• Tidak ada hasil yang ditemukan

KOLEKTIF dengan hubungan gaya EYLEM

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2018

Membagikan "KOLEKTIF dengan hubungan gaya EYLEM"

Copied!
45
0
0

Teks penuh

(1)

Çağla Çelik Çağrı Çağıl Hafize Hacıoğlu

Halil Çetinkaya Hatice Büşra Nebi Hazal Güvendiren Fatma Nur Koç

Melike Ak Merve Nazlı Nergiz Gülayinci Okan Kocayılmaz Sanem Kurutepe

Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir

Yazar Notu

Makalenin yazarları, Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü dördüncü sınıf öğrencileridir. Katkılarından dolayı Ürün Perçin Boyacıoğlu’na teşekkür ederiz.

KOLEKTİF EYLEM

Her insanın toplum içerisinde belli hakları, kendine ait fikirleri ve bu fikirleri sunabileceği alanları ve beklentileri vardır. Fikirlerini ifade edemediğinde, hakları kısıtlandığında veya beklentileri karşılanmadığında her birey, grup ya da toplum bunları geri kazanmak için harekete geçme ihtiyacı duyar. Bireyler bu harekete geçmeyi bireysel olarak yapabilecekleri gibi belli bir amaç ve hedef doğrultusunda bir fikir altında başkalarıyla toplanarak da yapabilirler. Bu durumda kolektif eylem, aynı menfaatler doğrultusunda bireylerin iş birliği

(2)

içerisinde hareket etmesi olarak tanımlanabilir. Örneğin; eski zamanlardan beri var olan kolektif eylem sanayi devrimiyle birlikte daha önce hiç karşılaşılmayan bir sınıfın mücadelesi olarak görülmüştür. Sermaye sahiplerinin ücretlendirdiği işçi sınıfı, iş ortamında yaşadığı sıkıntılardan dolayı zamanla yeni taleplerde bulunma ihtiyacı duymuştur. Çalışma saatlerinin uzunluğu, barınmayla ilgili problemleri, fazla iş gücü gerektiren görevler gibi sıkıntıları giderilmeyen ve ihtiyaçları karşılanmayan işçiler aynı amaç doğrultusunda, sermaye sahiplerine karşı birleşerek haklarını aramaya çalışmışlardır. Maslow’ un ihtiyaçları hiyerarşisine göre bu idealler, amaçlar ve haklar farklılık gösterse de bunların dışavurumu zamandan zamana, toplumdan topluma, uygarlıktan uygarlığa çokta farklılık göstermediği görülmektedir. Örneğin; 1789 Fransız Devrimi ile 31 Mayıs 2013’ te Taksim Meydanı’ nda gerçekleşen Gezi Parkı olayları görünürde farklı zamanlarda ve farklı nedenlerden dolayı gerçekleşmiş olsa da aslında temelinde benzer amaçlar barındıran kolektif eylemlerdir. 1789 Fransız Devrimi mutlak monarşiye karşı yapılan bir eylemken, Gezi Parkı eylemi ağaçların kesilmesine karşı yapılan bir eylemdir. İnsanın temel hakları, eşitlik, özgürlük ve adalet olguları kim tarafından olursa olsun -ister devlet, ister patron, ister siyasi lider- sarsıldığı anda insanın beklenmedik tepkiler vermesi kadar doğal bir şey yoktur. Bu tepkiler organize edilmiş bir süreci kapsamak zorunda değildir. Toplumun, devletin ya da muhalif grupların istenmeyen bireyler (mülteciler, azınlıklar, yoksullar, engelliler) üzerine kara bir bulut gibi çöktüğü anda, o istenmeyen grubu temsil eden herhangi bir kişinin toplumsal adalet, hak ve özgürlüklerini tekrardan kazanmaya çalışması çok geniş bir kitleyi etkileyebilir ve değiştirebilir. Dolayısıyla kolektif eylemi bir grup ya da bir sendika başlatmak zorunda değildir. İnsanların içlerinde bastırdıkları duyguların -daha doğrusu otoriter rejim ya da baskın grup tarafından bastırılan duygu ve düşüncelerin- herhangi biri tarafından o tabuların kırılması bir anda binlerce hatta milyonlarca insanı eyleme geçirmek için yetebilir. Örneğin; 31 Mayıs 2013’te Gezi parkı yerine hükümetin AVM yapma projesini sunması ve parkta çalışmalara başlaması sonucu ağaçların kesilmesini istemeyen bir topluluk Gezi Parkında çadır kurarak ufak çaplı bir eyleme başladı. Bu eylem başta birkaç ağaç için başlamış olsa da daha sonrasında liderlerin tavrına, ülkede yaşanan diğer olayların birikimine ve mevcut siyasal rejimin politikalarına karşı, farklı siyasi görüşteki insanların bile aynı fikir altında bir araya gelerek oluşturdukları büyük bir kitlenin eylemi haline dönüşmüştür.

(3)

değiştiğini, toplumsal uyum süreçleri, azınlıkların etkisi, liderlik ve özelliklerini, bilişsel çarpıtmaları gibi daha birçok süreci ele almak gerekir.

Kolektif eylem var olan kültürel kodların, normların, kuralların ve örüntülerin bir ürünü olabileceği gibi; bu norm ve kodların radikal olarak değiştirilebileceği potansiyel gücü içinde barındırır. Başka bir deyişle, bu faktörler kolektif eylemin katalizörleriyken, eylemin kendisi içinde kodların, normların, kuralların, gelenek ve göreneklerin olduğu sosyal kimlikleri değiştirmesi de muhtemeldir (Drury ve Reicher, 2000). Kuvayi Milliye’nin kurulması, var olan sosyal kimliklerin( milli birlik ve beraberlik duygusu, bağımsızlık ve özerklik duygusu) korunması amacıyla açığa çıkan kolektif bir eylemken; Fransız Devrimi var olan sınıf eşitsizliğini radikal olarak değiştirme isteğinin dışavurumudur.

