• Tidak ada hasil yang ditemukan

Tahsin Yücel - Yapısalcılık

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Tahsin Yücel - Yapısalcılık"

Copied!
234
0
0

Teks penuh

(1)
(2)

Tahsin Yücel

YAPISALCILIK

(3)

D Ü ŞÜ N C E D İZ İS İ: 51

© T a h sin Y ücel, C an S a n a t Y ay ın lan . 2005 1. b a sım : 2005

Yayına H azırlayan: Flaruk D um an K apak Tasarımı: Erkal Yavi K apak Düzeni: S em ih Özcan

Dizgi: G elengül Çakır Düzelti: FVılya Tükel Montaj: M ine Sarıkaya K apak Baskı: Çetin Ofset İç B askı ve Cilt: Şefik M atbaası

ISB N 975-07-0526-2

CAN SANAT YAYINLARI LTD. ŞTİ.

H a y liy e C ad d esi No. 2.34430 G alatasaray , İsta n b u l Telefon: (0212) 252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 33

http ://w w w .can y ay in lan .eo m e -p o sta: y a y ın e v i (8 c a n y a y in la ri.c o m

(4)

Tahsin Yücel

YAPISALCILIK

(5)

TAHSİN YÜCEL İN CAN YAYTNLARI’NDAKİ ÖTEKİ KİTAPLARI AYKIRI Ö Y K Ü LER / ö y k ü le r BEN VE Ö T EK İ / ö y k ü le r B IY IK SÖ Y L EN C ESİ / r o m a n KOM ŞU LA R / ö y k ü le r KUM RU İL E KUM RU / ro m a n

M U TFA K ÇIKM AZI / r o m a n

PEY G A M B ER İN SO N B E Ş G Ü N Ü / 1993 O rh a n K em a l R o m a n Ö d ü lü VATANDAŞ / ro m a n

YALAN / 2003 Y u n u s N a d i Ö d ü lü ■ 2003 Ö m er A s ım A k s o y Ö d ü lü YAZIN G E N E YAZIN I d e n em e

(6)

Tahsin Yücel, 1933 yılında Elbistan’da doğdu. Galatasaray Li- sesi’ni ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Di­ li ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında em ekli oldu. Çok çeşitli alanlarda ürünler vererek yazınımıza katkıda bu­ lundu. Yazın araştırmalarına 1969'da yayınladığı U lm aginaire

de Bem anos ile başladı. Bunu 1973 yılında yayınlanan Fi­ gures et Messages dans la Comedie Humaine izledi. Ardından

1979’da A n latı Yerlemleri’ni, 1982’de Dil D evrim i ve Sonuçlan ve Yapısalcılık'ı yayınladı. Tahsin Yücel’in denem e ve eleşti­ rileri de büyük yankılar uyandırdı. 1976'da Yaztn ve Yaşam, 1982’de Yazının Sın ırlan , 1991’de Eleştirinin Abecesi, 1993’te

Tartışmalar, 1995’te Yazın, Gene Yazın, 1997’de A lıntılar,

1998'de Söylem lerin İçinden (1999 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü) 2000'de S alaklık üstüne deneme, 2003’te Yüz ve Söz’le deneme ve eleştirilerini okurla buluşturan Yücel, roman ve öyküleriyle de edebiyatımızda kendine kalıcı bir yer edindi. Yücel, ilk romanı M utfak Ç ıkm azı’nı 1960 yılında yayınladı. Bunu 1975’te Vatandaş, 1992’de Peygamberin Son Beş Günü (Orhan Kemal Roman Ödülü), 1995'te B ıyık Söylencesi ve 2002’de Yalan (2003 Yunus Nadi Roman Ödülü ve 2003 Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü) izledi. Öykü kitaplarından, Sait Fhik Hikâye Armağanı’nı kazanan Haney Yaşamalı 1955 yı­ lında, Düşlerin Ölümü 1958’de (1959 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü), Ben ve Öteki 1983’te, A y k m Öyküler 1989’da ve Kom­

şular 1999’da (Dünya Kitap 1999 Yılın Kitabı Ödülü) yayınlan­

dı. Pek çok çeviriye imza atan Tahsin Yücel’e 1984’te Azra Er- hat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü verildi. Yücel’in 1957 yılında yayınladığı Anadolu M asallan başlıklı bir de masal kitabı var.

(7)
(8)
(9)
(10)

İÇİNDEKİLER

S u n u ş ...11 G ir iş ...13 I. Dilbilim ...23 1. Dilbilim devrimi ... 25 2. Dil ve ses ...34 3. Dil ve a n la m ... 45 4. Söylem ...55 5. Sonuç yerine ... 64 II: B u d u n b ilim ...65 1. Doğadan e k in e ... 67

2. Kadın ile tiş im i... 78

3. Söylenler ...84 4. Biçim ve a n l a m ... 96 5. Barbar ve u y g a r ... 103 III. G östergebilim ...107 1. Ö n c ü lle r ...109 2. Göstergebilim ve a n l a m ... 126 3. Göstergebilimsel d ö r tg e n ...136 4. Eyleyenler ...146 5. K oşullandınm türleri ... 160 6. Özneler ve öznellik a la n l a r ı...167

(11)

TV. Sonuç ... 173 1. S ı n ı r l a r ...175 2. Tarih çevresinde ... 185 3. Çekinceler ... 205 Kaynakça ...211 Dizin ... 217

(12)

SU N U Ş

Yapısalcılık yıllar önce, 1982’de yayımlanmıştı. Bu nedenle, kendisinden çok fotokopileri görünüyordu or­ talıkta. Her gün, her çevrede değil elbette, arada bir ve daha çok üniversite çevrelerinde. Bu kadarı bile onu yeniden yayımlamayı düşünmem için yeterli bir neden sayılabilirdi. Ama, bunca yıldan sonra, ilk biçimiyle ye­ niden yayımlanması doğru olur muydu? Doğru olmaz­ sa, yeniden gözden geçirilip güncelleştirilmesi gerekir­ se, güncelleştirmenin sınırı ne olmalıydı? Herhalde başka bir kitaba dönüşmemesi. Bu kitap, ilk çıkışında, o günlerin güncelliği içinde, en azından giriş ve sonuç bölümleriyle, aynı zamanda bir tartışma kitabı niteliği "taşıyordu. Bugün yapısalcı düşünceyi pek tartışan yok, adını ananlar bile azaldı, ancak büyük öncü ve sürdü- rücüleri, Levi-Strauss, Jakobson, Benveniste, Greimas hep gündemde. Öyleyse, bu böyledir diye, tartışmayı atıp yalnızca tanıtım ve yorumu bırakmak kitabın kim­ liğini değiştirmek olurdu.

Ama kimliğini güncelin gerisinde kalmak pahası­ na koruması da gerekmezdi. Bu nedenle, özüne hiç do­ kunmamakla birlikte, üç ana bölümün üçüne de yeni bilgiler ekledim. Böylece, biraz daha kapsamlı, biraz daha doyurucu, biraz daha güncel, ama ilk yönelimleri­ ne yan çizmeyen bir kitap çıktı ortaya.

2.7.1998 T. Y.

(13)
(14)

GİRİŞ

Belirli bir yaygınlık kazanm ış tü m sanat ve dü ­ şün akım larının, gittikçe daha karm aşık, daha için­ den çıkılmaz bir biçimde, b ir dizi toplanm a ve dağıl­ ma, yeniden toplanıp yeniden dağılma sürecinden geçtiğini biliriz. Başlangıçta birkaç genel ilke çevre­ sinde birleşen bilim, düşün ya da sanat adamları, ge­ nel ilkelerden kaynaklanan ya da kaynaklanm ak sa­ vında olan ürünler çoğaldıkça, ya bunları çok farklı biçim lerde yorumlarlar, ya da, araştırılan ya da yo­ rum lanan konunun özgül nitelikleri ve araştıran ya da yorum layan öznelerin bireysel yönelimleri nede­ niyle, ayrıntılardaki karşıtlıkların tem eldeki birlik­ ten daha ağır bastığını düşünm eye başlarlar. Özel­ likle bilim alanında, tem el ilkelerin ancak birer çıkış noktası oluşturduğu, özgül yöntem lerin olsa olsa bu ilkelerden yola çıkılarak ve h er dalın kendi gerekle­ rin e göre, farklı biçim lerde geliştirilebileceği dü şü ­ nülürse, kuram ve uygulam alarda beliren ayrılıklar da, b ir zam anlar birbirlerini coşkuyla desteklem iş kişilerin bir noktadan sonra kendi yollarında yalnız ilerlemeyi yeğlem eleri de doğaldır. Öte yandan, ge­ ne dallar ya da kişiler arası farklılıklar nedeniyle, aynı temel ilkelerden doğm uş değişik yönelim ler çevresinde yeni küm elenm eler olur. B unlardan ki­ mileri tem el ilkelerin zorunlu kıldığı sınır ve kural­

(15)

lara bağlı kalırken, kimileri akım ı değişik yönlere, değişik düzlem lere kaydırır. Kısacası, akım hem olumlu, hem olumsuz yönlerde,' hem içeriden (sür- dürenlerce), hem dışandan (gözlemcilerce), yeni ye­ ni yorum lardan geçirilir durm adan.

Böylece, izler birbirine karışır, tutarlı ve b ü tü n ­ cül sonuçlara varm ak gittikçe zorlaşır. B una koşut olarak, yanılgıların, çarpık yorumların, bilinçli, bi­ linçsiz haksızlıkların oranı yükselir. Örneğin 1860 dolaylarında rom antikleri yerden yere vurup Bal- zac’ı göklere çıkaranlar Balzac’ın öncelikle bir ro­ m antik, adını koym adan geliştirdiği ‘gerçekçi’ anla­ tım ın da rom antizm in tem el yönelim lerinden biri ol­ duğunu pek uslarına getirmezler, hele kendilerinin de büyük ölçüde rom antik yönelimlere bağlı kaldık­ larını, öncelikle birer rom antik olduklarını hiç d ü ­ şünmezler. Hiç kuşkusuz, bu kaçınılmaz bulanıklık­ ların başlıca nedenlerinden biri de kimi güçlü akım ­ ların zamanla kazandığı yaygınlık ve geçerliliktir: herkesin köse olduğu bir toplum da ‘köse’ sözcüğüne pek gerek kalm am ası gibi, herkesçe paylaşılan ilke­ ler çevresinde bir birlik oluşturm a çabasına giriş­ m ek gereksiz, h atta saçma görünür.

Tüm bunlar ‘şim diden epeyce uzun bir tarihi bulunan’ yapısalcılık için de geçerli.

