ESKİ ÖNASYA’DA BİLİM VE TEKNOLOJİ1
1. TIP
1.1. Mezopotamya
Mezopotamya tıbbı ile ilgili en önemli kaynakları kil tabletler üzerine yazılmış çivi yazılı metinler oluşturmaktadır. Sayıları çok fazla olmamakla birlikte Mezopotamya tıbbına ilişkin bilgiler, Sümer tıp bilgilerini kullanan Akad metinlerinde ele geçmiştir. Ele geçen iki tabletten ilkinde tek bir ilâç, diğerinde ise on beş ilâç tarifi yer almaktadır. M.Ö. 3. bin yılın son çeyreğine tarihlenen bu ikinci tablette, ilâçlar uygulanış biçimlerine göre üç gruba ayrılmıştır (Res.1). Sekiz ilâç tarifini kapsayan ilk grupta, lapalar yer alır. Maddeler toz haline getirilmekte, sonra bir sıvı ile lapa yapılmakta ve yara olan yer yağ ile sıvandıktan sonra lapa ile sarılmaktadır. İkinci grup tarifler, dahilen kullanılan ilâçları içermektedir. Üçüncü grup tarifler ise, anlaşılamamış ve uygulamaların belirsiz olduğu gruptur2.
Metinlerden anlaşıldığı kadarıyla dönemin tıpçıları, tedavilerde hem hayvansal hem bitkisel kaynakları hem de mineral kaynaklarını birlikte kullanmışlardır. Yün, süt, kaplumbağa kabuğu, su yılanı gibi hayvansal ürünler; kekik, erik, armut, incir, söğüt, hurma, nane, çam, mersin ağacı gibi bitkisel ürünler; sofra tuzu (sodyum klorür), potasyum nitrat, nehir zifti gibi mineraller bu kaynaklar arasındadır3. Cerrahi uygulamalarda anestezi amacıyla şarap, günlük (kanaktu), mürrüsafi (murru), söğüt yaprağı ve kabuğu (şarbatu) kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca, hem dış hem iç tedavilerde banotu (šakiru); genelde tohum, çiçekler ya da yapraklarının özünün içilmesiyle acıyı dindiren kendir (azallū); haşhaş özü (irrū, ararū) ağrı kesici olarak sıklıkla kullanılmıştır4. Her hastalığın kendine benzer bir
madde ile tedavi edilmesi usulünü de geliştirmişlerdir5.
Mezopotamya’da iki tip profesyonel tıp uygulayıcısı vardı. Bunlardan ilki görevi hastalığı teşhis etmek olan gruptu ve “ashipu” olarak adlandırılmışlardı. Aynı zamanda hastalığın hastanın hatasından olup olmadığını belirliyorlardı. Diğer bir
1Berna Şirvan, İzmir.
2Arıhan 2003, 8-9. Mezopotamya tıbbı hakkında bilgiler içeren kil tabletlerin büyük bir kısmı Asurbanipal Kütüphanesi’nden elde edilmiştir. Bilinen en kapsamlı tıbbi tedavi eseri 40 tabletten oluşan “Tıbbi Teşhis ve Tedavi” olarak bilinmektedir. Tüm hastalıklar için hazırlanan eser bölümler halindedir. Bkz. Arıhan 2003, 11.
grup “asu” adı verilen şifâcılar, bitkisel ilâçlar uzmanıydı. Üç temel uygulama yöntemi vardı. Bunlar yıkama, bandajlama ve yarayı kapatma idi. Bununla birlikte, tedavilerde tıbbi uygulamaların yanı sıra kehanete de başvuruluyordu. Hastalıklar genellikle var olan bir ruhla ilişkilendirilirdi6. Doktorlar kendi içlerinde asistan doktor (Asūşaher), Şef doktor (Rab asū) ve Büyük doktor (Rab amēl asū) olarak derecelere sahiptiler7.
Tıbbı konu alan metinlerin varlığına rağmen hekimlik, daha çok deneyime dayanmış görünmektedir. Mısır ile karşılaştırıldığında, Mezopotamya’da yalnızca küçük veya orta cerrahi operasyonlar uygulanmıştır. Uzman cerrah sayısının az olduğu anlaşılmaktadır8. Hammurabi kanunnamesinde doktorun hastayı tedavi ederken bıçak kullandığı bazı cerrahi operasyonlardan söz edilmektedir. Ancak ameliyatlar seyrektir. Trepanasyon (Kafatası dergi ameliyatları) örneklerine ise rastlanmamıştır9. Antik dönem Mezopotamya’sında doktorlar “edubba” adı verilen Sümer okulunda “ummia” adı verilen uzmanlardan ders alan eğitimli kişilerdir. Kelime anlamı su bilicisi olan “A.ZU” (Akadcaasû) adı verilen doktorlardan bilinen ilkiLuluadında M.Ö. 2700’lerde yaşadığı düşünülen bir kişidir10.
Hekimlerin kullandığı çeşitli âletlerin birçoğu evde kullanılanlarla büyük benzerlik göstermekteydi. Bunlar arasında saz ya da kamışlardan yapılmış olup farklı boyutları olan ve reçete hazırlanırken kullanıldığı düşünülen kalbur türleri (nappū, nappītu, mahhaltu), taştan ya da ağaçtan yapılan ve hububatlar ile tohumları ezmek için kullanılan havan ve tokmaklar (abuttu, bukannu, mazuktu), merhem için kullanılan taş kap Nahba/usu yer almaktadır. Cerrahi âletler olarak metal ya da tahtadan yapılan kaşık ya da spatulalar (itgurtu,itgūru) farklı kullanımlar için değişik boyutlardaydı. Pipet olarak kullanılan içi oyuk kamış (uppu), çoğunlukla bronz ya da bakırdan yapılıyordu. Bu kamış türlerinden biri olan “takkussu” göz damlaları için kullanılıyordu. Makaslar (si/erpu) ve bıçaklarda obsidyen ve çakmaktaşı tercih ediliyordu. Bunlardan “karzillu” bronz ya da bakırdan yapılan, cerrahi kesikler için kullanılan küçük bir bıçaktı. Keskin olmayan ve farklı madenlerden yapılmış olup uca doğru genişleyen “kakku” doğumlarda kullanılıyordu. Ağaç, bronz, bakır ve hayvan boynuzlarından yapılan “Šukurru, katātu, dalū ve gub/pru” tedavilerde kullanılan iğnelerdi. Kolun kırılması gibi durumlarda tıbbi bir askı olarak “Šuhattu” kullanılıyordu11.
6Arıhan 2003, 12-13. 7Ay 2012, 44. 8Arıhan 2003, 14.
9 Adamson 2008, 94. Hammurabi Kanunlarının 215. maddesi hekimlerin gerçekleştirdiği cerrahi operasyonlar, kullanılan aletler ve aldıkları ücretler; 218. madde ise başarılı olmayan operasyonlarda hekimlere verilen cezalar hakkında bilgiler vermektedir. Bkz. Uncu 2013, 109-110.
10Arıhan 2003, 14.
Hekimler göz hastalıklarını yakından incelenmişler ve bu hastalıkları iyileştirmek için göz banyoları, merhemler ve çeşitli yağlar kullanmışlardır. Bir takım otları kaynatarak yağ içerisinde merhem yaptıkları ya da bakır madenini arpa suyuna karıştırarak bununla hasta gözü yıkadıkları bilinmektedir. Tabletlerde ayrıca, boğaz, kulak, kalp, akciğer, karaciğer, mide, bağırsak, cilt rahatsızlıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiş ve tedavi yolları açıklanmıştır12.
Asur ve Babil uygarlıklarında tıp, Tanrılara karşı sorumlu olan rahiplerin idaresindeydi. Ancak cerrahlar rahip olmadıkları için, hastalıklara uyguladıkları tedaviden devlete karşı sorumlu idiler. Hammurabi kanunlarında ehliyetsizlik ya da ihmalden kaynaklanan ücretlerin ve cezaların miktarları belirtilmiştir. Hekimlere verilen cezaların tarifesi olduğu gibi ücretlerinin de tarifesi vardır. Doktorların farklı şikayetler için birbirinden farklı reçeteler kullandıkları bilinmektedir. Zeytin, defne, çirişotu, nilüfer ve mersin gibi bitkilerin meyveleri, çiçekleri, yaprakları, kökleri; evcil ve vahşi hayvanların çeşitli organları; demir, bakır, şap, öğütülmüş taş ve tuz gibi pek çok mineral bu reçetelerde yer alırdı. Hayvan dışkısından da çokça faydalanılırdı. Olasılıkla hastayı rahatsız eden kötü ruhları kaçırmak için kullanıldığı düşünülmektedir. Fakat ilâçların büyük bir kısmı bitkisel kaynaklıdır. Kullanılan bitkilerin tohumları, kökleri, kabukları dalları ya bütün halinde ya da toz olarak saklanmıştır13.
