklanndaki gözyaşlarını siliyordu..

Matryona iç çekti ve “Atasözü ne doğru söylemiş, insan an­ nesiz babasız yaşar da Allahsız yaşayamaz, diye” dedi.

(35)

Aralannda bu şekilde konuşuyorlardı ki birdenbire Mica- hel’m oturduğu köşeden bir ışık geceleyin çakan bir şimşek gibi bütün kulübeyi aydınlattı. Hepsi ona doğru baktılar. Mic­ hael ellerini dizlerine koymuş oturuyor, yukarıya bakarak gü­ lümsüyordu.

(36)

Kadın kızları da alarak kulübeden çıktı. Michael kanepe­ den kalktı, elindeki işi bıraktı ve iş önlüğünü çıkardı. Simon ve kansımn önünde saygıyla eğilerek, “Efendilerim elveda. Al­ lah beni bağışladı. Bir kusur işlediysem siz de beni bağışlayın” dedi.

Simonla kansı Michael’dan bir ışık çıktığını gördüler. Simon ayağa kalktı ve Micahel’m önünde eğilerek,

- Görüyorum ki sen sıradan bir insan değilsin. Seni alıko­ yacak ya da sorguya çekecek değilim. Bana tek şu kadannı söyle: Nasıl oluyor da seni bulup eve getirdiğimde yüzünden düşen bin parçayken kanm sana yemek verince ona gülümse­ din ve yüzün aydınlandı?

Sonra o beyefendi çizme yaptırmak için geldiğinde gene gülümsedin ve yüzün apaydınlık oldu. Şimdi de bu kadın kız­ larıyla buraya gelince üçüncü kez gülümsedin ve yüzün gün gibi aydınlık oldu. Söyle bana, yüzün neden öyle parlıyor ve üç kez neden öyle gülümsedin?

(37)

- Işık saçıyorum çünkü Allah beni cezalandırmıştı ve artık affetti. Üç kez gülümsedim çünkü Allah beni üç hakikati öğ­ renmem için yollamıştı ve ben bu hakikatleri öğrendim. İlki­ ni karınız bana acıdığında öğrendim, ilk kez o yüzden gülüm­ sedim. İkincisini zengin adam o çizmeleri sipariş ettiğinde öğ­ rendim ve gene gülümsedim. Şimdi de o küçük kızlan görün­ ce üçüncü ve son hakikati öğrenmiş oldum ve üçüncü kez gü­ lümsedim.

Simon,

- Anlat bana, Allah seni ne için cezalandırdı? Ve o üç haki­ kat neydi? Belki ben de biliyorumdur, dedi.

Michael cevap verdi:

- Allah beni ona karşı geldiğim için cezalandırdı. Ben Cen­ netteki bir melektim ve Rabbime itaatsizlik ettim. Allah ben­ den gidip bir kadının canını almamı istedi. Kanatlanmla yer­ yüzüne indim. Yalnız başına yatan hasta bir kadın gördüm. Kadın daha yeni ikiz kız çocuğu doğurmuştu. Bebekler anne­ lerinin yanında çelimsizce yatıyorlardı. Anneleri onlan kaldı- np memesine götüremiyordu. Kadın beni görünce Allah’ın beni ona canını almam için yolladığını anladı. Ağlayarak ba­ na, “Ey Tannnm meleği! Kocamı daha yeni gömdük, düşen bir ağacın altında kaldı. Ne bir kız kardeşim, ne bir teyzem, ne de bir annem var; yetim kalan çocuklanma bakacak kim­ sem yok. Ruhumu alma! Bırak bebeklerimi emzireyim, besle­ yeyim, ölmeden önce ayakları üzerinde yürüdüklerini göre­ yim. Çocuklar ana babaları olmadan yaşayamazlar” dedi.

Onu anlayışla dinledim. Çocuklardan birisini göğsünün üzerine koydum, diğerini de kucağına verdim ve Rabbimin huzuruna çıkarak,

(38)

- Annenin canını alamadım. Kocası ağaç altında kalarak can vermiş. Kadıncağız ikiz doğurmuş. Ruhunu almamam için bana yalvardı. Bana, ‘Bırak çocuklarımı emzireyim ayak­ lan üzerinde yürüteyim, çocuklar anasız babasız yaşayamaz’ dedi. Ben de onun canını almadım” dedim. O da bana, “Git annenin canını al ve de şu üç hakikati öğren: İnsan içinde ne banndırır?, İnsana verilmeyen nedir? ve insan ne ile yaşar?. Bu hakikatleri öğrendiğinde Cennet’e geri döneceksin” dedi.