Bir kez, yapısalcılıktan fazla söz edilmiyor artık: ilkelerinin ve katkılarının, hiç değilse belirli düşün ve bilim çevrelerinde, yeterince anlaşılmış olması, hele kimi ilkelerinin üç beş bilim adamınca önerilen özgün ve kuşkulu görüşler olm aktan çıkarak çok sa­ yıda araştırmacıyı bir araya getiren bir ortak alan oluşturm ası sonucu, yapısalcı olmayan çalışmaların ilginçliklerini yitirdikleri ölçüde, yapısalcılık da il­ ginç olmaktan çıkmış görünüyor. Trubetzkoy, daha

(16)

1930’larda, “Yaşadığımız çağ tüm bilim dallarının te- kilciliğin yerini yapısalcılığa verme yönelimiyle ni­ teleniyor,” diyordu.1 1930’lardan bu yana, insan bi­ lim lerinin birçok dalında gerçekleştirilen önemli ilerlem eler bugün bu sava daha bir geçerlilik kazan­ dırdı. B u nun sonucu olarak, yorum lar ve tartışm alar yapısalcılığın ana ilkelerinden çok, bu ilkelerden yo­ la çıkılarak oluşturulm uş ya da geliştirilm iş bulu­ nan araştırm a dalları: göstergebilim, dilbilim, bu- dunbilim , vb. çevresinde, bu araştırm a dallarında uygulanan değişik yöntem ler üzerinde yoğunlaştı.

Ama, söylemek bile fazla, bir yöntem in, bir dü­ şünce dizgesinin geçerliliğini ulaştığı som ut sonuç­ larla kanıtlayarak belirli bir yaygınlık kazanm ış ol­ ması onun herkesçe aynı biçimde anlaşılm asını, her yerde aynı ölçütlerle değerlendirilm esini gerektir­ mez; tam tersine, kimi ilkelerin yinelendikçe yozlaş­ tığını sık sık saptadığımız gibi, kim i kavram ların da yaygınlaştıkça bulandığını deneyim lerim izle biliriz. Yapısalcılık da kurtulam am ıştır bu yazgıdan: akımı yorumlamayı deneyenler arasında, kim ileri çoğu kez ilk izlenim lerle yetinerek düşüncelerini değiş­ ken ve çelişkin gözlemlere dayandırdıklarından, ki­ mileri konuya hep dışarıdan ve uzaktan bakarak ayırıcı özelliklerinden çok, çarpıcı özellikleri üzerin­ de durduklarından, kim ileri de ayrıntılar arasında yollarını şaşırarak sürem sel ve uzamsal boyutları gözden kaçırdıklarından, nice yanılgılara, nice sap- tırm acalara yol açm ışlar, in san bilim lerinin' bu önemli yönelimini nerdeyse tanınm az bir durum a getirmişlerdir. B unun en belirgin örneklerinden bi­ ri, önde gelen uygulayıcılarının tüm ü yapısalcılığı

’ N.S. Thıbetzkoy’d an anan E. Benveniste, Problimes de linguistupıe gtnerale, I, s. 95.

(17)

her şeyden önce bir bilimsel yöntem olarak tanım ­ larken, kimi yazarların onu bir felsefe öğretisi, h atta Jean-Paul Sartre ya da Simone de Beauvoir’ın varo­ luşçuluğu gibi felsefe kökenli bir sanat akımı olarak görm ekte diretm iş olmalarıdır.

Oysa yapısalcılığın tem el yönelimleri hiç de k ar­ m aşık değildir. Saussure’den Greimas’a değin, adı­ na yaraşır tüm yapısalcıların yapıtlarında kolaylıkla saptayabileceğimiz bu yönelim ler şöyle özetlenebi­ lir:

1. - ele alm an nesnenin ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenmesi;

2. - nesnenin kendi öğeleri arasındaki bağıntı­ lardan oluşan bir ‘dizge’ olarak ele alınması;

3. - söz konusu dizge içinde her zaman işlevi göz önünde bulundurm a ve her olguyu bağlı olduğu diz­ geye dayandırm a zorunluluğunun sonucu olarak, nesnenin artsürem lilik içinde değil, eşsürem lilik içinde değerlendirilmesi;

4. - bunun sonucu olarak, köken, gelişim, etkile­ şim, vb. türünden artsürem sel sorunlara ancak nes­ nenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi ya­ pıldıktan sonra ve bunların da dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak yöntem ler geliştirilebildiği ölçüde yer verilmesi;

5. - nesnenin ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenm esinin sonucu olarak, ‘doğaötesel’ de­ ğil, ‘özdekçi’ bir tutum izlenmesi;

6. - bu yaklaşım ın felsefel, siyasal ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir çözümleme yöntemi olma­ ya yönelmesi, dolayısıyla düşüngüsel yaklaşımla fazla bir ilgisi bulunm am ası.

Ama, söylediğimiz gibi, bu tem el yönelimlerin olmadık kılıklara sokulduğu, olmadık

(18)

saptırmacala-ra, olmadık suçlam alara yol açtığı da bir gerçek. Üs­ telik, Claude Levi-Strauss’un sık sık söz ettiği ‘bula­ nık suda balık avlayıcılar’ın, yani ‘insan bilimleri sanat yapıtlarının ardındaki biçimsel yapıları orta­ ya çıkardı diye biçimsel yapılardan yola çıkarak sa­ n at yapıtları üretm eye kalkanlar’ın verimsiz çabala­ rı gibi,2 yapısalcılığı içtenlikle benim sem iş görü­ nen kimi düşünürlerin geçici yanılgıları da epeyce etkili olm uştur bu konuda. Örneğin Claude Levi- Strauss’un, bilimsel çözümlemelerini sonuçlandır­ dıkça, yerleşik Batı düşüncesine yönelttiği eleştiri­ ler yapıtlarının birer felsefe ürünü olarak algılanm a­ sına yol açarken, konuyu yakından bilm eyenlerin yapısalcılığın en büyük öncülerinden biri diye tanı­ dıkları Roland B arthes’ın, 1963 yılında yazdığı bir yazıda,3 bu akım ı hem düşünsel, hem sanatsal bir e t­ kinlik gibi göstererek ressam M ondrian’ın, ezgici Pousseur’ün, romancı B utor’un yapısalcı yöntem e bağlanm ış araştırm acılannkiyle aynı türden bir ya- .ratım çabası sürdürdüklerini söylemiş olması çok insanı yanılgıya sürüklem iştir, bugün de bu yazıyı güvenilir bir kaynak olarak gören herkesi yanıltabi­ lir. Gene aynı yazarın yapısalcı yöntem doğrultusun­ da gelişen ve onun tanınıp benim senm esine büyük katkıda bulunan bir dizi çalışmadan sonra, özellikle S/Z adlı yapıtıyla, bu yöntem in gereklerine yan çiz­ meye başlaması, bu yapıtta karşımıza çıkan ‘seçme- ci’ ve ‘benözekçi’ tu tu m u n u gittikçe güçlendirerek Roland Barthes par Roland Barthes ya da Fragments d ’u n discours am oureux'de olduğu gibi, hep kendi ‘ben’ini, kendi duyarlığını, kendi yaşam sal ve ekin- sel birikim ini dile getirm eye yönelmesi, bu arada

1 Cl. Ijevi-Strauss, UHomme nu, s.573. * R. Barthes, Essais critiques, s. 213,220.

(19)

başkalarının yapıtları üzerine çok ilginç ve çok ge­ çerli şeyler söylese bile, b unlan kendi düşün ve duy­ gu evrenini yansıtm ada birer araç olarak kullanm a­ sı, kısacası, nesne ile özneyi nerdeyse ayrıştırılm az bir biçimde birbirine karıştırm ası, üstelik, yöntem ­ sel titizlikten uzak olan, hatta çoğu kez onu yadsı­ yan tu tu m u n u n gerçek yapısalcıların sert eleştirile­ rini çekmesi,4 onun bu tü r yapıtlarının da birçokla­ rınca yapısalcı yaklaşım ın önde gelen örnekleri gibi değerlendirilm esini önlememiştir. Bugün bile, örne­ ğin göstergebilim denilince, Greim as’tan önce Bar- thes’ı düşünenler çoktur.

İlk bakışta yalın ve tutarlı görünen, ikinci elden, ayrışık ve yetersiz kaynaklardan beslenenlerin bu tü r yanılgılara düşm eleri çok doğal, hatta kaçınıl­ maz bir şey: çevremiz bunun örnekleriyle dolu. Ama daha nice konular gibi bu konunun çarpıtılm asında da kim i yazarların nedense bir türlü kendilerini kur­ taram adıkları yandaşlık duygusu, bilgi yetersizliği, yöntem tutarsızlığı, düşünce bağnazlığı gibi özellik­ lerin büyük payı var. Örneğin Jeanne M artinet, gös­ tergebilim üzerine yazdığı iki yüz elli sayfalık bir ki­ tapta,5 bu bilim dalını en ileri, en doyurucu noktası­ na götürm üş olan Greimas’m adını hiç anm am ak gi­ bi güç bir işin üstesinden gelir; J.M. Auzias, yapısal­ cılık olgusunun bütüncül bir bileşimini sunm a sa­ vında olan yapıtında, yapısalcı olm adıklarını kendi­ leri söyleyen A lthusser ve Foucault üzerinde uzun uzun dururken, yapısalcılığın en yüksek dorukların­ dan biri olan Hjelmslev’in sözünü bile etmez;6 Pia­ get de, Le Structuralisme (Yapısalcılık) adlı kitabın­

* Örneğin J.*C1. C oquet'nin Sem iotique litteraire adlı yapılındaki yazısı: ‘S^mioti- que e t linguistique*.

’ Bkz. J. M artinet, Clefs po u r la semiologie. * Bkz. M. Auzias. Clefs po u r ;xutr le structural isme.

(20)

da, konuyu durm am acasına kendi özgül alanlarının dışma çekm e eğilim ini bir türlü yenemez.7 Tüm bunlara yapısalcı düşüncede öğrenip ezberledikleri­ nin, uyduluğunu benim sedikleri kişiler böyle diyor diye doğru bellediklerinin bir yinelenim ini arayıp da bulam ayanların değişik gözlem ve eleştirilerini de katarsak, bu konuda kısa sürede tutarlı ve b ü tü n ­ cül bir görüş edinm ek isteyenlerin ne büyük güç­ lüklerle karşılaşabileceklerini kestirm em iz hiç de zor olmaz.

