A t a t ü r k ' ü n yakın arkadaşı Mehmet N u r i (Conker), 1881 yılında Selanik'te doğmuştur. Mustafa Kemal gibi o da Manastır Askeri İdadisi'ni bitirmiş (1902), H a r p Akademisi'nden mezun olmuş (1904-1905), yüzbaşı olarak orduya katılmıştır. 31 Mart Isyanı'nı bastırmak üzere istanbul'a yürüyen 'Hareket O r d u s u ' n a gönüllü olarak katılan M e h m e t Nuri, bu harekette Mustafa Kemal'le birlikte çalışmış, daha sonra M a h m u t Şevket Paşa'nın yaverliğini yapmıştır.
1910 yılında kurmay subay olan M e h m e t N u r i , Trablusgarp Savaşı'nda Bingazi'deki kuvvetlerin kurmay başkanlığına getirilmiş, Balkan Savaşı sırasında Bolayır'da yaralanmış, Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'de 24. Alay'a k u m a n d a etmiş, Conkbayırı muharebelerinde ikinci kere yaralanmıştır. Mehmet Nuri'ye bu gaziliğinin bir nişanı olarak, daha sonra Atatürk tarafından 'Conker' soyadı verilmiştir.
Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu'ya geçen Nuri Conker, 4 1 . T ü m e n Kumandanlığı ve A d a n a vali vekilliği görevlerinde b u l u n m u ş , 1921'de T B M M ' n i n siyasi temsilcisi olarak Almanya'ya gönderilmiştir. 1923-1931 yılları arasında Kütahya, 1931'den ö l ü m ü n e kadar da (1937) Gaziantep milletvekili olarak görev yapan Nuri Conker, her zaman Atatürk'ün yakınında bulunmuştur.
Mustafa Kemal 'Zabit ve Kumandan ile Hasbihal' adlı ünlü eserini, N u r i Conker'in 'Zabit ve K u m a n d a n ' (1914) adlı kitabına cevap olarak yazmıştır. N u r i Conker'in bu ilgi çekici çalışmasını, HasanAli Yücel'in önsözü ve g ü n ü m ü z Türkçesi ile tek kitap olarak gelecek cuma günü yine gazeteniz C u m h u r i y e t l e birlikte alacaksınız.
Dizgi - Baskı - Yayımlayan Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Mayıs 1998
İRTİCANIN
AYAK SESLERİ
İSMET ZEKİ
EYUBOĞLU
Cumhuriyet
GAZETESININ OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.Ö N S Ö Z
Cumhuriyet yönetimi, sekiz yüz yıllık yarı-dinci, yan-dindışı bir içerik taşıyan Selçuklu - Osmanlı ge leneklerini, uygulamalarını, dünya görüşünü aşan bir nitelikteydi. Selçuklu devlet adamı N i z a m ü l m ü l k ' ü n , 1080-1090 arasında kurduğu Harran, Bağdat medre selerinin eğitimsel egemenliği sekiz yüz elli yıl sür dükten sonra 1926'da tarihe gömüldü. Bu, uzun sayı lan dönem içinde, Selçuklu - Osmanlı toplumu eğitim kurumlan Avrupa ölçüsünde bir aydın, bilgin, bilge ye-tiştirememiştir, bu olay açık, yadsınamayan, tartışıl m a z bir gerçektir. Avrupa, ilerde görüleceği gibi, Hu-manizma - Rönesans - Reformasyon - Aydınlanma gi bi uygarlığın değişik doruklarını oluşturan dört geli şim evresini geride bıraktı. Oysa Osmanlı toplumu yö netimi bunların birini bile göremedi. Toplumsal kat manların köklerini besleyen dinci gelenek, sık sık kı lık değiştirerek, boya değiştirerek yerini korudu, du rumun elverişliliğine göre yüzeye yansıdı, yerin altı na girdi, uygun örtüyü bulmakta gecikmedi. Bu du rumda bile çağın gerisinde kalmayı sağlayacak, çağ daş olanaklar bulmakta da güçlük çekmedi.
Cumhuriyet yönetimi, daha önceden bilimsel - dü şünsel bir taban bulamadı, yukardan geldi, ancak umulmadık bir çevre uygunluğu da buldu. Direnen odakların ereği değişmedi, Osmanlılığın özlem
duyu-lan "şeriat"ı, gündemden düşmedi, son yargıyı (din ba kımından) sünni şeyhülislamın verdiği çağlarda bile alanlara dökülerek "şeriat isterük" diye haykıran sü rüler, bugün daha örgütlü, daha düzenli, çağdaş buluş lardan yararlanarak seslerini duyuruyorlar. Bu durum sayrılığa varan, tinsel sağlığın bozulmasından kaynak lanan bir düşünce, bir inanç bunalımıdır, toplumsal boşalmaları gerektiren bir sayrılıktır. 1950 dönemi Türk uygarlığı için sağıltımı bitirilmeyen bir bunalı mın yeniden yüzeye çıkmasıdır. Osmanlı eğitimi gör müş, ancak Avrupa buluşlarından yararlanmayı da çı karına uygun gören, çağdaş kılıklı "beyni sarıklılar" çok partili dönemin bir "geriye d ö n ü ş " olanağı sağla yacağını önceden kolaylıkla gördüler, bunu devrimci, ilerici kesim aydınları göremediler. Çok partili döne mi isteyenlerin, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bile pu suya yattıklarını, seslerini istemeyerek kestiklerini dü şünmediler. Atatürk'e, devrimlerine dolaylı olarak Cumhuriyet yönetimine karşı çıkanların T B M M ' y e girişleri, pek de iyi olmadı, özlenen barış, istenen se vecenlik, giderilmeye çalışılan eski kırgınlıklar umu lanı vermedi. Bu durum önden görülmeliydi, görüle medi, nedeni de, ülkemizin Avrupa'da yaşanan dört ge lişim, yükseliş evrelerinden birini bile geçirmeyişidir. Avrupa bu dört büyük gelişim olayıyla geçmişini unut madı, yapılan yanlış uygulamaların utancını yaşadı, ancak bir daha geriye dönmek istemedi. Oysa
Cum-huriyct dönemini yaşayanlar arasında, önceden en yük sek görev aşamalarında bulunanlar arasında eskinin özlemini çekenler, devrim ışığından gözleri kamaşan-lar az değildi, işte çok partili dönem denilen girişim le başlayan yozlaşmanın kaynağında bu etkinlikler var dır.
Bugün " ş e r i a t " isteyenler eskiden de yine "şeri a t " isterdiler, bu özlem, bu istem gündemden düşme di, yarın da, öbür gün de düşmeyecek, ancak içerden başlayan çürüme sesleri anlamsız uğultulara dönüştür mede de etkisini gösterecek. Bu toplumsal bunalımın eğitimle giderilmesi güçleşmektedir. Türkiye'de eği tim kurumlarının dışında, gizlilikler içinde sürdürülen, oy toplama yüzünden üzerine gidilmek istenmeyen, gizli kuruluşlar da vardır, ne yazık ki bunların güçlü savunucuları, besleyicileri, koruyucuları T B M M için dedir. Bunlar "türban"ı, "sarık"ı başından çıkarıp bey nine giydirmiş kimselerdir. Ancak Cumhuriyet yöne timi, laiklik, uzun bir süreyi gerektirse bile, çağın akı şına karşı olan bu ters girişimlerin yönetime, tümden egemen olmasına olanak sağlamayacaktır, bu çağın, uluslararası ilişkilerin etkinliğinden kaynaklanıyor. Çağımızda uluslar, yönetimler, evrensel insan özgür lüğünün denetimi altına girmiştir, çağdaş görüş ulus ları yargılıyor, çağdaş uygarlık ulusları, yönetimleri başıboş bırakmıyor.
TARİKAT GİZLİ Ö R G Ü T T Ü R
İslamın doğuşundan, aşağı yukarı, altmış yıl sonra " m e z h e p " denen kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Gü nümüzde bunların sayısı, irili ufaklı 120 (yüz yirmi) do layındadır. Bu kuruluşlar (mezhepler) genelde us ilkele rine, tinsel inanç birikimlerine göre ikiye ayrılır, başka bir deyişle "akla dayanan mezhepler, imana dayanan mezhepler". Bunları, burada uzun uzadıya anlatmanın gereği yoktur. Mezheplerden sonra "hadis toplayıcılı ğı "başlamıştır. Ebubekir-Ömer döneminde " h a d i s " de nen peygamber sözlerini toplamak yasaklanmış, ilk top lanan beş yüz dolayında " h a d i s " yakılmıştır. Bundan çok sonra, Kuran bugünkü biçimini alınca, bu ilk yasak kaldırılmış. İlkin Buhari adlı Buharalı bir genç (doğumu Peygamber'in ölümünden 182 yıl sonra) bu işe başlamış, bugün en çok güvenilen kitabını düzenlemiştir. Bu ilk ha dis toplayıcıları altı kişi olduğundan, yapıtlarına "kü-tüb-i sitte (altı kitap)" denir, bunlar da Müslim, Sicista-ni, Nesai, KazviSicista-ni, Tirmizi adlarıyla anılır. İşte bunlar dan sonra, birden bire, yine İran kökenli tarikatlar, yer den ot bitercesine çoğalmaya başlamış, günümüzde dört yüz (400) dolaylarına varmıştır. Bu kuruluşların, günü müzde, ülkemiz için en sakıncalısı Nakşibendilik dene nidir, on bir kolu vardır (şimdi çoğalmaktadır), bunun ku rucusu İranlı Bahaeddin Nakşibend'dir, ailesi İslamdan önce Zerdüşt inançlarına bağlıydı.