Tedavilerde kullanılan yöntemlerden biri olarak kehanette en çok tercih edilen yol, hayvan karaciğerinin yorumlanmasıydı (Res.2). Kanın tüm yaşamsal fonksiyonların kaynağı, karaciğerin kanın toplandığı merkez ve dolayısıyla da yaşamın merkezi olduğuna inanılmıştır14.
Mezopotamya’da hekimler, insan anatomisi hakkında oldukça sınırlı bilgilere sahiptirler. Anatomi bilgisi, kurban edilen hayvanlarla sınırlı olup, insanın incelenmesi ve otopsiye rastlanmamıştır. Tıbbi metinlerden anlaşıldığı kadarıyla cerrahi branşa sahip uzmanlar yoktur. Cerrahi müdahaleler, Mısır’a göre daha basit düzeyde kalmıştır15.
1.2. Mısır
Mısır tıbbı hakkında bilgi veren birçok papirüs bulunmuştur. Bunlardan en çok bilinenleri, M.Ö. 1553-1550 yıllarına tarihlenen ve Georg Ebers tarafından 1873 yılında Kahire’de bulunan papirüsler ile Edwin Smith tarafından bulunanlardır. Ebers papirüsünde 877 tarif ve ilâç hazırlanışı mevcuttur. Tedavilerde haşhaş, keten, kimyon, sinameki, kekik, kına, ardıç, keten tohumu, incir, nar kabuğu, pelinotu,
genellikle bronzdan imal edilenlerdir. Bunun nedeni, çoğunlukla bronzun tercih ediliyor olması değil diğer malzemelere oranla zamana karşı daha dayanıklı olmasıdır. Bkz. Kurt 2006, 31.
soğan gibi birçok bitkinin adı geçmektedir. Daha eski tarihlere ait olduğu düşünülen Smith papirüsünde ise, yaraların, kırık ve çıkıkların tedavisi için çeşitli reçeteler yer alır. Elde edilen bilgilere göre Mısırlılar, kırıklar için bandaja sarılı Huş Ağacı tahtaları kullanmışlardır. Şifa verici dualar ve sözler de tedavinin parçasıdır. Papirüsün bir yerinde, hekimin beyine kadar işleyen bir yaralanmayla ilgili gözlemi yer alır. Beyin zarı, omurilik sıvısı, beyin kıvrımları tanıtılmıştır16.
Herodotos, Mısır’da organların tedavisiyle ilgilenen doktorların farklı olduğundan bahsetmiş ve branşların varlığına değişmiştir. Bununla birlikte, doktorlar arasında uzmanlaşma da vardır. Uzmanlıklar kendi içinde pratisyenlikten şef doktorlara kadar çeşitlilik gösterir. En yüksek derece kralın doktoru olmaktır. Diodorus Siculus, savaş zamanlarında ve Mısır toprakları içindeki seyahatlerde hastalara ücretsiz tedavi yapıldığını anlatır. Doktorlar devletten para almaktadırlar17. Eski Mısır hekimleri mabetlerde yetişirlerdi ve din adamı niteliği taşırlardı. Diş ve göz doktorundan gastronomiye kadar birçok alanda uzman doktor bulunuyordu18.
Doktor anlamında kullanılan kelime “sinu” idi. Bir de bunların dışında “sekhmer rahipleri” adı ile anılan bir din adamı grubu bulunuyordu ve onlar da tedavi işi ile ilgileniyorlardı19.
Metinlerden elde edilen bilgilere göre, farklı birçok tedavi yöntemi vardır. Haplar, lapalar, masajlar, göz damlaları, gargaralar, buhar teneffüsleri bunlardan bazılarıdır. İlâç listeleri (farmakope) bitkisel ve hayvansal ürünleri, mineralleri içeren kapsamlı bir içeriğe sahiptir. İlâçların et, süt, kan, yağ, hayvan dışkısı, çamur, yaprak ve köklerini içerebildiği bilinmektedir. Kırık ve çıkık tedavilerinde un, bal ve kaymak karışımından oluşan bir madde kullanmışlardır. Sarımsak önemli bir şifâ kaynağı kabul edilmiştir. Sirke ve su içinde ezilerek gargara yapılmış, bazı yaralara ve diş tedavilerine uygulanmıştır. Kimyon tozu, buğday ve suyla karıştırılarak ağrıyan eklemlerde, bal ve sütle karıştırılarak da öksürüğü kesmede kullanılıyordu. Kişniş de (coriandrum sativum) ferahlatıcı, gaz giderici, hazım faaliyetlerini destekleyici özellikleri dolayısıyla tercih edilmiştir20. Bitkinin seçimi tedaviye ihtiyaç duyan organla olan biçim benzerliğine göre yapılmıştır. Tek bir maddeden hazırlanan ilâçlar olduğu gibi birkaç maddenin karışımıyla hazırlanan ilâçların da olduğu bilinmektedir21.
Tüberküloz, suçiçeği ve kızamık yaygın olarak karşılaşılan hastalıklardır. Tetanoz, zatürre, yüksek tansiyon ve parazit hastalıkları da vardır. Diş rahatsızlıklarında reçine ve malahitten oluşan karışımlar dolgu yapımında
kullanılmıştır. Altın dolgulara da rastlanmakta olup, altın ve gümüşten tellerle yapılan köprüler de bilinmektedir22.
1.3. Hitit
Hitit tıbbı ile ilgili bilgiler, başkent Hattuşaş’taki arşivlerde yer alan tabletlerden öğrenilmiştir. Hastalıklar Tanrıların cezalandırması olarak görülmüş ve dua ile ilâçlar beraber kullanılmıştır. Çare bulmak amacıyla, Mezopotamya ve Mısır’da olduğu gibi kehanet önem kazanmıştır23. Bazı araştırmacılar, Hitit tıbbının deneysel niteliği ağır basan Mısır tıbbından çok, dinsel pratikleri ve inancı ağır basan Mezopotamya tıbbına benzediğini ileri sürmüşlerdir24. Aynı Mezopotamya’da olduğu gibi Hititlerde de hekimler arasında hiyerarşi mevcuttur25.
Hititlerde kirlilik hâli, hastalık sebebi olarak görülmüş ve bu nedenle temizliğe büyük önem verilmiştir. Temizlenmek için çeşitli maddeler kullanmışlardır. Bunlardan bazıları sabun otu olarak da adlandırılan “tuhhueššar” dır. Tam olarak ne olduğu ifade edilmeyen tuhhueššar’ın reçine ya da sakız losyonu olabileceği üzerinde durulmuştur. “Hašuuai” adı verilen alkalik bir bitki, ateş ve su da temizlik için kullanılmıştır26.
Tedavilerde kullanılan bitkiler arasında badem, haşhaş, meyan kökü, sarımsak, sedir, söğüt, susam, abanoz ağacı sayılabilir. Reçetelerden görüldüğü kadarıyla, kullanılış miktarları kesin olarak verilmemiş, hekimlerin bunları ezbere uyguladıkları düşünülmüştür27.