Hiç kuşkusuz, h er konuda olduğu gibi yapısalcı­ lık konusunda da izlenilebilecek yolların en kestir­ m esi Rabelais’nin öğüdüne uymak, yani doğrudan doğruya ana ‘m etinler’e başvurm ak, S aussure’ü, Hjelmslev’i, Benveniste’i, Jakobson’u, Levi-Strauss’u, Greimas’ı okumak. Ne var ki, böyle bir çabanın içer­ diği süre bir yana, adını andığımız bu altı yazarı okuyabilmek için belirli bir ön hazırlık gerekir. Ön hazırlıksa, kim i zaman ne denli yetersiz, ne denli ya­ nıltıcı olabileceklerini vurgulam aya çalıştığımız ya­ zı ve kitaplara, ikinci elden yapıtlara başvurm ayı zo­ runlu kılar çoğu kez.

Yapısalcı yaklaşım ı gereğince tanım anın ola­ naksız olduğunu m u söylem ek istiyoruz? Hayır, da­ ha birçok alanlar, daha birçok yöntem ler için de ge­ çerli olan bir güçlüğün altını çiziyoruz yalnızca. Ya­ pısalcı yaklaşımı tanıtm ayı, yorumlayıp tartışm ayı amaçlayan tüm çalışm aların eksik, kusurlu ve yanlı olmadıklarını, içlerinde h er şeyi yeterince açık, ye­ terince tutarlı bir biçim de aydınlatan yapıtların da bulunduğunu söylem ek bile gerekmez. Ama h er­ hangi bir konuya yeni el atanlar için tüm tanıtıcı ça­ lışmaların üç aşağı beş yukarı eş değerde olduğunu,

’ Bkz. J. Piaget. Le Stnıcturalism e.

(21)

bunlar arasında doğru sonuçlara ulaşabilm enin en azından uzun ve özenli karşılaştırm alara girişmeyi zorunlu kıldığını unutm am ak gerekir.8 O kum uşun ortam ının tüm bilgilerini avcunda toplayabildiği dö­ nem ler gerçekten yaşandı mı, bilmiyoruz; yaşandıy- sa da artık çok gerilerde kaldıkları kesin: günüm üz­ de, uzmanlık alanları gittikçe daralıp karm aşıklaşı­ yor, ama hem daha fazlasmı öğrenme tutkum uz hep sürüyor, hem de herhangi bir uzm anlığın deneyim ­ leri başka deneyim leri daha kolay kavramamızı, dü ­ şünle düşüngüyü, tutarlıyla tutarsızı, doğru ile yan­ lışı daha kolay ayırmamızı sağlıyor. Ne olursa olsun, gerçeğe doğru değişik yollardan, değişik yapıtlar arasından ilerlem ek gerekiyor, tek yoldan, tek yapıt­ tan değil.

Bu küçük kitap da yapısalcı düşünceyi tanıtm a­ yı amaçlayan irili ufaklı, yanlışlı doğrulu bunca ça­ lışma arasında bir çalışma: ne kusurdan arınm ış ol­ mak, ne de son sözü söylemek savında. Temel tu tu ­ mu oldukça yalın: h er türlü akım konusunda sık sık yapıldığı gibi, ‘Bir değil, birçok yapısalcılıklar var­ dır’ türünden, beylik ve bulanık bir sonuca varm ak, böylece yeryüzünde hiçbir şeyin yeni ve tek olm adı­ ğım kanıtladığını sanıp uykucu düşünce yatağına yeniden dönm ek üzere, konuyu sürem sel ve uzam ­ sal yerlem lerinin dışına taşırarak ta eski Yunan’dan başlatm ak değil, ‘güncelin tarihi’ni sunm ak, yani yapıtlardan çok kişilere, düşüncelerden çok olaylara ağırlık vererek belirli bir ortamı yansıtm ak da değil,

■ Bizim okurum uzun elinde yapısalcılık konusunda yeterince kaynak b u lu n ­ m adığına göre, burada genel düzlem de konuştuğum uz ortada. A ncak bu karg a­ şanın bizim d ü şü n yaşam ım ızda da uzantıları b u lunduğunu biliyoruz. Kimi ya­ zarlarımızın yapısalcılığı hiç mi hiç anlam am ış kimi Batılı yazarların (Batılı ol­ m alarını bir yetke güvencesi gibi değerlendirerek) yanlış yargılarım ak tarm ak la yetindiklerini d e biliyoruz. Bu yanıltıcı görüşlerin başlıcalarım yapısalcı yönte­ mi yeterince inceledikten sonra, sonuç bölüm ünde tartışacağız.

(22)

günüm üzün düşün ve bilim yaşam ında etkinliğini birçok olumlu sonuçla ortaya koymuş bir çözümle­ me yöntem ini öncelikle belli başlı kuramcı ve uygu­ layıcılarının kendi yapıtlarına dayanarak açıklam a­ ya çalışmak. Bu nedenle, yani şu ya da bu biçimde, şu ya da bu anlam da ‘yap1’ sözcüğünü kullanan h er yazarı, her araştırmacıyı, h atta her sanatçıyı yapısal­ cı saym ak şöyle dursun, ünlü yapısalcılar arasında, belirli ölçütlere göre yapılm ış bir seçim sonucunda oluşturulduğu için, bu kitabın kim i benzerlerinden çok daha sınırlı kaldığı söylenebilir.

Ama, hem en belirtelim , istenm iş bir sınırlılık bu. Gerek yapısalcılığın tarihsel gelişimi, gerekse değişik çevrelerde, değişik araştırm a alanlarında gösterdiği farklılıklar bir ölçüde göz önünde bulun­ durulm akla birlikte, kitabın üç ana bölümü söz ko­ nusu yöntem in en etkin biçim de uygulandığı üç bi­ lim dalına: dilbilime, budunbilim e, göstergebilime ayrılmış, bu dalların sın ırlan içinde bile, açıklamala­ rın belirli örnekler üzerinde yoğunlaştırılm asına özen gösterilmiştir. Amaç hiçbir yere götürm eyen birtakım genel bilgiler sıralam ak değil de bir çö­ zümleme yöntem inin eklem lenim lerini yansıtm ak, olanaklar ölçüsünde açıklam ak olunca, çoklarımızın alışkanlıklarına ters düşse bile, böyle bir tutum u fazla yadırgam am ak gerekir. Üstelik, uzmanlık alan­ larının alabildiğine daraldığı günüm üzde, bir yazar­ dan daha fazlasmı da beklem em ek gerekir.

Her şeyi okuyup öğrenm ek kararıyla British M useum ’un kitaplığına giren bir adamın, buradaki kitapları gördükten sonra, “Bunların hepsini oku­ maya yaşamım yetmez, öyleyse kendim e göre bir seçme yapmalıyım,” dediği, böylece, daha işe giriş­ meden önce, bir sınırın varlığını kesinlediği

(23)

lir. Yalnız okumalarımız değil, büyük ölçüde okum a­ larımızın sonucu olan bilgilerimiz de sınırlıdır. Bu kitabı da, bilinçle konulm uş sınırlardan fazla olarak, yazarının okumaları, anlam a ve yorum lam a çabaları ve yetileri sınırlam akta. Hiç kuşkusuz, özellikle ü l­ kemizde, hiçbir sınır tanım ayanlar yok değil: dünya­ nın tüm doğrularını bir çırpıda kovuklarından çıka­ rıp gözler önüne serenlerle sık sık karşılaşıyoruz. Üstelik, böylesine olağandışı bir işin üstesinden ge­ lebilmeleri için, ikinci, üçüncü, dördüncü elden bir­ kaç yazı, kulaktan dolma birkaç savsöz yetiyor. Yapı­ salcılığı da böyle çürütüyorlar. İşin ilginç yanı, gü­ nüm üzde insan bilim lerini baştan sona yenilemeye yönelen, bir yandan yeni bilim dalları geliştirirken, bir yandan da, tarihten ekonomiye değin, tüm insan bilim lerinin önünde yepyeni çevrenler açan bir yön­ tem in çürüklüğünü kanıtlayabilm eleri için, onun eklem lenim lerini izlem ekte zorlanmaları, uygula­ malarını anlayam am aları ya da onda ezberledikleri kalıpların yeni bir yinelenim ini bulam am aları yeti­ yor: yetersizliklerini üstü n lü k olarak algılıyor, b ak­ kal hesabında yeri yok diye dört işlemin dışında ka­ lan her türlü m atem atik işlemine karşı çıkıyorlar. Ama başkaları da var.

Yapısalcılık öncelikle onlara seslenir, çünkü bir kendi kendini dinleme, kendi kendisiyle coşma alış­ kısı değil, öncelikle ‘başkası’nı anlama, ‘başkası’nı anlam anın nesnel koşullarını oluşturm a çabasıdır.

(24)
(25)
(26)

1. DİLBİLİM DEVRİMİ

Bir düşünce akım ının kaynaklarını tüm yerlem- leriyle saptam ak, hele bu saptam anın doğruluğu üzerinde herkesin birleşm esini sağlam ak olanaksız olmasa da zor iştir. H er düşüncenin, h er yöntem in . bir ‘daha önce’si vardır. İstenirse, bu ‘daha önce’ler alabildiğine çoğaltılabilir, her akım ın çevreni daha eski dönem lere doğru genişletilebilir. B unun için birtakım benzerliklerden yararlanm ak yeter. Belirli bir akımın özgünlüğü konusunda kuşkular uyandı­ rarak başarısına gölge düşürm ek isteyenler sık sık başvururlar bu yola. Örneğin varoluşçuluğun soya- ğacınm köklerinin ta Sokrates’e dek uzatıldığını bi­ liriz. Aynı şey yapısalcılık için de geçerli: kim ileri nerdeyse eskil çağlara dek giderek “Bir değil, birçok yapısalcılıklar var,” deyip çıkıyorlar işin içinden, ki­ mileri de, kendi eğilim lerine göre, genellikle bili­ nenlerin dışında, yeni öncüler gösteriyorlar. Örne­ ğin Claude Levi-Strauss’a bakılırsa, Amerikalı bu- dunbilimci Franz Boas’ı ‘yapısalcı düşüncenin başlı­ ca ustalarından biri’ olarak nitelem ek gerekir;1 k i­ milerine göre, Amerikalı dilbilimci Louis Bloomfi­ eld yapısalcılığın en önemli öncüleri arasında yer alır; kim ilerine göre de Les deux cent m ille

situa-1 Cl. Livi-Slrauss. Antropologie stnıclurale /. s. 308.