Nakşibendilik görünüşte koyu İslamcı (şeriatçı), içe rik bakımından ise lslamla yetinmeyen, Islama kendi an layışına göre bir yorum getiren, dahası yeni bir İslam di ni kurmayı amaçlayan bir yapıdadır. Bu kuruluş tapım (ibadet), gelenek, uygulama bakımından ancak görünüş te Müslüman sayılabilir. Osmanlı imparatorluğu döne minde bütün ayaklanmalara öncülük eden bu kuruluştur. Bunun iki kanadı vardır. Birincisi devleti dışardan yönet mek, devlet kurumlarında kendi inançlarına uygun dav rananları görevlendirmektir. Nakşiler, değişik vergiler den oluşan hazineyi (Osmanlılar'da mali işleri kapsayan, " b ü t ç e " denen birikimi kuran odak) " h a r a m " saydıkla rından aylık (maaş) almak istemezler. Onlara göre ver gilerin içinde azınlıklardan (Müslüman olmayan yurttaş lardan) alınan vergiler yasaklıdır, İslama göre davran mazlar. Bu nedenle Nakşiler, kendi şeyhlerinin denetim leri altında alış-verişle uğraşmayı, çok kazanmayı yeğ lerler.
Nakşiler, eski Zerdüşt inançlarına göre üçgen bi çimli başörtüsü kullanırlar (erkekleri de, dişileri de), bun lar İran'da çarşaf giyerler (kadınlar), Arabistan yörele rinde, Arapça konuşulan ülkelerde tepeden ayaklara de ğin inen bir üstlük giyerler, buna kimi yerde "cilbab" de nir. Arapçada " p " , " ç " sesleri olmadığından "çarşaf", " p e ç e " sözcüklerini söyleyemezler. Bu iki örtü biçimi, yanma "cübbe"yi de alarak Süryani inançlarına karış mış, bir söylentiye göre de onlardan yayılmıştır
(Sürya-ni inançları İslamlıktan öncelere dayanır). Islamda "din adam l a n " diye özel bir topluluk olmadığından, bu tür gi yimler de yoktur.
Nakşibendilikle Yesevi Tarikatı'ndan gelen, deği şik Şaman uygulamaları olduğundan, bir Şaman başlığı olan "sarık"ı da benimserler, ancak bu başlığın dilimle ri iç içedir, yan yana değil. Nakşilerde kadın eli sıkmak, kadınla konuşmak (kendi evinin dışında), ekmeği bıçak la kesmek, sandalyede oturarak yemek yemek, nasıl ke sildiğini bilmediği hayvanın etini yemek yoktur. Onlara göre ancak "lslami usule uygun kesim" geçerlidir, bu yüzden Nakşiler bilmedikleri, tanımadıkları kasaplardan et almazlar. Nakşiler beş "vakitnamaz" dışında, gece ya rılarına değin süren başka namazlar da kılarlar, bu onlar için bir "iç arınması" sayılır. Nakşiler, hangi koşullar al tında olursa olsun, cuma günleri evlenirler, önce Kuran okunur, "imam nikâhı" kıyılır. Nikâh kıyacak imamın da bu tarikattan olması gerekir. Öte yandan Nakşilerde sakal gereklidir, yuvarlak biçimli olmasına ilgi gösteri lir. Nakşiler, şeyhlerinin mezarını, türbesini görmeye git tiklerinde sakallarından birer kıl koparır mezar toprağı nın içine koyarlar, bu, şeyhe toprak oluncaya değin bağ lılık anlamına gelir. Nakşilerde, yakınlarından birisinin öldüğü gece, evde ya da tekkede toplanılır, kırk bin, ya da yetmiş bin "tevhid" çekilir (şeyh yerinde oturur, bin-bir taneli teşbihini alır, her tevhidde bin-birini çeker, ya da özel kapta bulunan ince taşları birer birer öteki kaba
ak-tanr). Burada toplananlar kırk ya da yetmiş kişi olmalı dır. Böylece her biri bin tevhid (lâilâheillallah) çeker, sa yı eksiksiz uygulanır. Nakşibendilik'te evlenmeler de kendi aralarında sürdürülür, bir nakşi genci yine nakşi olan bir gençle evlenmek ister, kutlu sayılır. Nakşiben-dilerde ramazan ayından sonra da oruç tutulur, kimileri üç zeytinle orucunu açar (iftar eder) sonra yer, tekkeye çekilir.
Bu kuruluşun en yaygın olduğu yöre Doğu Anado lu'dur. Ağrı, Van, Erzurum, Erzincan, Malatya, Diyarba kır, Gümüşhane, sonraları Konya yörelerinde yoğunlaş-tılar. Bu kuruluşa göre Islamda bulunmayan (başlangıç ta) tüm araçlar, gereçler yasaktır (haramdır), bu neden le koyu Nakşibendiler evlerinde radyo, televizyon bulun durmak istemezler. Bu kuruluşun başka bir özelliği de tüm eylemlerinin büyük bir gizlilik içinde sürdürülme sine özen göstermektir. Bu kuruluşa bağlı kimseler, özel likle, yoksul çevreleri seçer, onlara yardımcı olur, giye cek, yiyecek, yakacak verir, parasal bağışlarda bulunur lar. Bütün sorun sözünden dönmemek, kuruluşun öngör düğü yaşam biçimini benimsemek, kendini çevreden so yutlamaktır. Bir Nakşibendi dervişi (gizlidir) çevresin de kendi gibi düşünen, inanan yoksa oradan uzaklaşma ya çalışır, kimseye sezdirmek istemez.
Nakşibendilerin geceleri, gizli ev toplantıları da var dır, bunları özellikle kadınlar kendi aralarında düzenler, erkekler tekkeye giderler. Bu nedenle kadınların bu
ku-ruluştaki etkinlikleri sanıldığından çoktur. Nakşibendi-ler, azınlıkta oldukları camilere de gitmeyi sevmezler. İnanmış bir Nakşibendi için bilim, şeyhin sözlerini bel leğe yerleştirmek, önerilerini, isteklerini eksiksiz yerine getirmektir, bunları yapamayan kimseye eksik anlamın da " n o k s a n " denir. Nakşibendiler yürürken, yere bakar lar, selamlaşmaları da sağ ellerini göğüslerinin üstüne ge tirmekle olur. Bir Nakşibendi için başını eğerek selam vermek saygısızlıktır, baş yalnızca şeyhin önünde eğilir. Bu yüzden Nakşibendi gençleri askerliği sevmezler. Bir Nakşibendiye göre ölüm cezası kılıçla boynun vurulma sı sonucu uygulanır, kılıç yoksa gelişigüzel bir araçla baş kesilir. Başı kesilen kimse "dinsiz" sayılmışsa başı yerde top gibi biraz yuvarlanır.
Bir ulus Nakşibendi inançlarına göre yönetilmiyor-sa, Şeyh Bahaeddin Nakşbend'in düşünceleri uygulan mıyorsa orası "darülharb" sayılır, orada Nakşibendi der vişi gizli bir savaş içindedir. Nakşibendilik'te "zikr" de nilen özel tören geçerlidir, bunu yalnızca " ş e y h " yöne tebilir. Bir yörede " ş e y h " yoksa, orası "gurbef'tir. Ki mi Nakşibendiler namaz kılarken avuçlarını açarak sec deye varmazlar, ellerini yumarak yere koyarlar. Bu da in sanın iki avucunda, eski sayılarla " 1 8 " , " 8 1 " sayıları nın bulunması, ikisinin toplamı olan " 9 9 " u n da Tanrı nın adlarını (esma-i hüsna) yansıtması nedeniyledir. Sü leyman Hilmi Tunahan böyle namaz kıldırırdı.
kurul-duğu yörede yaşayan geleneksel inançlardır. Eski inanç lar yeni dine biçim değiştirerek girer, büsbütün ortadan kalkmaz. Nitekim, İran uygarlığı pek ileri bir ortamda doğamayan Islamm karşısında köklüdür, eskidir, büyük başarıların ortaya konduğu bir alandır. Islamın getirdik leriyle İran'da ortaya çıkan eski uygarlık ürünleri karşı laştırılamaz, İran'ın insanı şaşırtan bir üstünlüğü vardır. Çölde çadırlarda yaşayan Arap topluluklarıyla, İran'da Persopolis saraylarını kuran uygarlık düşünülsün. Tüm sanat alanlarında büyük gelişmeler gösteren İlkçağın İran'ı gözler önüne getirilsin. Bu karşılaştırma islam inançları bakımından iç açıcı değildir. Islamm kılıca da yanarak benimsetmek istediğini İran sanat yoluyla, çok kolay başarmıştır, ilkçağda, IÖ onuncu yüzyılda bile Iran sanatı Anadolu'yu, özellikle Urartuları etkilemiş, Babil-Asur-Sümer uygarlıkları karşısında verimli bir Iran uy garlığı yer almıştır.
Iran bu eskiliği köklülüğü dolayısıyla islam inanç ları karşısında eski uygarlığıyla kendini savunmuş, ko rumuştur. Nitekim, daha yedinci yüzyılın bitiminde, es ki Iran-Hind düşüncesi Islamı etkilemekten geri kalma mıştır. İran'ı ele geçiren Arap orduları ummadıkları bir uygarlıkla yüz yüze gelmiştir. Bu şaşırtıcı olayı Islam-dan dokuz yüz yıl önce Büyük iskender yaşamış, öcünü Iran saraylarını yıkmakla, yakmakla almaya çalışmıştır. Iran, gelişen islam karşısında gerilememiş, eski inanç larının boyasını değiştirerek yeni bir birikim ortaya
koy-muştur. Bu, yeni bir buluş değildi, köklü eskiyi yüzey sel yeninin önüne çıkarmaktı. Iran bunu beslediği sayı sız tarikatla başarmıştır, tslamı özünden vuran, içeriğini yorumlarla değiştiren üç büyük kuruluş İran kökenlidir. Bunlar da kısa sürede Anadolu'yu etkilemiş, bambaşka bir İslam ortaya koymuştur. Mevlevilik, Kadirilik, Nak şibendilik gibi birbirinden ayrı içerikler taşıyan üç bü yük tarikatın kurucuları İran kökenlidir. Mevlana Celâ-leddin, Bahaeddin Nakşbend Abdulkadir Geylani köken olarak İranlıdır. Nitekim bu üç tarikat incelendiğinde, öz olarak îslamla bağdaşmayan bir durumla yüz yüze geli nir. Müzikli, sema'lı, içkili, resimli, insan-Tanrı özdeş liğine inanan Mevlevilik'le koyu şeriattan yana olan İs lamlık hangi inanç ortamında bağdaşabilir, diye sorsak yanıtsız kalırız. Kadirilik'te inançlarla, Tanrıdan sonra Abdulkadir Geylani'ye inanmanın, onun yolunda gitme nin gereğini savunan, islam inançlarını Abdulkadir Gey-lani'nin düşünceleriyle yoğurarak yeniden biçimlendiren bir anlayışla kesin, değişmez koşulları olan İslam inanç larını bağdaştırma, uzlaştırma olanağı yoktur.