(4)

Kolektif eylemin sadece var olan düzenin değiştirilme çabası(isyan, ayaklanma) ya da azınlıkların, güçsüzlerin kurtarıcısı olarak görmek kolektif eylem kavramını fakirleştirecektir. Kolektif eylem sadece azınlıkların haklarını savunmak için başvurdukları bir süreç değildir, aynı zamanda otoriter ya da baskın gurubun var olan normları, kuralları, tutumları koruma, devam ettirme ve istikrarı sağlama çabasıdır da. Örneğin, iktidar partisi AKP’ nin var olan düzeni korumak için mitingler yapması, medyayı kullanması, film çekmesi (Reis filmi, Kod adı: K.O.Z filmi) kolektif eylemin birer parçasıdır. Azınlık grup ya da otoriter grup tarafından gerçekleştirilen kolektif eylemin “iyi” veya “kötü” olarak değerlendirilmesi, değerlendirmeyi yapan mercinin (kişi, grup, topluluk) tutumuyla, düşüncesi ve bakış açısıyla ilgili olabileceği gibi tüm bunlardan bağımsız olarak bağlamsal koşullara ve çevreye göre de değişiklik gösterebilir. Muhalif partiler ve liderleri, her ne kadar AKP’ ye ve mevcut politik stratejilerine katılmasa da “15 Temmuz Darbe Girişimi” için “Yeni Kapı Mitingine” katılmıştır. Çünkü o gece yaşanan bilançonun ağır ve kanlı olması ve bu gecenin planlanmış bir “senaryo” olduğuna inanılsa da milli birlik ve beraberlik ruhu için “Yeni Kapı Mitinginde” bir araya gelinmiştir.

Kolektif eylem, araştırmalarda üç farklı boyutta ele alınmaktadır: makro düzey, mezo düzey ve mikro düzey. Makro düzey, kolektif eylemleri kolaylaştıran ya da engelleyen politik güçleri, kurumları ve stratejilerini ele alır. Mezo düzeyde, toplumdaki grup üyelerini etkileyen dinamik süreçleri; mikro düzeyde ise, grup üyelerinin olumsuz durumlar, koşullar ve değişkenler karşısındaki tutumlarını, psikolojik durumlarını ve yanıtlarını içerir. (van Zomeren ve Iyer, 2009) Halka halka genişleyen bu üç yapıda siyasal değişiklilerin, hedeflerin bireydeki psikolojik, sosyolojik ve politik izdüşümünü anlamak mümkündür. Çünkü bu üç yapı birbiriyle yakından ilişkili, etkileşimli ve dinamik bir süreçtir. Bu senaryonun tersi de elbette mümkündür: bireyin psikolojik ya da sosyolojik tepkisinin mevcut siyasal rejimi sarsması, yara vermesi.

Kitlelerin Psikolojisi

(5)

sarsılmasına rağmen yeniliklerin baskısına, değişimine karşı kalabalıkların nüfusunu bir güç, bir kalkan olarak kullanmaktadır. O yüzden içine girdiğimiz çağ yenilikleri, değişimleri, reformları içerse de “Kitlelerin Çağı” olma özelliğini yitirmemiştir. Kitlelerin ruhsal iklimini keşfeden psikologlar, şüphesiz kitleleri yöneten liderlerdir. Onların sermayeleri kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Örneğin, Hitlerin kitleleri ırksal bir zemine oturtarak eski Roma Germen İmparatorluğu’nun kurulması vaadini vermesi gibi.

Le Bon’a göre, kitle kelimesini birbiriyle ilişkisi olmayan ancak ortak bir düşünce etrafında birleşen bireylerin oluşturduğu topluluk için kullanır. Bu topluluğun bireyleri kendi bireyselliklerini kaybeder ve kitleyi var eden ortak bir düşünceyle hareket ederler. Le Bon bunu ‘’bilinçsiz zihin’’ olarak adlandırmıştır. Kitle içerisinde bireylerin kendine özgü fikirleri ve kişilikleri yok olur ve “biricik” bireylik bilinci ırksal bir bilinçaltına dönüşür. Peki neden ırksal bilinç diğerlerine göre ön plana çıkmaktadır? Tarihsel gelişimin evrimine baktığımızda imparatorlukların, çok uluslu devlet yapılarının ve ümmetçilik anlayışının yerini ulus devletlerin aldığını görmekteyiz. Dilin, kültürün, bayrağın, milli bilinç ve iradenin ırksal bir düzlem üzerinden yeniden inşa edilmesi belki de insanların benzerleriyle yaşamasındaki güven, huzur duygusundan kaynaklanmaktadır ya da farklılıklara karşı geliştirilen önyargının oluşturduğu tehdidi, korkuyu azaltmak için girişimleri kapsamaktadır. Bireylerin bilinçli kişiliklerinin kitleler ya da baskın gruplar tarafından bastırılması, liderlerin bu “bilinçsiz zihinleri” kolayca yönetmesine olanak sağlar. Liderlerin verdiği mesajın içeriğinden çok fikirlerini onaylatacak şekilde aktarması önemlidir. Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümette başa geldiği ilk dönemlerde başkanlık sisteminin sadece halk isterse geleceğini söylemesi normalde çoğu bireyin aklında böyle bir fikir yokken lider tarafından sürekli dile getirilmesi ve aktarım şekli bu fikrin insanlara kolay bir biçimde empoze edilmesini sağlamıştır. Böylece günümüzde başkanlık sistemini onaylayan büyük bir kitle oluşmuştur.

Le Bon’un kuramı, önceki kuramlarla benzer olarak, kitlelerin mevcut düzen ve sistem için tehdit olabileceğini vurgulasa da kitlelerin liderlerin çıkarları, hesapları ve hedefleri doğrultusunda manipüle edilmesi, yönlendirilmesi ve şekillendirilmesi açısından özgün bir nitelik taşır.

(6)

Tarihsel sürece bakıldığında genel olarak hak mağduru olan güçsüzlerin kolektif eylem yapmaya yöneldiği görülür. Otorite sahibi güçlü kesim istediğini kolayca elde edebildiği ve hakları ihlal edilmediği için böyle bir eylem girişimine ihtiyaç duymaz. Fakat yıpranan azınlık grubu ve kalabalığı seslerini duyurmak için bir araya gelmek zorunluluğu hissederler. Güçsüz pozisyonunu güçlüye çevirme ve hedeflenen toplumsal, politik ve ekonomik reformlar ancak bu şekilde gerçekleştirilebilir.