(27)

tions dramatiques adlı yapıtın yazarı Etienne Souriau bu akım a önem li katkılarda bulunm uş bir ustadır. Hiç kuşkusuz, bunlara daha başka adlar da eklene­ bilir, öncü niteliklerini doğrulayacak gerekçeler de bulunabilir. Ne var ki bu tü r çabalar çok da uzaklara götürm ez bizi. Çünkü, ayrıntıları bir yana bırakıp işin özüne yöneldiğimiz zaman, bir tek ana kaynak kalır önümüzde: Genel dilbilim dersleri, Ferdinand de Saussure’ün insan bilim lerinde çağ değiştiren yapıtı.

Genel dilbilim dersleri de, Genel dilbilim dersle- r i’nin yazarı İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saus- sure de (1857-1913) çağımızın bilim ve düşünce tari­ hinde oldukça şaşırtıcı bir yazgıyla belirir. Saussure, dilbilim alanında yeteneğini daha yirm i bir yaşında, Memoire sur le systeme p rim itif des voyelles indo-eu- ropeennes (Hint-Avrupa dilleri seslilerinin ilk dizge­ si üzerine çalışma, 1878) adlı çalışmasıyla kanıtla­ mış olm asına karşın, De l’emploi du g en itif absolu en sanscrit (Sanskritçede saltık tam layan kullanımı, 1880) konulu doktora çalışmasıyla dar kapsam lı b ir­ kaç bildiri ve inceleme dışında hiçbir şey yayım la­ maz. Uzm anlara bakılırsa, bunun başlıca nedeni ya­ şadığı dönem in belli başlı dilbilimsel yönelimlerini tem elinden yetersiz bulmasıdır. Bu dönem de, dilbi­ limciler tarihsel araştırm alara, karşılaştırm alı dilbi­ lime, kökenbilim e ağırlık verm ekte, bunu yaparken de dil dediğimiz olgunun kendisinden önce, tekil ol­ gular üzerinde durm ayı doğal bulmaktadırlar. Ne var ki, yararları ne olursa olsun, bu tü rlü çalışmalar ‘kuram sal kaygılara yer bırakm az’: dil olgusuna ‘nesnel bir gerçekm iş gibi’, doğrudan ulaşılabilece­ ği, onun ‘kendi başına var olan, yalın ve tüm üyle kavranılabilecek bir nesne’ gibi ele alınabileceği

(28)

varsayılır. Dili kim ilerinin ‘canlı bir varlık’, kim ileri­ nin ‘insan im gelem inin özgür ve sürekli bir yaratı­ m ı’ olarak görm eleri bundandır.2 Saussure bu sanı­ la n yüzeysel ve tu tarsız bulur, dil konusunda her­ hangi b ir araştırm aya girişebilm ek için, önce onun ne olduğunu anlam ak ve bun u sağlayacak tem el kavram ları belirlem ek gerektiğine inanır. Hep bu konu ü zerin d e y o ğ u n la ştırır düşüncesini. Biraz m utsuz yaşam ı, biraz da arayışlannı dilediği kesinli­ ğe ulaştıram am ış olm a kuşkusu vardığı sonuçları yazıya dökm esini önler. Ama 1907-1911 yılları ara­ sında, C enevre Ü niversitesi’nde yaptığı dilbilim derslerini geniş ölçüde bu arayışlar temellendirir.

Saussure’ün çağım ızın en büyük ve en özgün d ü şü n ü rle rin d e n biri olarak değerlendirilm esini sağlayacak olan ünlü yap ıt işte bu derslerde öğren­ cilerinin tu ttu ğ u notlara dayanılarak, ölüm ünden sonra oluşturulan, yani doğrudan doğruya kendisi­ nin yazm adığı bir yapıttır: Genel dilbilim dersleri (1916). Savaş ortasında yayım lanm ış olması başlan­ gıçta büyük bir ilgi uyandırm asını önlemiş olsa bile, Genel d ilbilim dersleri bilimsel bir yapıt için bir ör­ neği d ah a gösterilem eyecek b ir etkenlik kazamı- ya­ vaş yavaş, yalnızca dilbilim sel araştırm alar için de­ ğil, insan bilim lerinin birçok dalı için de vazgeçil­ m ez b ir kaynak-yapıt d u ru m u n a gelir. Berke Var- d ar’ın dediği gibi, ‘1930’lardan çok yakın bir geçmi­ şe değin B atı’da yayım lanan pek az dilbilim yapıtın­ da bu kitap tan söz edilm ez; 1950’lerden sonra dilbi­ lim kökenli kavram , ilke ve yöntem lerden yararla­ nan çok az budunbilim , ruhbilim , yazınsal eleştiri, göstergebilim , vb. çalışm asında bu yapıt anılm az’.3

’ E. Benveniste. P rvbltm es de Hııguisti<ııte g e n t l e I, s. 38, 39. " B. Vardar. ‘S u n u ş’ (E d e S au ssu re, Genel dilbilim dersleri I).

(29)

Bu yapıtta, Saussure’ün ilk çabası ele aldığı ko­ nuyu sınırlam ak, böylece, daha tanım lanm am ış bir nesne üzerinde felsefeye girişm ek ya da onun tarih ­ sel gelişimini incelem ek yerine, içkin gerçeğini kav­ ramaya yönelmek, onu ‘kendisi olmayan’ şeylerden ayırmak olur. “Tüm üyle ele alındığında, dilyetisinin pek çok biçime büründüğü, karm aşık bir olgular bü ­ tünü olduğu görülür. Dilyetisi birçok alana açılır: hem fiziksel, fizyolojik ve anlıksal niteliklidir, hem de bireysel ve toplumsal özelliklidir. însana ilişkin olguları kapsayan hiçbir bütüne yerleştirem eyiz onu. Çünkü dilyetisinin birliğini nasıl ortaya çıkara­ cağımızı bilemeyiz,” der Saussure;4 sonra, düşünm e yöntem inin tem elini oluşturan birtakım k a rş ıla ş tır­ malar yoluyla, dilyetisi dediği şeyin, yani dil aracıy­ la bildirişim sağlam a özelliğinin değişik yanlarını birbirinden ayırmaya, böylece dilin tutarlı bir tan ı­ mına ulaşm aya çalışır.

Ele aldığı karşıtlıkların başında da dilyetisinin bireysel gerçekleşimi olan söz ile toplumsal yanını oluşturan dil arasındaki karşıtlık gelir. Söz bireysel bir istem ve anlık bir edimdir, dilse, ‘dilyetisinin bi­ rey dışında kalan, toplum sal bölüm üdür’, ‘varlığını yalnızca toplum üyeleri arasındaki bir tü r sözleşme­ ye borçludur’. Bu nedenle, birey onu yaratam az da, değiştiremez de.° Dil ile sözü birbirinden ayırm ak bir yandan ‘toplum sal olguyu bireysel olgudan’, bu­ yandan da ‘önemli olguyu önemsiz, belli bir oranda rastlantısal nitelik taşıyan olgulardan ayırm ak de­ m ektir’.6 Böylece, dil kendi başına ele alınıp incele­ nebilecek bir ‘nesne’ durum una gelir.

* F. d e S aussure. Gene! dilbilim dersleri I, s. 31. - A.y.. s. 35.

(30)

Saussure’ün dil olgusuna yaklaşım ının tem elini günüm üzde yerini y a p ı kavram ına bırakm ış olan dizge kavramı oluşturur. Dizge doğrudan doğruya kavranabilen, elle tu tu lu r bir nesne, bir töz değil, b ir biçimdir her şeyden önce. Bu da b ir inceleme nesne­ si olarak dilin ayırıcı özelliklerinden birini oluştu­ rur. Doğa bilimleri ele alacakları nesneleri önlerinde hazır bulurlar, am a dili, dilyetisini kavram ak isteyen bilim adam ının önünde böyle bir nesne yoktur; elle tutulur bir nesne olarak değil, öğeleri arasındaki farklılıklar ve/ya da karşıtlıklar aracılığıyla kavraya­ bilir onu. Bu gözlemi Saussure’ü n ünlü benzetm ele­ rinden biriyle örneklendirm ek gerekirse, h er gece saat 23’te Cenevre’den kalkan Cenevre-Paris eks­ presinin vagonları da, görevlileri de sık sık, h atta her gün değişebilir; bu nedenle, ‘Cenevre-Paris eks­ presi’ derken, hep aynı tren değildir söz ettiğimiz; gerçekte, her yıl saat 23’te Cenevre gan n d an kalkan 365 treni tek bir gerçeğin karşılığı sayarak böyle ko­ nuşuruz; bu gerçeği som ut b ir tren değil, demiryolu ulaşımında söz konusu 365 tren in tüm ü için geçerli olan bir durum belirler; aynı gün ulaşıma katılan tüm öteki trenlerle kurduğu uzamsal ve sürem sel bağıntılardan doğan bir gerçektir. Dil konusunda da böyle: her öğe bir dizgeye bağlanır, her öğe bir diz­ geyi varsayar. Bu nedenle, Saussure dilsel birimi bir değer, dili de öğeleri kendi başlarına bir gerçeklik ta ­ şımayan, ancak başka öğelerle kurdukları bağıntılar içinde kavram labilen bir göstergeler dizgesi olarak tanımlar. Örneğin ‘sözcükte önem li olan sesin ken­ disi değildir, sözcüğü bütün öbür sözcüklerden ayırt etmemizi sağlayan ses ayrılıklarıdır’.7

Dili kullananların ayırdedebildikleri ayırıcı özel­

’ A . y „ S. 1 10.

(31)

likler biçiminde tanım lanan göstergeler de kendi baş­ larına ele alınabilecek veriler değil, çift yönlü değer­ lerdir: gösteren ile gösterilen. Örneğin dilimizdeki ‘ağaç’ sözcüğünü bir dilsel gösterge olarak ele alırsak, bu göstergede ‘ağaç’ sesi gösteren, ‘ağaç’ kavramı da gösterilen olarak tanımlanır. Anlam gösteren ile gös­ terilen arasındaki bağıntıdan doğar. Önemle belirtil­ mesi gereken bir başka gerçek de göstergelerin ne­ densiz, başka bir deyişle, saymaca olmalarıdır. Örne­ ğin ‘ağaç’ kavramı her dilde başka seslerle, başka söz­ cüklerle belirtilebildiğine göre, dilsel göstergelerin (dolayısıyla sözcüklerin) m antıksal bir temele dayan­ dığı söylenemez; olsa olsa, ‘ağaçlık’ sözcüğünün ‘ağaç’ sözcüğüyle kurduğu bağıntıda görülen türden, ikincil bir nedenlilikten söz edilebilir.