Bu karşıt durumlar, İran uygarlığından, eski İran inançlarından, Zerdüşt uygulamalarından kaynaklanı yordu, değişen yalnız yüzeysel olandı. Bunlara bir de Şi-ilik'in yeniden yoğurduğu, yeni bir İran dini durumuna soktuğu Islamı katabiliriz. Şiilik girdiği yerde, kendine uygun "yeni islam' yaratmakta gecikmemiştir. Osman lı Devleti, aralıklı olarak Şiilikle yüz elli yıl savaşmıştır.
Şaşılası bir olaydır, Osmanlı'nın dinsiz (rafizi) saydığı, yüzelli yıl savaştığı, binlerce baş kestiği Şiilik, 1950'den sonra, kısa bir sürede, tarikatlar yoluyla Anadolu'ya ya yılmış, toplumun en yüksek kesimlerinde yandaş, savu nucu bulmuştur. Bugün gericilik (irtica) diye nitelenen, gizliden gizliye toplumsal kurumlara bile yerleşebilen uygarlık dışı kuruluşların tran yanlısı olduğu kanıtlarıy la sergilenmiştir. Peçe, çarşaf, aşırı şeriat yandaşlığı İran kökenlidir. Peki, Osmanlı'nın Müslüman saymadığı, şey hülislam fetvalarıyla "dinsiz", "katli vacib" saydığı bir din günümüzde Ìslam kavramının içine hangi yolla, han gi yorumla sokulmuştur? Bu araştırmaya değer.
Tarikatlar, yasaklanmadığı dönemlerde bile "birer gizli örgüt" niteliğindeydi. Şimdi şaşılacak bir örnek ve relim: Osmanlı sultanlarının ilk üçü Ahilik yandaşıydı (Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad) ondan sonra yalnızca Birinci Abdulhamid'le Dördüncü Mustafa Nak şibendi kuruluşuna bağlıydı. Osmanlı Devleti'nin geri leme, dağılma, çözülme dönemi bu padişahlar çağında hızlanmıştı. Osmanlı padişahlan içinde Kadirilik'le ilgi si olanı yoktur. Osmanlı Devleti döneminde, yalnız İs tanbul'da 65 Kadiri tekkesi, 95 Nakşibendi tekkesi var dı. Bugün de, Nakşibendilik'in, ülkemizde en yaygın ol duğu illerin başinda İstanbul gelmektedir. Yine geçen yüzyılda İstanbul'da çalışan tekkelerin sayısı 450 idi (bk. Enver Behnan Şapolyo: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, 1964). Günümüzde de, İstanbul'un durumu başka
değil-dir. Bu tekke sayısı, Türkiye genelinde alınırsa binin üs tüne çıkar, gizli tekkelerin en yaygın olduğu iller arasın da Konya, Erzurum, Erzincan, Ankara birbirinden geri kalmaz. Durum böyleyken, gericiliğin kaynaklarını baş ka yerlerde aramanın, hangi komşu devletle bağlantılı ol duklarını soruşturmanın gereği yoktur. Bu tarikatların içerikleri, uygulamaları iyice araştırılırsa, islam inanç larından çok Iran kökenli geleneklerle bağlaşımlı oldu ğu kolayca aydınlatılabilir. Ülkemizde toplumsal sarsın tılara yol açan olayların kökenlerine inildiğinde, hepsi nin arkasında Nakşibendilik'in öncü olduğu çok kolay lıkla görülür. Bu kuruluş, gizli çalıştığından, çok deği şik uzantılar gösterir, nitekim Süleymancılık, Nurculuk, son dönemlerde Aczmendilik hep bu kuruluşun dalları dır. Nakşibendilik'in özelliklerinden biri de çevreye uy maktır, yöresel görüntüler içinde varlığını sürdürmektir.
TURBAN ÇIKMAZI
Bilen, bilmiyor konuşuyor şu "türban" denen başör tüsü konusunda, oysa türban gerçekte başörtüsü değil dir, erkeğin kullandığı sarıktır, çağdaş uluslar arasında, bu giysiye kadın başörtüsü diyen yoktur. Alman dilinde "türban" sözcüğü "Doğu erkeklerinin başlığı, sank" an lamındadır, ünlü sözlük bilgini Kluge'nin "Etimologisc-hes Wörterbuch der Deutschen Sprache" de böyle ya zar, bunun Farsça "dulbend"ten türediğini söyler. Şem-seddin Sami, ünlü "Kamus-i Fransevi"sinde bu sözcü ğün Fransızcaya Farsçadan,"dulbend"ten geçtiğini "sa rık, imame, lale" anlamına geldiğini bildirir (lale, sarık biçimli bir göğüs askısıdır). Yine Şemseddin Sami'nin ünlü "Kamus-i Türki"sinde böyle bir sözcük yoktur, an cak yakın yıllarda, bu ünlü yapıtı bugünkü Türkçeye ak taran, Prof. Dr. Mertol Tulum başkanlığında bir kurul, bu yapıtta bulunmayan "türban"ı ona eklemiş, "ince tül den yapılmış kadın başörtüsü" yorumunu getirmiştir, bu hangi bilimsel ahlak kuralına uyar bilemeyiz, italyanca, Ispanyolcada "turbante" diye geçer, erkek başlığı diye açıklanır. Prof. Fahir Iz'in düzenlediği tngilizce-Türkçe sözlükte "türban" kadın başörtüsü anlamında açıklanır, bu yenidir, " t ü r b a n " m kadın başlığı anlamında alınma ya başladığı evrelerden sonradır. Arapçada "türban" top rak anlamına gelen "turab"ın çoğuludur (topraklar), bu nun "tirban" biçiminde söylenişi de vardır. Osmanlı dö neminde "türban" yoktu, bilinmiyor.
Bu kısa açıklamadan sonra olayın özüne girmeye, hangi amaçla yaygınlaştırıldığını anlamaya çalışalım. Türbanın dinle, Islamla, kadınla bir ilgisi yoktur. Bu baş lık, ülkemize 1960'h yılların ardından, örtülü bir düşün ceyle girmiştir, İran kökenlidir, ancak Iran dilinde böy le bir anlamda kullanılmaz, söylenişi Batı kaynaklıdır. Türban, kadın başörtüsü değil, bir "tarikat" simgesidir, özellikle Nakşibendiler arasında tutunmuştur, üstelik an lamı bilinmeden. Kırsal kesimlerde, yurttaşlarımız bu nun ne adını, ne de kendini bilirler.
Islamda örtünme vardır, ancak kadının başörtüsünün biçimi, boyası, örtünüş biçimi belirtilmemiştir. Kuran'm "Ahzab Suresi"nde kadınlar için "örtünün, iffetlerinizi koruyun" denmektedir. Bundan da, başörtüsünün bir ko runma aracı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Ku r a n ' m " N u r Suresi"nde, "örtünün, başörtülerinizi iki yakanızdan aşağı sarkıtın" anlamında yorumlanan bir bölüm vardır, orda da renk, biçim belirtilmemiş, yalnız ca " ö r t ü n m e " söz konusu edilmiştir. Örtünme, islam di ninde önemli uygulamalardan biridir, ancak belli bir bi çimi, başörtüsünün toplumsal bir belirleme anlamının gündeme getirilmesi söz konusu değildir. Islamda ör tünme açık bir korunma aracı olmaktan öteye geçemez. Örtünmeyle ilgili hadisler (Peygamber sözleri) çoktur, ancak onlarda da kesin, tüm kadınların benimsemeleri gereken belli kesin bir biçim, dahası bir "üniforma" ni teliği yoktur. Öte yandan "türban" bir "islam örtüsü"
an-lamında da yorumlanamaz, nitekim günümüz Arabis tan'ında bu biçimde yaygın bir örtü uygulanmıyor.
Şu soru çok önemlidir: " T ü r b a n " bir "İslam örtü s ü " diye anlaşılırsa, öyle anlaşılması gerekirse, bu örtü uygulama alanına konmadan önce Türk kadınları " M ü s lüman" değil miydi? Öyle sayılmayacaklar mı? Peygam ber döneminde böyle bir örtü var mıydı? Varsa adı ney di? Araplar o çağlarda buna ne derlerdi? Bu sorunun bi ricik yanıtı, ağzını öteye beriye çekerek saçmalamaktır. " T ü r b a n " m îslamla, Islamın böyle bir örtüyle ilgisini saptamak için bu dini birazcık bilmek, öğrenmek gere kir.
İslam dininde "sarık" yoktur, nitekim Arap dilinde "sarık" anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur, Pey gamber çağında "sarık" bilinmezdi. Bu başlık Emevi-Abbasi döneminde, halife saraylarında, konaklarında bekçi, gözcü (muhafız) olarak görevlendirilen Şaman inançlarına bağlı Asya Türkleri aracılığıyla Müslüman lar arasında yayılmıştır, "sarık" bir Şaman başlığıdır, Şaman "yoğ/yuğ" törenlerinden kalmadır.
