• Tidak ada hasil yang ditemukan

Yalçın Küçük - Aydın Üzerine Tezler 4.pdf

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Yalçın Küçük - Aydın Üzerine Tezler 4.pdf"

Copied!
756
0
0

Teks penuh

(1)
(2)
(3)

A Y D I N Ü Z E R İ N E T E Z L E R

— IV —

(4)

«suç» ortaklarıma mamak yoldaşlarına elli dokuz adlı sanığa

Aziz Nesin, Hüsnü Göksel, İlhan Tekeli, Uğur Mumcu, Erbif Tuşalp, Haluk Gerger, Baftri Saacz, Mahmut Tali Öngören, Tuncay, Şerafettin Turan, Yakup Kepenek, Murat Bel­ ge, Çelenk, Emin Değer, Korkut Boratav, Mustafa Ekmek­ çi, Tahsin Saraç, Nurkut İnan, İnci Gür, Güler Tanyolaç, Gün­ gör Aydın, Haldun Özen, Bülent Tanık, Güngör Dilmen, Gen- cay Gürsoy, Vedat Türkali, Özay Erkılıç, Salih Sencan, Kemal Demirel, Vecdi Sayar, Tullui Sönmez, Onat Kutlar, İlhan Sel­ çuk, Ümit Erdoğan, Berna Moran, Minu İnkaya, Veli Lök, Em­ re Kapkın, Cahit Tanör, Yılmaz Tokman, §inasi Acar, Oralp Basım, Ruşen Hakkı Özpençe, Hayri Tütüncüler, Güngör Tür- keli, Atıf Yılmaz, Başar Sabuncu, Şahap Balcıoğlu, Erdal Özt Turgut Kazan, Talat Mete, Ercan Ülker, Ahmet Kocabıyık, Cumhur Ertekin, Yılmaz Bolat, Güney Dinç, Cemal Nedret Er­ dem, Yavuz Aksu

belgeyi Çankaya'ya taşıyan, samfc sayılmayan her zaman genç Fehmi Yavuz Hoca'ya

delikanlı Esin Afşar'a

sevgili Bilgesu Erenus*a birilikte olmak sevinçtir.

y . k. Karakusunlar Köyü,

(5)

İ Ç İ N D E K İ L E R

ÖNSÖZ 7- 14 Birinci Bölüm RESTORASYON 15-342 Aydıntürk’ün Dramı 25-135 Korku ve İdeoloji 135-254

Nazım Hikmet Kafeste : Restorasyon 254-291 Birinci Bölüm İçin Birinci Ek

Emin Türk’ün Savunması: 1930 292-295 Birinci Bölüm İçin İkinci Ek

A.M. Dıranas: CHP’nin Anadolu Resim

Gezileri 296-306

Birinci Bölüm İçin Üçüncü Ek

Dinamo Yazgısını Söylüyor 307-314 Birinci Bölüm İçin Dördüncü Ek

İki Kitap İki Kuşak 315-325

Birinci Bölüm İçin Beşinci Ek

Baltacıoğlu ve Ülken: Döndüler mi? 326-362 İkinci Bölüm

EKSİĞİ VE FAZLASI 343-563

Polisiye ve Ütopya 353-395

Aziz Nesin’e Başlangıç ... 395-442 Türkiye’nin Stratejik Önemi 442-482 İkinci Bölüm İçin Birinci Ek

(6)

ikinci Bölüm İçin İkinci Ek

Kediler Dünyasında Bir Adam: Ataç 510-534 İkinci Bölüm İçin Üçüncü Ek

Markopaşa ve Zincirli Hürriyet 535-557 İkinci Bölüm İçin Dördüncü Ek

Bir Öykünün Ekonomi Politiği 558*563 Üçüncü Bölüm

AYDIN SAVUNMASI 564-755

Hüsnü Göksel: Cerrahın Demokrasi

Dersi ... 568-590 Gencay Gürsoy Nörologun Tarih -

Coğrafya Dersi 590-595

Haluk Gerger Siyaset Bilimcisinin

Onur Dersi ... 595-601 Aydına Başkan ve Nazım’a Mapusane 601-647 Üçüncü Bölüm İçin Birinci Ek

Aydın Yazısı 648-662

Üçüncü Bölüm İçin İkinci Ek

Evren: Çok Aydın Gördük 663-668 Üçüncü Bölüm İçin Üçüncü Ek

Aydınları Savunan Hukukçu Aydınlar 669-670 Üçüncü Bölüm İçin Dördüncü Ek

İ. Soysal: Nazım’ın Mezarı Başında 671-683 Üçüncü Bölüm İçin Beşinci Ek

Türkiye’yi Sevmek Hapishanelerini

Sevmektir 684-728

Üçüncü Bölüm Beşinci Ek İçin Ulak

Sadakat Yürek İşidir 729-731

Üçüncü Bölüm İçin Altıncı Ek

(7)

Ö N S Ö Z

Onlar kırarak bitiremiyorlar, ben yazarak bitire­ miyorum: Türk Aydını.

*

Kırılanlar için üzülüyorum ve üzüntümü yazvyo-■rum.

Ah ne yazık

ne yazık ki ona,

dört nala giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak

*

Açıklığa kavuşturmam gerekiyor: Aydın Üzerine 'Tezler’de aydıru, düşüncelerinin değil eyleminin so­ nucu olarak ele alıyorum. Çok açık yazmam gereki­ yor; Türk aydınını kişiliğiyle, ahlâkiyle, birlikte yaz­ mayı deniyorum. Bu hem aydını eyleminin ütünü ola­ rak ele almamdan ileri geliyor; eylem, kesinlikle ki­ şiliği ve ahlâkı belirliyor. Eylemsiz insanın ahlâkı ol­ muyor; taşın ahlâkı yok. Hem de Türk aydınını bir *ahlâklılık çerçevesi içinde yazmak istememden doğu­

yor.

Yazdığım aydınların kişilikleriyle uğraştığım yo­ lundaki eleştirileri kabul ediyorum. Aydınlarımın

ki-siliklerini de yazmak istiyorum.

Eyleminde bir ahlâk tutturabilmiş aydınlan se­ kiyorum. Bunları sevecenlikle yazdığımı kabul

(8)

edi-yorum: Yeni kuşaklara, ahlâklı kalabilmiş aydınları­ mı tanıtmayı bir görev sayıyorum.

Eylem, ahlâktır.

Yirminci yüz yılın sonunda Türkiye’de aydın için, ahlâk eylemdir.

Teorik içerik kazanmış aydın için eylem din’dir. *

* *

Aydın Üzerine Tezler’in dördüncüsünü, Aydın Ya­ zısı nedeniyle sanık sandalyası için seçilen «suç» or­ taklanma sunuyorum. Mahkeme salonlarında •dilek­ çe» olarak bilinen bu belgeyi, «kitap» içinde, «Aydın Yazısı» olarak adlandırıyorum. Bu kitabı, Türk aydı­ nının onurlu eylemlerinden birisine ayırıyorum.

Sunuşumu reddedebilecek olanlar çıkabilir; ön­ ceden saygıyla karşılıyorum. Bir kitap sunduğum ay­ dınların hepsinin her yaptığını beğendiğimi söyleye* mem. Benim yaptıklarımın pek çoğunu beğenmedik­ lerini de biliyorum. İşte bir de bunun için bir kitap sunmaya karar verdim.

Bu biçemin bir ahlâk olmasını diliyorum.

Birlikte olmak için, en azından yürüyüşün başın­ da, birbirimizi kara sevdalı türünden beğenmemiz şart değil; nikâha gitmiyoruz, yola çıkıyoruz. Birlikte olabilmek için kopmayı risk etmemiz gerektiğine ina­ nıyorum.

Bir araya gelme-aynlma-birleşme: Ancak böyle güçlenebiliriz.

Yatakları gittikçe açılan bir büyük nehirde bir­ likte kürek çekiyoruz; aynı nehirde kürek çekenler­ den hiç birisine, birlikte kürek çekmeyi bir sevince çevirmeyi engelleyecek bir kızgınlığım yok. Daha açık yazabilirim, uzunca süre birlikte olduğum Behice Bo­ ran, 1970 yıllarının sonlarında benim için, çok şid­ detli ve çok acımasız bir kampanya başlattı. Üzüldüm; bir kötü rüzgârdı, geçmesini bekledim. Bu acımasız kampanyanın benim düşüncelerimi etkilemesini ön­ leyebilmek için olağanüstü çaba harcamam gerekti..

(9)

Başardığımı sanıyorum,; ansiklopedilere madde yazar­ ken bu haksız kampanyayı yok sayabildim.

Türkiye'de beraber olamayacağım hiç kimsenin bulunmadığını düşünüyorum. Ancak, tartışarak be­ raber olmak gerekiyor. Biz insanız, koyun değil; ko­ yunlar tartışmaya gerek duymadan beraber olabi­ liyorlar.

Bu kitabı «mamak yoldaşlarına», onurlu eylem­ leri nedeniyle sunuyorum. Ancak hiç kimseye tartış­ ma hak ve özgürlüğünü sunmuyorum.

Ayrışık bakabiliyorum ve bunun bir biçem olma­ sını diliyorum.

*

«Murat, dikkat et, Uğur, çok iyi, Altan, çık dışa-n!»

Bir nehirde kürek çekilirken, bu sesleri duymak mümkün. Şaşmamak gerekiyor.

Bu önsözü çok geniş tutmayı planlamıştım. «Ne Demeli» başlığıyla bir bölüm uzunluğunda yazmayı düşünüyordum; yerim kalmadı. Başka bir fırsatta yapmam gerekecek, tartışacaklarım var.