Öte yandan, dil olgularının işleyişini irdelediği­ miz zaman, gözümüze çarpan ilk şey ‘konuşan kişi açısından bunların zaman içindeki ardışıklığının söz konusu olmamasıdır. Çünkü konuşan kişi bir durum karşısındadır’.8 Dilbilimci için uyarıcı bir du ­ rum dur bu: o da artsüremliliği unutarak bu durum u göz önüne almalı, en azından bu evrede, onu y arat­ mış, onu koşullandırm ış olan veriler üzerinde oya- lânmamalıdır. “Konuşan bireylerin bilincine ancak geçmişi yok sayarak girebilir. Tarihi işe karıştırm ak dilbilimciyi olsa olsa yanlış yargılara sürükler. Aynı anda Juralarm birçok doruğundan birden bir Alp dağları görüntüsü çizmeye kalkışm ak saçmalıktır. Böyle bir görüntünün bir tek noktadan belirlenmesi gerekir. Dil için de durum aynı: ancak belli bir d u ru ­ mu göz önünde bulundurarak dili betimleyebilir, kurallarını saptayabiliriz”.9

' A.IJ..S. 75. “ A . y s. 75.

(32)

Denilebilir ki hem önemli bir çıkış noktası, hem de belirleyici bir sonuçtur bu: Saussure dilbilimsel araştırm alara yepyeni bir yön veren devrimsel sap­ tamalarını bu yaklaşımla: dilsel olguları eşsüremli- lik içinde irdeleyerek yapmış, tarihsel gelişimin de bu tutum u doğruladığını ortaya koymuştur.

Öyleyse, dil ‘öğelerinin bir anlık durum u dışın­ da hiçbir şeyin belirlemediği, katışıksız b ir değerler dizgesi’ olarak tanım landığına göre,10 onu tutarlı bir biçimde kavram ak istiyorsak, ister istem ez evrim i­ nin belirli b ir evresinde, eşsürem lilik ekseni üzerin­ de ele almamız gerekir; dili artsürem lilik ekseni üzerinde ele alm ak dizgeyi gözden kaçırm am ıza yol açar. Üstelik, ‘unutm am ak gerekir ki artsürem lilik boyutu eşsürem liliklerin üst üste gelm esinden baş­ ka bir şey değildir’.11 Saussure’ün sık sık yararlandı­ ğı satranç benzetm esi burada da geçerlidir: işlevleri değişmediği sürece, satranç taşlarının değişmesi, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu nesneden yapılmış ol­ maları oyun düzeninde bir değişikliğe yol açmadığı gibi, dildeki artsürem li değişim ler de dilsel dizgeyi değiştirmez, işlevler ve bağıntılar aynı kaldığı süre­ ce, hep aynı dizge söz konusudur. Hiç kuşkusuz, de­ ğişimler de incelenebilir, incelenm eleri gerekir, ama bu tü r incelem eler doğrudan doğruya dilin kendisi­ ne yönelen incelem eler değildir her zaman, çünkü bir dilin ‘belli bir anda’ sunduğu dizge bu dilin tari­ hiyle özdeş değildir. Öyleyse, ‘dilin kendi başına ve kendi kendisi için’ incelenm esi eşsürem sel yaklaşı­ mı zorunlu kılar.

Ne olursa olsun, Saussure dizge/öğe, dil/söz, ses/ anlam, özdeşlik/karşıtlık, eşsürem lilik/artsürem lilik,

" A.y.. s. 75.

'* B. Vardar, Uıte Introduction d ta phonologic, s. 12.

(33)

vb. gibi karşıtlıkları değerlendirerek dile ilişkin bil­ gilerimizi de, dilsel olgulara bakış açımızı da baştan sona yeniler, araştırm alarım ızı daha da ileriye götür­ memizi sağlayacak bir yöntem in tem ellerini atar. Bu arada, önemli bir öngörüm de bulunur: bir gün, ister istemez, dilbilimi de kapsam ı içine alarak ‘gösterge­ lerin toplum içindeki yaşam ını inceleyecek’, bir yan­ dan dil olgusunu aydınlatırken, bir yandan da ‘k u t­ sal törenlerin, görenek ya da törelerin, vb. gösterge olarak incelenm esiyle’ bu olguları yeni bir kimlikle ortaya çıkaracak olan yeni bir bilim doğacağını söy­ ler. Adını da koyar bu bilimin: göstergebilim. Zaman Saussure’ün bu sezgisini doğru çıkarır: öngördüğü göstergebilim , oldukça uzun bir beklem e dönem in­ den sonra, insan bilimleri arasında h er geçen gün biraz daha önemli bir yer tutm aya başlar, yöntem i­ ni ve ilkelerini de büyük ölçüde Genel dilbilim ders- leri’ne borçlu olduğum uz kazanım larla tem ellendi­ rir.

Bu ilginç örneğin de gösterdiği gibi, Saussu­ re’ün bugün dilbilimsel konulara az çok yakınlığı bulunan herkesçe paylaşılan görüşleri bir yandan geleneksel dil araştırm alarının daha sağlam tem el­ lere oturtulm asını ve birçok dil olgusunun daha tu ­ tarlı, daha bütüncül bir biçim de açıklanm asını sağ­ larken, bir yandan da yeni yeni buluşların kaynağı olur. Genel dilbilim dersleri’nin daha yeni tanınm a­ ya başladığı sıralarda, davranışçı ruhbilim den yola çıkılarak oluşturulan ve daha sonra Z.S. H arris’in çabasıyla dağıtım cılık adı altında geliştirilen genel dilbilim kuramı bir yana bırakılacak olursa, şu ya da bu biçimde Saussure’den kaynaklanm ayan çağdaş dilbilim kuram ı yok gibidir. 1926 ekim inde, yani Ge­ nel dilbilim dersleri’nin yayım lanışından on yıl

(34)

ra, Prag’da kurulan ve dilbilim alanında birçok ge­ lişmeye öncülük eden Prag Dilbilim Çevresi de doğ­ rudan doğruya Saussure’den esinlenir.

yapısalcılık

(35)

2. DİL VE SES

Geleneksel dilbilim araştırm alarının yetersizliği­ ni kavramış genç bilim adamlarından oluşan bir top­ luluktur Prag Dilbilim Çevresi. Topluluğun üyeleri, V Mathesius, B. Havranek, B. Trnka, J. Vachek, vb., belirli sürelerle Prag’da bir araya gelerek dilbilimin genel sorunları konusunda vardıkları sonuçlan açık­ lar, tartışm alar yaparlar. Daha sonra, değişik Avrupa ülkelerinin önde gelen birtakım dilbilimcileri, bu ara­ da, Lucien Tesniere, Emile Benveniste, Andre M arti­ net gibi ileride büyük ün kazanacak olan kim i genç Fransız dilbilimcileri de katılır bu toplantılara. Etkin­ liğini İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdürecek olan topluluğun görüşleri özellikle 1929 yılında başlayan yayınlarında belirlenir. Prag Dilbilim Çevresi’ne son­ radan katılan üç Rus göçmenin: N.S. Trubetzkoy, R. Jakobson ve S. Karcevkij’in bu etkinliklere büyük katkıları olur. Trubetzkoy sesbilimi kurup geliştiren­ lerin başında yer alır. Jakobson Çevre’yle Rusya’da yazın ve dil araştırm alarına yeni bir soluk getirmiş olan biçimcilik akımı arasında bir köprü kurar.

Prag Dilbilim Çevresi’nin üyeleri de Saussure gibi dilin bir bildirişim dizgesi olduğu görüşünden yola çıkarak ‘dilbilimcinin her zaman işlevi göz önü­ ne alması ve h er olguyu yer aldığı dizgeye bağlam a­ sı’ gerektiğini, ‘bir öğenin işlevi ancak bu düzlem de

(36)

kavranabileceği’ için de ‘eşsürem sel çözüm lem enin zorunlu olduğunu’ savunurlar.12 Ama, onlara göre, eşsüremsel ve artsürem sel yaklaşım ların bağdaştı­ rılması olanaksız bir şey değildir. Ne var ki tekil ol­ guların tarihini araştırm ak gibi kısır ve tem elsiz bir tutum dan sıyrılm ak ve dillerin geçirdiği değişim leri hep dizgeyi göz önüne alarak incelem ek gerekir, çünkü bu değişim ler de ister istem ez dil dizgesiyle bağıntılıdır. Daha sonra gerçekleştirilen kim i çalış­ malar bu savı hem örneklendirir, hem de doğrular: örneğin Andre M artinet’nin Economie des change- ments phonHiques: traite de phonologie diachroni- que (Sesbilgisel değişim lerin düzeni: artsürem sel sesbilim incelemesi) adlı yapıtı bir artsürem li sesbi­ lim incelemesidir: devimsel eşsürem kavram ını geti­ rir, sesbilim dizgesinin belli bir evresindeki d u ru m ­ dan kaynaklanan iç nedensellikle tarihsel koşullar­ dan kaynaklanan dış nedensellik arasındaki ayrım ı belirleyerek artsürem sel yaklaşım a yetkinlik ve tu ­ tarlılık getirir.

Prag Dilbilim Çevresi’nin dilbilime en büyük katkısı, Saussure’ü n bile olanaksız bulduğu bir işin üstesinden gelerek, sözsel, yani bireysel sesleri in ­ celemekten öteye geçm eyen sesbilgisini aşmış ve dilsel sesleri inceleyen sesbilimi kurm uş olmasıdır. Saussure sesbilim i ‘söz düzlem inde saptanan bir kendilik’ olarak görm ekte,13 bu nedenle de dilin ses­ lerinin incelenm esini gerçek anlam da bir dilbilim ­ sel araştırm a saym am akta, dilbilimsel araştırm aya girişilmeden önce yapılm ası gereken bir çalışm a olarak nitelem ekteydi. Oysa Prag Dilbilim Çevresi’ nin üyeleri, seslerin ve bu sesleri çıkarm ak için

ya-“ A y., s. 12.