Kolektif Eylem ve Beleşçilik Sorunu

Zaman zaman eylem olarak görülen şeyler aslında oluşumlarında duygusal ve içgüdüseldir. Kolektif eylemin beleşçilik problemi grup üyelerinden bir bölümünün ortaklaşa eyleme katılmaları gerekirken bireysel çıkarlarının ortak çıkar ile çatışması nedeniyle ortaklaşa eyleme katılmadıkları yerde doğar. Olson yayınladığı ‘’The Logic Of Collective Action’’ kitabında tam da bu çatışmadan bahsederek, bireylerin akılcı olduğunu ve birey – grup arasında çıkan bir çatışma sonucu bireylerin kendi çıkarları yönünde gideceğini savunmuştur. Başka bir ifadeyle, “bireyler her zaman grubun menfaatleri için hareket etmez” tezini ileri sürmektedir. Le Bon’ un kitlelerin kalabalığında gizlenen ve kaybolan bireysel farklılıkları M. Olson aydınlatmış ve kişilerin bilinçsiz koyun sürüleri gibi olmadığını, gerektiğinde bilinçli olarak kendi çıkarları için gurubun normlarına, kurallarına ve hedeflerine karşı gelebileceğini ve uymayacağını açıklamaktadır. Gruplar büyüyüp farklılaştıkça normların, kuralların, olası ayrıcalıkların esnekliği daha da artar ve kişilerin kendi “akılcı” çıkarlarıyla hareket edeceği zemin genişler sonuç olarak grubun denetim mekanizması bunu kontrol etmeye yetmeyebilir. Gruptan farklı akılcı seslerin yükselmeye başlamasıyla normların, kuralların, hedeflerin, rollerin ve görevlerin tekrar yapılanması süreci başlamış olur. Bu süreç birçok zorlu beyin fırtınasını, toplantılarını, bildirgeleri, tartışmaları ve tez-antitez çarpışmalarını içerir. Bu grubun menfaati, idealleri ve hedefleri için bir süreç olabileceği gibi gurubun parçalanmasına ve başka bir grup kurulmasına giden bir süreci de doğurabilir. Hiçbir katkı, emek ve çaba sarf etmeden kişilerin gruptan bir şeyler beklemesi grup içindeki adaletsizliği, çıkar ilişkilerini, “bireysel akılcılığı” tırmandıracağı gibi grubun ürünlerinin (protesto, dergi çıkarma, gazete çıkarma, röportaj yapma) verimliliğini ketler. Olson grup üyelerini beleşçiliğe iten sebebi iki temel faktörde toplamaktadır: “beleşçiliğin çekiciliği” ve “etkisizlik korkusu”. (Willer, 2009)

(7)

olmaması sonucunda öğrencilerin bireysel ve kişisel çıkarlarını tehlikeye düşüren bir durumu doğurabilir. Protesto başarılı olmazsa öğrencilerin öğretmenleriyle arası bozulabilir ya da öğrenciler okuldan atılabilir. Fakat öğrencilerden biri protestoya katılmasa bile eğer protesto başarılı olursa kendisi de kazanılan haklardan faydalanabilecektir. Böyle bir durumda öğrenci risk almak istemez ve “akılcı” bir strateji ile protestoya katılmaz. Çünkü kendi çıkarlarını ve öğretmeniyle arasının bozulacağından korkar ve dolayısıyla kolektif eylem istenilen niteliğe ulaşmaz ve başarısızlıkla sonuçlanır. Fakat bu senaryo her zaman böyle gelişmeyebilir. Aksine, bir grup öğrenci çoğunluğun katılmamasıyla daha fazla organize olabilir ve gruptaki her öğrenci daha fazla sorumluluk alarak “kuru kalabalık” olarak -Le Bon’ un tarifiyle bilinçsiz ve tekleşmiş kolektif topluluk ya da zihin- yapılacak protestodan daha nitelikli bir iş ortaya çıkarıp hedefleri doğrultusunda başarıya ulaşabilir. Bu öğrenci örneği aynı şekilde işçilerin patronlarına ya da fabrikanın sert ve katı kurallarına eylem yapmayı, grev yapmayı, işe gelmeyip protesto etmeyi de içerebilir. Bu küçük öğrenci ve işçi senaryosu kendini tarihsel platformlarda da göstermektedir: Azınlıkların sayılarının az olmasından kaynaklı olarak birbirlerine daha bağlı, daha duyarlı, daha yardımsever, daha organize ve daha fazla sorumluluk almaları örnek verilebilir. Grubun az olması her zaman kolektif eylem için dezavantaj oluşturmaz ve beleşçilerin oluşma potansiyelini en aza indirgeyebilir. Meslek, çevre, yapılan iş ve uğraş değişse de başta belirtildiği gibi insanların kendi haklarını savunma biçimleri çok fazla değişmemektedir: protesto yapmak, grev yapmak, eylem yapmak, direniş göstermek, medya ile seslerini duyurmak gibi.

Biçim ve Türler

Olson’ un kolektif eylem kuramı, kolektif eylemi daha çok nesnel statü değişkenleriyle açıklamıştır. Olson bireyi adeta bir uzman ekonomist pozisyonuna koyarak kendi statüsünü, rollerini, gücünü arttıracak kolektif eylemlere ya da gruplara girerken rasyonalist bir şekilde kendi bireysel yararını ve zararını düşünerek hareket ettiğini vurgular. Bununla bireyin ya da gurubun nesnel olarak toplumdaki statüsünü koruma, oluşturma ya da ilerletme üzerine objektif ve yapılandırılmış bir perspektif çizmektedir. Ancak bu yaklaşım bireyin öznel algı ve duygularını yok saymıştır. Olson ve onu takip eden kuramcılar bireyi, grubu, gurubun oluşma süreçlerini ve grup içi dinamiklerin seyrini öznel perspektiften uzak bir şekilde mekanik bir düzleme oturtarak çalışmayı amaçlamıştır.

(8)

bir gözlükle olaylara, durumlara, gruplara, kolektif eylemlere bakmak yetersiz ve eksik olacaktır. O yüzden sosyal bilimlere düşen görevin payı artmaktadır. Bundan dolayı kolektif eylemi çevresel ve dış etkilerden uzak olarak incelemek yerine ya da sadece bireyin gözünden bakmak yerine, kişi ile grup arasındaki etkileşimin niteliğine, kaynağına, dinamiklerine, seyrine ve sonuçlarına odaklanan yaklaşımlar günümüzde daha fazla önem kazanmaktadır.

Kolektif eylem modellerine genel bir sınıflandırma yapan Wright ve arkadaşları bireysel eylem ve kolektif eylemin açık bir şekilde ayrıldığını ve birbirlerinden farklı şeyler olduğunu belirtmektedir. Kolektif eylemin sosyal psikoloji alanında yaygın olarak kabul gören tanımı “ Bir grup üyesi, grubun temsilcisi olarak ve tüm grubun koşullarını iyileştirmek doğrultusunda hareket ettiğinde kolektif eylemde bulunmuş olur.” (Wright, Taylor ve Moghaddam, 1990, S. 995) Bu tanıma göre kolektif eylem, kişilerarası ilişkileri değil, gruplar arası ilişkilerle ilgili bir durumdur. Kolektif eylem ile bireysel eylem arasında ki temel fark; bireyin gerektiği zaman kendi menfaatlerini yok sayarak grup adına hareket etmesidir. Olson’ un “akılcı birey” ile bu durum oldukça ters düşse de -çünkü grup için katıldığı kolektif eylem şahsi çıkarlarına, hedeflerine ve menfaatlerine ters gelebilir-, Çünkü birey Olson’ a göre akılcı bir strateji ile kendi çıkarları ile gurubun çıkarları arasında bir denge ve bir hesap arayışındadır.