Böylelikle ben de tekrar kanatlarımla yeryüzüne indim ve annenin canını aldım. Bebekler kadının göğsünden düştü. Ka­ dının bedeni yatakta yuvarlandı ve bebeklerden birini ezerek bacağını büktü. Ruhunu Allah’a götürmek üzere köyün üze­ rinde havalanmıştım ki bir rüzgara yakalandım. Kanatlarım aşağı sarktı ve koparak yere düştü. Kadının ruhu kendi başı­ na semaya yükseldi. Ben de yere, yolun kenanna düştüm.

(39)

Simon ile Matryona bunca zaman kendileriyle yaşayan, ye­ dirip giydirdikleri kişinin artık kim olduğunu öğrenmişlerdi. Huşu ve mutluluk içerisinde ağlamaya başladılar. Melek onlara,

- Bir tarlanın ortasında yapayalnız ve çıplak bir vaziyettey­ dim. İnsanlara özgü ihtiyaçlarla daha önce hiç tanışmamıştım, insan olmadan önce soğuk ya da açlık nedir bilmezdim. Aç­ lıktan ölmek ve donmak üzereydim. Ne yapacağımı bilemi­ yordum. Tarlanın hemen yanında bir türbe gördüm. Sığınacak bir yer bulurum umuduyla oraya gittim. Ama kapı kilitliydi, içeri giremedim. Hiç olmazsa rüzgardan korunurum düşünce­ siyle kilisenin arka tarafına geçip oturdum.

Hava kararmak üzereydi. Açtım, soğuktan donmak üzerey­ dim ve acı çekiyordum. Tam o sırada yoldan birinin geldiğini duydum. Adamın elinde bir çift çizme vardı ve adam kendi kendisiyle konuşuyordu. İnsan olduğumdan beri ilk defa bir ölümlünün yüzünü görüyordum. Adamın yüzü gözüme kor­ kunç gözüktü ve bakışlarımı başka yana çevirdim.

Adam vücudunu kışın soğuktan nasıl koruyacağına, karı­ sıyla çocuklarına nasıl bakacağına dair kendi kendisine

(40)

söyle-niyordu. Ben de içimden, “Ben soğuktan ve açlıktan ölmek üzereyim, bu adam da karısıyla kendisinin kışın ne giyecekle­ rini ve eve nasıl ekmek götüreceğini düşünüyor. Bana yardım edemez” diye geçiriyordum.

Adam beni görünce kaşları çatıldı. Yüzü daha da korkunç­ laştı. Tapmağın öbür tarafından yürüyüp gitti. Tam umutsuz­ luğa kapılıyordum ki onun geri geldiğini duydum. Başımı kal­ dırıp bakınca karşımdakinin aynı adam olmadığını gördüm: İlkin onun yüzünde ölümü görmüştüm, ama şimdi karşımda capcanlı duruyordu. Adamın içindeki merhameti fark ettim.

Yanıma geldi ve beni giydirdi. Beni alıp evine götürdü. Eve gelince bir kadın bizi karşıladı ve konuşmaya başladı. Kadın adamın önceki halinden bile korkunçtu. Konuşan sanki o de­ ğil de ölümün ta kendisiydi. Etrafına yaydığı ölüm kokusu yü­ zünden nefes alamıyordum.

Beni sokağa, ayaza atmak istiyordu. Ben bunu yaparsa onun öleceğini biliyordum. Derken kocası Allah’ın adını ağzı­ na aldı ve kadın derhal değişti. Bana yemek getirip yüzüme baktığında artık onun da içinde ölüm yoktu, hayata dönmüş­ tü ve onun da içinde merhameti gördüm.

Sonra Tanrının benden öğrenmemi istediği ilk dersi hatır­ ladım: “İnsanın içinde ne barındırdığım öğren” Ve ben de in­ sanın içinde sevgiyi banndırdığım öğrenmiş oldum böylece! Rabbimin söz verdiği şeyi bana çoktan öğretmeye başladığını anlayınca mutlu oldum ve ilk kez gülümsedim. Ama henüz her şeyi öğrenmemiştim. Hala insana neyin verilmediğini ve insanın ne ile yaşadığını bilmiyordum.