îslamda, başlangıçta örtünme gerekimi yoktu. Pey gamber, kadınları, arkadaşları, eşleri Mekke'den Medi ne'ye göçerken, yolda karşıt inançlılar kadınlara sözle sa taşmışlar, bunun üzerine Îslamda örtünme gereği öngö rülmüş, bir söylentiye göre olay böyle başlamıştır. An cak Arap dilinde " p " , " ç " sesleri olmadığından " p e ç e " , "çarşaf" da yoktur, bu sözcükler sonradan Farsçadan
alınmıştır. Bu nedenle Araplar bu örtüleri bilmezler, ad larını bile söyleyemezler. Bugün, ülkemizde tartışma ko nusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar görülen bu örtünün de, onu kullananların da islam dini nin özüyle en ufak bir ilgisi yoktur. "Türban inanç ara c ı " olamaz, bunun karşıtı Islamın özüne aykırıdır. Bu ör tü dine sonradan sokulmuş bir sapmadır (bid'at), başka bir anlamı, yorumu yoktur.
islam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda, kesinlikle yer vermemiştir, erkeklerle eşitlik tanımamış tır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü ola maz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz, kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında gö revli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşi ne bağlılıktır. Peki, "türban"ı bir inanç simgesi sayan kız ların yükseköğretim kurumları, İmam-hatip okullarında ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran'ın kendilerine ver mediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın kaynağı olan Kuran'da böyle bir yetki tanınmazken, Tan rı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı'nın yap madığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağ daşır mı? İslam dinine göre Tanrı'nın buyurmadığını, Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tanrı'ya başka bir nite lik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkı şınca "Ben inancım gereği türban takmıyorum" diyen bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev alma
yet-kisi verdi mi? Bu sorunun yanıtım üniversiteli kızımız değil, Ìslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran'la, İs-lamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygula malarla toplumsal inan bunalımı yaratarak çıkar sağla yan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayı lırsa.
îslamda "fırka" (şimdi parti deniyor) yoktur, ger çek bir Müslüman "parti/fırka" kuramaz, bölücülüktür, araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evren seldir. Peki, Kuran'm uygun görmediği, suçladığı bir gi rişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi din sel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır.
Bir din, doğuşundan 1400 yıl sonra sürekli tartışma lara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırı dır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister. Cenneti sevmem için cehennemi önüme süren bir dinde sevecenlik, insan değerlerine saygı yoktur. Bu tutum, ço cuklara acı ilacı içirmek için bardağın kıyılarına bal sür meye benzer. Dinde yeterlilik duygusal eğilimler üzeri ne kurulursa, zaman akışı içinde, duygulardan daha hız lı bir değişme ortaya çıkar. İslamı anlamak, İslamın dü şünce tarihindeki yerini, başarılarını saptamaya dayanır, başına İslamla ilgisi olmayan bir örtü çekmeye değil. Ül kemizde, İslamı anlamak için başka dinlerin okutulma sı, onlarla İslam arasındaki görüş ayrılıklarını, ortak so runları öğrenmek, tartışmak gerekir. Nitekim bilgelik, iyilik, güzellik, doğruluk, erdem, yardımseverlik,
ağır-başlılık, eşitlik, sevgi, saygı gibi evrensel insan değerle ri bütün dinlerde vardır, bunları Islamın özel bir buluşu diye göstermek yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Ülkemizde
1950'den bu yana yapılan, uygulamaya konan da budur. Burada, özellikle Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ye niliklere, onun kurucusunun kişiliğinde saklı devrimci liğe karşı bir eziklik söz konusudur.
1950 yönetiminin kurucularının hepsi yerdikleri ku ruluşta, daha önceden, yüksek görevlerde bulunmuş yet kililerdi. Halkımız, onların eskiyi suçlamaları karşısın da, kendilerine soru sormayı bilmiyordu, onlara "Yerdi ğiniz: kötülükler yapılırken siz yüksek görevlerde değil miydiniz?" demeyi bilmiyordu. Onlar da bu durumdan çok iyi yararlanmayı bildiler, halkı sömürdüler, yozlaş m a n ı n ilk adımlarını atmanın yakışıksız örneklerini ver diler. Bilgisizlik karşısında sorumsuzluğu gizlemeyi çok iyi becerdiler.
Bugün, İslam inançları adına, "türban"ı savunanla rın hangisinin anası,bacısı, ninesi köyünde bu örtüyü kullanmıştı? Dahası bu yüksek yetkililerin hangisi bu sözcüğün açık anlamını, kökenini, geliş yolunu biliyor? İşte burada çok açık seçik bir yozlaştırma vardır. İlkin şunu bilmek gerekir: Bu örtünün İslamla, dinle, inançla en ufak bir ilgisi yoktur, vardır diyenin İslam inançları nı öğrendiği, bildiği söylenemez.
Günümüzde İslam inançlarının yaygın bir tartışma konusu olduğu açıktır. ' kullara konulan "din dersleri"
bunun açık kanıtıdır. Soralım, hangi dinin dersleri? Han gi ahlak öğretisi? Üstelik konunun daha gülünç yanları gözlerimin önünde sırıtmaktadır. İslam dininde Hanefi, Hanbeli, Maliki, Şafii olmak üzere dört "Sünni mez h e p " , bir de "Şii mezhebi" vardır. Bunların uygulama ları birbirine benzemez. Sözgelişi Maliki inançlarına gö re köpek "temizdir" içtiği suyla aptes alınır, oysa Hane fi inançlarına göre bunun tersi geçerlidir. Şimdi bu dört "Sünni mezhep"te namaz, oruç, zekât, hac, tüze (hu kuk) birbirine uymaz, hepsinde başka başkadır. Oysa hepsi de Kuran'a dayandığı kanısındadır. Sözgelişi bir Şafii inancına göre aptes almış bir erkeğin eteği kadının giysilerine değerse aptes bozulur. Peygamber'in bir "ha-dis"ine göre namaz kılarken, bir erkeğin önünden do muz, eşek, kadın geçerse namaz bozulur. Burada, kadı nı çok yücelttiği söylenen, savunulan bir dinin kadına hangi gözle baktığı açıktır.
"Türban" gerçekte bir din sorunu, örtünme sorunu değildir, kimi çıkar odaklarının, özellikle "tarikat" de nen sömürücü kuruluşların yarar aracıdır. Başka bir an lamda, bu örtü, çağdaş toplumda bir aşağılık duygusu nu gizleme aracıdır. Bize kalırsa, bu konuda bir "ruhsal bozukluk" gündemdedir. Nitekim tarihte, özellikle top lumsal bunalım dönemlerinde, böylesine "ruhsal denge sizlikler" in yaygınlığı çok görülmüştür. Gençler toplum sal doyumsuzluğa uğramıştır, hepsinde bir gelecek kor kusu, yaşam kaygısı vardır. Bu kaygı, bu korku
gençle-ri güvensizliğe, doyumsuzluğa sürüklemiştir, burada din erek değil, gereçtir.
Duvarlarda, alanlarda "Kurtuluş İslamda" söylem leri içeren yazılar görülür. Şimdi hangi kurtuluş, İslam kimi kurtardı? sorusunu sorarsak şaşkınlık verici durum larla karşılaşırız. Bugün, yeryüzünde, bir milyar dolayın da Müslüman halkın yaşadığı söyleniyor. Bunlar arasın da, Tanrı'nın kendisine verdiği yeraltı kaynaklarını, zen ginliklerini kendi ürettiği araçlarla işleten, işletebilen bir İslam ülkesi bilinmiyor. Ortadoğu bunalımlarının başlı ca nedeni de bu yeraltı kaynaklarıdır, "petrol" denen bü yülü nesnedir. Bakalım Suudi Arabistan, Körfez Emir likleri, Kuveyt, Cezayir, Pakistan, İran, Afganistan, Mı sır gibi.çoğu "petrol zengini", sayılan ülkelerde çağdaş bilimin, tekniğin değil yanında, arkasında bile yürüye cek topluluk (İslam) bilinmiyor. İngiltere, Amerika, Al manya, Fransa, İtalya ile öteki Avrupa ülkeleri bu İslam topluluklarını öylesine kolay, öylesine ucuzundan sömü-rüyor ki Tanrı'ya inanmış bir kimsenin buna güleryüzle bakması olanaksızdır.
Bugün, dünyanın Müslüman ülkeleri arasında, ken dini kurtarmış, özellikle kadın sorunları konusunda hep sinin önüne geçmiş ülke Türkiye'dir, Atatürk devrimle ridir. Oysa, çağdaş yetkileri kazanmış kadınlarımızın başlarına bu niydüğü belirsiz örtüyü çekerek devrimle re, Atatürk'e karşı çıkmaları tinsel bir bunalım dışında açıklanamaz. " T ü r b a n " dışa vurmuş, içerikten yoksun,
görünüşü kurtarma, başkalarını kandırma aracı olmak tan öteye geçemez, bu nedenle bir inancın değil, kayna ğı yeterince açıklanamayan bir bozukluğun, dengesizli ğin simgesidir. Bu dengesizlik kişisel bilinç yetersizli ğinden kaynaklanıyor.
İslam bilime büyük önem verir diyenlerin de, ner-deyse hepsi yalan söylüyorlar, kavramsal kandırmacalar-la çevreyi oyalıyorkandırmacalar-lar. Şöyle: İskandırmacalar-lam bilime, sanata büyük önem veriyorsa hangi İslam ülkesinde çok gelişmiş bir fizik, tıp, kimya, gökbilim, teknik; felsefe, resim, yontu, müzik, seramik, tiyatro, bale gibi yaratı türlerinde göz doldurur bir ilerleme, bir başarı vardır?
"Türban"ın gerçekte bir inanç sorunu olmadığını vurguladıktan sonra, bu aracın kadınları savunma, koru ma amacını gütmediğini, eskiye, yıpranmışa, günü geç mişe, değerden düşmüşe yönelmenin simgesi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu örtü bir saygı, sevgi aracı değil, bir üstünlük sağlama, toplumda gösterişe, görünüşe yöne liktir demekte bir çelişme, sakınca yoktur. Bu örtü yeni liğe, çağdaş uygarlığa karşı sinsi bir direnmenin görün-tüsel örneğidir. Bir yandan Islamın bütün kurallarına uy mayı, İslama uygun bir yaşam biçimini savunacaksın, öte yandan İslam ülkelerini bir sömürü odağı diye gören, aşa ğılayan, ezen, küçümseyen Batı uluslarının en ileri bu luşlarından yararlanacaksın, buna "İslama hizmet" adı nı koyacaksın. Peki, "Hıristiyan Batı Kulübü" bu çağ daş araçları yapıp satmasa, bizimkiler îslamı neyle
sa-vunacak, ona neyle "hizmet" edeceklerdi? Yoksa "İslam hizmetsiz" mi kalacaktı? Bunları savunanların ne denli tutarsızlık içinde yuvarlandıklarını görmek kolaydır, siz onların söyledikleriyle yaptıklarını, önerdikleriyle uygu ladıklarını karşılaştırın düşünsel yozlaşmanın eşsiz ör neklerini görmekte güçlük çekmezsiniz?