Olson, kuramının merkezine kitlelerin sesini değil bireyin kendi öznel algısını, akılcılığını, grubun çıkarlarından ziyade kişinin kendi şahsi çıkarlarını koyar. Örneğin; Tuğrul Türkeş MHP’ den AKP’ ye geçmesinde kitlelerin sesinden ziyade kendi şahsi çıkarlarını, doğrularını, değerlerini ve akılcılığını kullanmıştır. Çünkü MHP kendisini partiden ihraç etmiştir ve o da MHP’ de kalma mücadelesi vermek yerine bireysel akılcılığını ve stratejilerini kullanarak AKP’ ye yanaşmıştır. Bu durum Olson’ un kuramıyla açıklanabilir çünkü ortada Tuğrul Türkeş ile MHP’ nin akılcılığının çatışması sonucu olan bir ayrılık ve sonrasında Tuğrul Türkeş’ in kendi çıkarları ve hesapları doğrultusunda AKP’ ye girmesi söz konusudur.

(9)
(10)

ve görevlerin niteliğine göre kişiler, kolektif eylem yerine gruptan bağımsız olarak bireysel olarak da hareket edebilirler. Bu durum gerçekleşen adaletsizliğin yapısına, durumun koşullarına, kolektif eylem sonucunun başarısız olma ihtimaline ve itiraz edilecek merciye ( özel ya da kamusal kurum) göre farklılık gösterir.

Grup adına gelişen kolektif eylemler toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf gibi temelde mağdur olan, eşitsizlik ve haksızlığa karşı oluşabilir. Dezavantajlı grupların, bu haksızlıklara karşı verecekleri tepkiler çeşitli şekillerde olabilir. Wright, Taylor ve Moghaddam’ a göre bu tepkiler üç kategoriye göre ayrılır;

1) Eylem yada Eylemsizlik Durumu: Grupların bu dezavantajlı durumları içselleştirmesi, kabullenmesi ve koşullarını düzeltmek için bireysel yada kolektif olarak hiçbir eylemde bulunmamaları eylemsizlik olarak adlandırılır. Bazen yerinde durup bir şey yapmamak, fazlasıyla dikkat çekici eylemlerden bulunmaktan daha etkili olabilir, toplumun ve insanların daha fazla tepkisini çekebilir

2) Bireysel yada Kolektif: Bireyler kendilerini dezavantajlı grup kimliklerinden uzaklaştırarak, kolektif eylem yerine bireysel eyleme yönelebilirler.

3) Normatif ve Normatif Olmayan Tepkiler: Girişilen bireysel ya da kolektif eylem toplumsal normlara ve sisteme uygun olabileceği gibi, bu normların dışında da olabilmektedir. Örneğin; LGBTİ bireyler ve LGBTİ bireylere destek veren kişilerin katılımıyla gerçekleşen Onur Yürüyüşleri bazı toplumların normlarına uyarken bazı toplumların normlarına uymamaktadır Bireysel ve Kolektif, Normatif ve Norm-dışı Eylemler

(11)

Literatürde kolektif eylem ile bireysel eylemin ayrıldığı bir nokta da (Louis, 2009; Wright ve ark., 1990; Wright, 2001; 2009) gurubun normlarına uygun olup olmadığıyla değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Wright(2009) bu perspektifte benlik kategorizasyonu kuramını vurgulayarak, grupların gerçekleştirdiği kolektif eylemlerin değerlendirilmesinde hangi gurubun normlarının, kurallarının ve standartlarının dikkate alınacağını açıklamaya çalışmıştır. Çünkü bazı durumlarda gerçekleştirilen kolektif ya da bireysel eylem baskın ve güçlü gruplar için olumsuz sonuçlar doğurabilecekken, güçsüz ve azınlık grupları için olumlu sonuçlar doğurabilecektir. Bunun temel sebebi, grupların benimsediği, içselleştirdiği ve uyduğu normların, kuralların ve dinamiklerin farklı olmasıdır.

(12)

düşmektedir. Fakat bu eylemler mutlaka şiddeti, güç kullanmayı ya da güç gösterilerini içermek zorunda değildir. Dolaylı yoldan da karşı grupların ya da büyük sistemlerdeki mekanizmalarını, normların onurunu, kimliğini ya da değerlerini zedeleyecek ve küçük düşürecek şiddet içermeyen eylemler de olabilir. Bu yönüyle, normatif olmayan eylemler, eşitsizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe karşı olabileceği gibi dezavantajlı grupların, içinde bulunan sistemin ya da dış grupların normlarına, yapılarına ve standart kalıplarına karşı koyma, meydan okuma ya da bastırma olarak işlev de görebilir. Eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizlik gibi evrensel kavramları koruması açısında önemli özellikler taşımakla birlikte var olan düzeni, sistemi sarsan reformist özelliği ile de normatif olmayan eylemler -halka halka büyüyen- bireylerin, grupların ve sistemlerin ya da rejimlerin dikkatlerini üzerlerine çekme, hedefleri haline gelme ve değişmelerine sebep olma olasılıkları daha fazla olabilir. Çünkü bu tip eylemler rutin günlük hayatın normları, kuralları ve çerçeveleri içinde hapsolmuş ve sersemleşmiş insanların uyanmasına, gözlerini açmasına ve belki de eyleme katılıp tutumlarını, düşüncelerini, hayata bakış açılarını ve yaşama stillerini değiştirmesine, geliştirmesine ya da revize etmesine yardımcı olacaktır.