Kimseye cevap vermeyi düşünmüyorum, ancak, tartışmak istedikleyim var. Tezler ve diğer çalışmala­ rım üzerine yazılanlar içinde tartışılabilir noktalar görüyorum. Bunu er-geç yapmak durumundayım. Fa­ kat «Ne Demeli» başlığıyla yazabileceklerimi, çalış­ malarımın sınırlarını taşırarak, tümüyle Türk düşün­ cesi ve bu arada basın üzerine uzatmak istiyorum.

Burada yalnızca ip uçlarını verebilirim.- Türk ekin ve düşüncesini, günlük basının sultasından kurtar­ mamız gerekiyor. Hem günlük basının ve hem de güncel bakışın egemenliği, ekin ve düşünce yaşamı­ mızı kemiriyor.

Gündemde bu var. Henüz yapamıyorum. *

* *

(10)

mam gerek; henüz yapamıyorum, borç sayıyorum. Dergi nasıl çıkarılır, imza nasıl toplanır ve saklanır, sol dalgalara binip hep sağa nasıl tutunulur, eleştiri nasıl yapılır ve gelen eleştirilerden yalnızca küfürler nasıl seçilir, bunlar, yazacağım «Ahlâk Dersi» içinde yer alacak. İsterse Murat, önceden cevabını da ya­ zabilir.

* * *

Uğur Mumcu’nun yazdıklarım arasında katılma­ dığı bölümlerin az olmadığını biliyorum. Benimse yaz­ dıkları içinde büyük bir haz ile okuduklarım giderek artıyor. Sovyetler Birliği ve Bulgaristan üzerinde yaz­ dıkları dışındakileri büyük bir beğeni ve rahatlık duy­

gusu ile okuyorum.

Evime haber bülteni okuyan radyo, televizyon ■sokmuyorum; gazeteyi üç-dört günde bir okuyorum. Yapamıyorum; ayda ve hatta yılda bir kez, kuşkusuz bütün gazeteleri okumak istiyorum. Bir yılın gazete­ sini, yılın bir kaç gününde ve en çok bir haftasında okumanın çok daha yararlı olacağım düşünüyorum. Bülent Ecevit'in, Uğur’un bir yazısına verdiği kar­ şılık, gazete okuma günüme rastlamamış, okuyama­ zım. Uğur’un cevabını okudum, yeterli geldi; son de­ rece ağırbaşlı ve vezinli bir yazısıyla söylenmesi ge­ rekenleri söyledi. Uğur’un yök, bin dört yüz iki ve benzer yazılarını da rahatlayarak okuyorum.

Kimi gazetecilere ise şaşıyorum; en akıllı kendi­ lerini sanıyorlar. Bakanlarına ikide bir baş kaldırma­ yan müsteşarlan, ya da Demirel’e «hayır» demeyen •milletvekillerini namus çizgisine çekmek için mangal­ da kül bırakmıyorlar. Altan öymen, bunlardan biri-Ssidir.

Bir gazetenin, Milliyetin klişesinde ismi yazılı, üst yöneticilerinden birisi oldu; haber müdürü türün--den bir yeri var. Harold Pinter ve Arthur Miller Türk aydınlarıyla dayanışma için gelip gittikten sonra, Al­ ttan Öymen’in haber müdürü olduğu gazetede. Samı .Kohen’in oldukça dürüst haberi tahrif edilerek, «ye­

(11)

diler içtiler zehir kustular» başlığı ile çıktı. Bundan Altan öymerii sorumlu tutuyorum.

Alton öym en’in bizim nehrimizde hiç bir yeri yok.

Altan, üstelik, çıkan olmadan hiç kimseye yemek yedirmemiştir. Üstelik Miller ile Pinter’in çağrılı ola­ rak geldikleri ülkemizde yemeklerin birisini, tekmey­ le dövülerek öldürülen Ilhan’ın ağabeyi Muzaffer İl­ han Erdost ödedi. Altan, bu işler için para ödemez; biliyoruz.

Uğur’un, Banş Demeği Davası tutuklusu arka­ daşlarımızı ziyarete giden sinema sanatçısı arkadaş-lanmızla ilgili olarak Altan Öymen’in ters yazısına yönelttiği eleştiri, gazete okumama günüme denk gel­ miş; arkadaşlanm haber verdiler. Gittim, Cumhuriyet Ankara Bürosu’ndan aldım. Yalnızca teşekkürlerimi yazıyorum.

* * *

Aydın Üzerine Tezler’i bir de, Türk aydınının gö­ rebildiğim hastalıklannı tedavi etmek için yazıyorum.

J*

Sabahattin Âli çözümlemesine, sevmediğim bir aydın tipolajisini çıkarmak için başladım. Bir eli yağ­ da, bir eli balda olmak isteyen, yaptığının fiyatını öde­ diği zaman çok büyük hazımsızlık gösteren, yalnızca aklıyla toplumu ileriye götürebileceğine inanan, top­ lumsallık ve sınıfsallıktan uzak aydın tipolojisini sev­ miyorum. Sabahattin’de bunun ip uçlarını gördüm.

Bir araştırıcı olarak altın ararken uranyum bul­ dum.

Yazar mıyım?

Toplumuma sorumluluğum en önde geliyor. Bili­ min devrimci olduğuna, gerçeğin ilerletici olduğuna inanıyorum. Ancak yayınlayabilmek için bunu Saba­ hattin ile ilgili bulgulanmda da görmem gerekiyor.

(12)

Bilim devrimcidir. Gerçek, güçlendiriyor. Türkiye’de bilim yapılır.

Şimdi Sabahattin’in kişiliğinde zaaflar olmadığı­ nı varsayınız. Kişiliğinde zaaf olmayan bir aydın, fe­ ci bir biçimde öldürülüyor. Bir bunu düşününüz; bu, korku salmaz mı? Sabahattin öldürüldükten sonra, ölümünü kimse merak etmezken, bayram değil sey­ ran değil, Sabahattin’in ölümü bir feci senaryo ile birlikte açıklandı. Neden açıklandı?

Bu kitapta bunun yerini bulacağınızı umuyorum. Bir de benim anlatımımı okuyunuz: Aydın, git­ tikçe «Kâmil İnsan», Olgun Adam olmak zorundadır. Giderek zaafım atmak durumundadır. Eğer Sabahat­ tin böyle feci bir senaryonun kurbanı oldu ise, bu ki­ şisel zayıflıklarıyla da ilgilidir. Polisi de atlatabilece­ ğini düşünüyordu.

Ölürsünüz, asılırsınız; ancak Sabahattin türünden öldürülmeniz çok zor. Eğer burjuvaziyi aldatacağınızı düşünmezseniz, eğer yalnız yenmeyi planlarsanızr ölüme razı olabilirsiniz, ancak ölümünüz, korku saç­ mayabilir.

Sabahattin anlatımım, Türk aydınında korkuyu yenmeyi amaçlıyor.

Sabahattin’in ölümünü yeniden kurdum; yazdık­ larını seviyorum. Hiç etkilemiyor.

Türk aydını ayrışık olmak zorundadır.

Sabahattin Âli ya da Orhan Veli ile ilgili olarak yazdıklarım, Sabahattin ya da Orhan’ı yakından ta­ nıyan, dostluk yapanları çok etkiliyor. Üstlerine ah-yorlar. Ayrışık olamıah-yorlar.

Ayrışık olmak zorundalar. * # *

Hüsnü Göksel ne yapıyor? Bir garip yaratığın iş­ gal ettiği organı kesip atıyor. Hüsnü Göksel, bir za­ afın, bir yapının her tarafına yayılmasını önlemekr için, zaafı değil zaafın yerleştiği organı kesip atıyor..

(13)

öyle sanıyorum, Türkiye'nin zayıf düştüğü bir dönemde, toplumun göğsüne yerleşen bir mikrobun daha da yayılmasını, Türk toplumunun tümünü zap­ tetmesini önlemek için müdahale etmek gereğini duy­ du. Aydın Yazısı’nm hazırlanması işini üstlenenler «arasında ve önde yerini aldı.

*

Gülçin Çaylıgil ne yapıyor? Avukatlık mı, belli bir soyutlama düzeyinde avukatlık yaptığını söyleyebi­ lirim. Daha üst bir soyutlama düzeyihde şunu yaptı­ ğını düşünüyorum: Zaptedilmiş kitaplarla zaptedilmiş aydınları kurtarmaya çalışıyor. Gülçin için yaşam, is­ ter kitap ister bir aydın, bir dostu, özgürlüğüne ka­ vuşturmak olarak gerçekleşiyor. Bunun için Selimiye ile Metris, Sultanahmet ile Sağmalcılar arasında me­ kik dokuyor.

Doktorlar ve hukukçular, fizyolojik ve toplumsal hastalıkların içinde yaşıyorlar. Hastalıkların kendile­ rine bulaşmayacağını sanıyorlar. Toplumun, bu kadar hırsla, kanserojen hücrelerin salgınına uğratıldığı bir zamanda, hastalıkların üstüne yürüyorlar.

*

* *

Aydın Üzerine Tezler’in dördüncüsünü tamamlar­ ken, Gülçin’i, dost Hüsnü Göksel'in uzman ve seve­ cen ellerine teslim edeceğimiz hiç aklımıza gelmedi. Gülçin, bu kitabın hukuk denetimini bir ameliyat son­ rasında ve pansumanlar arasında yaptı.

Üzücü, kabul ediyorum. Ancak yaşadığımız gün­ leri daha acı ne anlatabilir? Ameliyat dikişlerinin alın­ dığı, pansumanların yapıldığı bir Türkiye’de Aydın Üzerine Tezler’in hukuk denetimi yapılmayacak da, ne yapılacak?

Aydın Davası’m yazmıyorum.