"Türban" konusunda başka bir yutturmaca daha var: Bu örtü kadının değerini yükseltiyor, ona toplumsal ki şilik kazandırıyor. Yalanın böylesi, tinsel denge bozuk luğunu vurgular. İnsanlar, kadınlar "türban"dan çok ön ce vardı. İslam inançları bu örtüden bin dört yüz yıl ön ce doğmuştur, yirmi otuz yıldır bu başlık kullanılıyor. Öyleyse daha önceden kadınların değeri, kişililiği yok muydu? Görülüyor, konuya ne yandan bakılsa, ne yan dan yaklaşılsa, insan değerleri adına, utanç verici görün tü sergileniyor.
insan denen varlık, ister erkek, ister dişi, başkasına giydiğiyle, omuzlarına astığıyla değer kazanmaz, değer günlük giysilere benzemez, onlarla ölçülmez, değer in san varlığının özüyle ilgilidir, kılığıyla değil. Bu neden-le,"türban" giyen daha çok değerli, giymeyen daha az değerlidir demek çılgınlığın, bilinç bulanıklığının başka bir göstergesidir.
Burada, yine örtünmeden kaynaklanan, bir kadın de ğeri, kadına saygı sorunu gündeme geliyor. Aşırı dinci lere göre İslam dini kadına, ana olarak tarihte görülme dik, benzersiz bir saygı kazandırmıştır. Bu da bir
kandır-maçadır. Ana olan kadına gösterilen saygının kökenin de " a n a " niteliği yatmaktadır. "Ana saygısı" Ìslam inançlarından binlerce yıl öncedir, islamlıkla ilgisi yok tur. Sözgelişi, bugün elimizde, anaya gösterilen saygının somut kanıtları olan yontular vardır. "Kubaba", "Kübe-l e " bir "ana-Tanrıça"nın adıdır, 10 7000 (yedi bin) yı lından kalma, topraktan yapılmış yontular vardır. Ona adak sunulur, adına törenler düzenlenir, saygı gösterilir di. Bu Tanrıça evin, kadının, çocukların koruyucusudur. Saygınlığı da bu koruyucu niteliğinden gelir, islam di ninde "cennetin anahtarları ananın ayakları altındadır" denir, anaya saygının en gözde anlatımı sayılır. Peki ana olmayan, çocuksuz kadının durumu nedir? Anaya veri len Tanrısal değeri kadın soyuna yüklemek de yüzeysel bir kandırmacadır. Uygarlık tarihinde, insanlık tarihin de anaya saygı göstermeyi buyurmayan, bir erdem kura lı vurgulamayan bir din yoktur, en ilkel sayılan, en geliş memiş inanç kurumlarında bile " a n a " saygındır, kutsal dır.
Toplumumuzda, özellikle 1950'den sonra yüzeye vurmuş, değişik çarpılmalar gösteren, genellikle de es kiye sarılmayı önemli bir gelişim sayan eğilimler vardır. Bunların içinde çağdaş akımlarla, yenilikçi girişimlerle ilgili olanı yoktur. Toplumumuz bir değerler bunalımına sürüklenmiş, eskinin değersiz diye dışladığı birtakım gi rişimler yeniden değer odağı durumuna getirilmek isten mişti. Şimdi, bunun güldürücü örneklerini, Osmanlı
Dev-leti'nin gücünün doruğuna ulaştığı onaltıncı yüzyılda, Kanuni Süleyman döneminde tartışılan örneklerini gö relim. Bunlar bütün Osmanlı tarihlerinde vardır. Bu tar tışılan konular şunlardır (birkaçı): Firavun Allah'a inan mış mı, inanmamış mı? Hızır Aleyhisselam yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Peygamberin miraca çıkışı maddi midir, manevi midir? (Miraca çıkış tinsel mi, yalnız Peygam berin ruhu mu yoksa gövdesi de mi miraca çıkmıştır?) İnsanın tini gövdeden önce mi yaratılmış, sonra mı? Ruh gövdenin neresindedir? Cehennemde ceza görecek olan ruh mu, gövde mi?
Bu örnekleri gelişigüzel bir düşünceyle seçmedik, Kanuni dönemi yazarlarının yapıtlarını okuyun, görür sünüz. Şimdi, bu yazıda anlatılanlarla, Kanuni dönemin de tartışılanlar arasında açık bir eğilim benzerliği gör memek elde değil. Uygarlık insan soyuna uzayda mutlu bir yaşam ülkesi yaratmaya çalışırken bizim gençlerimiz, başlarını türbanla örtmezse saçlarının yılan olup cehen nemde boyunlarına sarılacaklarına inanabiliyorlar. Biraz düşünelim, bir kadının başında kaç tel saç vardır, bunla rın hepsi yılan olsa nereye sığar? Üstelik cehennemde yı lanın ne işi var, cehennem suçlu insanlar için, hayvanlar için değil.
KARANLIĞIN YÜKSELİŞİ
12 Eylül döneminin düşünsel alanlarda yarattığı tü kenmişliği güçlülüğe dönüştürmek için karşıt görüşlü odakların gelişmesine olanak sağlandı. Boş başların do lu görünme özlemiyle gündeme getirdikleri çağın dışı na taşan uygulamalar, insan değerlerinin ötesinde, ken di düşük niteliklerine yaraşır biçimde etki odakları bul makta gecikmedi. Sözgelişi "dinsiz devlet olmaz" gibi utanç verici bir savla "anayasa"lar düzenlendi, özel bö lümler eklenerek, yöneticilerin boşluğu doğrultusunda uygulama kuralları yürürlüğe kondu. "Dinsiz devlet ol m a z " ne demektir? Hangi devlet dinli, hangi devlet din sizdir? Devletin dinliliğinin ölçüleri nelerdir? Dinli dev let hangi uygarlık ilkelerine göre kurulabilir? Bu soru ların hepsi boşluktadır. Devlete din gerekirse, devletin içinde yaşayan bütün yurtaşların hangi dini benimseme leri gerekir? Devlete vergi, orduya er gönderen yurttaş lar, bu görevleri, hangi din ölçülerine göre yerine getir me gereğindedir? Bu sorular da yanıtsızdır.
Uygarlık tarihinde, devlet dinin koruyucusu olmuş tur, ancak din kurucusu olmamıştır. Din, belli bir çevre nin yarattığı koşullarla, yine belli bir çevrenin toplum sal olanaklarına göre düzenlenir, bu düzenlemede dev let yönetiminin etkisi, katkısı olursa, din kendi özgürlü ğünü yitirir, bir yasa niteliği kazanır, o durumda da din olmaktan çıkar. 12 Eylül yöneticileri bu gerçekleri
anla-yabilecek durumda kimseler değildi, yarattıkları çelişki lerin arkasında gelecek korkusu saklıydı. Bu korku, bi çim değiştirerek "din koruyuculuğu"na dönüştü. Nite kim, durup dururken, anayasaya ..."din" kavramı soku-luverdi, din öğretimi devletin toplumsal görüşü gibi ser gilendi. Bu anlayışın, bu sergilemelerin en somut olarak din ilkelerine dayanan " p a r t i " birlikleri oluşu verdi, söz gelişi RP böyle bir görüşün, tabana yansımayan, dini "devlet d i n i " diye görmenin yanılgısı içinde oluştu. Ca miler birer "politika odağı" durumuna getirilerek, din bi reyin gönlünden alanlara dökülüverdi, bir çıkar, bir ka zanç aracı olmakla da kalmadı, toplumsal birlik biçimi ni alıverdi.
Özellikle Nakşibendilik denen koyu "şeriat" yanlı sı, İran kökenli "tarikat" kimi devlet görevlilerince bes lendi, güçlendirildi. Gelir kaynakları yasal kurumların önüne geçti. Oysa bütün tarikatlar birer örgüttür, belli amaçları vardı, islam dininde "tarikat", " m e z h e p " gibi kuruluşların birine bile yasal dayanak verilmemiştir. Ku ran'da, hadislerde (Muhammed'in ağzından çıktığı ileri sürülen özdeyişlerde) tarikata yasallık tanıyan bir bö lüm, bir anlatım yoktur. Tarikatların, mezheplerin doğ masında başlıca neden iran'dır. Eski bir uygarlığın yara tıcısı olan Iran, inanç bakımından, islam dininin içeriği ne aykırıdır. Iran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do ğuş ortamında özgündür, islam dini ise dar, gelişmemiş, verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle
Tev-rat'ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda do yurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. Gerek Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek iliş kilerine ağırlık verildiği, kadının bir " i n s a n " değil, se vişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olduğu kolayca anlaşılır. Nitekim, "Sahih-i Buhari"nin birinci cildinin sonunda yer alan üç bölüm okunduğunda, kadınların ay başı durumlarında bile ne yolla temizlenmeleri gerekti ğini Muhammed'den açıkça sordukları görülür. Kadın, bir topluluk içinde, aybaşı olduğunu, dölyatağının çev resine bulaşan kanın ne yolla temizleneceğini, çok açık bir dille Muhammed'den sorar, yanıtını alır. Yine bu ya pıtta, Muhammed'in bir gecede dokuz kadınla yattığı, onda otuz erkek gücünün bulunduğu söylenir. Başka bir hadiste, Muhammed'in dışkılığını çıkardıktan sonra, si linmek için, yanındaki arkadaşlarından üç taş istediği yazılıdır. Öte yandan, Muhammed'in dışkılığını döker ken arkasını Kabe'ye döndüğü, bu nedenle ayak yolun da arkasını Kabe'ye dönerek gereksinme gidermenin suç olmadığı bildirilir.