2. TAKVİM VE TARİHLENDİRME 2.1. Mezopotamya
Mezopotamya takviminde gün, ay ve yıl şeklinde üç temel birim vardır. Bir ay yaklaşık olarak 29 veya 30 gün olarak kabul edilmiştir ve 12 aylık bir ay yılı 354 gündür. İlkbaharda nehir sularının ısısı ve tarlalardaki meyvelerin olgunlaşması gibi tabiat olaylarının Güneş’in konumuna bağlı olması ve düzenli bir takvim olmadığı için de mevsim koşullarına bağlı bu olayların takvim yılı içindeki yerleri, birkaç yıl geçtikten sonra değişikliğe uğruyordu. Bu durum yıla bir artık ay eklenmesini zorunlu kılmıştır. Ay yılını esas alan Mezopotamya takviminin Güneş yılı ile ayarlanmasına ihtiyaç duyulduktan sonra yıl 13 aya çıkarılmış ve 354 günlük Ay yılı 365 gün 6 saatlik Güneş yılı arasındaki farkı kapatma yoluna gidilmiştir. Yıla on üçüncü bir ay ilavesi yöntemi oldukça eskidir. III. Ur Sülalesi Dönemi’nde artık ay
eklenmesi usulünün 8 yıllık bir devreye bağlandığı görülmektedir. Artık ayların kralların emri üzerine eklendiği ve artık ayların eklendiği yılların arka arkaya gelişinde hiçbir düzenin olmadığı anlaşılmaktadır. Mezopotamya’da genel olarak yılın ilkbahar gündönümünden hemen sonraki ilk hilal ile başlatılması usulü kabul edilmiştir. Ancak yılın başlangıcı, dönemlere göre farklılıklar göstermiştir. Bazı dönemlerde yılın başlangıcının sonbahara geldiği anlaşılmaktadır28.
Güneş saatleri sadece gündüz saatlerini belirlemede kullanıldığından 12 saat ile sınırlı kalmış, geceleri zamanı belirlemek için su saati kullanılmıştır. Bu saatlerin kullanımından önce, zamanı belirlemek için gölgelerin hareketleri gözlemlenmiş ve yere dik olarak tutturulan bir dal veya çubuğun gölgesi dikkate alınmıştır. Bu yöntemin ilk olarak Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir29.
Doğa ve gök olayları, tanrıların insanlarla iletişim kurma araçları olarak görülmüş ve doğada olan tüm olaylar gözlemlenmiştir. Gök cisimlerinin hareketlerinin gözlemlenerek yorumlanmasını getiren astronomi ve astroloji tabletleri bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlar aynı zamanda ay ve gün (takvim) bilgisine sahip olmayı da beraberinde getirmiştir. Mezopotamyalı kahinler için gezegenlerin hareketleri önemli olmuştur. Bir gezegenin diğer bir gezegene yaklaşmasını veya ondan uzaklaşmasını gözlemlemiş ve bundan çeşitli anlamlar çıkarmışlardır. Astronominin başlıca konusu ise Güneş ve Ay tutulmalarıdır. Ay tutulmalarının dolunay, Güneş tutulmalarının yeniay dönemine rastlandığını tespit etmişlerdir. Ay tutulmalarını önceden hesap edebilmişler; astrolojik raporları yazarken fırtına, şimşek ve yıldırım gibi hava olaylarından yararlanmışlardır. Mezopotamya’da Ay tutulmaları ile ilgili çok sayıda tablet ele geçmiştir. I. İsin Sülalesi Dönemi krallarından İşme-Dagan dönemine tarihlenen Sümerce tabletler, bu tür tabletlerin en erken örnekleridir. Bu tabletlerde, Ay tutulmaları ile ilgili gözlemlerden elde edilen kehanetler yer alır. Burada geçen ifadeler, Mezopotamya takvimine göre yılın başlangıcının Nisan ayına rastlandığını göstermektedir30.
2.2. Mısır
Bu alanda çalışmalar yapılmasında, Eski Mısırlıların toprağa yerleşerek ziraatla uğraşmaya başlamaları etkili olmuştur. Hesap yapmak durumunda kalmışlar ve “Nil Yılı” dedikleri zaman kesitini bulmuşlardır. Bu yıl zaman bakımından sabit yıldız Sirus’un yıllık hareketlerine paralellik göstermektedir. Mısırlılar seneyi Nil’in hareketlerine bağlı olarak dörder aylık üç mevsime bölmüşlerdi. İlki Nil Nehri’nin taşması (Haziran-Ekim), ikincisi tohum atma (Ekim-Şubat), üçüncüsü ise hasat (Şubat-Haziran) dönemiydi. Bir ay 38 gün olarak kabul edilmişti. Resmi senenin ilk günü olarak Sirus yıldızının güneşle aynı anda doğduğunun görüldüğü gün
28Erginöz 2007-2008, 200-201. 29Kaplan 2009, 88.
seçilmiştir. Bu dönem genellikle Nil’in en kabarık olduğu zamanlardır. M.Ö. 4241 yılından itibaren uygulamaya konduğu bilinen bu takvime göre sene 365 gün olarak belirlenmiştir. Bunun nedeni, Sirusyıldızının Güneşe nazaran dört senede bir günlük bir gecikme ile doğması ve dolayısıyla da senenin normal müddetinden 6 saat eksik hesaplanması olmuştur31.
2.3. Hitit
Hititler, pek çok alanda olduğu gibi astronomi sahasında da Mezopotamya’dan etkilenmişlerdir. Mezopotamya’da evrenin işleyişini tanrıların düzenlediğine inanmışlardır. Doğa da tanrıların insanlara istediklerini belirttikleri bir araçtır. Bu sebeple doğa, başlı başına bir kehanet malzemesidir. Mezopotamya’daki bu anlayış, Hititler için de geçerli olmuştur. Bunun sonucunda bütün maddi dünya kehanetle ilgili bilgi veren nesneler dünyasına dönüşmüştür. Fakat Hitit düşüncesinde kehanet, Mezopotamya kehanet anlayışından farklı olarak genelleştirici olmamıştır. Hurriler aracılığıyla Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçen kehanet kültürü, Hititlerin zihniyetine uyduğu oranda kabul görmüştür. Bunlar içinde yaygın olarak kabul göreni astrolojik kehanetlerdir32.
Hitit saray arşivindeki belgeler arasında, başlı başına astronomiye ait bir belge bulunmamakla birlikte, kehanet amaçlı kullanılan, gökyüzü rasatlarını içeren ve büyük kısmı Ay, Güneş ve yıldızlarla ilgili olan Mezopotamya kökenli belgeler ele geçmiştir. Güneş’in doğuşu ve Güneş tutulması ile ilgili gözlem ve yorumları içeren bu Akadca belgelerin bir kısmı Hititçe’ye çevrilmiştir. Elde edilen bilgilerden, Hititlerin Güneş gözlemleri yaptıkları ve Güneş’in günlük hareketini gözlemledikleri anlaşılmaktadır33.
Hitit takvim sistemi hakkında yeterli bilgiye ulaşılamasa da, genel olarak Mezopotamya’da olduğu gibi sene Ay’a bağlı olarak tespit edilmiş, Ay takvimi kullanılmıştır. Her bir ay 28 ya da 29 gün olarak kabul edilmiştir. Ay takviminin kullanıldığını kanunlardan görmek mümkündür. Hem dünyanın uydusu olan ay hem de yılın on iki ayından her biri için “Arma” terimi kullanılmıştır. Bu, aynı zamanda Hitit Ay Tanrısının da adıdır. Hitit takvimi, mevsimlik tarım faaliyetlerinin başlamasına ve bitmesine dayalı olan bir tür tarım takvimidir. Yıl bahar mevsiminde “Hamešha” (Mart-Haziran) başlamaktadır. Hamešha’yı “Ebur” (hasat zamanı, yaz), “Zena” (hasat mevsimi, sonbahar) ve “Gim, Gimmant” (Kasım-Mart, kış mevsimi)
31Saraç 1943, 109. Astronomi gözlemlerinin kaydedildiği cetvellerden Mısırlıların, çıplak gözle görülemeyecek yıldızları tanıdıkları, sabit yıldızlarla gezegenleri ayırt edebildikleri anlaşılmaktadır. Bkz. Saraç 1943, 109.