(14)

sunmak istedim. İzinlerini aldım. İlerde Aydın Dava­ sı’nm çok daha kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde ya­ zılacağım biliyorum. Şimdi bir ön hazzıru vermek, en iyi savunmanın savunmayı aştığını, göstermek iste­ dim.

Üç Aydını, Hüsnü Göksel’i, Gencay Gürsoy’u, Ha­ luk Gerger’i seçmem, yalnızca, kuşaklan yansıtabil­ mek kaygısından doğdu. Savunmalann çok büyük bir bölümünü kıvançla dinledim.

*

*♦

Aydın Üzerine Tezler, bitiyor mu? Ne yazık, bi­ tiremedim.

Yazacahlanm var, hazır; ancak ne zaman yaza­ rım, bilemiyorum.

Bundan sonra «Küçük Ansiklopedi» dizisini ta­ mamlamaya öncelik veriyorum. Aynca daha güncel olma gereğini duyuyorum.

Yazdıklanmm tümünün yanlış olduğu ileri sürü­ lebilir; doğru olduğuna inanarak yazıyorum. Ancak yöntemim üzerinde durulmasını tekrar diliyorum.

Genç kuşaklardan yöntemim üzerinde ciddiyetle eğilmelerini diliyorum.

* * *

Aydınımızda kanserli organlan kesip atmaya ça­ lışıyorum.

Daha sağlıklı olabilmek için. Güzel günlere sonsuz inanıyorum.

Yazdıklanmm şiddeti bir ölçüde bu inanca, bir ölçüde de, yaptığım işte yalmzlığa dayanıyor. Toplu-mumuzda eleştiri yoğunlaştığı ölçüde yazdıklarımın şiddetinin azalacağını düşünüyorum.

Kasım 1985 Karakusunlar Köyü Ankara

(15)

BÎRÎNCÎ BÖLÜM

RESTORASYON

Uzakta, derinliklerde, çok dipte bir deprem var. Su­ lar, dalgalara çevriliyor. Dalgalar, denizi ileriye taşıyor. Balıklar, denizin uzadığını sanıyorlar. Balıklar, en yükselt dalgalara biniyorlar; en yüksek dalgalar, en uzun dal­ galara dönüşüyor. Balıklar, ilerliyorlar. Denizin ilerlediği­ ne inanıyorlar.

Uzak, Birinci Dünya Savaşı sonlarıdır ve Doğu'da. Eskiden Batı Avrupa’ya «Uzak Avrupa» deniyordu; şim­ di yakınlaştı. Şimdi Doğu'nun bir bölümüne «Yakın Do* ğu» deniyor, Türkiye, yakın Doğu'da. Deprem, Birinci Dün­ ya Savaşı sonlarında Türkiye’yi etkisi altına aldı; Türki­ ye, uzun modernizasyon sürecinde bir yeni aşamaya g ir­ di. Yüz yıllar, yüzeysel yürüyüşü, coğrafik atılımı bir ya­ şam biçimi yapmış Türkler, saflaşma ve derinleşme ge­ reğini duyuyorlar. Türkiye «Anadolu İhtilâli» denilen es­ kiyi yıkma sürecinden geçerek Cumhuriyet oluyor.

Her ihtilâl, bir tabula rasa üzerine geliyor; yoksa, ya­ ratarak gelir. Her ihtilâl, başkalarıyla birlikte, inter aliar bir kendi adamını yaratma sürecidir. Eski adama, ola­ nakları ve gücü ölçüsünde, yıkmak ve yok etmek zorun­ da kalıyor. İhtilâl, eski adam için yıkım, yeni adam içirt açılımdır; eski kadroların yok olması ve yeni kadroların yaratılması dönemi oluyor. İhtilâl, yeni karyerler ve yenp yaşamlar yaratma işi sayılıyor.

Anadolu İhtilâli için eski kadroları yıkmak ve o rta ­ dan kaldırmak pek zor olmadı. Yirminci yüz yılın

(16)

başın-dan. Aydın Üzerine Tezler’in daha önceki kitaplarında ileri sürülen tezlere göre. 1906 yılından bu yana Tür­ kiye’nin içine girmiş olduğu iç savaş ve eksik olmayan dış savaşlar, sürekli bir kadro kaybına yol açtı. İç sa­ vaşta, Balkan Savaşı’nda, Birinci Dünya Savaşı'nda, baş­ lı başına Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Sakarya’­ da, çok sayıda kadro, erlerin dışında subay ve yedek su­ bay yok oldu.

Siyasi idamlar niteldir: Asılandan daha çok adam öl­ dürüyor.

İzmir’de Mustafa Kemal Paşa'ya suikast düzenle­ dikleri gerekçesiyle, asılanlar, eski kadrolara kalıcı bir darbe niteliğine bürünüyor. Eski kadrolardan eskiye bağ­ lı kalanlar, açık mücadeleden geriye çekiliyorlar. Bekli­ yorlar.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi, bir alaca ka­ ranlıktır; ileriye atılışı sürdürmek kadar restorasyonu da getirebilir. Alaca karanlıkta net görmek zor.

Büyük fırtınalar önce rüzgârını salıyorlar; İkinci Dün­ ya Savaşı öncesinde rüzgâr var. Rüzgâr, denizde dalga demek. İlerlemiş balıklara dalga, su getiriyor; yerlerini koruyabilmek için mücadelelerini sürdürebilecekler.

1940 yıllarında mücadele çırpınmaya benziyor. Kırk Kuşağı için mücadele bir çırpınma oldu.

Sonradan kendi çırpınmalarına acıdılar. Kendilerine «Acılı Kuşak» adını verdiler (*). Bunun ne anlama gel­ diğini pek bilmek istemediler.

İnsanın kendine acıması ağlamaktır.

(*) «Kuşağım fikir namusu içinde, acı çekerek, inandık­ larının bedelini ödemiştir. Çok kurban vermiştir. Kurban ve­ rilecek ki, fikirler gelişip yer edecektir. Istırap bizim kuşağın alın yazısıdır. Onun için (kahrolan kuşak) acılı kuşak diyoruz.»

Mehmet Kemal, Acılı Kuşak, Ankara, 1967, s. 11. «Yakınmak gibi olmasın ama yolculuğumuz biraz çileli geçmekte... Bir yol arkadaşımızın, bizi kitabına alırken yaptı­ ğı ‘Acılı Kuşak’ nitelemesinde biraz yakınma bulunduğundan ^Çileli’ deyip geçiyorum.»

(17)

Her depremden sonra deniz çekiliyor. Balıklar, de­ nizin çekildiğini bilmiyorlar.

Restorasyon dönemleri, denizin çekilme sürecidir; her burjuva-demokratik atılımı, kesin bir restorasyon dö­

nemi izliyor. Batı Avrupa'da her iki burjuva devriminden

sonra da, tarihçilerin adına «restorasyon» dedikleri dö­ nemler geliyor.

Burjuva ihtilâlleri, restorasyonu içinde barındırarak gerçekleşiyor.

Cromvvell Devrimi'nden sonra İngiltere'de restorasyon sürecini, İngiltere tarihi ile ilgili bir kaynak şöyle çözüm­ lüyor: «İkinci Charles'ın tahttan önce de başbakanı ol­ muş olan Edvvard Hyde, restorasyonun, salt kralcı bir po­ litikayla ne de yabancı askerlerle gerçekleştirilemeyece­ ğini, bu sonuncunun öldürücü bir yanılgı olacağını, resto­ rasyon için tek yolun Puritan partilerin 'birbirinin cellâdı' olmasından geçtiğini anlamıştı»1. Gerçekten de İngiliz restorasyonu, bu reçeteye uygun olarak gerçekleşti. «Kı­ saca, kralcılık değil Ordu, restorasyonu sağladı»2. Dev­ rimi yapan Oliver Cromwell'in ordusu, kendi içinde yaş­ lılar ve sıradan askerler arasında, «grandees» and rank o d file, hizipleşmeden yorgun düştü; Richard Cromvvell ise net bir cumhuriyet yanlısı politikayla ortaya çıkma cesaretini gösteremedi.

İhtilâlci dönemler mi, restorasyon mu daha uzun? Mantık açısından, ihtilâlin özünde hız olduğu için, resto­ rasyon dönemlerinin çok daha uzun olması gerekiyor. Tarih bunu doğruluyor. Tarihçilerin Fransa'da restorasyo­ nu Napoleon Bonaparte’nin kesin düşüşü ve tarih sah­ nesinden çekilmesiyle başlatmalarına karşın, bunu çok daha gerilere almak, Bonaparte’nin yükselişini ve daha da giderek ihtilâl süreci içinde Thermidor Karşı Darbesi'ni ‘başlangıç saymak düşünülebilir; tartışılabilir.

Restorasyonun ihtilâlci dönemlerden daha uzun ol* ması kadar, ihtilâlden sonra restorasyonun gelmesi de, bir mantık sonucudur. Çünkü burjuva ihtilâli, kendisini sağlama alabilmek için, tarihsel misyonunun gerektirdi­ ğinden daha ileri adımlar atmak zorunda kalıyor. Engels,

(18)

bunu, başka bir biçimde ve şöyle anlatıyor: «Burjuvazi­ nin hasat zamanında olgunlaşmış kazanımları gerçekleş­ tirmesi için bile, tamıtamamına 1793 yılında Fransa’da ve 1848 tarihinde Almanya'da olduğu gibi, ihtilâlin, önemli ölçüde ileriye götürülmesi gerekiyordu. Bu öyle görünü­ yor, gerçekte burjuva toplumun evrim yasalarından biri­ sidir» (*). Eklemek durumundayım; insanları, kadrolar», ve bir bölük ihtilâl öncüsünü ileriye götürmeden ihtilâli, normal mecramdan daha îleri mevzilere götürmek müm­ kün değildir, mümkün olmuyor.