Muhammed'in yaşadığı dönemde, içinde bulundu ğu toplumda kadınlar çarşaf, peçe bilmezdi, o gibi giy siler o toplumda yoktu. Ayrıca, sarık, cübbe gibi giysi ler de yoktu, bilinmezdi. Nitekim Arap dilinde bu giysi lerin karşılığı olabilecek sözcükler yoktur. Hadis topla yıcılarına gelince, bunlar da Arap değildir, yalnız Nesai
(830-915) Mekkelidir, öteki beş kişi İranlıdır (Buhari, Si-cistani, Tirmizi, Kazvini, Müslim) hepsi İranlıdır, hepsi Muhammed'in ölümünden 180-200 yıl sonra doğmuş tur. Bu nedenle hadislerin çoğu tartışmalıdır, yalnızca belleğe dayanır. Öte yandan Kuran'ın özgünlüğü de tar tışmalıdır. Muhammed'in ölümünden sonra, Halife Os man döneminde toplatılıp düzenlendiği, birçok hafızın belleğine başvurulduğu, karşılaştırmalar yapıldığı, de ri, kemik, tuğla taş gibi gereçlerin üzerine yazılı "ayet l e r i n karşılaştırılarak incelendiği söylenir. Bugün eli mizde bulunan Kuran dağınık bölümlerden oluşturul muş bir bütündür, ancak kesin değildir. Nitekim, örnek alınan, dayanılan en güvenilir yazmanın, Ömer'in kızı, Muhammed'in karısı Hafza'da (605-665) bulunduğu sonradan elinden alınıp yakıldığını en güvenilir İslam kaynakları bildirir. Bu yazma neden yakılmış, hangi dü şüncelerle ortadan kaldırılmış kesin değil. İleri sürülen biricik neden, gelecekte birinin eline geçerse kuşku uyan dırır, o yüzden ortadan kaldırılmalıdır biçiminde tutar sız bir içerik taşır. Ancak, şurası açıkça biliniyor: Kuran, elimizde bulunan biçimden bambaşkaydı, düzenlenir ken birtakım değişikliklere uğratılmıştır.
İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kö-kenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel i-nanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığı nın yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme miştir. İşte "Şiilik" denen inanç düzeninin doğmasında
başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir. Bu gün, özellikle RP'nin dayandığı Humeyni anlayışı, ger çekte İslamm özüne aykırıdır. Osmanlı İmparatorluğu "Şii İran "la, aralıklı olarak, yüz elli yıl savaşmıştır. Sün ni Osmanlı Şeyhülislamı, Şii İran şahlarını "sapkın",
"rafizi", "kızılbaş", "dinsiz" diye suçlarken, yine Sün ni olduğunu ileri süren RP topluluğunun geçmişi unuta rak, başlangıçta Şiiliğin içeriğinden beslenen Humeyni yönetimine yönelmesi çok anlamlıdır. Bunun nedeni de, bu gibi ortamların doğmasına olanak sağlayan, dini salt ortamından çıkararak alanlara sürükleyen 12 Eylül ka ranlığı, yozlaşmışlığı olmuştur. 12 Eylül sorumlularını, gerçekte sorumsuzluğun başıboşluğunda, bütün çağdaş gelişmelere ters düşen bir doğrultuyu benimsemeleri, tinbilim bakımından doğaldır. Düşünsel alanda, en ufak bir başarı gösterme yeteneğinden yoksun bir topluluğun, ordu gücüne dayanarak yeterli görünmeye çabalaması aşağılık duygusunun ağırlığı altında ezilmekten başka bir anlam taşımaz. Bunu, Kenan Evren'in yayımladığı anı larından anlamak kolaydır. Bu anılarda sergilenen tutar sızlık, kişisel bilinç bulanıklığının, ezikliğinin eşsiz ör neğidir. Bir yandan ileri, çağdaş görünme çabaları, öte yandan da sözcüklerden korkmak, ürkmek, kurtuluşu or du gücünün arkasına sığınmakta bulmak, sonra Marma ris'te bir koruyucu birliğin denetimi altına girmek, yurt taşlar arasına katılmamak.
devrim-lere karşı eskiyi savunucu kuruluşlara yaşama alanı ya ratan girişimleri, uygarlığın en gelişmiş çağında bile ba şın içinde bilimsel birikimlere değil de omuzlarda taşı nan ordu aşamalarının imlerine dayanması, Kurtuluş Sa-vaşı'nı kazanmış, çağımızda bir eşi daha görülmeyen devrimleri gerçekleştirmiş bir toplum için çok mu çok utanç vericidir.
ANAP'ın yapısı, işlerlik biçimi, kuruluş ilkeleri yan tutmayan bir anlayışla incelendiğinde, 12 Eylül yöneti minin, Ortaçağın bile gerilerine giden, bir düşünceye saplandığını gösterir. Yönetimi eline geçiren bu 12 Ey lül ürünü ANAP, 12 Eylül Anayasası'na dayanarak, Tür kiye Cumuhriyeti'nin temel ilkelerini değiştirmiş, dev letin varlığını pekiştiren düşünsel odakları yürürlükten kaldırmış, devlet-din birliğinin en gülünç örneğini ver miştir. 12 Eylül Anayasası, halk-devlet ilişkisini din-dev-let özdeşliğinin denetimi altına vererek yozlaştırmıştır. İslamcıların savlarına bakılırsa, İslam dini bilime, sa nata, uygarlığa, tüzeye, yasaya en çok değer veren bir ku rumdur. Oysa bütün İslam ülkelerinde sürdürülen uygu lamalar ışığında sorunlara yaklaşılırsa, büsbütün tersinin benimsendiği görülür. Bugün hangi İslam ülkesinde, ça ğın uygarlık anlayışına, bilim dizgelerine uygun, verim li bir gelişme vardır? Hangi İslam ülkesinde fizik, kim ya, tıp ilaç üretimi, teknik, felsefe, dirimbilim, tinbilim, toplumbilim, tarih gibi daha ince başarı alanında övünü lecek bir gelişme gözlenebilir? İslam dininin kadına
bü-yük değer verdiği, onu yücelttiği ileri sürülür. Peki top lumun hangi aşamasında, hangi uygulama alanında ka-dın-erkek eşitliği, kadının yüceltildiği öne sürülebilir? RP'li kadınların (bir bilim kurulunun araştırmalarına gö re, gazeteler aralık 14-17) yüzde seksenden yukarısı "ka dının görevi çocuk yetiştirmektir" demiş, erkeğin kadı nı dövebileceğini savunmuş. Bu sav Kuran'dan kaynak lanıyor. Peki, doğurmak, yavru büyütmek, geliştirmek doğada yalnız kadının işi mi? Görevi mi? Doğada yav rusunu doğurur doğurmaz kaldırıp atan, bakmayan, kol-lamayan, onunla ilgilenmeyen kaç yaratık türü vardır? Ana olmanın, doğal bir anlamı da yavrusunu, belli bir sü re bakmak, yetiştirmek, kollamak değil midir? Bir kedi, bir köpek, bir çakal, bir tilki, bir kurt, bir domuz, bir ge yik, bir arslan doğurduğu yavruya bir süre bakmaz mı? Doğuruculuk toplumun değil doğanın verdiği bir yeti, bir görevdir, doğum gücünün kaynağı toplum, yönetim de ğildir. Kadını, yalnız doğurup çocuk bakmakla görevli sayarsak, öteki dişi yaratıklar ötesinde, bir insan olarak, değeri, ayrıcalığı kalır mı? İşte 12 Eylül yönetiminin ge liştirdiği toplumsal anlayışta, aile düzeni, kadının top lumdaki yeri böyle nitelenir.
Çağımızda bütün tek Tanrılı dinlerde bir değişme, bir başkalaşma görülmektedir. Bu durum bir gelişmenin, ilerlemenin dışa vurmuş görüntüsü değildir; dinin ayak ta durabilmesi için çağın buluşlarından yardım istemesi gizlice onların koruyuculuğu altına sığınmasıdır.
Nite-kim, özellikle giyim kuşam bakımından, çağdaş kılığa karşı çıkarak sarık, cübbe, peçe, şalvar, çarşaf, başörtü sü giyenlerin nerdeyse hepsinin çağdaş donanımlı konut larda oturdukları, oturmak istedikleri, çağdaş buluşlar dan (tıp, teknik, araç-gerç bg.) yararlanmada şaşırtıcı bir yarışmaya girdikleri gözden kaçmamaktadır. Batıya öy künme (Batı taklitçiliği) diyerek alanlara, yollara dökü len bilinçsiz gericilerin hangisi çağdaş buluşlardan ya rarlanmıyor, "gâvur işi" dedikleri araç-gereçlere sarıl mıyor? Dahası, bu Müslüman geçinen bilinçsiz sürüle rin hangisi "dolar", " m a r k " , " s t e r l i n " gibi yabancı ak çelerin tutsağı değildir? Son yöresel seçimlerde, kimi bölgelerde RP büyük bir başarı sağlamış gibi gösterili yor. Bu bir kandırmacadır. Seçim bölgelerinin toplum sal aşamaları, inanç yapıları, yaşama biçimleri yansız bir tutumla incelensin, bütün başarının çarşaf-peçe-sa-rık-cübbe-başörtüsü gibi giyimlerden kaynaklandığı ko layca görülür. RP ile benzeri kuruluşların kazancı, başa rısı bilinç ışığından yoksun kalmayı İslamın bir beceri si, öze değgin tutumu sayan anlayıştadır. Aşırı dinci ki şi, varlıklıdır, alışverişçidir. Eczane, sağlık evi, sağıltım kurumu açmıştır, kurumun girişinde, kapının üstünde "ihlas","tekbir", "tevhid" gibi Arapça, dinle ilgili söz cükler görülür. Bu kişi, kişiler dinden yararlanır, ancak içeri girip alışverişe başlayınca " K D V fişi" vermedik leri, atlatmaya çalıştıkları görülür, bunu hepimiz yaşıyo ruz, görüyoruz günlük işlerimizde. İslam dini "malının
kırkta birini zekât olarak vereceksin, kırk devesi olan bir deve yavrusu zekât diye vermelidir" kuralını getirmiş tir. Bugün, bu din kuralına uyan, islam dininin beş ko şulundan (namaz, hac, zekât, oruç, tevhid) biri olan "ze kât" görevini yerine getiren kaç dini bütün Müslüman vardır?