Sizinle yaşamaya başladım ve aradan bir yıl geçti. Bir adam gelip bir yıl boyunca şekli bozulmadan ve açılmadan giyilebi- lecek bir çift çizme siparişi verdi. Ona baktım ve aniden om­

(41)

zunun üzerinde arkadaşım olan ölüm meleğini gördüm. Onu yalnızca ben gördüm. Arkadaşımı tanıyordum ve güneş bat­ madan zengin adamın canını alacağını anlamıştım. Kendi kendime, “Adam bir yıl için hazırlık yapıyor ve akşam olma­ dan öleceğini bilmiyor” diye düşündüm. Ve aklıma Tannnın bana söylediği ikinci söz geldi: “İnsana neyin verilmediğini öğren.”

İnsanın içinde ne barındırdığım daha önce öğrenmiştim. Bu defa insana neyin verilmediğini öğrendim. Kendi ihtiyaçla­ rının bilgisi insana verilmemişti. Ve ikinci kez gülümsedim. Hem arkadaşım olan meleği gördüğüm hem de Tann bana ikinci sözün anlamını da ilham etmiş olduğu için mutluydum.

Ama hala üçüncü sözün anlamını bilmiyordum. İnsanın ne ile yaşadığını bilmiyordum. Böylece günler geçmeye devam etti. Allah’ın son hakikati de kalbime ilham etmesini bekliyor­ dum. İnsan olarak yeryüzüne inişimin altıncı senesinde o ka­ dınla ikiz kızlar çıka geldi. Kızlan tanımıştım. Nasıl hayatta kaldıklannı işittim. Hikayelerini öğrenince içimden, “Annele­ ri bana çocuklan için yalvarmıştı, ben de çocuklar anasız ba­ basız yaşayamazlar dediğinde ona inanmıştım. Ama bir ya­ bancı onlan emzirmiş ve büyütmüş” diye düşündüm.

Kadın kendisinin olmayan bu çocuklara karşı sevgisini gösterdiğinde ve onlara sanlarak ağladığında, onda capcanlı bir merhamet gördüm ve insanın ne ile yaşadığına vakıf ol­ dum. Artık biliyordum ki Allah bana ilham yoluyla son haki­ kati de öğretmişti ve günahımı bağışlamıştı. Bunun üzerine ben de üçüncü kez gülümsedim.

(42)
(43)

Bir zamanlar kralın biri şayet bir işe doğru zamanda başla­ mayı bilirse, kimin sözüne kulak verip kimden uzak duraca­ ğını bilirse ve de hepsinden önemlisi, her zaman yapması ge­ reken en önemli şeyin ne olduğunu bilirse, giriştiği hiçbir iş­ te başarısızlığa uğramayacağını düşündü.

Bu düşünceden hareketle bütün krallığına kendisine bir iş için en doğru zamanın ne zaman olduğunu, kendisi için en gerekli insanlann kimler olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretecek kişiye büyük bir ödül ve­ receğini duyurdu.

Bunun üzerine alimler kralın huzuruna geldiler. Ancak kralın sorulanna hepsi farklı cevaplar veriyorlardı.

İlk sorunun cevabı olarak kimisi bir işe başlamanın doğru zamanını bilmek için insanın önceden bir takvim oluşturma­ sı ve bu takvime sıkı sıkıya bağlı kalması gerektiğini söyledi. Bunu söyleyenlere göre işler ancak bu şekilde doğru zamanda yapılabilirdi. Diğerleri ise bütün işler için doğru zamanı önce­ den bilmenin mümkün olamayacağını, insanın kendisini boş

(44)

eğlencelere kaptırmak yerine etrafında olan biteni daima dik­ katle takip etmesi ve gereken neyse onu yapmasının doğru olacağını söylediler.

Bir diğer grup da kral etrafında olan biteni ne kadar dik­ katli takip ederse etsin gene de hiç kimsenin tek başına her şe­ yin zamanına doğru bir şekilde karar veremeyeceği, bir kralın bilge kişilerden kurulu bir konseyinin olması ve bu konseyin kendisine her şeyin zamanına doğru olarak karar vermesinde yardımcı olması gerektiği yönünde görüş bildirdiler.