32 Erginöz 2007-2008, 200-201, 204. Hitit takvimine göre, yılın başlangıcı olarak kabul edilen ilkbaharın gelişiyle birlikte doğanın tekrar canlanmasının kutlanması ile ilgili mitoslar vardır. Bunlardan biri olan İlluyankaefsanesinde fırtına tanrısı ile canavar yılan İlluyankaarasındaki savaş anlatılmaktadır. Bkz. Erginöz 2007-2008, 206.
takip etmektedir34. 3. KİMYA
3.1. Dokuma ve Doğal Boyama
Antik çağda giysiler, başlangıçta iklim koşullarına uygun olarak vücuda sarılan basit, tek ya da iki parçalı modellerden oluşmuştur. Giysiler zamanla uzun ve dökümlü tuniklere dönüşmüş ve bitkisel boyalarla renklendirilmişlerdir. Tekstilde boya olarak sarı için muhabbet çiçeği, boyacı sumağı ve katırtırnağı; kırmızı için hayvansal ürün olarak lak böceği, kermes böceği, ekin koşinili, bitkisel olarak kök boya; yeşil renk sarı ve mavi renk veren bitkilerin birlikte kullanılması ile elde edilmiştir. Antik Mısır’da süslenme temel bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Yeni Krallık Dönemi’nde değerli taşlarla süslenmiş kemerler, giysilerdeki renk kaynağını oluşturmuştur. Kuyumlarla süslenmiş geniş yakalar göğsün büyük bir kısmını kaplamış, bunun yanı sıra küpeler, soketler, bilezikler, kolyeler takmışlardır35. Mısır’da toplumsal konumların simgesel bir göstergesi olarak, soyluların kraliyet keteni olarak bilinen beyaz, ince ve yarı saydam dokumadan yapılmış kumaşlardan oluşan giysileri, kral ve devlet adamlarının ise sert plilerden oluşan ve altın işlemeyle süslenmiş olan şentileri kullandıkları bilinmektedir36. Thebes’de IV. Tuthmosis
dönemine tarihlenen ceylan derisinden elbiseler ile Eski Mısır rakiplerinin giydiği, omuzdaki bir ilmikten geçen iplerle uzaltıp kısalabilen leopar derisinden elbiseler bilinen giyim eşyaları arasındadır37. Hem Mezopotamya hem de Mısır kültüründen
etkilenen Hititlerde de kıyafet ve aksesuarlar, toplumsal statü ve meslek gruplarını belirtmede önemli unsurlar olarak kabul edilmişlerdir. Süslü veya yalın biçimlenmiş, deriden ya da madenden yapılmış kemerler, silindirik veya sivri başlıklar elbiseyi tamamlayıcı unsurlar olarak kadınlar tarafından kullanılmıştır. Erkekler ise, desenli dokunmuş kısa etekler, V yakalı ince mintanlar, keten veya yüzden kollu kısa tunikler ve mantolar giymişlerdir38.
Bitkisel boya maddeleri arasında yer alan safranın içerisindeki carthamin, hem boya hem de sabitleştirici madde olarak kullanılmıştır. M.Ö. 1600’lerden itibaren narın kabukları şap yardımı ile sarı renk elde etmek için kullanılmıştır. Ayrıca, kına kırmızı, akasya mavi, ceviz siyah renk için tercih edilmiştir39.
3.2. Değerli Taşlar
Binlerce yıldır kullanılan değerli taşlarla bezenmiş takılar, sosyal statü ve kimliği temsil etmek, onu takan kişiyi kötülüklerden ve tehlikelerden korumak gibi
simgesel, dinsel birçok farklı amaç için tercih edilmişlerdir. İlk takılar fildişi, taş, deniz kabuklarından; maden işlemeciliğinin başlamasından sonra da madenlerden yapılmıştır. Çok tanrılı dönemlerde yaratıcının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul edilen krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri bedenlerinde de göstermek için taş ve madenlerden yapılmış takılar kullanmaya başlamışlardır40.
Mısır’da, takılarda kullanılan değerli taşların güçleri olduğuna, şans verdiğine ve ömrü uzattığına inanılmıştır. Tanrıların simgeleri takılarda sıklıkla kullanılan figürler arasında yer almıştır. Bu dönemde kullanılan değerli taşlar ve takılar, hem toplum içindeki konumun bir göstergesi olmuş hem de sivil ya da askeri bir nişan ya da bir koruyucu olarak da kullanılmıştır41.
Takılarda kullanılan renklerin bu dönemde simgesel bir inanç değeri haline geldiği görülmektedir. Buna örnek olarak mavi renge yüklenen nazardan koruduğu inancı gösterilebilir42.
Uygarlık tarihi boyunca güç ve kudretin, sonsuz yaşamın simgesi olan zümrüt, M.Ö. 3500’lü yıllarda Mısırlılar tarafından Kızıldeniz çevresinden çıkartılmış ve yüzlerce yıl mücevherlerde kullanılmıştır. Bu türden madenler Antik çağda “Kleopatra madenleri” olarak adlandırılmışlardır. Antik çağlarda kırmızı renkli taşların kalbi güçlendirdiğine, ishal ve kanamayı önlediğine inanılmıştır43. Fakat değerli taşların azlığı ve dolayısıyla da pahalı oluşu, taklitlerinin yapılmasına da yol açmıştır. Bakırçalığı, zencefre, kobalt oksit, demir oksit, bakır oksit, balık pulları, sedef kırıntıları, gelincik çiçeği suyu ve dut suyu taklit taşların hammaddelerindendir. Mezopotamya’da taşların kullanımı çok eski dönemlere kadar gitmektedir. Geç Ubeyd Dönemi’ne ait tepe Grawra’da ele geçen turkuaz, ametist, agat , ceyd, lapis lazuli gibi taşlar Mezopotamya’da ilk kez lüks tüketim maddeleri için yapılan ithalatı belgelemektedir. Bu taşların çoğunun Mezopotamya’ya İran’dan ithal edilmiş oldukları bilinmektedir. En yakın lapis lazuli kaynağı olarak da Afganistan’daki Badakshan gösterilmektedir. Mezopotamya’da oldukça popüler olan lapis lazuli gerçek ve yapay olarak adlandırılmış; “ugnü sadi/dağdan gelen lapis lazuli” ve “ugnü kuri/fırından gelen lapis lazuli” olarak nitelendirilmişlerdir44.
Antik Dönem Anadolu uygarlıklarında takılar, özellikle sözsüz iletişimde önemli bir paya sahiptir. Takılan takılar bazen de bir mensuba aitliğin simgesi olmuştur. İşaret parmağına takılan ve mühür olarak kullanılan yüzükler, kralların veya devlet adamlarının mensup oldukları toplulukların bir sembolüdür. Anadolu
40Üster 2011, 44. 41Evecen 2014, 376.
42Evecen 2014, 377. Antik Roma’da da, giysilerde renklere önem verilmiştir. Bir tür deniz kabuklusundan elde edilen ve “tyran moru” denilen renk, Romalı hakimler, papazlar ve imparatorluk tarafından giyilen giysilerin rengi olmuştur. Bkz. Evecen 2014, 380.
uygarlıklarında geleneksel gümüş kadın takılarında kullanılan süslemelerde, bitkisel motifler yoğunluktadır. Bunları sembolik anlamlar taşıyan geometrik motifler, nadir olarak hayvansal motifler ve yazılar izlemektedir. Geometrik form ya da motifler, genel olarak evrenin sonsuzluğunu sembolize etmektedir. Üçgen, kare, daire, eşkenar, baklava veya yıldız motifleri yoğun olarak görülmektedir45.
Yarı değerli taş işlemeciliği, Neolitik Dönem’den başlayarak gelişme göstermiş ve Eski Tunç Çağı’nda zirveye ulaşmıştır. Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda taşlar çeşitlenmiş, kompozit eserler de ortaya çıkmıştır. Hitit Çağı ise, bu tür taş işlemeciliği açısından zayıftır46.
3.3. Madencilik
Madencilik, insanın öğütme, kesme, bileme veya kendini savunma amacıyla en uygun taşları toplamaya başladığı Paleolitik Dönem’den itibaren uygulanan bir aktivite olmuştur. Çakmaktaşı ve obsidyen, işlenerek düzgün el aletleri ve çok keskin silahlar haline getirilmiştir. İnsanın sürekli merakı, onun parlak renkli bakır oksitler gibi parlak metallerle tanışmasını sağlamış, bu tür malzemeler boncuk gibi süs eşyası ya da boya olarak kullanılmaya başlanmıştır. Erken dönem madencileri, parlak mavi, yeşil ve dikkat çekici renkler sunan bakır oksitlerin, bakırın diğer formları olduğunu anlamış olmalıdırlar. O tarihte bilinen ısıtma tekniklerini bu cevherler üzerinde de uygulamışlardır47.