Büyük Fransız İhtilâli’nde, Jakoben Terörü ile, Pa­ ris’in yoksulları. Büyük Fransız İhtilâli’ni, tarihsel yata­ ğından daha ileriye taşıdılar. Büyük Fransız İhtilâli, büyük bir depremdir; büyük dalgalara ve hızlı hareketlere yot. açıyor. Paris’in sans-cullotes’ı, Paris’in donsuzları ile it­ tifak yaparak Büyük Fransız İhtilâli’ni tarihsel mecram­ dan çıkarıp daha ileri mevzilere götüren Jakoben Lider­ ler, Thermidor Karşı Darbesi ile başlayan bir süreç için­ de, pek öyle çırpınmaya zaman bulamadan, giyotin için sıraya diziliyorlar (**). Paris’te dalgalar çok yüksek olu­ yor.

Yükseklik, bir hızdır.

Hız, zigzagları eğilimlere dönüştürüyor: hız varsa anan çizgileri görmek daha kolaydır.

Hız, eşitsiz gelişme eğilimlerini gizliyor.

(*) Kaldığı yerden, Engels, şöyle sürdürüyor: «İşte İhti­ lâlci eylemin bu taşkınlığım, zorunlu olarak, kaçınılmaz olan gericilik, reaction, izledi; bu da, kendisini tutabileceği nokta­ dan ileriye gitti. Bir sıra dalgalanmadan sonra, sonunda, yeni bir çekim merkezi bulundu ve bu bir yeni başlangıç noktası oldu.»

K. Marx-F. Engels, Selectod Works, s. 389. (**) Komün Paris’ini içine alabilecek bir biçimde, Fran­ sa’da İç Savaş’ı yazarken Marx, genelleme yapmak olanağını buluyor: «Sınıf mücadelesinde bir ilerici aşamaya işaret eden, her ihtilâlden sonra, devlet gücünün saf baskıcı karakteri çok. daha net bir biçimde ortaya çıkıyor.»

(19)

Eşitsiz gelişme çizgilerini görebilmek için tarihe slow- motion bakmak gerekli oluyor.

Kemalist Devrim’e doğru bakabilmek için gereklerin ilki ise hızlılık illüzyonundan kurtulmaktır.

Tarih içinde Kemalist Devrim yavaştır; çizgiler ve dal­ galar yüksekliğe ulaşamıyor.

Sorular da tarihseldir; çözümü hazırlanınca ortaya çıkabiliyor. Çözüm bekleyen soru şudur: Eşitsiz gelişme çağında Kemalist Devrimi, kendi tarihsel mecramdan ta­ şıran dalga hangisidir? Daha öncesi böyle bir dalga ol­ du mu?

Tekrarlamak zorundayım: Burjuva-demokratik dev- rimlerde, taşma, burjuva-demokratik hareketlerin tarihsel ftazammlartnı sağlamlaştırabilmek için sürekli oluyor. İle­ riye gitmek, geriye yerleşmek için zorunlu sayılıyor.

Burjuva devrimlerin, büyük burjuva başkaldırılarının, savaş gücü, tartışılmaz bir biçimde, köylülüğe dayanıyor. Ancak köylülük, burjuva başkaldırıları zaferle sonuçlandı­ ğında, kaçınılmaz bir biçimde kaybeden sınıfı oluyor. En- ğels'in sözleriyle, the peasantry is just the class that, the vlctory once gained, is most surely ruined by the eco* nomic consequence, burjuva devriminin ekonomik so­ nuçları, köylülüğün yıkımını getiriyor.

Anadolu İhtilâli’nin sınıfsal dayanakları hep tartış­ malı oldu; bu, sınıfların yokluğu ya da katılım eksikliğin­ den ileri gelmiyor. Anadolu İhtilâli, hızı zayıf ve bu ne­ denleri dalgaları yüksek olmayan bir hareket olarak geliş­ ti. Bu, bir hızlılık illüzyonu ve eşitsiz gelişmenin zembe­ reği içinde kalma nedenleriyle temel eğilimlerin ve da­ yanakların ortaya çıkarılmasını güçleştirdi.

Anadolu İhtilâli, başından itibaren bir işçi sınıfı ha­ reketine cephe aldı; zaman zaman iç ve dış dinamiklerin dengesiyle bu cephe yumuşatıldı, ancak hiç ortadan kalk­ madı. Cephe alma, işçi sınıfının yokluğunun değil, g öre­ ce olarak daha fazla uyanıklık göstermesinin işareti ve sonucu olmalı. Büyük ticaret burjuvazisi ise. Anadolu'nun savaştığı emperyalizm ile bir bütünlük içindedir; bunun saptanması için yeterli ölçüde bilinç vardı.

(20)

Türkiye'deki toplumsal dinamiğin en yavaşlatıcı ek­ seni, hiç bir zaman aktif bir demokrat köylü hareketine sahip olmamasıdır. Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in adı­ na bağlanan olaylara ve Celâli İsyanları’na, her ikisi de Türkiye tarihinde bir fetret dönemini, interregnum işaret ediyor, bir demokrat köylü ayaklanması giysisi giydirme çabaları, her türlü dayanaktan yoksun özenmeler olmak­ tan ileri gidemiyor.

1930 yıllarında Türkiye'de, demokrat bir köylü hare­ keti olduğundan söz etmek mümkün görünmüyor. Ancak köylülüğün tarihî itici dalgalarına dayanan, köylülüğün içinde hapsolmuş bir aydın yaratma hareketinin varlığı da inkâr edilmemeli; bir yandan Yaban romanı ile baş­ latılan kampanya, Yunus Emre'nin keşfedilerek her tara­ fa sokulmak istenmesi, Aşık Veysel'in kendi halinden çı­ karılması ve harekete geçirilmesi, benzerlerinin yaratıl­ ması, eğitmen kurslarından başlanarak Köy Enstitüleri’- nin temellerinin atılması, 1930 yıllarının sonuna doğru Or­ han Veli ve kendisine katılanlarla birlikte, kentteki orta tabaka insanın da köylü bilincine indirgenmek istenmesi, bütün bunlar, köylü ufkunu aşamamış bir kütle yaratma çabalarının kanıtları oluyorlar.

Köylü hareketleri, ne kadar güçlü ya da cılız, bilinç­ li ya da kendi halinde olursa olsun, özünde demokrat niteliği barındırıyor. Güç ve bilincin yoğunluğu bu niteliği değil, hareketin hızını belirliyor.

Anadolu İhtilâli’nin ileri atılımını, kendi gövdesinden uzağa dal salmasını, köylü hareketi sağlamıyor; kesin­ likle böyle bir durum yok. Var olan, köylü kökenli aydın yaratma çabalarıdır; bununla birlikte kent kökenli aydım lan köy ufkuna hapsetme girişimleridir.

Kemalist Devrim'in restorasyon döneminde, dalgala­ rın çekildiği zaman, susuz denizlerde kalanlar bunlar olu­ yor.

Uzun bir aktarma için bir zorunluluk çıkıyor.

«Bir gün büroda Nazım'la masalarımızda çalışıyorduk. İçeriye uzun boylu, zayıf bir genç girdi. Elindeki yazıyı masanın üzerine b ıra k tı:

(21)

— Size bir yazı getirdim, dedi. Köyümden geliyorum. Bü yazıda gördüklerimi anlatıyorum.

Benimle konuşuyor, fakat hayran hayran Nazım’a bakıyordu.

Nazım hemen yerinden fırladı — Sen kimsin, oğlum?

— Ben Emin Türk. İstanbul Öğretmen Okulu'nu bi­ tirmiş bir köylü çocuğuyum. Köyümden geliyorum. Der­ giye 'Köyümde Neler Gördüm?’ başlıklı bir yazı getirdim.

Nazım daha yazıyı okumamıştı. Heyecanlandı — Aman, evlâdım, sen bize devamlı yaz, dedi. Onun için köylü aydınları kazanmak, çevresindekf aydınları kazanmaktan çok daha önemli idi. Emin Türk'e bir çok sorular sordu. Verdiği cevaplardan çok memnun olmuştu.

— Bu çocukta iş var, dedi»3. Olay( Resimli Ay büro­ sunda geçiyor; Sabiha Sertel anlatıyor.

«Yazıyı Ocak 1930 tarihli nüshada yayınladık. Aym nüshada benim de bir Amerikan Psikoloji dergisinden tercüme ettiğim bir yazım çıkmıştı. Yazı 'Liderin Psikolo­ jisi' başlığını taşıyordu. Nazım bu yazıyı tashih ederken Vâlâ Nurettin de yanında idi. Ben masamda çalışıyordum. İkisi beraber yanıma geldiler. Nazım,

— Bu yazı çok iyi bir yazı, dedi. Ama bunun baş­ lığını değiştirelim.

Vâlâ hemen tamamladı

— Bunun başlığını ‘Savulun Geliyorum’ yapalım, de­ di. Liderin psikolojisini dile getiren tam kelime..

— Pekâlâ... "Savulun Geliyorum' olsun, dedim. Yazıyı bu başlıkla yayınladık». Aynı sayıda çıkan bu iki yazıdan dolayı dava açıldı, yazı işleri müdürü tu tu k­ landı. Sabiha ile Emin Türk’ün, sonradan aldığı soyadı ile Emin Türk Eliçin'in, yargılanmaları tutuksuz yapıldı.

Varlıklı bir köylü ailesinin, Rusçasıyla bir kulak aile­ nin, oğlu olduğu anlaşılıyor. 1927 yılında öğretmen oku­ lunu bitiriyor. Kendisi kurtuluyor, bundan sonra köyünü kurtarmayı hedef alıyor.