Gene bir başka grup konseyin görüşüne sunulmayı bekle- yemeyecek, derhal karara bağlanması gereken bazı meseleler olduğunu ileri sürdüler.

Ancak bir karar verebilmesi için kişinin olacakları önceden bilmesi gerekiyordu. Bunu ise sadece büyücüler bilebilirdi. Bu yüzden her şeyin doğru zamanını baştan bilebilmek için bü­ yücülere danışmak gerekirdi..

İkinci soruya verilen cevaplar da çeşit çeşitti. Bazı alimler kral için en gerekli insanların danışmanları olduğunu söyler­ lerken, bazıları bunların din adamları, bir kısım alim doktor­ lar, diğer bir kısım alim de askerler olduğunu söyledi.

En önemli uğraşın ne olduğuna yönelik üçüncü soruya ise bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyleye­ rek cevap verdiler. Kimileri ‘savaş becerisi’ dedi, diğer bazı alimler ise bunun Cenneti kazanmak için ibadet olduğunu söylediler.

Verilen bütün cevaplar farklı farklı olduğu için kral bunla­ rın hiçbirine katılmadığını söyleyerek ödülü hiç kimseye ver­ medi. Ancak sorularının doğru cevaplarını hala bulmak iste­ diğinden bu konuda yalnız başına yaşayan ve kendini ibadete vermiş, bilgeliğiyle ünlü birisine danışmaya karar verdi.

(45)

Bilge, bir ormanda yaşıyor ve yaşadığı bu ormanın dışına hiç çıkmıyordu. Halktan kimseler dışında hiç kimseyi kabul etmiyordu. Bu yüzden kral üzerine sıradan elbiseler giydi. Bil­ ge kişinin kulübesine gelmeden atından indi ve muhafızlarına geride kalmalarını söyledi. Sonra yola tek başına devam etti.

Kral kendisine doğru gelirken bilge adam kulübesinin önündeki toprağı kazmakla meşguldü. Kralı görünce selam verdi ve kazmaya devam etti. Bilge adam zayıf ve güçsüzdü. Elindeki bahçıvan küreğini toprağa her saplayışında sadece azıcık bir toprak parçasını kazabiliyor ve her defasında soluk soluğa kalıyordu.

Kral bilge adamın yanma gelerek,

- Soracağım şu üç soruyu cevaplamanız için size geldim, bilge kişi. Doğru zamanda doğru şeyi yapmayı nasıl öğrenebi­ lirim? Bana en gerekli olan insanlar kimlerdir ve dolayısıyla kimlerin sözüne daha fazla önem vermeliyim? Ve, hangi şey­ ler diğerlerinden daha önemlidir ve üzerlerine öncelikle eğil­ mem gerekir? dedi.

Bilge adam kralı dinledi ama hiçbir şey söylemedi. Sadece elini tükürükleyerek kazmaya devam etti.

- Siz yorulmuşsunuz, dedi kral, Küreği verin de biraz da ben kazayım.

- Sağ olun! dedi bilge adam ve küreği krala vererek yere oturdu.

Kral iki tarhı bellemişti ki durdu ve sorularını yineledi. Bil­ ge adam krala gene cevap vermedi. Ayağa kalktı ve elini uza­ tarak bahçıvan küreğini istedi.

- Şimdi siz dinlenin, biraz da ben çalışayım dedi.

Fakat kral küreği bilge adama geri vermedi ve kazmaya de­ vam etti. Aradan bir saat geçti, derken bir saat daha. Güneş

(46)

ağaçların ardında batmaya başlıyordu. Kral sonunda küreği yere saplayarak,

- Size sorularımı cevaplamanız için geldim, bilge insan. Şa­ yet bana verebileceğiniz bir cevabınız yoksa söyleyin ben de evime gideyim dedi.

- Bakın koşarak biri geliyor, dedi bilge adam. Kimmiş bir görelim.

Kral arkasını döndü ve ağaçların arasından sakallı bir ada­ mın koşarak geldiğim gördü. Adamın, elleriyle bastırdığı kar­ nından kan fışkırıyordu. Adam kralın yanma gelince belli be­ lirsiz bir inlemeyle yere yığıldı ve kendinden geçti.