" B. Vardar, 'Ç evirenin notu' (F. d e Saussure, A.g.y. 11, s. 98)

(37)

pılan devinim lerin önem ini yadsım am akla birlikte, bunların doğrudan doğruya dilbilim alanına girm e­ diği görüşündedirler. Onlara göre, deneysel sesbilgi- si aygıtlarla saptanan sesleri geçerli sayar; aygıtlar­ sa, ne denli duyarlı olurlarsa olsunlar, hiçbir zam an birbirine özdeş olmayan tekil sesler sağlar bize, bu tekil sesler üzerine bir bilim kurulamaz: B una karşı­ lık, dildeki sesler dizge içinde ayırıcı bir işlev ger­ çekleştirdikleri oranda dilbilimin kapsam ına girer­ ler ve bu düzlem de iki bireysel göstereni birbirinin karşıtı durum una getirmezler. Bu görüşten yola çı­ kılarak birbiriyle tüm den özdeşleşmeyen ‘iki sesin aym sesbilimsel birim in sesbilgisel gerçekleşim leri mi, yoksa birbirinden ayrı iki sesbilimsel birim mi olduğu belirlenebilm iştir’.14

Tüm dilbilim araştuTnalarına ışık tutacak b ir so­ nuç, örnek nitelikte bir yöntem sel aşam adır bu: dil­ bilimsel birim lerin belirginlik ve geçerlilik kazana­ bilmeleri için ‘ayırıcı b ir değer’ taşım aları gerek­ m ektedir artık. Böylece, sesbilimsel betim lem enin ‘sesbilgisininkinden çok daha soyut bir düzlem de’ ve ‘hem sürem sel boyuttan, hem dış bağlam dan’ so­ yutlanarak gerçekleştirilm esi, ‘birim lerin de yalnız­ ca ve kendi aralarında kurdukları bağıntılara göre açıklanıp tanım lanm ası’ vazgeçilmez ilkeler olarak belirir.15 O güne değin insan bilimlerinin hiçbir da­ lında gerçekleştirilem em iş olan şeyin bu yepyeni dalda gerçekleşmesini: sesbilim in ‘tanıtlı’ bir bilim dalı olarak kurulm asım bu ilkeler sağlar. A raştırm a­ larında ya p ı kavram ına da ilk kez yer veren Prag Dilbilim Çevresi üyeleri getirdikleri ya da geliştir­ dikleri ilkelerin yalnızca ses birim lerine değil, dilin

" B. Vardar, line Introduction û la phonologie. s.19. 11 A y., s. 50.

(38)

tüm bölümlerine uygulanabileceğini söylerler,18 dil­ bilimin daha sonra gösterdiği gelişim de bu kesinle- meyi büyük ölçüde doğrular.

. Görüldüğü gibi, yalnızca dilbilim alanında kalı­ nırsa, Saussure’ün, özellikle de Prag Dilbilim Çevre- si’nin getirdiklerini bir örnek ya da kaynak değil, gerçek bir başlangıç olarak değerlendirm ek daha doğru olur. Saussure yapısal dilbilimin kuram sal ve uygulayımsal tüm tem el sorunlarını gündem e geti­ rir, önerdiği çözümler de kendisinden sonra gelen dilbilimcilerce büyük ölçüde benimsenir. İnsan b i­ lim lerinin Prag Dilbilim Çevresi’ne borçlu olduğu sesbilimse, bilimsel açıdan bir kusursuzluk örneği­ dir. Tarihsel veriler de öncü sayılanlarla izleyici sayı­ lanlar arasında fazla bir zam ansal uzaklık bulunm a­ dığını gösterir. Bilindiği gibi, geniş ölçüde Saussu­ re’ün yapıtından esinlenen Prag Dilbilim Çevresi belli başlı savlarım 1929 yılında ortaya atar, bu top- luluğunkine koşut b ir yol izleyen ve aynı ölçüde Saussure’den esinlenen Kopenhag Okulu’n u n bü­ yük öncüsü Louis Hjelmslev’in ilk yapıtı Genel dil­ bilim ilkeleri'yse, Thıbetzkoy’un tem el yapıtı Sesbi­ lim ilkeleri'nden (yazarın ölüm ünden sonra, 1939) on bir yıl önce, 1928 yılında yayımlanır.17 Öte yan­ dan, Prag Dilbilim Çevresi’nin en üretk en üyelerin­ den biri olan Roman Jakobson’un daha sonra, aynı doğrultuda sürdürdüğü çalışmalar, özellikle de ses­ bilime, çocuk dili ve söz yitim ine, değişik genel dil­ bilim sorunlarına ilişkin yayınlan yapısalcılığın en verimli ve en esinleyici dam arlarından birini oluştu­ rur. Aynı biçimde, Hjelmslev’in 1943’te yayım lanan

“ E. Benveniste, A.g.y. t. s. 94.

B V. Brondal (1887-1942). d ah a sonra d a JL. Hjelm slev (1899-1965) ö n cülüğünde ge­ lişen K openhag Okulu çağdaş dilbilim araştırm aların d a önem li bir y e r tutar.

(39)

Bir düyetisi kuram ı için temel kavram lar ve 1963’te yayımlanan D üyetisi adlı yapıtları akım ın tem el ya­ pıtları arasında yer alır. Gençlik dönem lerinde Prag Dilbilim Çevresi’nin etkinliklerini yakından izlemiş olan Benveniste, Tesniere ve M artinet gibi Fransız dilbilimcileri de yapısal dilbilimin gelişmesine ge­ nellikle öncekilerle aynı doğrultuda, ama önem açı­ sından onlarınkinden geri kalmayan katkılarda bu­ lunurlar.

Ne olursa olsun, yapısalcı ilkeleri herkesten ön­ ce dilbilimciler belirleyip benimsemişler, ‘belirli bir nesnenin tarihini incelemeye girişmeden, köken, gelişim, yayılım sorunlarını ele almadan, nesnenin niteliklerini dış etkilerle (örneğin bir dilin özelliğini toplum un yapısıyla, bir düşüngünün özelliğini ü re­ tim ilişkileriyle, vb.) açıklam adan önce, bu nesneyi sınırlam ak, tanım lam ak ve betim lem ek gerektiğini’ herkesten önce dilbilimciler savunm uşlardır.18 Ama dilbilimcileri onurlandıran bu ‘ilk’ olma özelliğinin insan bilimleri düzlem inde kaldığımız sürece geçer­ li olduğunu da belirtm ek gerekir. Daha geniş bir açı­ dan bakacak olursak, doğa ve fizik bilim lerinin bu eski ve tartışılm az ilkesinin insan bilim lerinde de geçerli sayılmaya başlam ası için Genel dilbilim ders- leri’nin beklenm iş olması şaşırtıcı bile görünebilir.

Bununla birlikte, insan bilimlerinin ele aldığı konuların doğa ve fizik bilim lerinin ele aldığı konu­ larla aynı türden olm adıklarını da vurgulam ak gere­ kir: Benveniste’in söylediği gibi, fiziksel ya da di- rimbilimsel olgular, ne denli karm aşık olurlarsa ol­ sunlar, hep yalın bir nitelikle çıkarlar karşımıza, tü ­ müyle ortaya çıktıkları alana bağlı kalır, aynı bağın­ tı düzlem inde kavranırlar, dil gibi, söylenler gibi ‘in ­

(40)

sanlar-arası ortam a özgü’ olgularsa, hiçbir zaman ‘yalın’ olgular olarak nitelenem ez, çünkü hep ‘başka bir şeye bağlanır’, başka bir şeye gönderir, bu neden­ le de ‘çiftil’ b ir nitelik sunarlar.19 Dilin bu tem el özel­ liği, yani kendi kendinden önce kendi dışındaki ve­ rilere gönderm esi varlığının hep kendi dışındaki şeylerde aranm asına neden olmuş, ‘kendi başına ve kendi kendisi için’ ele alınm asını alabildiğine gecik­ tirmiştir. Ama en sonunda gerçek niteliğiyle, yani bir dizge, bir yapı olarak ele alınm asının nedeni de bu özelliğidir.

Yapı sözcüğü ‘örgen’ anlam ına alınırsa, ‘dilsel yapı araştırm alarının dillerin incelenm esi ölçüsün­ de eski olduğu’ söylenebilir kuşkusuz.20 Eski ya da yeni tüm dilbilgisi çalışmaları bu gerçeği kanıtlar bi­ ze. Her dilin kendine özgü bir örgen sunduğu da dil­ cilerin birkaç yüzyıldan beri vurgulayageldikleri bir gerçektir. Bu bakım dan, dilbilime yapı kavram ını yapısalcıların getirdiğini söylem ek yanlış olur. Yapı­ salcıların özgünlüğü ‘bu sözcüğe yeni b ir anlam ver­ mek’, başka b ir deyişle, alışılmış ‘yapı kavram ını de­ ğiştirmek’ olmuştur.21 Gördüğümüz gibi, geleneksel dilbilim, yapının varlığını benim sem ekle birlikte, tekil öğeler üzerinde oyalanır, Saussure’ün açtığı yo­ lu izleyen yapısal dilbilimse, h er öğenin yapı içinde bir işlevi bulunduğunu varsayarak öğeden yapıya ulaşmaya çalışır, ‘h e r öğeyi kendi başına ele alarak “neden”ini daha eski bir durum da aram ak yerine, eşsüremsel b ir b ü tü n ü n parçası olarak görür onu’, çünkü, Saussure’den beri bilindiği gibi, ‘hiçbir şeyin kendi başına ve doğal bir yetenekle anlam taşım

adı-" E- Benveniste. A.g.y., s. 44.

* O. Duorot, Le Structuralisms sn Unguislique, s. 16. A.y., s. 18.

(41)

ğı, her şeyin bütüne göre anlam kazandığı bir dizge­ dir dil, parçaların “anlam ” ya da işlevini dilin yapısı belirler’.22 Saussure’ün ünlü satranç benzetm esin­ den yararlanm ak gerekirse, satranç taşlarının bo­ yutları, üretildikleri nesnenin türü, değeri, hatta bi­ çimleri oyun dizgesi bakım ından hiç mi hiç önem taşımaz; önemli olan her taşın öteki taşlarla ku rd u ­ ğu bağıntı ve bunun sonucu olan işlevidir. Aynı bi­ çimde, dilsel öğeleri de kendi başlarına, tekil ‘nesne’ ler olarak değil, içinde yer aldıkları b ü tü n ü n başka öğeleriyle kurdukları bağıntılarda kavram aya çalış­ m ak gerekir.

Nicolas Ruwet’nin belirttiği gibi,23 yapısal çö­ zümlemeyle tarihsel incelem enin karşıtlığı konu­ sunda başlatılan birçok tartışm anın doyurucu bir sonuca ulaşam adan uzayıp gitmesi tekil nesne ya da olgularla dizge ya da yapı arasındaki karşıtlığın ye­ terince göz önüne alınmamasındandır. Bilindiği gi­ bi, Saussure bu sakıncayı aşm ak için dil/söz karşıtlı­ ğını getirm iştir; Jakobson aynı gereksinim le izge/ bildiri karşıtlığını getirir; Hjelmslev de gene aynı gereksinim le, am a Saussure’ün yaptığı ayrımı daha genel ve daha bütüncül bir biçimde yorum layarak çizge[kullanım karşıtlığını temellendirir.