Avantajlı ve Dezavantajlı Gruplar

Bireyler her zaman içinde bulunduğu gruplar ile aynı düşüncede olmayabilir. Bazen içinde bulunduğu grubun başka bir gruba karşı tavrını haksızlık olarak görebilir ve buna karşı durabilir. Bu durum o bireyin kendi grubundan koptuğu veya diğer gruba dahil olduğu anlamına gelmez, daha çok yeni bir görüş çevresinde birleşme olarak algılanabilir. Bu görüş temelli gruplar olarak adlandırılmaktadır. Örneğin; Hrant Dink cinayetini ele alırsak, Dink yazdığı yazıların içeriğinden dolayı çok fazla tepki almıştır. Hatta bu tepkiler büyüyerek tehdit boyutuna ulaşmıştır. Ayrıca Ermeni kimliği de bu tehditlerin temelinde yatan sebeplerden biri olmuştur. Sonuç olarak milliyetçilik duygularını aşırı boyutlarda yaşayan bir Türk vatandaşı tarafından öldürülmüştür. Bu olay sonrası suikastçı ile benzer görüşte olan insanlar Hepimiz Ermeni’yiz sloganıyla örgütlenerek bu cinayete tepki göstermişlerdir. Çünkü kimlik olarak cinayeti işleyen kişiyle aynı grupta yer alsalar da farklı kimlikteki kişi veya kişilere yapılan bir haksızlığa karşı çıkmışlardır. Yani Hepimiz Ermeni’yiz derken gerçekten Ermeni kimliğini benimsememiş, yapılan haksızlığa karşı olduklarını göstermişlerdir. Sonuç olarak, kolektif eylem, aynı grup içerisinde olan bireylerin belli olaylara duygusal olarak aynı tepkileri vermesi şeklinde açıklanabilirken, belli olaylara farklı gruptaki bireylerin düşünsel temelli olarak aynı tepkileri vermesi de yok sayılmamalıdır.

(13)

Kolektif eylemin kendine özgü yapısı, içeriği, süreci ve dinamikleri grup üyelerinin birbiriyle olan iletişimini, etkileşimini, rollerini ve görevlerini düzenlemeyi ve organize etmeyi içerir. Fakat kolektif eylemin kavramsal çizgileri bununla sınırlı değildir. Kolektif eylemi anlayabilmek için gruplar arası ilişkileri, çatışmaları, adaletsizlik ve eşitsizlik karşısında bireyselden kolektif bir sürece uzanabilen ve evrilebilen eylemlerin yapısını ve tüm bu süreçleri bir katalizör gibi hızlandıran, kolaylaştıran ve kısa zamanda yayılmasını sağlayan faktörleri, durumları ve şartları ya da tersine bu süreçlerin önüne set çeken, duvar ören, engelleyen ve bastıran mekanizmaları, dinamikleri incelemek gerekecektir. Fakat bu kadar kapsamlı, derin ve diğer kavram ve durumlarla dinamik bir etkileşimi olan süreci statik, spesifik ve kavramsal bir düzlem üzerine oturtmak gerekecektir ancak bu şekilde bu kaotik ve karmaşık kavramları, süreçleri ve yapıları inceleyebiliriz, araştırabiliriz ve değerlendirebiliriz ki bilim de bu süreçleri ele alarak olguları, kavramları, süreçleri tartışır, somutlaştırır ve neden sonuç ilişkisi kurmaya çalışır ama maalesef sosyal bilimlerin kendi doğal subjektif yapısından objektifliği, tutarlılığı, nedenselliği yakalamak pozitif bilimlere göre daha zordur. Çünkü insan rasyonel ve irrasyonel spektrum üzerinde gidip gelen karmaşık bir varlıktır ve onun eylemlerinin de karmaşık ve karışık olması kaçınılmazdır. Araştırmacılar kolektif kavramın kapsamını daralttıktan sonra kavramı incelemek için öncelikle hipotezler ve sorular ortaya atmışlardır. Bunlardan van Stekelenburg ve Klandermans (2010) kolektif eyleme şöyle bir soru yöneltmiştir: “ Neden bazı bireyler sosyal eylemlere, hareketlere ve gösterilere katılmakta istekli ve gönüllüyken, diğerleri katılma konusunda bu kadar isteksiz hareket etmektedir?”

(14)

eylem kavramını somutlaştırmaya hem de kuramların güçlü ve zayıf yönlerini anlamaya çalışacağız.

Yakınsama Kuramı

1924 yılından kitlelerin psikolojisini, ritmini, iklimini ve kolektif eylemin yapılarını, süreçlerini ve özelliklerini anlamaya yönelik birtakım argümanlar öne süren Floyd Allport bu tezlerini, varsayımlarını ve argümanları yakınsama kuramında toplamıştır. Allport kalabalıkların sesine, oluşumuna ve sonuçlarına farklı bir şekilde yaklaşmıştır. Kalabalıkların davranışlarını, ürünlerini ve eylemlerini, kalabalık olmanın bir çıktısı olmaktan ziyade, aynı fikri, hedefleri, amaçları ve idealleri paylaşan bireylerin bir araya gelmelerinin ortak bir ürünü olarak ele almıştır. Allport burada Le Bon ve M. Olson’un birbirine zıt olan düşüncelerini, kavramlarını sentezlediğini görmekteyiz. Le Bon gibi kalabalıkların gücüne, psikolojisine ve eylemlerine vurgu yaparken, aynı zamanda Olson’un bireyin kendi düşüncelerinin, amaçlarının, hedeflerinin ve çıkarlarının akılcı bir sonucu olarak kalabalığa dahil olduğunu ve ondan dolayı bireylerin kalabalıklarla hareket ettiğini vurgulamaktadır. Bu şekilde, bireyselliğin akılcılığı ile kolektifliğin gücünü birleştirmiştir. Allport(1924), bireylerin kalabalık içerisinde olduklarında ve yalnız olduklarında davranışlarının farklılaşmadığını ortaya atmıştır. Le Bon’un kitlelerin baskın gücü karşısında bireyselliğini, biricikliğini ve kimliğini yitiren insanların gerektiğinde Olson’un vurguladığı gibi kendi bireysel çıkarları doğrultusunda grupla çatışma yaşıyorsa gruptan bağımsız hareket edebileceğinin giriftliğini, kesişimini belirtmiştir.