Kral ile bilge adam, adamın elbiselerini gevşettiler. Adamın karnında kocaman bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğin­ ce yıkayarak üzerini kendi mendili ve bilge adamın havlusuy­ la sardı.

Ancak kan bir türlü durmuyordu. Kral defalarca sımsıcak kandan ıpıslak olan sargıyı çözerek suyla yıkadı ve yaranın üzerine yeniden sardı.

Kan nihayet durunca adam kendine geldi ve içecek bir şey­ ler istedi.

Kral su getirip adama verdi. Bu arada güneş batmış ve ha­ va soğumaya başlamıştı. Bu yüzden kral bilge adamın da yar­ dımıyla yaralı adamı kulübeye taşıyarak yatağa yatırdı. Adam gözlerini kapadı. Sesi soluğu çıkmıyordu. Kral da adamı taşı­ maktan ve bahçede çalışmaktan öyle yorgun düşmüştü ki eşi­ ğin üzerine çömelerek uyuyakaldı. O kısa yaz gecesi sabaha kadar deliksiz uyudu.

Sabah uyandığında uzunca bir süre nerede olduğunu ve yatakta uzanarak kendisine parlayan gözlerle dikkatli dikkat­ li bakan tuhaf görünüşlü, sakallı adamın kim olduğunu hatır­ layamadı.

(47)

Sakallı adam kralın uyanık olduğunu ve kendisine baktığı­ nı görünce cılız bir sesle,

- Beni affedin! dedi.

- Seni tanımıyorum ve ortada seni affetmemi gerektirecek bir şey yok, dedi kral.

- Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum. Ben sizden intikam almaya yemin etmiş bir düşmanmızım. Siz kardeşimi idam ettirip bütün malını mülkünü elinden almış­ tınız. Yalnız başınıza bilge adamı görmeye gittiğinizi bildiğim­ den dönüşte sizi öldürmeye karar verdim. Ancak gün sona er­ di ve siz geri dönmediniz.

Bunun üzerine ben de sizi aramak için saklandığım yerden çıktım ve muhafızlarınızla karşılaştım. Beni tanıdılar ve yara­ ladılar. Onlardan kaçıp kurtuldum. Ama siz yarama pansu­ man yapmasaydınız kesinlikle kan kaybından ölecektim.

Ben sizi öldürmek istiyordum, sizse benim hayatımı kur­ tardınız. Şimdi hayatta kalırsam ve şayet siz de isterseniz en sadık kulunuz olarak size hizmet edeceğim ve oğullanma da aynısını yapmalannı emredeceğim. Beni affedin!

Kral düşmanıyla böyle kolay yoldan banştığı ve onu bir dost olarak kazandığı için çok mutluydu ve onu sadece bağış­ lamakla kalmadı, adama kendisiyle alakadar olmalan için hiz­ metkarlarını ve kendi doktorunu da yollayacağını, kardeşinin malını mülkünü de iade edeceğini söyledi.

Kral yaralı adamdan müsaade isteyerek sundurmaya çıktı ve bilge adamı görmek için etrafa bakındı. Gitmeden önce kendisinden sorduğu sorulara bir kez daha cevap vermesini rica edecekti. Bilge adam bahçede dizleri üzerine oturmuş ön­ ceki gün kazılan tarhlara tohum dikiyordu.

(48)

- Sizden sorularıma cevap vermenizi son defa istirham edi­ yorum bilge insan, dedi.

Bilge adam ince bacaklannm üzerine çömelerek, başını yu- kan kaldırmış, önünde duran krala bakıyordu.

- Siz cevaplarınızı zaten aldınız! dedi.

- Nasıl yani? Ne demek istiyorsunuz? diye sordu kral. - Hâlâ anlamıyor musunuz? diye cevapladı bilge adam. Dün benim güçsüz oluşuma acımayıp bu tarhları benim için kazmasaydımz ve yolunuza gitseydiniz, o adam size saldıra­ cak ve siz de benim yanımda kalmadığınıza bin pişman ola­ caktınız.

Dolayısıyla en önemli an o tarhları kazdığınız andı. En önemli kişi ise bendim ve en önemli uğraşınız da bana iyilik etmekti.