Tüm yapısalcılar için olduğu gibi Hjelmslev için de kaçınılm az bir zorunluluktur bu karşıtlığı belirle­ mek. Çünkü, deney yoluyla yalnızca kullanım lara, ‘oluş’lara ulaşabilm em ize karşılık, bilimselliğin te­ mel koşulu bu oluş ya da kullanım ların ardında ya da altında yer alan dizgeyi ortaya çıkarmaktır. Bu nedenle, dilin özgül yapısına ulaşmayı amaçlayan bir araştırm a, ‘oluş’u, yani ‘sözün dalgalanm a ve

de-” E. Benveniste, A.g.y., I, s. 22, 23. * N. Ruwet, A.g.y., s. 567.

(42)

ğişimlerini göz önüne alm akla birlikte, bunlara üs­ tü n bir yer vermemeli, kökü dildışı bir “gerçek”te bulunm ayan b ir sürekliliği, hangi dil söz konusu olursa olsun, dilin dil olmasını ve, değişik belirimle- ri içinde bile, kendi kendine özdeş kalm asını sağla­ yan b ir sürekliliği aram alı’, daha kestirm e bir deyiş­ le, hep dizgeye ulaşm aya çalışmalıdır.24 Bu anlayış insansal olguların doğal olgulara hiç mi hiç benze­ mediklerini, tekil ve bireysel kaldıklarını, bu neden­ le de genelleştirilem eyeceklerini kesinleyen ‘insan­ cı’ geleneğe ters düşer kuşkusuz, ama, şiiri değil de bilimi seçmişsek, ne olursa olsun, öncelikle sürekli­ ye, değişm eyene yönelmemiz, ‘her oluşun b ir dizge­ ye gönderdiğini, bu dizgenin de az sayıda öncül yar­ dımıyla çözümlenip betim lenebileceğim ’ en azından bir varsayım olarak benim sem em iz gerekir.25

Hjelmslev bütünü tüm celere, tüm celeri tümce- ciklere, tüm cecikleri de sözcüklere bölünm üş olan ve, öğelerinin döküm ü yapılınca, birçok bölüm ünde aynı tüm cenin, aynı tümceciğin, aynı sözcüğün ye­ niden belirdiği görülen m etin örneğinden yola çıkıp ‘iki büyüklüğü tek b ir büyüklüğe indirgem eyi ya da, sık sık söylendiği gibi, iki büyüklüğü özdeşleştirme­ yi sağlayacak bir yöntem ’ kullanılarak bu dizgeye ulaşılabileceğini söyler bize. Ona göre, bu yeniden belirmeler birtakım ‘değişmez büyüklüklerin değiş­ kelerinden başka bir şey değildir. Üstelik, aynı ör­ neğe dayanılarak, yalnızca büyüklüklerin, yani tü m ­ celerin, tümceciklerin, sözcüklerin değil, bunların işlevlerinin de değişkeleri bulunduğu kolaylıkla gösterilebilir.28 Sesbilim kendi alanında bu amacı

* L . Hjelmslev. Prulegom eııes a u n e tlıeorie d u langage,s. 15. “ A.y, s. 16.

* A.y,, s. 1,81,82.

(43)

gerçekleştirm iş, bir dili konuşan bireylerin çıkardığı seslerin çokluğuna karşın, ‘çoğu dillerin sesbirim sel döküm ünün en çok kırk, en az yirmi sesbirim ara­ sında oynadığım ’ göstermiştir.27

Bilindiği gibi, sesbilim bu sonucu değişkeleri değişm ezlerden ayırarak ve değişm ezler arasındaki ayırıcı özellikleri belirleyerek sağlamıştır. Konuyu küçük bir örnekle som utlaştırm ak gerekirse, dilim i­ zi konuşan bireyler ‘yapı’ ya da ‘kapı’ sözcüğünü çok değişik biçim lerde söyleyebilirler, ama sözcük aynı dili konuşan başka bireylerce de anlaşılabildiği sü ­ rece, tüm bu değişik söyleyişler aynı biçim in değiş­ keleri olarak kalır. Buna karşılık, üç ortak öğeleri (/a/, /p/ ve /ı/) bulunm akla birlikte, ‘yapı’ ve ‘kapı’ sözcükleri kolay kolay birbirine karışmaz: /y/ ve /k/ sesleri iki sözcüğü birbirinden ayıran bir karşıtlık oluşturur ve türkçenin iki sesbirimi olarak belirir.28 Bu türlü karşıtlıklar Prag Dilbilim Çevresi’nin yapı­ sal dilbilime getirdiği büyük katkılardan biri olan değiştirim yöntemiyle, yani ‘anlatım ya da içerik düzlem inde bir öğenin yerine başka bir öğe koyarak bu değişikliğin öbür düzlem de de değişikliğe yol açıp açm adığını sınam a’ yöntemiyle saptanır.29 Ör­ neğin üç sesbilim den (/g/, /ö/, /z/) oluşan ‘göz’ sözcü­ ğünün ses düzlem inde yapılan belirli değiştirimler, ‘köz’, ‘töz’, ‘gez’, ‘güz’, ‘gök’, ‘göç’, ‘göl’, vb. örnekle­ rinde görüldüğü gibi, anlam düzlem inde de değişik­ liklere yol açıyorsa, işin içine yeni sesbilim ler giri­ yor demektir.

Kolaylıkla görülebileceği gibi, her sesbirim baş­ ka sesbilim lere göre sunduğu karşıtlıkla kazanır bu

* B. Vardar, A.g.y., s. 100. * Bkz. A.y., s. 69.

(44)

niteliğini, her sesbirim yanındaki başka sesbirimle- rin özelliğini belirlem em ize yşrdım ederken, kendi­ sini de yanındakiler belirler;30 bir başka deyişle, ses­ birim varlığını içinde yer aldığı dizge ve bu dizgenin başka öğeleriyle kurduğu karşılıklı bağıntılarda ger­ çekleştirir. Bu bağıntılarsa, Saussure’den, Trubetz- koy’dan beri bilindiği gibi, iki ayrı düzlemde, dizisel ve dizimsel düzlem lerde kurulur. Örneğin, Lorenzo Renzi’yi izleyerek İtalyanca ‘m ano’ (el) ve ‘m eno’ (daha az) sözcüklerini karşılaştırm aya girişirsek, bu karşılaştırmayı, dilin konuşanları olarak, ‘belleği­ mizden ve soyutlama yoluyla’ yapanz ister istemez: birbirlerinden /a/, /e/ karşıtlığıyla ayrıldıklarını söy­ leyebilmemiz için, onlan ‘aynı zam anda’ göz önüne almamız gerekir. Ancak, dil dönüşsüz bir biçimde, zaman içinde eklem lendiği, başka bir deyişle, çizgi­ sel bir nitelik taşıdığı için, işlemimiz zorunlu olarak dilin akışı dışında gerçekleşecektir. B unun sonucu olarak, yani düşüncede, soyutlama yoluyla yapılan . bir değiştirim den kaynaklanm ası nedeniyle, /a/ ile /e/ arasındaki bu karşıtlık bağıntısı dizisel bir bağın­ tıdır. Buna karşılık, ‘m ano’yu oluşturan /m/, /a/, /n/, /o/ öğeleri arasındaki karşıtlıklar, dilin söz zinciri içinde yer almaları ve birbirlerini onun akış yönün­ de izlemeleri nedeniyle, dizivısel bağıntılardır.31

Kısacası, dizisel bağıntı çağrışımsal bir nitelik taşır, belirli bir belirim düzlem inde bir arada bulun­ mayan, ama karşıtlık ya da özdeşlik açısından birbi­ rini varsayan nesne dizileri arasında kurulur. Ö rne­ ğin, Roland B arthes’m yaptığı bir çizelgede görüldü­ ğü gibi,32 giyim düzlem inde, bedenin aynı

noktasın-* A. M artinet, La Ltnguistique synchronique, s. 55. s' E. Renzi, Introdvzioııe alîo ftlologkı rom anza, s. 93, 94. 91 R. B arthes, ‘Elem ents d e s£m iologie\ Cot7imunicatioTi IV, s. 117.

(45)

da, aynı anda giyilemeyen ve birbirleriyle değiştiril­ meleri giyimin anlam ında değişikliğe yol açan nes­ neler (kundura/terlik/çizme/postal) arasında dizisel bir bağıntı söz konusudur; dizimsel bağıntıysa, bir arada bir b ü tü n oluşturan nesneler arasında k u ru ­ lan bağıntıdır: gene B arthes’ın çizelgesine göre, ör­ neğin bir giyimde bir arada bulunan ve birbirini bü- tünleyen giyim öğeleri (etek/bluz/hırka) arasında di­ zimsel b ir bağıntı vardır.

(46)

3. DİL VE ANLAM

Dilin sesse! yapısını belirleyen bu tem el bağıntı­ lar anlam düzlem inde de geçerli midir? Sessel düz­ lemde olduğu gibi anlam sal düzlem de de bütüncül bir betim lem e ve tutarlı bir çözüm lem enin zorunlu koşullarını oluşturan birim ler elde edilebilir mi? îş- levselcilik adı altında ayrı bir yöntem geliştirm ek, böylece Saussure’ün öteki kalıtçıları karşısında ba­ ğımsızlığını vurgulam ak savında olm asına karşın, başta Genel dilbilim ilkeleri olm ak üzere, çoğu ya­ pıtları Saussure’ün ve Prag Dilbilim Çevresi’nin öğ­ retisinin derin izlerini taşıyan Andre M artinet adına yaraşır tüm dilbilimcilerce benim senen çift eklemli- lik kuram ıyla yüzde yüz olumlu bir yanıt getirir bu sorulara: ‘bir ilk eklem lenim den oluşan birim lerin her birinin aynı zam anda başka türden birim ler bi­ çiminde de eklem lendiklerini’, bir başka deyişle, tüm dillerde eklem lenim lerin iki ayrı düzlem üze­ rinde gerçekleştiğini, bu eklem lenim lerin birinci­ sinde, ‘başkasına iletilecek h er türlü deneyim in, bil­ dirilm ek istenen her türlü gereksinim in, her biri bir sessel biçim ve bir anlam la donatılm ış b ir birim ler dizisi biçiminde çözümlendiğini’ söyler.33

M artinet’ye göre, dilin benzersiz tutum sallığı da buradadır: diyelim ki, başım ız ağrıyorsa,

çevremiz-n A. M artiçevremiz-net, Elements de hnyuistujue gin em le, s. 17.