Antik dönem madencileri için, cevherden metal eldesi ilahi kabul edilen kozmik bir dünyaya girişi de simgeleyen işlemdir. Bilim insanları bu işlemlerin, tanrılara cevherden metali serbest bırakması için yapılan yalvarmaları içeren bir ritüel olarak kabul edildiğine inanmaktadırlar. İşlemin başarısı, kullanılacak cevher ve yakıt miktarının hassas bir şekilde hesaplanmasına, gerekli olan ısıyı üretecek fırının belirlenmesine ve işlem süresinin cevherden en çok metalin alınmasını sağlayacak şekilde belirlenmesine bağlıdır. Metalin elde edilmesi hem doğal hem de doğa üstü bir dizi sırdan oluşan ve gizliliğini korunan bir ritüel olmuştur48.
Büyük olasılıkla aynı zamanda ateş tanrısını davet etmeyi de içeren bu işlemler, Mezopotamya’da Tanrı Gibil’in çağrılması ile yapılmıştır. Ninmug ise Mezopotamyalı demirciler/metal ustalarının Tanrıçası olarak bilinmektedir ve gerek metalden silah gerekse günlük kullanıma uygun el aleti, dinsel obje ve süs eşyası
45 Üster 2011, 95, 97. Değerli taşların kullanımı, ilerleyen dönemlerde de devam etmiştir. 1400’lü yıllarda Avrupa’da rakipleri tarafından öldürülme korkusu yaşayan üst düzey yöneticiler, olası bir zehirlenmeye karşı yedikleri ve içtikleri şeylere “panzehir taşı” olarak adlandırılan tozdan eklemişlerdir. Bu taş hayvanların safra taşıdır ve zehirlenmeyi önlediğine inanılmıştır. 1900’lü yıllarda bazı bilim insanları tarafından, bu düşünceyi kanıtlama adına bazı deneyler yapılmış ve bu taşın arsenik ve bu türden bazı maddelere karşı koruyucu özelliği olduğu anlaşılmıştır.
üretimi sırasında bu Tanrıçaya dua ettikleri düşünülmektedir. Asur dönemine ait bir tablette, uygun gün ve ayın belirlenmesi gerektiği, fırının önüne bir tütsü konduğu ve törenler sırasında yere bira döküldüğü yazılmaktadır. Eski Mısır da metal ile ilişkili kendi kutsallarına sahiptir. Altın, Güneş Tanrısı Ra’nın eti olarak değerlendirilmiş, madencilerin Tanrıçası Hathor da çoğu zaman “altın olan” adıyla betimlenmiştir. Hathor’a adanan tapınak, Sina’da, turkuaz madenlerinin bulunduğu Serabit el-Kadim’de bulunmuştur ve “Turkuaz’ın Hanımı” sıfatını almıştır49.
M.Ö. yaklaşık 3800-3100 arasındaki Geç Kalkolitik Dönem’de bir taraftan politik organizasyonlarda gelişmeler ve doğal kaynaklardan yararlanmada belirli bir düzen bulunmaz iken, diğer taraftan yerleşkelerin ekonomik birikimleri de istikrarlı bir şekilde giderek artmaktaydı. Güney Mezopotamya’daki şehirleşme, burada giderek gelişen elit sınıf ve bunların metali de içeren temel doğal kaynaklara olan talebi ile güçlenmekteydi. Mezopotamya’daki tacirler, şehir merkezlerindeki başlıca bakır, gümüş ve altın talebini karşılayabilmek için farklı yönlerden metal yataklarına ulaşmaya çalışmışlardır. Bu listeye daha sonraları kalay da dahil olmuştur. Bu metallerin bir kısmı, İran’dan ve yakın çevresinden karşılanmış olmalıdır50. Mısırlılar da, Sina Yarımadası’nda işlettikleri zengin bakır madenleri dışında diğer madenleri ithal etme yoluna gitmişlerdir. Demir, altın, kalay , gümüş gibi madenleri Arabistan, Nubya, Anadolu’dan karşılamışlardır51.
Erken Tunç Çağı’nda metal ustalarının, bölümü kalıbı alma, tavlama, altın ve gümüş ile kaplama, çoklu kalıba dökme, merkezi delikten döküm ve lehimleme gibi karmaşık teknikler konusunda ustalaşmışlardır. Bu teknikler, Orta Anadolu platosundaki Alaca Höyük, Horoztepe, Eskiyapar ve diğer yerleşimler ile Anadolu’nun kuzey kıyılarındaki İkiztepe’deki metal eserler için tipik özellikleridir52.
3.4. Cam Üretimi
Cam ilk olarak, M.Ö. 3. binin sonlarında Mezopotamya’da keşfedilmiştir. Bilinen ilk cam örnekleri, Bronz Çağı’ndan başlayıp Demir Çağı içlerine kadar istisnasız, değerli ve yarı değerli taşlara alternatif olarak oldukça parlak renklerde üretilmiş ve opak yani geçirgen veya şeffaf olmayan boncuk, mühür veya kakma tarzı küçük objelerdir. Değerli taşların işlenmesinde kullanılan kesme, oyma ve zımparalama işlemleri uygulanmıştır53.
Cam silisyum dioksit ile kalsiyum karbonat ve sodyum karbonat birleşmesinden oluşmaktadır. Tümüyle doğal bir madde olmakla birlikte, ancak insan eli ve katkısıyla oluşturulabilmektedir. Silisyum dioksit “kum”, kalsiyum karbonat
“kireçtaşı”, sodyum karbonat “soda” biçiminde doğada bulunmaktadır. Camı oluşturan bu maddelerin birbirlerine oranları çeşitli dönemlere ve üretim merkezlerine göre çeşitlilik göstermektedir. Camın ilk örnekleri üretilirken asıl amacın değerli ve yarı değerli taşların taklitlerini yapmak olduğu sanılmaktadır54.
Cam ve seramik malzemelerde sır olarak çeşitli mineraller ve metal bileşikleri kullanılmıştır. Bunlardan kalay oksit beyaz, kobalt tuzları koyu mavi, bakır tuzları açık mavi, orpimen sarı, pirolusit siyah, hematit kızıl kahverengi sırları oluşturmaktadır.
Bilinen en erken üretim merkezleri olan Tell el Amarna ve Malkata’da camın üretilmesi için kullanılmış fırınlara ait izler saptanamamıştır. Ancak burada derin olmayan, basit potaların sıcaklığa dayanıklı tamburlar üzerine yerleştirilip ateş üzerinde ısıtılmasından oluşan bir açık ocak sisteminin kullanılmış olduğu sanılmaktadır. Bu şartlar altında camın tam eriyik duruma gelmesi için yeterli ısıya ulaşmak mümkün olmadığından, camın henüz macun kıvamındayken işlendiği anlaşılmaktadır. Asurbanipal kütüphanesinden ele geçen çivi yazılı tabletlerde Mezopotamya’daki cam üretimi için kullanılan fırınlara “kuru” sözcüğünün seçildiği görülmüş (“kuru”-fırın, “kuru sa takkannu”-odalı fırın gibi) ve cam üretimine elverişli ergitme fırınlarına verilen ad olduğu düşünülmüştür. “Kuru”ların camı oluşturan hammaddeleri karıştırarak ısıttıkları anlaşılmaktadır. “Takkannu” yani odalı fırın tipi ise cam yapımında kullanılan gerçek ergitme fırını niteliğinde olmalıdır. Tabletlerden öğrenildiğine göre, uzun süreli ateşlemelerin gerektiği durumlarda kullanılan bir fırın tipi daha mevcuttur. “Atunu” adı verilen bu fırınların içinde potaların değil kalıpların kullanıldığı bilinmektedir55.