Sonra, o adam bize doğru koşarak geldiğinde, en önemli an onunla ilgilendiğiniz andı. Zira siz adamın yarasını sarma- saydmız adam sizinle banşamadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli adam oydu ve onun için yaptıklannız sizin için en önemli uğraştı. Şunu sakın unutmayın: Önemli olan tek bir an vardır, o da ‘şimdi’dir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana en gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işi­ nin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önem­ li uğraşı o an yanında olan kişiye iyilik yapmaktır. Zira bu, in­ sanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir!

(49)
(50)

Bir abla taşrada yaşayan kız kardeşini ziyarete geldi. Abla bir tüccarla evliydi ve şehirde yaşıyordu, kardeş ise köyde otu­ ruyordu ve bir köylüyle evliydi, iki kız kardeş çaylarını içer­ lerken bir yandan da sohbet ediyorlardı. Abla, ne kadar rahat bir yaşam sürdüklerini, ne kadar iyi giyindiklerini, çocukları­ nın ne kadar güzel elbiselerinin olduğunu, ne kadar güzel şey­ ler yiyip içtiklerini ve kendisinin nasıl tiyatrolara, gezintilere ve eğlencelere gittiğini anlatarak şehir hayatının güzel tarafla- nm övmeye başladı.

Küçük kız kardeş ablasının anlattıklarına içerlemişti ve o da tüccarlann hayatını kötülemeye ve köylülerin hayat tarzını övmeye başladı.

- Kendi hayatımı seninkine değişmem, dedi, zor bir haya­ tımız olabilir ama en azından dertten tasadan uzak yaşıyoruz biz. Bizden daha iyi bir yaşam sürüyorsunuz. Fakat elinize çoğunlukla ihtiyacınız olandan daha fazlası geçse de sahip

(51)

olduğunuz her şeyi bir anda kaybedebilirsiniz. Ne derler bi­ lirsin, ‘Kazanç ile kayıp ikiz kardeş gibidir’. Bugün varlıklı olanların ertesi gün yiyecek ekmek için ele güne el açtıkları çok görülmüştür. Bizim hayatımız daha güvenli. Bir köylü ömrü boyunca sıska kalabilir, ama sonuçta uzun yaşar. Hiçbir zaman zengin olmasak da bize yetecek kadar ekmeğimiz bu­ lunur her zaman.

Bunun üzerine abla küçümser bir edayla,

- Demek öyle? Tabii eğer yiyeceğinizi domuzlar ve buzağı­ larla paylaşmak istiyorsanız siz bilirsiniz! Senin sevgili kocan ne kadar köle gibi çalışırsa çalışsın, ikiniz de hayvan pisliği içinde öleceksiniz, çocuklarınız da aynı, dedi.

- Bu da ne demek oluyor şimdi? dedi küçük kız kardeş, “İşimiz kaba ve bayağı bir iş olabilir. Ama öte yandan emin bir iş. Ayrıca hiç kimsenin önünde de eğilmemiz gerekmiyor. Ama şehirde etrafınız sizi baştan çıkaracak şeylerle dolu. Bu­ gün için her şey yolunda olabilir, ama yann Şeytanın kocanı kumarla, içkiyle ve başka kadınlarla aldatmayacağı ve neyiniz var, neyiniz yoksa heba olmayacağı ne malum? Böyle şeyler az mı geliyor insanın başına?

Evin reisi Pahom, ocağın kenarına uzanmış bu ikisinin ko­ nuşmalarını dinliyordu.

“Tamamen doğru,” diye düşündü, “küçüklüğümüzden be­ ri toprakla uğraştığımız için biz köylülerin kafasına saçma sa­ pan fikirleri sokacak vakti olmaz hiç. Bizim tek derdimiz ye­ terli toprağımızın olmayışıdır. Şayet çok toprağım olsaydı ne Şeytandan çekinirdim ne bir şeyden!”

İki kız kardeş çaylannı bitirdikten ve bir süre elbiselerden konuştuktan sonra çaydanlığı ve bardaktan kaldırarak yattılar.

(52)

Ama Şeytan ocağın arkasında oturmuş ve bütün konuşu­ lanları işitmişti. Karısının sözleri üzerine adamın eğer çok top­ rağı olsaydı Şeytandan bile çekinmeyeceğini söylemiş olması Şeytanı mutlu etmişti.

- Pekala dedi Şeytan, Kozumuzu paylaşalım bakalım. Ye­ terli toprağın olduğunda seninle yeniden görüşeceğiz.