(15)

saldırganlığı yansıtabilmek için bu tip gruplara, topluluklara katılmaktadır. Dünya çapında Liverpool, Boca Juniors ve Partizan gibi futbol takımlarının maç öncesi saldırgan gösterileri ve kanlı kavgaları yansımanın ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Fakat bu holiganlık kavramı her ne kadar yansıma kuramını somutlaştırıyor olsa da saldırganlığa eğilimi olmayan bireyler, gruplarıyla ve gruplarının normları ve kurallarıyla körü körüne bağlılıktan dolayı canavarlaşan bireyler haline gelebilme olaslığını da düşünmek gerekir. Kuram temelde bireyin içerisindeki enerjinin, şiddet ya da saldırganlık eğilimin nasıl bir formda ortaya çıktığına vurgu yapar. Eğer kişinin mizacında, karakter yapısında, kişilik özelliklerinde ya da genel davranış, duygu ve biliş örüntülerinde şiddete, öfkeye, saldırganlığa bir meyil, eğilim ya da yönelim yoksa bu birey hangi kalabalık içerisinde olursa olsun ya da hangi kanlı ve saldırgan kolektif eylemin içerisinde olursa olsun Le Bon’ un dediğinin aksine kitlelerin psikolojisi içerisinde kendi özgün eğilimlerini, yapılarını, çıkarlarını, özgürlüğünü ve kimliğini terk etmeden bireysel olarak şiddet, saldırganlık ve öfke içermeyen hareketler sergileyebilecektir. Allport burada Le Bon’ un kuramını eleştirerek Olson’ un bireysel akılcılığa yaptığı vurguya yakınlık göstermiştir. Fakat Olson’dan farklı olarak, bireyi sadece grup konjektöründe değil aynı zamanda bireysel olarak yalnızken nasıl hareket edeceğini içsel mekanizmalara, eğilimlere ve yapılara dayandırarak açıklamaya çalışmıştır.

(16)

mekanizmalara ve yönelimlere sahiptirler ve bu içsel eğilimler grup içerisinde olası kolektif eylemdeki davranış örüntülerini, tutumlarını, düşüncelerini etkiler. Allport’un ,insana bakış açısı fazla humanistik ve statik. İçsel mekanizmaların değişmezliği ile kuramına objektif, tutarlı ve standart bir bakış açısı kazandırmaya çalışsa da bunun günlük yaşama yansımadığını ve çok daha karmaşık ve dinamik bir süreç olduğunu görebilmekteyiz. Bireyler yalnızken nasıl davranıyorsa grup içerisinde de içsel mekanizmalarına tutarlı olarak benzer şekilde davranacağını savunmuştur ve vurgulamıştır. Oysaki bireyler içlerinde hiçbir şekilde içsel saldırganlık ve öfke eğilimleri olmadan ya da negatif hiçbir içsel enerji bulundurmadan kalabalıkların içine girmeden de belirli bir durumda -ki bunun heyecanlı ya da olağandışı olması gerekmez- öfkeli ya da saldırgan şekilde davranış örüntüleri sergileyebilir. Örneğin, 1972 And Dağları uçak kazasını hatırlayacak olursak yolcular içlerinde tıp öğrencilerinde olduğu kaza sonrası hayatta kalabilmek için kendi arkadaşlarının cesetlerini yemişlerdir. Bu onlar için oldukça zor bir karar olmuştur çünkü kemirdikleri etler yakınlarının ya da arkadaşlarının cesetlerine aitti. Burada içlerinde arkadaşlarına ya da yakınlarına karşı içsel bir saldırganlık, öfke gibi durumlar olmamasına karşın içsel eğilimlerin bireysel ya da kolektif grup içerisinde değişebileceğini görebilmekteyiz. Çünkü hayatta kalabilmek gibi bir durum karşısında kazazedeler, aç akbabaların çürümüş cesetlere saldırırcasına arkadaşlarının etlerini yemişlerdir. Belki de beraber uzun zaman geçirmişlerdi ve gülüp eğlenmişlerdi ve birbirlerine karşı ufacık bir öfkeleri yoktu hatta belki de hiç kavga bile etmemişlerdi ama paradoksal olarak hayatta kalabilmek için sevdiği arkadaşının cesedini -görünüşte barbarca ve saldırganca- yemişlerdi. En dramatiği de, kendini hastaların sağlıklarına kavuşması için adayan ve içlerinde insan sağlığına, gelişimine ve tedavisine karşı olumlu eğilimler, hedefler ve amaçlar bulunduran tıp öğrencilerinin kendi arkadaşlarını yemesi olmuştur.

Bireylik Yitimi Kuramı

(17)
(18)

artması ise, bireylik yitimini daha da alevlendiren bir sürece hizmet ettiğinden kolektif eylemin saldırganlığını, vahşetini, akıl almazlığını ve olağan dışılığını meşrulaştırıp arttıracaktır.

1960’ larda ve 1970’ lerde giderek daha da popülerleşen deneysel psikoloji ve yöntemleri, Philip Zimbardo’ nun bireylik yitimi kuramı üzerinde deneysel çalışmalar yapmasına olanak sağlamıştır (30 Aralık 2016 tarihinde https://www.youtube.com/watch? v=760lwYmpXbc adresinden alınmıştır). Zimbardo’ nun amacı, yüzleri saklanarak bireylik yitimi oluşturulan öğrencilerin davranış örüntülerinin farklılaşıp farklılaşmadığıdır. Deneyin sonucunda ise şöyle bir tablo ortaya çıkmıştır: Yüzleri ve isimleri gizlenen öğrencilerin, gizlenmeyenlere kıyasla daha çok şok uyguladıkları ve daha saldırgan tutumlar ve davranışlar sergiledikleri gözlemlenmiştir (Zimbardo, 1970). Günlük yaşamda toplumda, grupların sahip olduğu ve kolektif normların oluşturduğu personaların, maskelerin ve yapıların -ki bunlar somut olarak sembolikte olabilir ya da politik, kültürel ya da ekonomik olarak soyut semboller de olabilir- arkasına saklanarak bireylerin kendi içsel saldırgan eğilimlerinin ve davranışlarının arttığını görmekteyiz. DAEŞ ya da Boko Haram gibi terör örgütlerinin bu somut personaların arkasına saklanarak intihar bombacılığı yapması, masum insanları katledip bunu bir maharet gibi kameraya çekerek medyaya servis etmesi ancak personaların verdiği güç ve motivasyonla açıklanabilir.