Mezopotamya ve Mısır’da ilk cam vazolar, iç kalıp tekniğinde üretilmişlerdir (Res.3). Bu teknik, cam vazoların yapımında kullanılan en erken yöntemi belirlemektedir. Yapılmak istenen vazonun formunda hazırlanmış organik bir madde ile sıkıştırılmış kumdan toprak ya da kilden bir kalıbın metal bir çubuk üzerinde oluşturulması iç kalıp yönteminin temelini oluşturmaktadır. İç kalıp tekniğinin özel bir türü olan çubuk tekniğinin ilk örnekleri ise Mısır’da 18. ve 19. Hanedan dönemlerine tarihlenmektedir. Daha sonraki dönemlerde kuzey batı İran ve Mezopotamya’da M.Ö. 6.-5. yüzyıllara tarihlenen ince, uzun tüp biçimindeki sürmedenliklerde bu tekniğe rastlanmıştır. Kullanılan başka bir teknik çeşitli formlardaki kalıplara tek ya da çok renkli camın eriyik durumdayken dökülmesi ile çeşitli nesne ve vazoların yapılmasında kullanılan “döküm tekniği”dir. Ayrıca, balmumundan yapılmak istenen vazo ya da objenin bir modelinin çıkarılarak seramik veya açıyla kaplanması, fırında ısıtılarak dıştaki seramik-alçı kabuğun sertleşmesi buna karşın balmumunun akıp gitmesi ve böylece hazırlanan kalıba toz halindeki camın dökülmesiyle istenen formun elde edildiği “kayıp balmumu-cire perdue”
tekniği; serbest üfleme tekniği ve kalıba üfleme tekniği de kullanılmıştır56.
Camın madde olarak M.Ö. 3. binde Mezopotamya’da bulunuşundan oldukça uzun bir süre sonra camın işlenmesi, çeşitli formlarda vazoların yapımı gerçekleşebilmiştir. M.Ö. 2. binin başlarında Mezopotamya’da camdan vazoların yapıldığı bilinmektedir. III. Ur Hanedanı dönemine tarihlenen bir listede Sümerce “an-zah/kase” ve M.Ö. 14.-12. yüzyıllara tarihlenen cam yapımıyla ilgili Akkadca metinlerde “anzahhu/cam kap” olarak ifade edilmektedir. M.Ö. 2.binde Anadolu’daki en önemli cam buluntuları ise Hitit başkenti Boğazköy’de ele geçmiştir. Hititçede “cam” veya “cam vazo” anlamına gelen “zapzagai/zapzaki/zapziki” sözcüğünün varlığı ve bunun Hititçeye girmiş yabancı bir sözcük olduğu bilinmektedir. Bu dönemde Anadolu’da cam değerli bir malzemedir ve ele geçen cam eserler az sayıdadır57.
3.5. Yazı Araç-Gereçleri
İnsanlığın çok önemli buluşlarından biri olan yazının icadı ile birlikte, üzerine yazı yazılacak gereçler ve yazı araçları da icat edilmeye başlanmıştır. Bu alanda üç temel yazı gereci olarak papirüs, parşömen ve kağıt bulunmuştur. Bununla birlikte, bu üç temel gereçten başka, ilk olarak doğada kolaylıkla bulabildikleri çeşitli düz yüzeyli nesnelerin üzerine yazılar yazmışlardır. Sarp kayalar, taş, mermer, hayvan kemikleri, ağaç kabukları, keten bezi, kil tabletler, değerli metallerden levhalar, tahta ve balmumu tabletler kullanılan yazı gereçlerindendir58.
3.5.1. Mezopotamya
Mezopotamya’da çivi yazısı özellikle kil tabletler üzerine yazılmıştır. Coğrafyaya bağlı olarak nehir alüvyonlarından elde edilen bu toprak, ona rekabet edecek başka malzemenin bulunmaması nedeniyle Mezopotamya’nın yazı malzemesi haline gelmiştir. Kilden başka tahta, fildişi, deri, balmumu gibi diğer malzemeler de daha az sayıda olmakla birlikte kullanılmıştır. Kil tablet, killi topraktan yapılmaktaydı. Bunun için, kum, balçık ve bitkisel topraktan oluşan özlü bir toprak gerekiyordu. Mezopotamya’da taş ve ağacın az bulunmasına karşın, yazı için uygun kilin varlığı bu malzemenin seçilmesinde başlıca neden olmuştur. Tabletlerin biçimleri, dönemlere ve metnin ait olduğu tablet gruplarına bağlı gözükmektedir.
56Yağcı 1993, 23, 25-26, 29.
57Yağcı 1993, 33, 69. Boğazköy’de Yukarı Şehir I-B tabakasında mavi camdan yapılmış çıplak kadın figürini bulunmuştur. Tanrıça Astarte olabileceği düşünülen bu figürin, M.Ö. 14. yüzyıla tarihlenmekte ve Boğazköy’e Suriye-Filistin bölgesinden getirilmiş olduğu düşünülmektedir. Bkz. Yağcı 1993, 65.
Köşeleri yuvarlatılmış konveks kenarlı, dikdörtgen, kare ve yuvarlak şekilli olanların yanında poligonal olanları da vardır59.
Yazının ilk evresini gerçekleştiren ve bir bölümüyle hala ileri derecede betim niteliği taşıyan işaretler, kilden levhalar üzerine ucu sivri bir araçla, bir taş kalemi ile kazınırdı. Kural oluşturamayacak birkaç durumda ise, taş kalemini kilin üzerinde eğik tutarak işaretin içine düz çizgiler çekilirdi. Daha sonra baskıları “stylus” denilen üç köşe uçlu bir taş kalemiyle yapmak, en yaygın yazı tekniği olmuştur60. Ana yazı malzemesi olan kil tablet yanında daha az olmakla birlikte taş da kullanılmıştır. M.Ö. 5500-5000 yıllarına tarihlenen ve “mavi anıtlar” denilen yeşilimsi taş parçaları üzerinde piktografik yazılara rastlanmıştır. Yazı yazılan taşlar arasında bazalt, kalker, diorit, gre, steatit, pembe breş, şist, alçıtaşı (jips), kaymak taşı da bulunmaktadır61.
3.5.2. Mısır
Mısır tarihinin erken dönemlerinden itibaren, papyrus üzerine yazılmış çeşitli konulardaki eserlere rastlanmaktadır. Kil tablet ise, papyrus ve taş yanında pek az sayıda kullanılmıştır. Papyrus bitkisinden yapılan bitkisel kağıt, kendi vatanı olan Mısır’da çok eski dönemlerde kullanılıyordu. En eski ancak yazılmamış papyrus, I. Sülalenin resmi görevlisi Hemaka’nın mezarında bulunmuştur62. Papyrus’un hazırlanışı sırasında bitkinin özü bir alet yardımıyla sapın uzunluğu boyunca çıkarılır, gövde tabakalara (philyree, schidae, inae) ayrılırdı. Saplar kesilir ve kabuğu soyulurdu. Kabuğun hemen altındakiler, çevredekilere oranla daha ince ve esnek olduğundan, en iyi kalitede olanlar sapın merkeze en yakın olan kısmından sağlanırdı. Elde edilen şeritler birinde bitkinin lifleri düşey gelecek şekilde diğerinde de yatay gelecek şekilde, doksan derece açıyla iki tabaka halinde üst üste konur, tabakalar Nil suyu kullanılarak ve çekiçle dövülerek birleştirilirdi63.
Eski Mısır’da Mezopotamya’da olduğu gibi seçilen yazı taşıyıcısına uygun olarak bazı yazı araç ve gereçleri kullanılıyordu. Kalem ve mürekkepler bunların başında gelmektedir. Tasvirlerden anlaşıldığı kadarıyla bunların kamıştan yapılan “calamus” ve “stylus”lar, taşçı kalemleri, kırmızı ve siyah mürekkepler olduğu anlaşılmaktadır. Mürekkebin karıştırılması için deniz hayvanlarının kabukları kullanılmıştır. Yazıların silinmesinde ise, püskül ve süngere rastlanmaktadır. Papyrusun bitki kökenli organik yapısı nedeniyle kırılgan bir malzeme oluşu dolayısıyla zarar görmemesi için limon ve Sedir Ağacı yağı ile yağlandığı
59Yıldız 2000, 4-5, 9. Dünyada bilinen en eski yazılı belgeler, Irak’ın güneyindeki eski Sümer kenti Uruk’ta bulunan ve M.Ö. 3300’lere tarihlenen kil tabletlerdir. Sümer aşk ve savaş tanrıçası İnanna’ya adanmış tapınaklar kompleksi olanEannakülliyesinde bulunmuştur. Bkz. Pulhan 2003, 46.
bilinmektedir64. 3.5.3. Anadolu
Anadolu’da M.Ö. III. bin yılında bazı eserler arasında yer alan simgeler, II. bin yılında Kültepe ve Konya Karahöyük kapılarında görüldüğü gibi gelişerek Anadolu’ya özgü hiyeroglif yazısını oluşturmuştur. Hititler döneminde mühürler üzerinde devam eden bu yazı halkın görebileceği yerlere, askeri yollar üzerindeki taş ve kayalara yazılmıştır. Anadolu’ya gerçek anlamda yazı, Asurlu tüccarlar ile Mezopotamya’dan gelmiştir. Bu yazı gelişimini tamamlamış bir çivi yazısı olup kil tablet ile birlikte kullanılmıştır65. Çivi yazısı terimiyle “kama biçimli-simgelerden oluşan yazı” ifade edilmektedir. Yumuşak kile ucu yontulmuş bir kamışla hafifçe bastırarak, kama görünüşlü izlerin oluşturduğu simgeler levhaya yazılır, sonra bu kil levha fırınlanarak sağlamlaştırılırdı66. Keramik, balmumu kaplı levhalar, deri, altın, gümüş, bronz ve diğer metallerin üzerine yazılmış levhalar yazı malzemesi olarak kullanılmıştır67.