(53)

Köyün yakınlarında küçük toprak sahibi bir hanım yaşı­ yordu. Kendisine ait yüz yüzyirmi hektar kadar bir arazisi var­ dı. Köylülerle hep iyi geçinmişti, ta ki eski bir askeri kahya olarak işe alıncaya kadar. Kahya ödettirdiği cezalarla köylüle­ ri sıkıntıya sokmaktan zevk alıyordu.

Pahom ne kadar dikkat ederse etsin sürekli olarak ya atla­ rından biri hanımefendinin yulaflarına dalıyor, ya ineklerin­ den biri yolunu şaşırarak hanımefendinin bahçesine, ya da buzağılan hanımefendinin otlaklanna giriyordu. O da hep pa­ ra ödemek zorunda kalıyordu.

Pahom parayı söylene söylene ödüyor, sonra sinirli bir va­ ziyette eve gidiyor ve ailesine kaba davranıyordu. Bütün o yaz boyunca Pahom’un başı bu kahya yüzünden sürekli derde gir­ di. Hatta kış gelip de hayvanlann ahıra kapatılması gerektiğin­ de mutlu bile oldu. Hayvanlar merada otlayamasa ve ahırda onlara yemi idareli vermesi gerekse de en azından böylelikle onlar için endişelenmek zorunda kalmıyordu.

Kışın hanımefendinin arazisini satacağı ve anayolun üze­ rindeki hanın sahibinin arazi için hanımefendiyle pazarlığa

(54)

oturduğu haberi duyuldu. Köylüler bu haberi işittiklerinde çok tedirgin oldular.

“Şayet,” diye geçti akıllarından, “araziyi hanın sahibi satın alacak olursa bizi ödettireceği cezalarla hanımefendinin kah­ yasından beter sıkıntıya sokacak. Sonuçta o araziye hepimiz muhtacız.”

Bu düşünceyle köylüler, gidip hanımefendiden araziyi han sahibine değil, daha iyi bir fiyata kendilerine satmasını istedi­ ler. Kadın araziyi onlara satmayı kabul etti. Bunun üzerine köylüler toprağın bütün köy namına satın alınması ve böyle- ce herkesin arazinin tamamına ortak olması konusunda anlaş­ maya çalıştılar. Konuyu görüşmek için iki kere toplandılarsa da sorunu çözüme kavuşturamadılar. Şeytan onların arasına uyuşmazlık tohumlan ekti ve bu yüzden birbirleriyle anlaşa­ madılar. Herkesin gücü oranında arazinin bir parçasını satın almasına karar verildi. Hanımefendi öncekini olduğu gibi bu teklifi de kabul etti.

Pahom’un kulağına derhal bir komşusunun da yirmi hek­ tar kadar bir toprağı satın alacağı, hanımefendinin paranın ya­ nsını peşin almayı ve öteki yarısı için bir yıl beklemeyi kabul ettiği haberi geldi. Pahom komşusunu kıskanmıştı.

“Şu işe bak” diye geçiriyordu içinden, “arazinin tamamı sa­ tılıyor, bense hiç toprak alamıyorum.” Bu düşüncesini kansı- na da açtı.

- Başkalan arazi satın alıyor, dedi, biz de sekiz on hektar kadar bir yer satın almalıyız. Yaşamak günden güne güçleşi­ yor. O kahya ödettiği paralarla bizi eziyor.

Böylelikle kan koca kafa kafaya vererek araziyi nasıl satın alabileceklerini düşünmeye başladılar. Birikmiş yüz rubleleri vardı. Bir taylannı ve anlanmn yarısını sattılar. Oğullanndan

(55)

birisini birinin yanma ırgat olarak verdiler ve ücretini peşin al­ dılar. Geri kalanı kayınbiraderlerden birinden ödünç aldılar ve bu şekilde arazi için gerekli paranın yansını güçlükle bir araya getirdiler.

Sonra Pahom bir kısmında koruluk olan on altı hektarlık bir arazi beğenerek pazarlık yapmak için hanımefendiye gitti. Pahom ile hanımefendi anlaştılar ve el sıkıştılar. Pahom kadı­ na depozito ödedi. Sonra ikisi şehre giderek tapu senedini im­ zaladılar. Aralanndaki anlaşmaya göre Pahom paranın yansını hemen ödeyecekti. Diğer yarısını ise iki yıl içerisinde ödeme­ yi taahhüt ediyordu.