(47)

dekilere değişik çığlıklarla duyurabiliriz bunu, ama çığlık çözümlenmez olduğuna göre, dilsel bir bildiri­ şimde bulunm uş olmayız; oysa, ‘j ’a i m al â la tete’ (başım ağrıyor) dediğimiz zaman, durum bam başka­ dır: tek tek ele alınacak olurlarsa, bu tüm cede birbi­ rini izleyen altı öğenin (j’, ai, mal, â, la, tete) hiçbi­ rinde, duyduğum uz ağrının özgüllüğünün karşılığı olabilecek bir öz yoktur, aynı öğelerin başka bağlam ­ larda başka olguları dile getirebilm eleri de bunu gösterir; ama, bu düzenlenim içinde, etkenlikle yan­ sıtırlar anlatm ak istediğimizi. B unun sonucu olarak, dilimizde yer alan birkaç bin birim in milyonlarca çığlığın iletebileceğinden çok daha fazlasını ilettiği­ ni, sınırlı sayıda dilsel öğenin, değişik düzenlenim- lerinde, en yalınından en karm aşığm a, sonsuz sayı­ da olgu ve düşünceyi aktarm aya olanak sağladığını söyleyebiliriz.

Birinci eklem lenim in bir anlam ve bir sessel bi­ çimle donatılm ış olan bu öğeleri daha küçük birim ­ lere ayrılamaz. Örneğin m asa bütünü ‘m asa’ dem ek­ tir ve ma- ve -sa öğelerinin toplamı ‘m asa’ anlam ını oluşturacak olan ayrı anlam ları bulunduğunu söyle­ meye olanak yoktur. Buna karşılık, sessel biçim her biri m asa’yı tasa, yasa, maça ya da m aşa’dan ayır­ mamızı sağlayacak bir birim ler dizisi biçiminde çö­ zümlenebilir. M artinet bu sessel eklem lenim i ikinci eklemlenim diye adlandırır. İkinci eklem lenim öğe­ lerini çözümlememizi sağlayan sesbirime koşut ola­ rak, birinci eklem lenim e de bir temel birim getirir: anlam birim ,34

Anlambirim bir anlamı bulunan en küçük dilsel birimdir. Örneğin ‘geliyorum ’ bütününün üç anlam- birimden: belirli bir eylemi belirten ‘gel-’, bu

(48)

min gerçekleştirildiği zamanı belirten ‘-yor-’ ve bu eylemi gerçekleştiren kişiyi belirten ‘-um ’ birim le­ rinden oluştuğu söylenebilir. Bu bakım dan, anlam- birim sınırları oldukça bulam k kalan ve b ir tü rlü ta­ nıma gelm eyen ‘sözcük’le özdeşleşmez. B unun so­ nucu olarak, nerdeyse tüm çağdaş dilbilimciler gibi M artinet de sözcüğü dilbilimsel bir birim olarak de­ ğerlendirm ekten kaçımı; sözlükte yer alan anlambi- rimleri de sözlükbirim diye adlandırm anın daha uy­ gun olacağını söyler.

Kısacası, Maırtinet’nin vardığı sonuçlar, sesbi- rim lerin düzerdenim kurallarıyla anlam birim lerin düzenlenim kuralları arasında bir koşutluk bulun­ masa bile, her iki düzlem de de aynı türden bağıntı­ ların geçerli olduğunu, dilin yapısının da bu bağıntı­ larla tanım landığını bir kez daha, kesinlikle ortaya koyar. G erçekten de, Benveniste’in belirttiği gibi, bu bağıntılardan yola çıkarak, ‘bir dizi benzersiz, sayıya gelmez, rastlantısal “olay” yerine, sınırlı sayıda bi­ rim elde ederiz, dilin yapısını da bunların olasıl üle­ şim ve bileşim lerine göre belirleyebiliriz’.35 Böylece, dilde karşılaştığım ız değişik dizgeler düzenli bir ba- sam aklam m içeren, belirli bir yapıya götürür bizi. Bu yapının belli başlı birim leri şöyle sıralanabilir:

1) belirtilen kavram ların döküm ünü çıkarm am ı­ zı sağlayan sözlükbirimler;

2) biçimsel katm an ve alt-katmanların döküm ü­ nü çıkarmam ızı sağlayan anlambirimler;

3) anlam ı bulunm ayan sessel ayrım ların dökü­ m ünü veren sesbirim ler;

4) sesbirim leri katm anlar biçiminde düzenleyen ‘özellik’ler.36

* E. B enveniste, A.g.y. I, s. 22. " A .y .I , s. 23.

(49)

Andre M artinet her sözce ya da sözce dizisinin bir ‘anlam ’ oluşturan her bölüm ünün bir dilsel ‘gös­ terge’ olarak nitelenebileceğini söyler. Dilsel göster­ geyi ‘kavram la işitim im gesinin birleşim i’ olarak ta­ nım layan Saussure için olduğu gibi onun için de dil­ sel gösterge iki öğeden oluşur:

1) göstergenin ‘anlamı ya da değeri’ olan gösteri­ len;

2) göstergenin ortaya çıkmasını sağlayan ve ses- sel bir öğe olan gösteren.

Buna göre, ‘gösterenleri ve gösterilenleriyle, bi­ rinci eklem lenim in sunduğu birim ler birer göster­ gedir’.37

İlk bakışta, doğru bir gözlemdir bu, ama olduk­ ça bulanık kaldığı da gözden kaçmaz. Çünkü M arti­ net, göstergenin birinci öğesi göstereni ‘sessel öğe’, ikinci öğesi gösterileni ‘anlam ya da değer’ olarak niteledikten sonra, her iki öğeyi de birinci eklemle- nim düzlem ine yerleştirir: daha sonra, ikinci eklem ­ lenim in ‘gösterenin biçimini gösterilenin değerin­ den bağımsız kılm ak’ gibi bir özelliği bulunduğunu söyleyerek,38 az önce birinci eklem lenim düzlem ine yerleştirdiği öğeleri iki eklem lenim arasında paylaş­ tırır. Hiç kuşkusuz, anlam birim lerin ‘çift yönlü bi­ rim ler’ olm asından ileri gelir bu.39 Ne olursa olsun, bu bulanık niteliği yüzünden olacak, M artinet yaptı­ ğı dil tanım ında gösterge kavram ına yer vermez, et­ kin bir çözümleme terim i olarak da kullanm az onu; kuram ını sesbirim /anlam birim karşıtlığına göre ge­ liştirm eyi yeğ tutar. Ne var ki, anlam birim terim i de büyük ölçüde gösterge terimiyle özdeşleştiği,

dola-B A. M artinet. Klements de linguistique g&ii&ntle, s.19, 20. * A.y., s. 22.

(50)

yısıyla yeterince yalm b ir kavram olmadığı için, M artinet anlam sorunlarını derinlem esine ele al­ mak, anlam birim den anlam bilim e varm ak konu­ sunda fazla istekli görünmez: biçimi anlam dan, an­ lamı biçimden soyutlam aya olanak yoktur kuşku­ suz, am a anlam bilim tehlikeli bir alandır.40

Doğrusunu söylem ek gerekirse, yalnız Marti- n et’ye özgü bir tu tu m değildir bu. Sesbilim in erişti­ ği kesinliği dilbilim in başka dallarında da görm ek isteyenlerin, ‘hiç kuşkusuz yeterince olgucu olama­ ma korkusuyla, ancak dolaysız biçimde gözlemlerıe- bilen verileri gerçeklik saym aları’41 anlam sorunu­ nun gereğince araştırılm asını uzun süre engellem iş, böylece dilbilim in önde gelen dallarından biri olma­ sı gereken anlam bilim , Greimas’m deyimiyle, bir ‘yoksul akraba’ olarak kalmıştır.42 Hiç kuşkusuz, dil­ sel göstergenin çiftil niteliğinden, yani kendi varlı­ ğının dışında kalan bir şeylere bağlanm asından kay­ naklanır bu tutum : dilsel göstergede dilsel alanın dı­ şına taşan bir yan bulunm ası, anlam ya da değeri be­ lirleyip sınırlamayı zorlaştırmıştır. Bu nedenle, ör­ neğin Bloomfield, dilsel göstergeyi ‘bir anlam ı olan sessel biçim’ diye tanım ladıktan sonra, bu anlam ko­ nusunda ‘hiçbir şey bilinem eyeceğini’ söyler.43 Bu anlayışı daha da ileriye götürerek anlam konusunun kendileri için bir anlam taşım adığını söyleyen dilbi­ limciler bile çıkar. Ama, hangi nedenle olursa olsun, anlamı dışarıda bırakan bir dilbilim kuram ı ister is­ temez eksik bir kuram olmaya yargılıdır. Jakobson anlam sorunlarının kendileri için bir anlam taşım a­ dığım söyleyenlerin savını çok güzel çürütür: bu

ki-" A.y., s. 40,41.

'' J.-Cl. Coquet, S fm io tiq u e Utteraıre, s. 49. " A.J. G reim as, Sem antique sıructum le. s. 6. a A.y.. s. 7.

Referensi

Dokumen terkait

Alamat Jalan Ahmad Yani (Komplek Kantor Gubernur) E-Mail : ulp@kalbarprov.go.id Pontianak - Kalimantan Barat - 78121.. P E N G U M U M

Pihak pertam a tah u n 2019 mi berjanji akan m ew ujudkan target km erja tah u n a n sesuai lam piran perjanjian mi, dalam rangka m encapai target km erja jangka

Pihak pertam a tah u n 2019 mi berjanji akan m ew ujudkan target km erja tah u n a n sesuai lam piran perjanjian mi, dalam rangka m encapai target km erja jangka

0342 806135, email:bkpsdm.mutasi@blitarkab.go.id - website:bkpsdm.blitarkab.go.id P E N G U M U M A N NOMOR : 02 / PANSEL / 2017 TENTANG SELEKSI TERBUKA JABATAN PIMPINAN TINGGI

0342 806135, email: panseljptblitarkab@gmail.com P E N G U M U M A N NOMOR : 01 / PANSEL / 2018 TENTANG SELEKSI TERBUKA JABATAN PIMPINAN TINGGI PRATAMA DI LINGKUNGAN PEMERINTAH

AvwLivZ Rxe‡bi cwiPq w`b| AvwLivZ Rxe‡bi KqwU cvV Ges AvwLivZ m¤ú‡K© wek¦vmmg~n wjLyb|

Bahder Johan Padangpanjang 27128 Telp: 0752-82077, Fax: 0752-82803; e-mail: pilrekisipadangpanjang@gmail.com Website: http://pilrek.isi-padangpanjang.ac.id P E N G U M U M A N

cybev©wmZ cwiev‡ii m`m¨‡`i wewfbœ Avqea©bg~jK I Drcv`bgyLx Kvh©µ‡g m¤ú„³ Kivi Rb¨ wewfbœ ai‡bi myweav m„wóKiY Ges Dch©y³ Kvh©µgmg~n ev¯Íevq‡bi Rb¨ wewfbœ miKvwi, Avav miKvwi