3.6. Mayalama ve Dericilik
Eskiçağ Önasya uygarlıklarında, mayalama yönteminin bilindiği ve bu yöntemle peynir, yoğurt, şarap yapıldığı görülmektedir. Muhafazası zor olan sütün dayanıklılık süresini arttırmak ve naklini kolaylaştırmak için insanoğlu sütü eskiden beri çeşitli ürünlere işlemiştir. Peynir insanoğlunun uygarlığa geçişinin ilk simgelerinden birisi olarak da kabul edilmektedir. Neolitik Dönem’de ilk kez yapıldığı düşünülen peynirin, ilk defa kim ya da kimler tarafından nerede ve nasıl yapıldığı konusunda farklı fikirler söz konusudur. Olasılıkla içmedikleri sütü yeni kesilmiş koyun işkembesinden yapılan tulumda saklayan insanlar, süt yerine kesik sütle karşılaşmışlar ve bu şekilde de peynir bulunmuştur. Mezopotamya’da M.Ö. 3500-3100 yıllarına tarihlenen bir taş kabartmadaki figürler, Sümerlerin süt teknolojisini iyi bildiklerini göstermektedir. Sümer ve Akadlarda iki yüze yakın peynir çeşidi bilindiği tahmin edilmektedir. Babil uygarlığında da sütçülüğün iyi durumda olduğu ve peynirin soyluların yiyeceği olarak tüketildiği bilinmektedir (Res.4). Hititler de inek sütünden peynir yapmışlardır. Bununla birlikte, İsviçre’nin Neuchatel Gölü kıyılarında yapılan kazılarda M.Ö. 5000’lere ait kesik süt süzme kapılarının bulunması, peynir yapımının tarihini çok daha eskilere götürmektedir68.
Yoğurt, memeli hayvanların evcilleştirilmesi ile başlayan süreçte, sütün muhtemelen doğal koşullarda fermantasyon bakteri ile buluşması sonucunda
64Yıldız 2000, 28, 34-36, 158.Calamusile payrus ve parşömen üzerine,stylusile daha çok balmumu üzerine yazılırdı. Bkz. Yıldız 2000, 189-192.
oluşmuştur. Sütü fermantasyona uğratan Laktik Asit bakterileri sütü pıhtılaştırarak yoğurda dönüştürürler. Süte doğal çevreden mikroorganizmaların bulaşması ile sıcak iklim koşullarında doğal olarak yoğurdun oluşmuş olma olasılığı yüksektir69.
Dericilik de bilinen ve yaygın olarak kullanılan bir alandı. Hayvan derilerinde idrar, hayvan dışkısı, şap, meşe palamudu, akasya tohumu, demir sülfat kullanılarak tabakalama işlemi gerçekleştirilirdi. Tabakalanan deriler bitkisel ve hayvansal boyalarla boyanırdı. Mezopotamya’da M.Ö. 3. binden itibaren derinin işlendiği bilinmektedir. Sümer, Akad, Babil, Asur dönemlerinde yaygınlaşan ve gelişen dericilik faaliyetleri, kırmızı keçi derisi ile Babil’i üne kavuşturacak düzeye gelmiştir70.
Mısır’da hayvan derilerini tabakalamaya hazır hale getirmek için, temizlemek amacıyla tuz, un, tahıl, bitki sapları, ince dallar, yapraklar, tohum ve meyvelerden yararlanarak çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Şap ile tuz yarı yarıya kullanılarak beyaz renkli ve sağlam deri elde ediliyordu. Keçi ve koyun derileri için akasya tohumları ve yaprakları kaynatılmış suya karıştırılarak bu çözeltiye deriler konulmuştur. Kullanılan bir diğer bitkisel madde, “deri elması” denilen nardır. Narın kabuğundan faydalanılmıştır. Bir başka yöntem olarak deriler yağ kabına batırılır ve yumuşatılır, tezgah üzerine gerilerek yağı emmesi sağlanır, bu amaçla sopa ile dövülürdü. Esneklik kazanan deri, suyu geçirmez hale gelmiş oluyordu (Res.5-6)71.
Mezopotamya’da çeşitli eşyaların yapımında kullanılan deri, sığır, keçi, koyun başta olmak üzere eşek, su yılanı, yabani dağ keçisi, geyik, kedi, tavşan, kaplan gibi hayvanlardan sağlanıyordu. Bu derilerin farklı işleniş biçimleri metinlerde ayırt edilmişti. Kalın, şişirilmiş, suya batırılmış, doymuş, yarılmış gibi ayrı ayrı teknik terimlere rastlanmaktadır. Ayrıca deriler marka ile damgalanmış, iyi, kötü, eski, yeni, yıpranmış gibi nitelikleri belirtilmiştir. Deriler henüz soyulmuş taze deri iken, önce üzerlerindeki pislikleri temizlemek amacıyla tuzlu suda tutuluyor daha sonra gölgede kurutuluyordu. Temizlenen deri, belli maddelerin bulunduğu bir çözeltide ıslatılıyordu. Tüyleri çıkartılıyor ve deri şişiyordu. Sopalar ile dövülen deri, ağaç tezgahlara gerilerek kurutuluyordu. Postlar ise un, üzüm suyu, şarap, bira, süt ve tuz ile işlem görüyordu. Derilere belli bir esneklik vermek, sağlamlık kazandırmak ve çürümeleri önlemek için, onları yağlarla işlemek gerekli olmuştur. Bu amaçla tereyağı, balık yağı, kemik iliği, beyin, süt, yumurta sarısı gibi maddeler deriye yedirilmiştir. Dericiler kendi aralarında meslek birlikleri kurarak, belli mahallelerde yaşamışlardır. Derilerin kötü kokuları nedeniyle şehrin dışında olan bu mahallelerde yaşayan dericiler arasında uzmanlık dalları vardır. Bir erken dönem Babil metnine göre sadece derileri soymakla görevli olan kişiler “susikku”, derileri boyayanlar
“Şamua” ve “kordoba” olarak adlandırılmışlardır72.
Hititlerde dericilik ve endüstrisi gelişmiş, tapınak ve saraylarda özel atölyeler kurulmuştur. Buralarda çalışan ustalar, dinsel açıdan temizlenmiş derileri özenle işleyerek çeşitli eşyalar yapıyorlardı. Deri ve postların ekonomik değeri biliniyor; koyun, keçi ve kuzu postları kült sembolü olarak kullanılıyordu. Bu keçi ve koyun derileri, kırmızı, siyah ve beyaz renklere boyanıyordu. Ritüel törenlerde ise çocuklara giydiriliyordu. Asur Koloni Çağı ve Hititler dönemi tabletlerinde deri işçileri “dericiler başı” adıyla geçmekte ve diğer işçilerden ayırt edilmektedirler73.
4. GEOMETRİ VE HARİTACILIK
Bilinen ilk dünya haritası günümüzden 2700 yıl önce Babilliler tarafından bir kil tablet üzerine çizilmiştir. Haritacılığın temellerinden birini oluşturan geometrinin, dolayısıyla mülkiyet kadastrosunun Nil insanlarının gereksinimlerinden, günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce ortaya çıktığı da bilinmektedir74.