(19)

düzlemdeki kimliklerinden (etnik, sosyal, ekonomik, dini), aidiyetlerinden, sorumluluklarından ve dolayısıyla özgürlüklerinden soyunarak tek tip somut ya da soyut olarak otoriter liderlerin sembolleştirdiği kalıplar, maskeler, üniformalar ya da elbiseler içerisinde sıkışan, yalnızlaşan, tekleşen tiplere bürünen, aynı giyinen, aynı konuşan, aynı yaşayan ve aynı duyguları paylaşan ve aynı düşünen bir koyun sürüsüne dönüşebilirler. Liderin kalabalıkların farklı çığlıklarını, seslerini ve düşüncelerini kontrol etme ya da istediği gibi manipüle etme sürecine hizmet eden olumlu bir süreç gibi gözükse de gruptaki kişilerin birey olarak yaşama özgürlüğüne ve kendi tercihlerini yapıp kendi istediği hayatı yaşama hakkına zincirler vurulduğundan bu perspektiften bakıldığında insanın kendi insanlığını kaybedip, kumandası başkasının elinde olan bir robota dönüştüğünü görüyoruz. Bu tip insanlara akıl almaz eylemler, gösteriler, protestolar, kanlı direnişler, vahşet içeren isyanlar ya da tek başına gurubu, milleti ve toplumu adına milyonları öldürebilecek bir düğmeye basmasına -Hiroşima’ya atılan atom bombası gibi- neden olabilecek bir güç verebilirsiniz ama unutulmamalıdır ki bu güç bireyin kendi sahip olduğu güç değil, liderlerin kitle ve kalabalıkların psikolojisini ve nereye doğru evrildiğini ve hassas noktalarını dikkate alarak oluşturduğu normların gücüdür ve bireylerin liderlerin otoriterliğine ve oluşturduğu bu normlara her koşulda boyun eğerek ve itaat ederek hareket ettiği bir gerçektir ama elbette bu her zaman böyle olmak zorunda değildir. Birey tüm bu tabusal ve dogmatik normları yıkarak kendi bireysel düşüncesi üzerinden demokratik, bireyi merkeze alan, özgürlükçü, eşitliği savunan ve adil bir düzen kurabilir ve insanların bireyselliklerini yeniden kendilerinin inşa etmesine zaman ve zemin tanıyabilir.

(20)

için eleştiriler almıştır. Burada Olson’un bireysel akılcılığa vurgu yaptığı kavramlar akla gelmektedir. Bireyin çıkarlarına, hedeflerine, isteklerine ve normlarına uymayan gurubunun kolektif eylemi karşısında birey çatışma yaşayabilir ve kolektif eyleme katılmayarak nötr ya da sessiz kalabilir. Bu durumda yukarıdaki bellek yitiminin yüzeysel yaşandığı ve kişinin hala bireysel eğilimlerinin hayatta olduğuna dair açıklamalar getirilebilir. Birey kendi huzuru, güveni ve mutluluğu için kolektif gurubun normlarına “uyuyormuş” gibi davranabilir. Bu durum ta ki kişinin benliğine, kimliğine ve değerlerine tamamıyla zıt düşen bir durum, koşul ya da olay karşısında açığa çıkan kolektif eylem, gösteri ya da protesto karşısında belirir ve kişi bu kolektifliğe katılmayı reddeder.

Postmes ve Spears(1998) bireylik yitimini konu alan 60 ayrı çalışmayı ele almış ve bir meta-analiz çalışması yapmışlardır. Ne var ki yukarıda bireylik yitimi kuramının sınırlılığını M. Olson’un açıklamaları üzerinden tartıştığımız durum ile meta-analiz çalışmalarının sonuçları arasında paralellik çıkmıştır. Çünkü analiz sonucunda, bireylik yitimi kuramının vurguladığı şekilde bireylik yitimi sonucu oluşan akıldışı davranışların, eylemlerin ve durumların yönünü destekleyen çok az çalışma bulunmuştur. Benzer biçimde, bireyler, gruplar ya da kitleler bireylik yitimi yaşadıklarında, o anki atmosferin, durumun ya da bağlamın getirdiği normlara, standartlara ve kurallara daha çok uyma eğiliminde olmaktadırlar. Bireyler, gruplar ya da kitleler burada “günü kurtarma” adına o ana özgü normlara uymayı, o durumda beliren liderlerine itaat etmeyi ve o durumdaki olumsuz atmosferi değiştirebilmek için liderleri tarafından oluşturulmuş yapılara boyun eğmeyi gerçekleştirebilirler. Ortaya çıkan bu ikili sonuçları aydınlatmada bireylik yitimi kuramından ziyade ilerleyen bölümlerde inceleyeceğimiz sosyal kimlik kuramında daha detaylı ve kapsamlı olarak göreceğiz.

Göreceli Yoksunluk Kuramı

(21)

göreceli yoksunluk hissi, tek bir kişi üzerinden kısa zamanda değişim gösterebileceği gibi makro düzeyde gruplar ve toplumlar üzerinde de istediklerini elde edememe, döktükleri terin karşılığını alamama, hak ettikleri kaynaklardan, olanaklardan ya da fırsatlardan yeterince yararlanamadığını düşünme gibi süreçlere de temas eden etkileşimli, dinamik ve karmaşık bir süreçtir. Temelde bireylerin mihengi, elde etmeyi düşündüğü, hak ettiğini düşündüğü ya da sahip olması gerektiğini düşündüğü idealleri, amaçları, hedefleri ya da beklentileri ile gerçekte sahip olduğu durumları, olguları, olanakları ya da elde ettiği şeylerin etkileşimine dayanır. Bu mihenge vurulan “gerçeklikler” ile “beklentiler” eğer kişide çatışmaya, dengesizlik durumuna, adaletsizlik duygusuna ve eşitsizlik algısına sebep oluyorsa göreceli yoksunluk hissinin oluşması kaçınılmazdır. Çünkü kişi bu eşitsizliği, dengesizliği ya adaletsizliği ortadan kaldırmak için ya da azaltıp yumuşatmak için psikolojik, sosyal, politik ya da ekonomik gücünün el verdiği ölçüde düzeltmeye, değiştirmeye ya da iyileştirmeye çalışacaktır, ister bireysel çabalarıyla ister kolektif olarak büyük grupların ya da toplumların gücüyle. Örneğin geçtiğimiz aylarda İzban çalışanlarının kendi emeklerini karşılığını alamadıkları için günlerce yaptıkları grevler ve seferlerin iptali eylemi kendi içlerinde diğer memurlarla karşılaştırma sonucu hissettikleri adaletsizliğin, hak ihlalinin ve eşitsizliğin birer yansımalarıdır.

İnsanlar sosyal hayatın, politik hayatın ya da ekonomik hayatın neresinde olduğunu görebilmek için kendilerini diğerleriyle kıyaslama yoluna giderler. Bu kıyaslamanın kaçınılmaz bir sonucu ise her toplumsal yapıda, olguda ya da süreçte bir hiyerarşinin doğmasıdır. Aynı durum grup içerisinde yer alan ve kendi kimliğini, benliğini, değerlerini ve tutumlarını gurubu ya da toplumu üzerinden inşa eden kişi için de geçerlidir. Çünkü kişinin sosyal, politik ya da ekonomik hayatının temel mihenk taşı gurubun normları, kuralları, standartlarıdır. Kişi bu mihenk taşlarına vurarak kendisinin grup içerisinden nerede olduğunu, değerli olup olmadığını, diğerlerini gözlemleyerek hak ettiğini alıp almadığını değerlendirir, tartar ve biçer. Eğer kişi tüm bu süreçleri değerlendirdiğinde kendisini değersiz ve diğerlerine göre hak ettiğini alamayan biri olarak algıladığında göreceli yoksunluğu derinlemesine olarak tadar, yaşar ve hisseder.