(22)

yet'in gerçek amacının kendi geldiği yere herkesi getir­ mek olduğunu sanıyor. Cumhuriyet'e geniş kapsamlı bir kurtarıcılık idealize ediyor. Bunu, kendi dar somutundan çıkarıyor; büyük dalgalarla ileriye atılan balıklar, diğer balıkların da geleceğini sanıyorlar.

Bir tiptir, ikinci yanılgıyı temsil ediyor: Kemalizmle solculuğu, tutarlı ya da tutarsız demokratlıkla sosyalizmi sürekli karıştırıyor. Vous ecrivez Londres et vous pronon- cez Constantinople, Londra yazınız Konstanipol okuyu­ nuz; bu tipoloji ne zaman sosyalizm derse demokrasi, ne zaman solculuk derse de kemalizm anlamak gereki­ yor.

Emin Türk mahkemede savunmasını yapıyor. Kuşku­ suz, şöyle yapıyor: «Beyefendi, Gazi’nin 'bu memleketin hakiki sahibi ve efendisi köylüdür, onun karşısında ke­ mali hicap ve ihtiram ile eğilelim, o emredecek, biz ya­ pacağız' dediği zamanın üzerinden uzun seneler geç­ miştir. Buna rağmen köylünün emirlerini yapmak değil, onun iniltilerini bile duymak istemeyen bazı orta zaman artıkları vardır. Ben, memleketin hiç bir halk tabaka­ sına değil, demokrat Türkiye’de maalesef bulunduğu gö­ rülen bu derebeyi zihniyetli adamlara hücum ettim. Bun­ dan dolayı Cumhuriyet adliyesinin beni mahkûm edece­ ğini zannetmem». Sanmadığı başına geliyor, bir aylık bir hapse mahkûm oluyor.

Meşrutiyet zenginliği İstanbul’da Şişli’yi yaratıyor; Şişli, Cumhuriyet döneminde de, yeni ve eski zenginlerin toplandığı, ithalât ve devlet taahhütlerinden para kaza­ nanların apartman aldığı, rüşvetçi bürokratların kat sa­ hibi olduğu bir yerleşme bölgesi özelliğini sürdürüyor» (*). (*) «Apartman.... Apartman.. Apatman... Otomobil... Otomobil... Otomobil.. Kumar, kumar... Türlü türlü, cins cins kumar...»

«Şampanya, kokain... Kokteyl... Zina. Türlü türlü, cins cins, renk renk, dişili erkekli zina.. Parfüm.. Parfüm... Pudro, ruj, karmen..»

«Manikür.. Pedikür.. Kocalarından daha koca kadınlar, ka­ nlarından daha karı kocalar;»

(23)

-«Lüküs Hayat» operetinin konusu ve Emin Türk'ün sa­ vunmadaki hedefi Şişli oluyor. «Ben bu sözlerle milletin .herhangi bir tabakasını değil, ‘Türkiye’yi Şişli tramvay te- vekkuf mahalliyle (tramvay durağı, y ’k’) Tünel arası zan­ neden’ fertleri kastettim. Benim bu sözlerimle millet bu çeşit insanlara karşı nefret duyacaksa bunun fenalık ne­ fesinde? Bu, hepimizin dileğidir». Bunları söylüyor ve

hukkında tanıklık yapmak üzere köyünden üç köylüyü mahkemeye getiriyor.

Sabiha Hanım da tanık getiriyor, şunlar: İstanbul .Barosu Başkanı Muslihiddin Adil, İstanbul Üniversitesi’n- <len Mustafa Şekip Tunç, Vakit Gazetesi sahibi Hakkı Ta­

rık Us, yazar Sadri Ertem ve yazar Peyami Safa. Köylü tanıklar. Emin Türk'ün yazdıklarının doğru olduğunu; ay­ dın tanıklar da Sabiha'nın mücadeleci bir insan ve çevir­ diği yazının da çok bilimsel bulunduğunu söylüyorlar. Savcı, Sabiha için yirmi ve Emin için de üç yıl hapis is­ tiyor.

Resimli Ay bürosuna dönüldüğünde Nazım, sevinçten uçuyor. «Mehmet, bize sekiz tane çok şekerli kahve ge­ tir» diye bağırıyor. «Çok şekerli» kahvelere şaşıranlara da şu cevabı veriyor: «Biz bugün bir zafer kazandık. Mah­ kemede köylü ve aydın birliğini kurduk. Yarın köylü ve işçi birliği kuracağız»4. Şairdir, sezgisi yüksek; ancak po­ litik gelişmeleri sezemediği anlaşılıyor.

1930 yıllarının sonuna gelindiğinde, bütün birlik prog­ ramları unutulmuş, görünüyor. Bir «cephe» izlenimi alı­ yorum; çok kesin yazamadığımı kabul ediyorum. Bu, bu •dönemle ilgili kanıtların eksikliğinden ileri geliyor. Yoksa üzerinde tartışılabilir bir «tez» olarak, 1930 yıllarının son­ larında bir «cephe» oluşturulduğu düşüncesine güveni­ yorum.

Tezi yazıyorum: Türkiye’de restorasyon, köylü ufuk­ lu aydın kütlesine dayandırılmak isteniyor.

«Tanzimat’ın istikrazlarıyla temelleri atılan Şişli bugün artık, beyi ile, uşağıyla, hanımıyla, hizmetçisiyle bir tufeyliler, «bir çalışmadan kazananlar beldesidir.»

(24)

İKİ AYDIN TİPOLOJİSÎ: ZENGİNLEŞEN AĞA VE KAYBEDEN BURJUVA ÇOCUKLARI

Nazım Hikmet

Meselâ, bizde kulaklaşan kapitalist-köyağalı-ğı menşeinden gelen münevverler var. Yüksek mekteplerde gitgide mühim bir yer tutmaya baş­ layan bu delikanlılar köklerinin (Kulak) menşe ve bağlarının bugün bizde gelişmeğe hem de ra­ hatça ve kolayca gelişmeğe, zenginleşmeğe git­ mesinden dolayı, karakterleri ana çizgilerinde şu hususiyetleri gösteriyor: küstahtırlar, dehşetli irade sahibi gibi görünürler, atılgandırlar, şahsi menfaatleri için kolayca ve neticesinin ne olaca­ ğını düşünmeden yalan söylerler, lüküs hayata hayrandırlar, fütuhat taraftarı milliyetçidirler, din ile dinsizlik, gelenekçilikle gelenek düşmanlığı arasında bocalarlar

Buna karşılık, aşağıya doğru giden bazı de-rebey yahut eski bürokrat, yahut şehir küçük burjuva, yahut küçük memur sınıf ve tabakala­ rından gelen münevverler; iradesizdirler, sürat­ le ruh haleti değiştirirler, ümitten ümitsizliğe, neşeden ye'se süratle geçerler, zora gelemezler, yalan söylerler fakat bundan azap çekerler. Bi­ rinci yukarda söylediğim Kuldkzadelerde nefis murakabası denilen şey yoktur ekseriya, halbu­ ki İkincilerde bu pek gelişmiştir. Birinciler daha ziyade mühendislik, doktorluk falan gibi meslek­ leri seçmekte, İkinciler edebiyat, felsefe, muallim­ lik falan gibi mesleklere girmektedir.

Sana kabaca verdiğim bu münevverler hak­ kında bir düşün. Her iki zümreden gelmiş mü­ nevverlerden bildiklerin vardır. Onlan bir kont­ rol et. Ana hatlarında birbirine benzeyen psiko­ loji ve karakter tezahürleri bulacaksın.

N. Hikmet, Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar, Ankara, 1968, s. 160.

(25)

Türkiye’de restorasyon, Kemalist Devrim’ini sürük­ leyen sınıfsal ve siyasal akımların birbirisinin cellâdı ol­ ması süreci ile ortaya çıkmıyor.

Türkiye'de restorasyon, köylü ufuklu aydın kütlesi­ ne bir ileri atılım olarak görünüyor.

Türkiye’de o zaman da bu zaman da, her «cephe» çabasının, toplumdaki ileri sınıflar için bir gerileme ol­ duğu, kabul edilmiyor.

Türkiye’de restorasyon aydıntürk için bir dram ola­ rak yaşanıyor.

Aydıntürk'ün Dramı

Tezi yazıyorum: 1938 Harb Okulu ve Donanma Da­ valarından önce Nazım Hikmet yalnızdır.

Nazım, daha önce olabilir, en geç 1937 yılında, yol­ daş aydınlar tarafından terk edilmiş görünüyor.

İster, Nazım Hikmet’in ayrımına göre, kulak kökenli aydınlar olsun ve isterse kaybeden burjuva ailelerinin ço­ cukları olsun, tümüyle tek partinin yörüngesini seçmiş gö­ rünüyorlar (*). Seçtikleri yörüngeyi, bugün bile soğukkan­ lılıkla bakıldığında anlaşılması pek zor bir yoğunlukta, köylülük ideolojisi ile süslüyorlar.

1930 yılında bir mahkemede, Nazım Hikmet’e göre, köylü-aydın ittifakını gerçekleştiren Emin Türk, 1970 yı­ lında «Kemalist Devrim İdeoloji» adıyla bir kitap yayın-(*) Nazım Hikmet, «Edebiyatçı ve iradesiz olurlar» dedi­ ği ikinci aydın tipolojisini kişilendirmiyor; hepsi olmasa da uygun kişilerden söz edebilirim. «Derebey» kökenli, Abidin Di- no; «eski bürokrat» Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, Na- zım’ın kuzeni Oktay Rifat, çok genç olmakla birlikte üvey oğlu Mehmet Fuat; büyük ya da «küçük memur», Orhan Veli; «şe­ hir küçük burjuva», Sait Faik, Melih Cevdet ve diğerleri bu­ raya giriyor. Nazım, bu kategoride sürekli nefis denetimi ya­ pıldığını söylüyor: bürokrat bir aileden gelen edebiyat eleştir­ meni Nurullah Ataç buraya giriyor.