İslam dininde cami, mescit gibi tapım odakları (iba det yerleri) gösteriş için değil, gereksinme sonucu yapı lır, kullanılmak içindir, kazanç sağlamak, gelir edinmek için değildir. İslam dininde şundan bundan yardım top layarak, akçe dilenerek "ibadet yeri" yapılmaz, böyle bir kural yoktur. Oysa günümüzde gösteriş için yapılıyor bunlar, 12 Eylül yönetimiyle bu tür yapıların yapımı hız landırılmıştır. İstanbul'dan Van'a, Trabzon'a giderken büyük yolların kıyılarında, sağlı sollu dizilmiş camiler ot biter gibi ortaya çıkmaktadır. Oysa, cami insanların yo ğun oldukları, namaz kılmak gereksinimi duydukları yer lerde yapılır, Müslüman görünmek için değil. Yol kıyı larına dizilen camilerde, çoğunlukla öğle-ikindi namaz ları kılınıyor, sonrası boş. Bu görev yerlerinde çalışan ların hepsi devletten aylık alırlar. Bir günlük namazların süresi iki saati bulmaz. Görevli, aralıklı olarak, günde i-ki saat camide kalır, ötei-ki çalışma süresini alışveriş ye rinde geçirir. Peki bu davranış tslamın özüne uyar mı? İslamda akçeyle namaz kılmak, akçeyle Kuran okumak var mıdır? Yoktur (Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin bu konuda yasaklayıcı fetvaları vardır). .
12 Eylül yönetimiyle gelen tutarsızlık arasında bir de "vakıf" kurma yansı başlamıştır. Yalnız İstanbul'da kurulan bu " v a k ı f l a r ı n sayısı yüzün üstündedir. Bu ku-ruluşlann en büyük, en varlıklı bölümü dine dayalıdır. Bunlar arasında "İlim Yayma Cemiyeti" gibi çok geniş bir alana yayılan, saylav, bakan, genel müdür gibi toplu mun en yüksek görev aşamasında üyeleri bulunan kuru luş oldukça ilginçtir. Bu kuruluş "ilim"den ne anlıyor? Anladığı açık: Yalnızca İslam diniyle ilgili konular. Pe ki, bir çağda, bir toplumda " i l i m " denince yalnız dine değgin sorunlar anlaşılırsa, bu kuruluşları ayakta tutan kaynakların, o kaynakları ellerinde bulunduranların ya şama biçimleri ne olmalıdır? Benimsedikleri söyledik leri İslam dininin koşullarına uygun bir yapı değil mi? Şimdi soralım, bunlardan hangisi Islama uygundur? Ev lerin donanımı, taşıtları, alışveriş olanakları, iletişim araçları arasında Islamın ürettiği var mı? Konuyu biraz daha genişletelim, devletin genel bütçesini oluşturan ver gi düzenine geçelim.
Devlet ufaklı büyüklü bütün işletmelerden, işyerle rinden vergi alır. Bunlar arasında yasaya dayalı genelev ler, kumarhaneler, meyhaneler, bütün içki türleri, siga ra, tütün, gece kulüpleri, dinli-dinsiz, imanlı-imansız, ayık-sarhoş gibi saymakla bitmez vergi odakları vardır. Öyleyse bütün RP saylavlarının, cami görevlilerinin ay lıklarında, burada İslama aykırı sayılan, dahası dince ke sinlikle yasaklanan nesnelerden toplanan vergilerin bir
bölümü vardır. İslamın " h a r a m " diyerek yasakladığı ver gi odaklarından toplanan akçelerin de içlerinde bulun duğu "bütçe"lerden müftüye, imama, hocaya, "İlim Yay ma Cemiyeti"nin aylık görevlilerine, "Aydınlar Oca
ğının
devletten aylık alan sayın üyelerine, yandaşları na gerekli bölüm düşmektedir. Demek ki akçenin ucu keskin, sivri kargısı "İslama hizmet" için çalıştığını ile ri sürerek oy toplamaya, seçim kazanmaya çıkan yüksek görevlilerin, "adil düzen" çığırtkanlarnın "İslamın ima nı "yla -pekiştirilmiş, berkitilmiş gönüllerini kolaylıkla delebiliyor, bir yanından girip öte yanından çıkabiliyor. Akçenin gücü " i m a n " ı n üstesinden geliyor. Bu olumsuz bir gelişmedir, içeriği anlamsızlıkla sulandırılmış kav ramların arkasına sığınma eğiliminden doğan, olumsu zu olumlu gösterme çabalarından kaynaklanan yüzeysel yansımadır. 12 Eylül sorumluluları, böyle bir yansıma nın gelecekte, ulusun başına ne denli işler açacağını bi lemediler, bilmeye bilimsel güçleri yetmedi, yetemezdi. Onların yaşadıkları dünyaya, ancak omuzlarına yerleş tirilmiş sanların, Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Tür-kiyesi'nde geçerlik kazanan yetkilerin gözlüğüyle bakı lıyordu. Oysa Atatürk böyle düşünmemişti, devrimin ta bandan, Cumhuriyet'le gelen kurumları oluşturan bilinç li odaktan gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Tarihte bir çok büyük önder, büyük devrimci, büyük devlet kurucu kimseler gelmiş geçmiştir. Ancak, ülkenin geleceğini, güvenini "gençlik"e bırakan onu devletin koruyucu güç lü odağı diye anlayan bir önder daha görülmemiştir.Ulusların tarihlerinde, büyük devrimcilerin bize ka lan düşünsel yapıtlarında, yurdun geleceğini yetişecek gençlere bırakan bir devlet kurucusu bilinmiyor, bilini yor diyen beri gelsin. 12 Eylül yetkilileri bu gerçeği an layabilecek olgunluk aşamasında değildi. Çok bildikle rini, çağın en ileri yönetimlerini çok iyi anladıklarını sa nan bu yetkililerin yüreklerini ezen, bilinçlerini kavra yış gücünün ötesine iten biricik etken 27 Mayıs olayıy dı. Onlar, 27 Mayıs döneminde de, 27 Mayıs'ı gerçek leştirenlerin yetiştikleri ocaktaydı, seslerini bile çıkarma dan, kimi yerde yalvarmajarla, yakarmalarla durumu kurtarmaya çalıştılar. Sonra, 27 Mayıs'ın yerlerde sü rüklediklerini nerdeyse Atatürk'ün bile ilerisine götür meye çalıştılar, sözün kısası uzun süre "musalla taşında bekleyen" birer "cenaze"nin kaldırıcısı olmanın tadına varmakla övündüler, kendilerine tarihte bu yolla yer edin meye çabaladılar, uğraştılar, didindiler, hepsi bu.
Atatürk'ün, Cumhuriyet'in koruyucu, yaşatıcı gücü olarak nitelediği "gençlik" toplumun tabanından gelen bir birikimdir. Bu birikimin yönlendirilmesi, eğitimin çağdaş uygarlık anlayışının ilkelerine göre olabilir. Bu nu çok iyi bilen Atatürk'ün yurdumuzu "çağdaş uygar lık düzeyine çıkarma"nm koşulunu da gençlikte gör müştür. 12 Eylül yönetimi, nedense, bu ince görüşü do ğal eğilimiyle seziverdi. Açıktan açığa Atatürk'e karşı çıkmayı göze alamadı. Ne yaptı, işe tabandan, gençlik ten başladı, bunun için de "din eğitimi"ni gerekli
gör-dü. Bu eğitim, eğitim çağında olan kimselere verilebilir, tabanı oluşturan, ulusun geleceğini güvenceye alan da bu kesimdir işte. Dine dayalı eğitimin çağdaş olamayacağı, çağın gerilerinde bol otlu. sulak bir otlama alanı bulaca ğı belliydi. Bu sulak, otlak alanı, Adnan Menderes sağ lamıştı. Bu yüzden, Atatürk'ün üstün görüşünü kavraya cak güçte olmayan eski Osmanlı artıkları Menderes'in çevresinde toplandılar. Böylece, 12 Eylül yıkımının güç lenmesine yarayışlı otlaklar sağlanmıştı. İş, bu bol otlu, sulak otlaklarda yayılacak sürüleri bulmaya kalmıştı. İş te 12 Eylül yetkilileri bu görkemli otlağı bulup sürüleri ni yayladılar.
Din, hangi ortamda olursa olsun, kendi değişmez il kelerine bağlı kalınmasını, onların eksiksiz uygulanma sını ister. İslam dininde, yönetimi ele geçirme, devlet kurma eğilimi ağır basar. Nitekim Muhammed bir dev let kurucusu sayılır. Onun yaşadığı dönemde toplumu (daha sonra devleti) yönetebilecek kişi "halife", ya da "imam"dı. Muhammed, kurucu olarak " i m a m " , ondan sonra gelenler yönetici olarak "halife" sanını taşıdılar. "Halife" öncekinin yerine geçen, sonradan yönetimi eli ne alan, ardıl gibi anlamlara gelir. Bu nedenle Muham-med'e "halife" denmez. Yavuz Selim, Mısır'ı ele geçir dikten sonra yönetimi ardılların (halifelerin) ellerinden aldı, Osmanlıya bağladı, böylece Osmanlı padişahı "ha life" sanını da kazandı. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin başı Evren'in Trabzon'da tanıdığı söylenen Necmettin
Karaduman, "Meclis Başkanı olur olmaz, Meclis'in ya nında bir de cami yapılmasını kolaylaştırdı. Arkasından, kimi saylavlar, burada "cuma namazı" kılmaya başladı lar. Bu uygulama Islamda " Halifenin cuma namazı kıl-ması-kıldırması" geleneğinin yüzeysel, bilinçsiz bir sap-tırmasıydı. Nitekim ANAP başkanının ilk işi, bu cami de cuma namazı kılmak olmuştu, sonra Nakşibendi tari katı yandaşları saylav seçilince, imamın arkasında top lananların sayısı arttı.