Yerleşmelere bakıldığında, ilk köylerin kuruluşunda ve arazilerin bölünmesinde öncelikle “haritacılar” (geometriciler) ya da “arazi ölçmecileri” gerekliydi. Bu kişiler, bir ölçüyü diğeriyle karşılaştırabilmek için ölçme kavramlarını tanımak zorundaydılar. Çok eski dönemlere ait haritacılık bilgisi hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte, hem Asur ve Babillilerin hem de Mısırlıların bu konuda bilgi sahibi oldukları düşünülmektedir. Mezopotamya’da haritacılık çalışmaları, büyük yapıların ve yeni yerleşim alanlarının altyapılarının yapımının başlangıcını oluşturmaktadır. Mezopotamya’da Nippur’da bulunan ve M.Ö. 3800-3500’e tarihlenen kil tablet üzerine yapılmış kent haritası bulunmuştur. Yine Mezopotamya’da Kerkük yakınlarındaki Nuzi’de bulunan ve M.Ö. 2200’lere tarihlenen harita, bilinen en eski haritalar arasındadır. Bu haritada içi yazılı küçük daireler yönleri göstermektedir. Buna göre haritanın esas yönlere göre çizildiği ve üst kenarının da kuzey olduğu anlaşılmaktadır. Eski Babil’de bulunan tablet üzerine çizilmiş arazi planları, o dönemin haritacılarının parselleri düzenli olarak böldüklerini ve sonra bunları dik üçgenler, dikdörtgenler ya da yamuklar olarak ölçülendirdiklerini göstermektedir. Yüzölçümü verilerinden haritacıların, aritmetiğin araçlarını tanıdıklarını göstermektedir. Babilliler, dünyayı bir okyanus içerisinde yüzen yuvarlak şekilli bir kara parçası olarak düşünmüşler ve bu anlayışla M.Ö. 700 yıllarına tarihlenen ilk dünya haritasını çizmişlerdir. Bu haritada çizilen kara parçasının üzerinde gök kubbe kemerleri ve gökyüzü yer aldığı sanılmaktadır75.
Geometrinin bilimsel olarak kullanılmasının temeli ise Mısır’da atılmıştır. Arazi mülkiyetine göre vergi toplamak amacıyla ilk arazi ölçmeleri Mısır’da
72Yıldız 1993, 9-12. Ayrıca bkz. Özdemir 2004, 29-31. 73Yıldız 1993, 27-28.
yapılmıştır ve bu ilk ölçümleri II. Ramses’in başlattığı düşünülmektedir. Mısır halkı, Nil Nehri’ndeki taşkınlardan dolayı, özel olarak eğitim almış haritacılara ihtiyaç duymuşlardır. Bu erken dönem haritacılarıyla ilgili bilgilere ilişkin en eski doğrudan kanıt, M.Ö. 1700’lere tarihlenen Rhind Papirüsü’dür. Papirüs üçgenlerin, dairelerin, yamukların vb. hesaplaması için kullanılan bir ders ve alıştırma kitabıdır76. Mısırlıların orantıları bildikleri, üçgen ve yamukların yüzölçümlerini yaklaşık olarak hesaplamaya yarayan formüller kullandıkları görülmektedir. Silindir ve kulelerin hacimleri hakkında da bilgi sahibiydiler77.
Sonuç
Eskiçağlar boyunca Önasya uygarlıklarında, günümüz teknolojisinin ilk örneklerini görmek mümkündür. Bilim ve teknolojinin temelleri atılmakla birlikte aynı zamanda bu çabalar geliştirilmiş ve uzmanlık alanları ortaya çıkmış, her medeniyetin kendine özgü karakteristik özellikleri oluşmuştur. Bu çalışmada Önasya uygarlıkları olarak Mezopotamya, Mısır ve Anadolu coğrafyaları bilim ve teknoloji konusunda tıp, takvim ve tarihlendirme, kimya, geometri ve haritacılık ana başlıkları altında incelenmişlerdir. Görüldüğü kadarıyla inanç unsurları teknik unsurlarla birlikte varlığını sürdürmüş, eskiçağ bilim ve teknolojisini birlikte meydana getirmişlerdir.
Resim 3. İç kalıp tekniği (Yağcı 2003, 251.)
(Özden 2008, 128.)
Resim 5. Mısır’da M.Ö. 1500’lerde deriden sandalet yapımı (Yıldız 1993, 392.)
BİBLİYOGRAFYA
Adamson 2008 Adamson, P.B., “Eski Mezopotamya’da Cerrahi”, Çev:
Gökhan Kağnıcı,Tarih Okulu, Sayı: 1, 93-104.
Arıhan 2003 Arıhan, Seda K., Antik Dönemde Tıp ve Bitkisel Tedavi, A.Ü. SBE. Arkeoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Ay 2012 Ay, Şeyma, “Hitit Metinlerinde Geçen Gebelik Konusuna Kısa
Bir Bakış”,Tarih Okulu, Sayı: XII, 41-61.
Ceran 2008 Ceran, Berat,Antik Mısır ve Eski Anadolu Uygarlıklarında Tıp, Selçuk Üniversitesi SBE. İlköğretim Anabilim Dalı Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bilim Dalı, Konya.
Dardeniz 2015 Dardeniz, Gonca, “Antik Madencilik Hakkında Arkeolojik ve Jeolojik Görüşler”,Maden Tetkik ve Arama Dergisi, 235-250. Demiriş 2002 Demiriş, Bedia, Eskiçağda Yazı Araç ve Gereçleri, Eskiçağ
Enstitüsü Yayınları, İstanbul.
Erginöz 2007-2008 Erginöz, Gaye Ş., “Hititlerin Astronomi Bilgisine ve Hitit Takvimine Bir Bakış”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları IX/1-2, 199-213.
Evecen 2014 Evecen, Arzu, “Antik Çağ Giysi ve Donatılarında Ekinsel Göndermeler”, Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, Sayı: 14, 366-388.
Kamber 2006 Kamber, Ufuk, “Peynirin Tarihçesi”, Veteriner Hekimler Derneği DergisiCilt: 77 Sayı: 2, 40-44.
Kaplan 2009 Kaplan, Davut, “Antik Çağ’da Zaman, Konik Güneş Saatleri ve Smintheion Örneği”,Anadolu/Anatolia35, 87-97.
Köktürk 2004 Köktürk, Erol, “Haritacılığın 5000 Yıllık Yürüyüşü”, Jeodezi, Jeoinformasyon ve Arazi Yönetimi Dergisi2004/90, 1-19.
Kurt 2006 Kurt, Ümit Emrah,Antik Dönemde Yunan, Roma, Bizans
Kesici Cerrahi Aletlerinin XX. Yüzyıla Ait Örneklerle Karşılaştırılması, İÜ. Sağlık Bilimleri Enstitüsü Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans, İstanbul.
Nissen 2004 Nissen, Hans J.,Ana Hatlarıyla Mezopotamya, Çev: Z. Zühre İlkgelen, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.
Özdemir 2004 Özdemir, Melda, Geçmişte ve Günümüzde El Sanatları
Çerçevesinde Üretilen Deri Ürünleri Üzerinde Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Ev Ekonomisi (El Sanatları) Anabilim Dalı Doktora Tezi, Ankara.
Özden 2008 Özden, Ali, “Yoğurdun Tarihi”, Güncel Gastroenteroloji12/2, 128-133.
Özkan 2011 Özkan, Süleyman, “Eski Anadolu’da Kuvars Taşı
İşlemeciliği”,Önder Bilgi’ye Armağan, İstanbul, 263-276.
Pulhan 2003 Pulhan, Gül, “Yakındoğu’da Yazının Ortaya Çıkışı”,
Toplumsal TarihSayı: 109, İstanbul.
Umar 1999 Umar, Bilge, İlkçağda Türkiye Halkı, İnkılap Kitabevi Yayın, İstanbul.
Uncu 2013 Uncu, Ebru M., “Eski Mezopotamya’da Tıp”,History Studies, Vol. 5, 107-118.
Üster 2011 Üster, Müjde, Antik Dönem Anadolu Takılarında Görsel
Kültürün Kodları, Beykent Üniversitesi SBE. İletişim ve Tasarım Anasanat Dalı İletişim ve Tasarım Sanat Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Yıldız 1993 Yıldız, Nuray, Eski Çağda Deri Kullanımı ve Teknolojisi, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayın No: 31, İstanbul.
Yıldız 2000 Yıldız, Nuray, Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu, TTK, Ankara.
Tek 2005 Tek, Ahmet Tolga, “Antik Dönemde Anadolu’da Cam