(26)

Iıyor. Bu kitaptan daha çok ‘ beni’ burada yer alan ve 5 Haziran 1937 tarihinde Emin Türk tarafından yazıldığı anlaşılan bir «öz yaşam» öyküsü, ilgilendiriyor. Bu kısa yaşam öyküsünü, aydın çözümlemesi açısından değerli buluyorum.

Emin Türk’ün bu çok kısa otobiyoğrafiyi neden yaz­ dığını bilmiyorum; yalnız kısalığı ile orantılı olmayan bir biçimde, bir noktayı açığa çıkarabiliyor. Emin Türk, 1927 yılında Öğretmen Okulu'ndan mezun olan varlıklı bir köy­ lü ailesinin çocuğudur, on yıllık kısa yaşamını anlatırken Nazım Hikmet ile arasına bir mesafe koymaya özen gös­ teriyor. Bu kısa otobiyoğrafide artık, Sablha’nın sözleriy­ le, hayran hayran Nazım’a bakan genç köylü öğretmen yok. Nazım’ın, Emin Türk’ün «Köyümde Neler Gördüm» başlıklı yazısıyla Resimli Ay'a gelişi karşısında duyduğu heyecanı ve yazıyı okumadan hayranlığını Sabiha Sertel’- den aktardım. Emin Türk'ün anlatımının Sabiha'nın öykü­ sü ile pek ilgili olmadığını saptayabiliyorum: «Yazıya mo­ tif olan tefecilik, hastalık ve seçim olayları gerçekten o l­ muş şeylerdi ve tandans da hâlâ kafama hakim olan 'Dev­ rimci Demokrasi’ fikri idi. O yüzden Nazım Hikmet’in pek hoşuna gitmemişti»5. Hem sosyalizm düşüncesinden ve hem de Nazım Hikmet’ten uzak görünmek için belli ça­ ba var; sanki Resimli Ay’a gidişi, köyünü kurtarmak için değil de «Babıali Münevverliğini» tanımaya yönelik bir stajdır. Şunları yazıyor: «‘Resimli Ay’ yazarlarıyla dü- şüp-kalkmaya, Babıali Münevverliğini tanımaya başladım». Bu tanımadan sıkılmış olduğu izlenimini veriyor: «Peyami Safa ile ‘diyalektik materyalizm’ diye direnen Nazım Hik- met'in şiddetli tartışmalarına kulak verdim». Sonra da şunları yazıyor: «1933 ilkbaharında kendisi bir 'Kadro' sempatizanı olan Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından bir bakanlık mümeyyizliğine tayin edildiğim vakit yurdu­ mun gizli-açık bütün 'fik ir hareketleri' ile tanışmış bulu­ nuyordum»6. Burada duruyorum ve Emin Türk'ün 1930 Savunması’nı, bu savunma içindeki lüks düşmanlığını vur­ gulayarak, bu bölüme birinci ek olarak sunduğumu kay­ dediyorum.

(27)

Nazım Hikmet, kulakzade aydınlarda, palazlanan or­ ta köylü ailelerden gelen aydınlarda, nefis murakabesi,

kendi kendini denetleme, olmadığına işaret ediyor. Şimdi, Nazım Hikm etin kulakzade aydınlarla ilgili çözümlemesini tez olarak yazıyorum: Küstahtırlar, dehşet­

li irade sahibi gibi görünürler, atılgandırlar, şahsi menfa- otleri için /kolayca ve neticesinin ne olacağını düşünme­ den yalan söylerler, lüküs hayata hayrandırlar, fütühat

taraftarı milliyetçidirler, din ile dinsizlik, gelenekçilikle gelenek düşmanlığı arasında bocalarlar.

Bu kısa otobiyoğrafinin, tek parti çerçevesi içinde b ir yer almak için, geçmişini düzenleme çabası olduğun­

dan kuşku duymuyorum (*). Aynı kitap içinde Emin Türk'­ ün karısı Asiye'nin «Ankara Devlet Konservatuarımdaki görevinden Haşan Âli Yücel eliyle» atıldığını yazmasın­

dan, böyle bir görev de almış olduğu sonucunu çıkarıyo­ rum (**). Bu, bilgi Emin Türk'ün Aydın Üzerine Tezler çö­ (*) 1937 yılında olmalı, Ankara’da iş Nazım Hikmet’e öneriliyor. Cezanın şiddeti, yalnızlığın yoğunluğuyla bağlantılı görünüyor.

«Nazım’la ertesi gün tabii gene buluştuk. O gün Sadri Etem ile Şükrü Kaya’yı ziyaret ettiler. Falih Rıfkı’yı ziyaret ettiler. Şükrü Kaya ile konuşulanları hem Sadri’den, hem Nazım’dan, hem Şükrü Kaya’dan dinledim. Şükrü Kaya, bu gibi hallerde olgun ve aydın bir insandı. Hülâsa sonunda böyle bir karara vardık: Nazım’ı Ankara’da kalmaya razı etmeye çalışacaktım. Memur olmayacaktı. Hiç bir vaadde, taahhütte bulunmaya­ caktı. Belki biraz tercüme işleri, lisan hocalıkları, romanlarını

ve tiyatrolarını bastırması, hep bu gibi şeyler. Hülâsa Anka­ ra’da kendi hayatını yaşayacaktı. Yalnız Ajans veya Halkevin­ den ve o da seçtiği bir kitabın tercümesi karşılığı olabilecek bir masraf sağlanarak iki ay Anadolu’yu gezecekti. İstediği gi- ~bi, istediği yerlere gidecek, istediği adamlarla konuşacak, ama memleketi, memleketin davalarını görüp tanıyacaktı.»

Şevket Süreyya Aydem ifle Konuşma-Nazım Hik­ met Ankara'da, Yön 3 Şubat 1967, s. 10,

Sonunda Nazım kabul etmedi. Kısa bir süre sonra 28 yıl lıüküm aldı.

(**) Emin Türk, 1930 yılındaki romanesque çıkışından sonra hem bir daha ön planda görünmemeye ve hem de adı­ nı saklamaya başlıyor. Etel, Edip Ekinci, Çorumlu îbo takma

(28)

zümlemesinde yerli yerine oturmasını sağlıyor; daha son­ raki yaşamı pek ilgi çekmiyor.

Kuşkusuz, Emin Türk o zamanki rolü ve konumu gereği, sezdiğimi belirttiğim cephenin işareti sayılamaz; ancak Naci Sadullah için böyle bir itiraz söz konusu de­ ğil. 1930 yıllarından itibaren ve 1940 yıllarında aydınların çıkardığı yayınların çoğunda ve aydın hareketlerinde yer alıyor. Hapisteki Nazım Hikmet, özellikle yayıncılıkla il­ gili işlerinin izlenmesinde Sadullah’a güveniyor.

Eğer Naci Sadullah'a temsilî bir rol verilebilirse, 1930 yılları sonlarına doğru ortaya çıkan cephenin liderinin İsmet Paşa olduğu anlaşılıyor (*). 1939 yılında Ses Der­ adlarıyla yazıyor. 1956-1960 yılları arasında, çıkış çizgisinin de gerisine düşen Forum’da Çorumlu İbo yazılarını yazıyor. Karısının anlattığına göre, artık köyünü değil de köyündeki akrabalarını kurtarmaya öncelik veriyor; yeğenlerini okutuyor.

Köy kökenli öğretmenler aydınlar cüretlidir; Haşan İzzet­ tin, anılarında, sürekli üç dil bildiğinden söz ediyor. Emin Türk, çeviri yapıyor. Demir Ökçe ve Altın Zincir’i Türk oku­ yucu, Emin Türk’ün çevirisiyle okuyor.

Solculuk ile sağcılık arasında kararsız Cemil Meriç, Altm Zincir’in yerini çözümlüyor

«Zola’yı bilimsel sosyalistliğe yükselten bu kitabın tuhaf bir ismi vardı: ‘Altın Zincir’. Ve bir Amerikan romancısı ta­ rafından yazılmıştı: Upton Sinclair. O dönemin düşünce ha­ yatım tanımak isteyenler, Altın Zincir’e eğilmek zorundadır­ lar. Bir nevi sanat tarihiydi bu. Sinclair, Sovyetler’e beğendir­ mek istiyordu kendini. Sanatı sınıf kavgasıyla açıklayan bu amatör sanat tarihçisi, marksizmden de habersizdi, sanattan da. Ama Amerikalıydı ve yüksekten konuşuyordu. Çeviri yan­ lışlarıyla anlaşılmaz hale gelen o derbeder kitap, bütün bir nesle kılavuzluk edecekti. İlmin çiğ ve hoyrat ışığına alışma- mıştık. Alaca karanlık okşuyordu, ruhumuzu.»

Bu çözümlemeden sonra Cemil Meriç, 40 Kuşağı için bir hüküm veriyor. Aktarıyorum.

«Zavallı 1940 Kuşağı... İstibdadın sisleri arasında bir arz-ı mev’ud, (museviler için vaad edilmiş toprak, y.k.) arayan o bahtsız kafile çoktan dağıldı.»

Cemil Meriç, Kırk Ambar, İstanbul, 1980, s. 192. (*) Bursa Cezaevi’ndeki Nazım Hikmet’ in mektuplarında sık sık Naci Sadullah’ın adı geçiyor; dışardaki bazı işlerinin ko­

(29)

gisi'nin ilk sayısında Naci Sadullah şunları yazıyor: «Yu­ nan mitolojisinde meşhur Ante'nin ayağı yerden kesilme­ dikçe onu yenecek kudret bulunmaz»7. Bunu şunun için hatırlıyor ve hatırlatıyor: «Millî Şefimiz İsmet İnönü bu asırları aşıp gelmiş hakikati Türk milletinin yükselmesi ve ilerlemesi için bir zaruret telâkki etmektedir». Buna ekleme yapmak çok zor değil: Mitolojide «yer», gerçekte «halk» oluyor. Halk ise Türkiye'de köylü sayılıyor.