Böylece Pahom’un artık kendi toprağı olmuştu. Tohum ödünç alarak satın aldığı araziye bu tohumları ekti. Araziden iyi mahsul elde etti. Bir yıla kalmadan hem hanımefendiye hem de kayınbiraderine olan borçlannı ödedi. Artık bir top­ rak sahibiydi. Arazisini sürüp ekiyor ve kendi ekinini biçiyor­ du. Kendi ağaçlarından odun kesiyor ve sığırlarını kendi me­ rasında otlatıyordu.

Tarlalarını sürmeye ya da büyüyen hububatına veya çi­ menle kaplı otlaklarına bakmaya gittiğinde yüreği sevinçle do­ luyordu. Kendi toprağında büyüyen çimenler ve açan çiçekler onun gözünde başka hiçbir yerdekilere benzemiyordu. Eski­ den oradan geçerken o arazi ona diğerlerinden farksız görü­ nürdü. Oysa şimdi gözüne ne kadar da farklı gözüküyordu.

(56)

Pahom çok mutluydu, ancak köylü komşuları onun hubu­ bat ekili tarlalarından ve otlaklarından geçmese daha da mut­ lu olacaktı. Pahom köylülerden bunu yapmamalannı kibar bir dille rica ettiyse de köylüler bu tür davranışlarda bulunmaya devam ettiler. Şimdi de köyün çobanları sürüleri onun otlak­ larına salıyor ve gece otlayan atlar onun ekili tarlalanna giri­ yordu. Pahom defalarca bu hayvanlan arazisinden çıkarmak zorunda kaldı. Sahiplerini ise bağışlıyordu. Köylülere acıdığı için uzunca bir süre hiç kimseyi mahkemeye vermedi. Ama en sonunda sabn tükendi ve Bölge Mahkemesine şikayette bu­ lundu. Aslında sorunun bu köylülerin kendilerine ait toprak­ larının olmamasından kaynaklandığını ve bu insanların her­ hangi bir kötü niyetlerinin olmadığını o da biliyordu, ama içinden, “Bu duruma daha fazla seyirci kalamam, yoksa sahip olduğum her şeyi mahvedecekler. Onlara bir ders vermek la­ zım” diye geçiriyordu.

Böyle düşünerek köylüleri mahkemeye verdi. Böylece on­ lara derslerini venniş oluyordu. Arkasından bir kez daha ders­ lerini verdi. Birkaç köylü mahkeme tarafından para cezasına

Referensi

Dokumen terkait

Untuk memahami bagaimana proses mediasi terjadi dan apa saja faktor-faktor antesedens yang mengawali proses penciptaan kinerja pemasaran yang baik, tulisan ini

Kerangka tata kelola perusahaan harus melindungi dan memfasilitasi pelaksanaan hak pemegang saham dan menjamin perlakuan yang adil semua pemegang saham, termasuk pemegang

Sebagai penunjukan bahwaNizamiyah adalah salah satu madrasah yang,menjadi model bagi madrasah-madrasah lain di seluruh daerah kekuasaan Islam dengan corak Syafi'i dapat dilihat

Melalui kegiatan membuat peta pikiran, peserta didik dapat menjelaskan peristiwa kedatangan bangsa-bangsa Eropa di Indonesia dengan menggunakan kosakata baku dengan tepat2.

Secara umum dapat dikatakan bahwa jalannya pemeriksaan atau penyelesaian dalam arbitrase tidak akan jauh berbeda dengan jalannya proses pemeriksaan perkara dalam pranata

Molase masih mengandung kadar gula yang cukup untuk dapat menghasilkan etanol dengan proses fermentasi, biasanya pH molase berkisar antara 5,5 – 6,5.. Molase yang

-- Pola nutrisi : tanyakan bagaimana diet klien sebelum dan Pola nutrisi : tanyakan bagaimana diet klien sebelum dan sesudah sakit, tanyakan pola diet, frekuensi makan, mual dan

2.1 Bijih (ore) adalah suatu mineral yang mengandung logam, atau suatu agregat mineral logam, yang dari sisi penambang dapat diambil suatu profit,