Bu olay çok ilginçtir, basınımızın ünlü yazarları, sözde yetkilileri bu olayın tabanını bilmediklerinden, Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, Ameri-ka'dakine benzer bir "başkanlık yönetimi "nden yana ol masını, bu konuda direnmesini gereğince anlayamıyor lar. İslam dinine göre, Muhammed döneminde " i m a m " , ondan sonra "halife" sınırsız yetkileri olan "başkan"dır, toplumu tek elden yönetir, son sözü o söyler. Bu yöne tim biçimi yüzeysel görünümde Amerika yönetimine benzer, içerik bambaşkadır. Bu nedenle "başkanlık" ku ramı, îslamın "halifelik" uygulamasına yakındır (sığ bir yorumla), ayrılıküretim-tüketim ilişkilerinde, toplumsal kurumların iç yapısında görülür.
Yine çok ince, duyarlı bir konuya değinelim. Osman lı yönetimi dine dayalıydı, ancak ilk dört padişahın dı şında, hepsi (padişahların) " S ü n n i " görüşe dayanıyordu. (Üçüncü Selim, Abdülaziz, Beşinci Murad dışında. Bu padişahlardan ikisi Mevlevi, Abdülaziz Bektaşi diye
bi-linir). Oysa bütün padişahlar (adı geçenler dışında, ilk dördü, son üçü) tarikatçıydı, bu tarikatlar da " Sünni "ydi. Osmanlı yönetimi (padişah) bu inceliği sezdi, onun için şeyhülislamlık kurumunu oluşturdu. Padişah "tarikat ç ı " olabilirdi, ancak şeyhülislam olamazdı. Durum, gö rünüşte, kurtarıldı. 12 Eylül yöneticileri, çok iyi bildik lerini sandıkları bu gerçekleri duymadıkları için, öğre tim kurumlarında " d i n " e yer verilmesinden yana ağır lık koydular. Bunun sonucu, "Nakşibendi tarikatı" yan daşları ağırlık kazandı. (İlim Yayma Cemiyeti bu tarika tın elindedir, çoğunlukla). Durum ne oldu, 12 Eylül yö netiminin üstün, Atatürkçü örtüsüne bürünerek "Nakşi bendilik" Çankaya'ya değin tırmandı, önce gizlice, son ra açıkça. Bu tarikatlara göre toplumun en yüksek görev aşamasında bulunan kimsenin " S ü n n i " , dolayısıyla, "ehl-i ibadet" olması gerekir. İşte, bugün, ülkemizde "cuma namazları"nın sığmağına böyle girilir. 12 Eylül yönetiminin güçlendirdiği "Nakşibendilik" tarihin bü tün evrelerinde, bugün ülkemizde görülen, etkinlik aşa masına ulaşamamıştı. Doğu Anadolu'da yaşanmış ayak lanma olaylarının büyük öncülerinin hepsi "Nakşiben d i ' y d i . Kürt yurttaşlarımızın bugün PKK yanında bulu nanların, nerdeyse hepsinin, büyükleri "Nakşibendi'ydi.
12 Eylül yetkililerinden birinin büyük babası Trabzon'un Akçaabat-Vakfıkebir ilçelerinden Merzifon'a göçen bir kişinin torunudur (bu ilginç olayı burada değil, başka bir yazımızda açıklama gereği duyduk). Durum pek iç
açı-cı değil, yetkililer görünüşte kurtarıaçı-cı, ancak birbirleri nin düşünsel inançla bağlantılı kökenlerini bilmedikle rinden, uçurumun sisleriyle kapalı yolunu da göremedi ler.
Osmanlı yönetiminden beri, istanbul'un Fatih yöre si, tarikatçıların ağırlık gösterdikleri bir alandır. Bu alan da Nakşibendilik, Halvetilik, Rifailik gibi kuruluşlar et kilidir. Karagümrük yöresinde, Kadirilik varsa da yay gın, etkin değildi, ikinci Abdülhamid döneminde, " d e lidir" nedeniyle Toptaşı tımarhanesine atılan, Said-i Nur-si (Bediüzzaman) da koyu bir Nakşiydi, sonradan adının " n u r " (gerçekte Nors, bir köydür Doğu'da) sözcüğünden dolayı "Nurculuk" adlı kuruluşun öncüsü sayılmıştır, yanlıştır. Bu kişi, gerçekte, Doğuda "bağımsız bir Kürt devleti" kurmaya yönelik girişimlerin "silahlı öncüle-ri"ndendir. Nitekim, Necib Fazıl Kısakürek'in çıkardığı "Büyük D o ğ u " dergisinin besleyici kaynağı da Said-i Norsi'nin (gerçek adı budur, Nors köyünden gelen Said demektir) çevresinde toplananlardır. Bu kişi, oy toplamak düşüncesiyle, Menderes döneminde büyük ilgi görmüş tür. 12 Eylül yetkililerinin, Said-i Nursi'nin özlemleri doğrultusunda, eğitim kurumlarına "din kültürü" ya da "din dersi" koyma gereğini duymalarının tabanında, bu yeterince bilinmeyen, örtülü eğilimlerin derin izleri var dır.
Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak,
uy-garhğın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu gi rişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku du y u l m a m a k Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlı ğın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demek tir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarı larını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik kalmıştır. Kutsal saydığı " z e m i n " i bile "gâyur"un yap tığı kapta saklayan, başka ülkelere götüren, yakınlarına sunan bir dinin tabanında beliren büyük çatlakları gör mezden gelmek sarsaklıktan öte bir anlam taşımaz. Bu gün İslam dini, alanlarda, kalabalıklarda dinlediğimiz, gördüğümüz gibi, hep "gâvur kasetleri"yle yayılmaya çalışıyor, var olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. 12 Ey-lül'ün, İslama en büyük yardımı da, "gâvur buluşuyla beslenme" eğilimini yasallaştırmasındadır. Türk din gö revlilerinin aylıklarını Suudi Arabistan'ın ödemesini ola ğan karşılayan 12 Eylül yetkilisinin tutumu, çağın uygar lık gelişimlerini göremeyen gözleri bunun kanıtıdır. 12 Eylül yönetimi, bütün atıp tutmalarına, güçlü görünmek istemelerine karşın Trabzonlu genç bir ozanın, bir şiirin den korkarak, eli ayağı titreyerek Türk Dil Kurumu'nu kapatmıştır, bir yönetim için bundan daha acınası işlem, bundan daha güldürücü eylem olabilir mi?
TÜRK-tSLAM SENTEZİ
Son yıllarda, özellikle 1950 yönetiminin egemenli ği altına girişin ardından, islamcı çevrelerde, "Türk -Is-lam sentezi" başlıklı bir akım oluşturulmak istendi. Bu akımın öncülerinin çoğu, Türkiye'ye sonradan gelen, geçmişleri komşu ülkelerde kökleşen kimselerdir. Bun ların önemli bir bölümü tarihçidir, adlarını burada anmak istemiyoruz. Bunlara göre Türk denen insan ancak islam inançlarını benimsedikten sonra yerleşik yaşama düze nine geçmiş, uygarlığa ilk adımım bu geçişle atmıştır. Türkün anayurdu, atalarımın ocağı Orta Asya'dır. Türk ler, sonraları büyük-geniş yaylalardan büyük obalara bö lünerek B a t i ya göçmeye koyulmuş, Çin'den Avrupa or talarına değin değişik bölgelerde birçok devlet kurmuş tur. Bu Türk devletlerinin bilinen en güçlü kolu Hun-lar'dır, başlarında Avrupa'yı sarsan Attila vardır. Bugü nün Avrupasinda yaşayan Macarlar, Bulgarlar, Peçe-nekler, Kumanlar eski Türk boylarının torunlarıdır, bu ad larla anılan ülkeler de eski Türk yurtlarıdır, dolayısıyla bu ulusların kökenleri Türk'tür, kiminin adı sonradan değişmiştir, bu da Hıristiyanlık'ı benimsemelerinin so nucudur. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin çoğu Türk kökenlidir. Şimdi bu görüşü birçok tarihçinin benimse diğini biliyoruz. Başta Bulgarlar, Macarlar, Çekler olmak üzere birkaç Avrupa topluluğunun Türk kökenli ya da Or ta Asya çıkışlı olduğu onaylanmaktadır. Bu sorun
tartı-şılmış, değişik görüşler öne sürülmüş, ancak Doğu'dan, Asya'dan gelip Balkanlar'a yerleşen büyük konar-göçer toplulukların varlığı, etkinliği yadsmmamıştır. Biz, bu rada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz, üstelik bi zim için, burada, gerekli-değildir. Ancak, kendilerini "Türkçü", "İslamcı" diye niteleyen Türk aydınlarının hepsi bu konuda birleşir; kimi Türk'e kimi İslama üstün lük tanır, o da ayrı bir sorundur.
Türkler, ancak Arap komutanı Kuteybe'nin Asya'ya özellikle Uygurlara saldırmasından sonra İslam dinini benimsemeye başlamışlardı, ondan önce doğa dinlerin den birine bağlıydılar, bunu Orkun Yazıtlarından, Kül-Tigin'in sözlerinden öğreniyoruz. Bir başka görüşe gö re de Türkler " Şaman inançlarına" bağlıydılar. Bu da çok Tanrılı bir inanç öbeğidir. Demek, Türk topluluğu İslam inançlarıyla ancak 8. yüzyıl başlarında karşılaşmıştır. Bu karşılaşma daha çok Batı Türk boylarıyla olmuş, Gök-Türk topluluğu bundan pek etkilenmemiştir. Burada il ginç olan yan Türk topluluklarının İslam inançlarıyla alışveriş işine girmeleridir. İşte Türk-İslam sentezi yan daşlarının konuyu başlattıkları evre bu "İslamlaşma" dönemidir. Türkler, İslam inançlarıyla karşılaşmadan, yakınlık kurmadan önce, başka topluluklarla pek karışıp kaynaşmış değillerdi, kendilerinde bir "soy arınmışlığı" vardı, bu da onların yüksek yaylalarda konar-göçer ol maları yüzündendi. Bu Türk topluluklarında yerleşik ya şama düzenine geçişle başka topluluklarla karışma