1939 yılında Türk aydınının dergisi Ses’te, sanat, ede­

biyat ve sosyoloji sözcüklerinin ilk harflerini anlatıyor, İsmet Paşa içm yazılanlara devam etmeden önce, kısa v e bir yıl sonrası ile ilgili bir parantez açmakta yarar görüyorum. 22 Nisan 1940 tarihli Ulus Gazetesi’ne Vedat Nedim Tör'ün bir yazısı var, yalnızca başlığını aktarma­ nın yeterli olacağını düşünüyorum. «Bütün Yollar Köye Gider: Sanatkâr Köy». Ulus Gazetesi’nde, 5 Kasım 1940 tarihli sayıda, çok büyük hurufat ile ve birinci sayfada, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin yeni binasının açılışı nedeniyle Başbakan Refik Saydam’ın konuşmasının baş­ lığı var: «Ankara'yı Bütün Memleket Münevverleri için Mihrak Haline Getirmek Yolundayız». Başbakan, Anka­ ra'yı Türk aydını için odak haline getirme yoluna girmiş olduklarını açıklıyor.

Temsilî aydın, Naci Sadullah, Ses'te, sesleniyor: «İs­ met İnönü biliyor ki ayaklarımız topraktan - halktan - kesilmedikçe yenilmeyiz. Ve ayaklarımızı daima toprakta tutmak için bir tek şart gösteriyor: Halkın içinde, halkla

1960 yıllarında Yön Dergisi’nin Nazım’ın rehabilitasyonu­ nu başlatmasından sonra bu sürece ilk katılanlardan birisi Naci Sadullah oluyor. Naci. Kirpi Dergisi’nin 13 Temmuz 1965 tarihli sayısında «Dostum Nazım Hikmet» başlıklı'bir dizi baş­ latıyor. Komünizmi övmekten dava açılıyor, mahkûm oluyor: Yargıtay bozuyor, aklanıyor.

İbrahim Topçuoğlu, Naci Sadullah’ı, 1977 yılında yayın­ ladığı kitabında, TKP mensupları arasında gösteriyor.

İbrahim. Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Partisi 1946-T.K.P. Kurulusu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960, Üçüncü Cilt, İstanbul, 1977, s. 463. Ayrıca «Aydınlar ve TKP» başlıklı metin-içi eke bakınız.

(30)

beraber ve halk için çalışmak». Bundan sonra İsmet Pa- şa'dan bir aktarma yapıyor, şunu: «Önümüzdeki seneler­ de nüfusumuzun çoğunu teşkil eden köylümüzün, gerelc tahsil, gerek geçim hususunda seviyesini yükseltmeyi baş­ lıca hedef tutacağız». Bu son derece olağan cümlede çok büyük hikmetler bulmakta gecikmiyor ve bu cümle­ yi, İsmet Paşa’ya aşırı övgü düzmek için bir gerekçe sa­ yıyor. Şöyle: «Şimdiye kadar köylüye bu kadar açık ve- bu kadar isabetli bir söz söylenmemişti. Dert keşfedil­ miştir. Doktor tecrübeli ve ustadır. Muvaffak olmamak içirt hiç bir sebep kalmıyor». Övgü, burada da durmuyor.

«Millî Şef, tarihte üç, dört ebedî kahramana yetişe­ cek kadar millet hizmetinde zaferler başarmış olduğu halde hepimizden çok çalışıyor. Ona ve millete borcu­ muzu unutmayacağız». Peki, nasıl? «Parti safları, hükü­ met sıraları idealist Cumhuriyetçileri bekliyor». Temsili aydın, Türk aydınını, «Halk Partimiz» dediği Tek Parti'- ye ve hükümet sıralarına çağırıyor.

Havuç ve sopa politikasında her zaman bir man­ tık var: Nazım Hikmet, kendisine yapılan «hükümet sı­ raları» içinde yer alma önerisini kabul etmedi. 28 yıllık hüküm aldı.

Bu bölümde ve daha ilerideki alt-bölümde ayrıntı ile geliştirmek üzere tezi yazıyorum.

Şiddet ve ideoloji, sınıflı toplumlarda, bir tahtereval­ linin iki ucudur. Dengeyi sağlamak için bir süre her iki. uç, şiddet ve ideoloji, yerden yükselir; bir ara biri diğe­ rini yüksekte tutmanın gücü olur. Bundan sonra ikisinin birden yükselmesine gerek yok; biri iner ve diğeri yük­ selir.

Şiddet ve ideoloji bir tahtarevailidir; ideolojinin tek- başına ve yüksekte göründüğü zaman, şiddet aşağıdadır» ideolojiyi yüksek tutandır.

«Cephe» ile ilgili bulgularımı sürdürüyorum: Cephe'- nin komutanı belli oluyor. «Millî Şef» İsmet Paşa, aynı- zamanda Cephe’nin şefi oluyor. İdeolojisi de belli;

(31)

köy-

V-Aydıntürk’ün Dramı

AYDINLAR VE TKP

Türkiye Üzerine Tezler’in ikinci kitabında, 1930 yıllarının sonlarına doğru, uzun yıllar ille­ gal çalışmak zorunda bırakılan Türkiye Komü­ nist Partisi’nin eylemlerini durdurduğunu ve ken­ disini likidite ettiğini yazmıştım. Yazdıklarım şimdi tamamlanıyor.

Çok kısa olarak bazı çizgilere işaret etmek durumundayım.

Bir: Cumhuriyet dönemi Türk aydın hareke­ tini, uzunca süre, Türkiye Komünist Partisi’nin çalışmalarından, tümüyle, ayırmak mümkün de­ ğil.

Bir yanda faşizan güçler ile polisin, diğer yan­ da Türkiye Komünist Partisi’nin, hiç bir bağlan­ tı olmayan hallerde bile her türlü ileriye dönük eylemlerde TKP bağlantısı bulması, bu uzun ay­ rılmazlıktan ileri geliyor. Polis suçlamak, TKP övünmek için bu tarihsel ayrılmazlığı sürdürü­ yor.

İki: Çalışmalarımda ortaya çıkarmaya çaba­ ladığım temel çizgi etrafında kalan Türk aydım, uzunca süre, ya TKP üyesi ya da sempatizanıdır; hiç olmazsa karşıtı değil.

Üç.- 1946 yılında Esad Adil ve Şefik Hüsnü başkanlığında iki parti ile ortaya çıkıldığı za­ man bile önemli bir karşıtlık yaşanmadı. Parti Başkanlan, Esad Adil ve Şefik Hüsnü, hapisha­ nede bir araya geldiler.

(32)

Dört: TKP’nin kongre toplama ve üyelik tut­ ma türünden parti gereklerine ve rutinlerine önem vermemesi, çok zaman üye ile sempatizanı ayırmada güçlük yaratıyor. Bu hem yararlı olu­ yor; çeşitli tevkif atlarda, bazı üyeıer tutuklama dışı kalabiliyor. Hem de zararlı olabiliyor; ilkel

kafalar, üye bilip de tutuklanmayanlara hemen «polis» damgası yapıştırabiliyorlar.

Rutinlere önem vermeme nedeniyle, örnek olun, Dil Tarih Grubu’nun üyeliği tartışması bir türlü sonuca bağlanamıyor,

f f

Beş: TKP, en dağınık olduğu zamanda bile, Türk aydını için bir çekicilik taşımıştır. Türkiye’­ de, Behice Boran'm güzel incelemesinde yazdığı türden, TKP’nin en etkisiz olduğu ı950 yıllarında bile, üniversiteli gençlik içinde bir TKP arayışı yaşanmıştır.

Altu Türk aydınında çok uzun süreler bir TKP karşıtlığı olmamıştır Bunda mertliğin, zah­ metli bir geçmişi olan ve zor koşullar içinde ça­ lışan bir örgüte karşıtlığın yakışıksız olacağı de­ ğerlendirmesinin de, rolü var.

Birinci Türkiye İşçi Partisi, zaman zaman ağır hücumlarla ve açmazlarla kcırşılaşmasma karşın, böyle bir karşıtlığı doğurmamaya özen gösterdi ve özverili davrandı.

Türk aydınında TKP karşıtlığı, hem Yön Der­ gisi ve hem de Cumhuriyet Gazetesi’nae, 1966 yılında, İlhan Selçuk'un ağır hücumlarıyla baş­ ladı. 1960 yıllarının sonlarına doğru Maocülük, bunu aldı, daha ileriye götûraü.

(33)

Belli’-yi tutarak, TKP’rûn yurt dışındaki yöneticilerini suçlamak, bir «milliyetçilik» kanıtı ve topraklara bağlılığın sarsılmaz göstergesi sayıldı.

Yedi: Ancak Türk aydınında asıl TKP kar­ şıtlığı, t. Bilen yönetiminin sınır tanımaz suçla­ maları ve sekter tutumu ile doğdu. İ. Bilen, 1970 ortalarında sosyalist mücadeleyi legal partiler kanalıyla sürdürmek isteyenleri hainlik ve en azından titoculukla suçladı. 1950 yıllarının dağı­ nıklığını ve 1960 yıllarının durgunluğunu, olgun­ laşmamış hücumlarla kapatmak istedi. Bu çer­ çeve içinde orta sol eğilim ile güç birliği yaparak legal sosyalist partilere katılan sendikacı ve ye­ tenekli sendikalardan temizledi; bin bir emek ve özveriyle kurulmuş sendikal örgütü ona sola tes­ lim etti. İşçinin mavi tulumu yerine mavi göm­ leklere öncelik verdi.

Bu dönemdeki saldırılar, düşünülmesi zor aşı­ rılıklara kadar uzandı. Bunlardan yalnızca biri­ sini söyleyebilirim: «Aziz Nesin, Sen Nesin» kam­ panyası bu zamanda açıldı. Bir öyküsü, Büyük Grev, gerekçe yapılarak, Aziz Nesin, konuştuğu her platformda «Aziz Nesin, Sen Nesin» sesleriy­ le susturulmak istendi; yer yer başarılı oldu. Po­ lisliğinden dem vuruldu.

Sekiz-. İ. Bilen yönetimin sona ermesiyle, bu tür aşırılıkların sona ermek üzere olduğunu gös­ teren işaretler var.

Dokuz: İllegal çalışmak zorunda kalan ko­ münist partilerde üyelik, ya mahkemelerde par­ ti çalışmalarım savunabilmek için ve bir kaç isimle sınırlı kalmak üzere, ya da ölümden son­ ra açıklanır.

Sovyetler’de okumuş ve TKP ile Türkiye Sos­

(34)

yalist Partisi içinde uzun yıllar çalışmış olan İb­ rahim Topçuoğlu, sistematik olmasa da yer yer değerli bilgiler ve ipuçları veren üç ciltlik kita­ bının sonunda, «TKP Kuruluş ve Mücadelesi baş­ ladığından bugüne kadar ölmüş olduklarını sap­ tayabildiğim mücahitlerin listesidir» başlığı ile bir liste yayınlıyor. Listenin tartışmalı olduğunu biliyorum; buna karşın bu 67 kişilik listeyi ak­ tarıyorum (*). Listeyi Topçuoğlu’nun sıralama­ sıyla yazıyorum.

Mustafa Suphi, Semiramis Suphi, Maksut Ekşi, Osman Topçuoğlu, Ethem Nejat, Kadir Er­ zurumlu, Yakup Kınalıoğlu, İsmail Hakkı, Şefik Boçkalı, Topçu Hakkı, Dursun Ali, Halil Aydın­ lı, Kâzım Ali, Hilmi Celâl, Asker Ali, Asker Hak­ kı, Melek Topçuoğlu, Ali Rıza Soyka, Mustafa Börklüce, Dr. İhsan Özgen, Hüsamettin Özdoğu, Nazım Hikmet Ran, Salih Hacıoğlu, Hamdi Şa-milof, Elektrikçi Nuri, Vanlı Kâzım Tip, Reşat Fuat Baraner, Ahmet Fırıncı, Celâl Zühtü Ben-neci, Reşit Menteşeoğlu, Esat Adil Müstecabi, Sadrettin Celâl Antel, Fuat Bileğe, Faris Erkman, Ertuğrul Kesirli, Hilmi Seyhan, Küçük Hilmi, Fe­ rit Kalmuk, Halil Yalçmkaya, Hamdi Alevtaş, Ahmet Dağ, Medet Aslan, Haşan Erin, İbiş Ay­ dınlatan, Mustafa Arhavi, Cenap Şahabettm Kı­ vılcım, Efe Salâhattin, Örgü Akkoyunlu, Dr. Hik­ met Kıvılcımlı, Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Mehmet Emin Sekün, Safiye Topçu­ oğlu, Rıdvan Kızıltan, Mehmet Can, Hüseyin

Ça-(*) İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Partisi 1946-T.K.P. Kurulusu ve Mücadelesinin Tari­

hi 1914-1960, Üçüncü Cilt, İstanbul, 1977, s. 462-463.

(35)

kır, Şevki Akşit, Mehmet Y'azıcı, Yusuf Bahadır, Hakkı Usta, Mehmet Cuba, Mahmut Sarıoğlu, Muharrem Bezgin, Fehmi Kurucu, Kemal Tahir, Naci Sadullah Daniş.

On: Türkiye Komünist Partisi’nin, Türk ay­ dım içinde, TKP’ni reddedenlerde bile, az veya çok bir etkisi ya da izi vardır. Bu, fizik yasala­ rın gereğidir. TKP, reddedilse de beğerülse de, suçlansa da övülse de, illegal çalışsa da ya da legaliteye çok yaklaşsa da, Türkiye’nin gerçekle­ rinden birisidir.

cülüğe dayanan bir aydın akımı yaratılmak isteniyor. Cep- he'nin sembolünü açıklıyorum: İbrik.

Bir parantez açıyorum: Böyle bir oluşumun dışın­ da kalan Nazım Hikmet, önce yalnızlığa ve sonra da 28 yıl hapse mahkûm oluyor. Hapishaneden, bu Cephe’yi desteklemesi için Nazım Hikmet'in baskı görmüş olduğu­ nu çıkarıyorum. Nazım Hikmet’in, pek istekli olmamakla birlikte, böyle bir oluşumu desteklemeye başladığını gös­ teren işaretler var.

Bu konuya Nazım Hikmet ile çözümlemeleri sürdürür­ ken ve «Nazım Hikmet Kafeste: Restorasyon» alt-bölü- münde tekrar değinmek imkânını bulacağım.

Hapishanedeki Nazım Hikmet’in, alias İsmail Kema- leddin, Yeni Ses Dergisi'nin 1940 yılında çıkan 3-7 sayı­ larında bir şiiri var (*). Aktarıyorum.

BİZİM ABİDİN DİNO

- Allah selâmet versin

-Oturup ibrik resimleri çizmiş

(*) Yeni Ses, 1940, Sayı 3-7, s. 15. Bu şiirin Nazım’m olduğunu varsayıyorum.

(36)

Erbabı öfkeyle bakmaktadır Zira hep biliyoruz ki biz,

Bizim köy evlerinde

Safaj santroldan şarıl şarıl Sıcak sular akmaktadır.

Nazım bir ölçüde haklı; «ibrik» restorasyon dönemi­ nin önemli bir aydın tartışmasına konu oluyor. Türk ay­ dını, bir süre, «ibrik» karşısında, dindar hıristiyanların İsa ikonları karşısında duyduğu titreşimleri yaşıyorlar. Türk köylüsünün, genellikle evin uzağında helasına gitmek için eline aldığı «ibrik», buradan çıkarılıyor, önce dindar hı- ristiyanların ikon koydukları yerlere benzer yerler, hazır­ lanıyor ve Türk aydınının evine kutsal bir hava veriyor. İbrik, restorasyon döneminde, Türk aydınının tote­ mi oluyor.

1940 Kuşağı «solcu» (*) aydınlar için, Cemil Meriç'in sözlerini tekrarlamak gereğini duyuyorum. «İlmin çiğ ve hoyrat ışığına alışamamıştık. Alaca karanlık okşuyordu, ruhumuzu». Türkiye’de restorasyon döneminde, «alaca karanlık» dendiği zaman, aklıma, ilk önce Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Kardeşler geliyor. Eyüboğlu Kar- deşler’i, hep titreyen iki kişi olarak algılıyorum.

Titrek aydınlar, alaca karanlıkta, toteme ihtiyaç du­ yarlar. Yoksa, yaratırlar.

İbriği Türk aydınına mal eden Abidin Dino’dur. An­ cak araştırmalarım ibrikçiiiğin Bedri Rahmi Eyüboğlu ile başladığını gösteriyor. 1930 yıllarının ortasında Bedri Rah­ mi. «odasına sarı gül gibi açan» bir Çanakkale testisi koyuyor. Bir süre sonra da bunun yanına bir bakır ibrik bulup yerleştiriyor. Bundan sonrasını, Bedri Rahmi üze­

rine doçentlik çalışması yapan ressam Turan Erol ya­ zıyor ve aktarıyorum: «İbrikteki biçim olgunluğuna mı. Çanakkale testisindeki gevrek sırın içe gül ferahlığı

ve-(*) «Solcu» aydın, tamlamasını bir kez kullanıyorum; yanlış olduğu için bir daha kullanmıyorum.

Referensi

Dokumen terkait

Pada kenyatannya, partisi tetap kurang mengoptimalkan memori sebagai sumber daya yang penting karena seringkali terjadi, partisi yang cukup besar dialokasikan untuk proses dengan

Düşüncenin getirdiği bu aynştırrna zorunlu olarak aynı zaman­ da yeni bir ilkenin doğuşudur. Düşünce genel bir şey olduğu ölçü­ de aynştıncıdır: bu aynştırmada

Bir akıl varlığı olan insan, maddi türden cisimsel bir taşıyıcı üzerinden ortaya çıkabilir çünkü insan maddi boyutu olan bir varlıktır. İnsan ruhu ancak beden üzerin-

Namun pada saat proses konstruksi dinding partisi dipasang sedemikian rupa sehingga pada saat struktur menerima kombinasi beban, maka dinding partisi tersebut akan berinteraksi

Her ne kadar Adli Bilişim incelemeleri adli bir olayda elde edilen dijital medyanın incelenmesi amacıyla yapılıyor olsa da, incelemele- rin doğru bir şekilde yapılabilmesi

Tahrir defterleri belli bir zaman diliminde belirli bir bölgedeki iktisadî vaziyeti ortaya koyabilecek istatistikî bilgiler ile bölgenin vergi türleri ve miktarları ile ilgili

Buna göre, Evâsıt-ı Şehr-i Cumâdelâhire sene 1008 (Aralık 1599) de, ansızın halk arasında bir haber olarak isyan ile ihanet eden Hüseyin Paşa’nın yaralı olarak ele

Hassası: Yedi gün yüzer kerre okuyan âfâti cismani ve ruhaniyeden sâlim olup her gün devam eden kabrinde munis bir melâike halk olup vahşet ve havf, zulmetten kurtulur..