(22)

Birey kendi gurubunun özelliklerini, yapısını, normlarını, başarısını ve eylemlerini diğer gruptan daha aşağı, daha pest, daha ilkel ve basit gördüğünde şüphesiz hayal kırıklığı yaşaması, memnuniyetsizlik yaşaması ya da adaletsizlik duygusunu yaşaması kaçınılmaz olacaktır ve böylece kişi grup düzeyinde göreceli yoksunluğu yaşayabileceği bir sürece doğru girebilir ki bu da “grupsal göreceli yoksunluk” olarak tanımlanır. Fakat kişinin bu adaletsizlik ya da memnuniyetsizlik karşısındaki tutumu, her zaman gruptan ayrılma ya da grupla şiddetli olarak çatışma sonucunu doğurmaz. Aynı zamanda bu kişiyi harekete geçirip, motive de edebilir ve karşılaştırma sonrası kişi gurubunda gördüğü eksiklikleri, yamaları, zayıf yönleri iyileştirmeye, değiştirmeye ve revize etmeye çalışabilir.

Görecelik yoksunluk hissi, deneyimi ve süreci, grup üyelerinin grup düzeyinde ilgili farklı grupları kendi gruplarıyla kıyasladığında önyargılı tutumlara, düşüncelere ve durumlara yol açabilir ve aynı zamanda birtakım değişimlerin, oluşumların ya da gelişmelerin başını çeken kolektif eylemlere de neden olabilmektedir (Pettigrew ve ark., 2008). Önyargı, grup üyelerinin sahip olduğu değerlere, yapılara, özelliklere göre olumlu da olabilir, olumsuz da olabilir. Olumlu önyargılar grupların, kolektif ya da bireysel eylemlerle gelişmesine, değişmesine katkı sağlayabilir ve iki grup arasındaki ilişkilerin gelişmesini de sağlayabilir. Fakat olumsuz önyargılar, gruplar arasındaki tansiyonu, çatışmayı arttırabileceği gibi, grup adına ve gurubun gelişmesi, değişmesi ya da iyileşmesi için yapılacak olan kolektif ya da bireysel eylemlerin şiddete, öfkeye ya da saldırganlığa dönüşmesine sebep olabilir. Diğer yandan önyargı kişilerin eksik, yanlış ya da kulaktan dolma bilgilerle yaptığı kıyaslamaların bir sonucu olarak açığa çıkabilir ki bu durum, kimi zaman grup içindeki birtakım durumları, özellikleri ya da yapıları değiştirmek için istemli olarak kurgulanabilir ve yukarıda bahsi geçen yapay bir göreceli yoksunluk üzerinden türeyen bir kolektif eyleme dönüşüp bir şeyleri değiştirmek için grup üyelerine eyleme geçmek için cesaret verebilir.

(23)

çalışır. Birey burada bireysel olarak hareket etmez ya da bireysel eylem gerçekleştirmez çünkü gurubuyla kolektif olarak sıkı sıkıya özdeşleşmiştir. İlk kısmın bu noktası, Le Bon’ un kitlelerin gücü, kitlelerin psikolojisi ya da bireylerin bilinçli kişiliğinin kitleler içerisinde bastırılıp yönetildiği ve bireylerin bireyselliklerini grup için kaybettiği vurgularla paralellik göstermektedir. Çünkü birey ancak gurubuna yapılan bir haksızlık ya da yoksunluk karşısında kolektif eyleme ya da harekete geçmektedir.

(24)

olmayan kolektif eylemlerinin olası başarısız bir sonucu olarak tek tek cezalandırılmazlar. Aslında burada sosyal olarak sorumluluğun paylaşılması, olası olumsuz bir sonuçta bireylerin grup halinde bunu yaşaması, kolektif olarak birbiriyle iletişimin, etkileşimin ve özdeşleşmenin fazla olması grup halinde yapılacak olan kolektif eylemin normlara çokta uygun olmamasının oluşturacağı kaygıyı, stresi ya da güvensizlik duygusunu engelleyecektir. Diğer yandan, bu durum Le Bon’ un kalabalıklar ya da kitleler içinde kimliksizleşen ve bireyselliklerini yitiren ve tek bir grup aklıyla yönetilen kalabalıklara yaptığı vurgularla da açıklanabilir. Çünkü burada verilecek kararın normatif olup olmaması bireyi çokta ilgilendirmez, o kararı grup verir. Eğer bireyler grupsal göreceli yoksunlukları için gerçekleştirdikleri normatif olmayan eylemlerinde ya da protestolarında başarısız olursa ancak toplumun ya da diğer grupların benimsediği, kabul ettiği ya da değer verdiği normlar üzerinde kolektif eylemleri gerçekleştirirler. Kısaca, göreceli yoksunluğun hangi boyutta (bireysel ya da grup düzeyinde) yaşandığına göre bireylerin ya da grupların yoksunlukları için girişecekleri bireysel ya da kolektif eylemin yapısı (normatif ya da normatif olmayan) değişecektir.

Göreceli yoksunluk kuramının vurguladığı ikinci nokta ise, bireyler sosyal anlamda bir haksızlıkla, eşitsizlikle ya da adaletsizlikle karşılaştıklarında duygusal olarak uyarılmış olurlar ve bu durum bireyleri kolektif eylem gerçekleştirmeleri için harekete geçirir (Kawakami ve Dion, 1995; van Zomeren ve ark., 2008) Bu ikinci noktada altı çizilen durum, bireylerin göreceli yoksunluk deneyimi sonucu kendi duygusal süreçlerinde meydana gelen iniş ve çıkışların, kendini kolektif eylem şeklinde göstermesidir. Bireyler algıladıkları göreceli yoksunluk, haksızlık ya da adaletsizlik sonucu kendilerini aldatılmış, kandırılmış ya da bir başkası tarafından haksızlığa uğratılmış olarak hissedebilirler ya da yoksunluk karşısında hayal kırıklığı, rekabet, kıskançlık ya da umutsuzluk gibi duyguları ve durumları yaşayabilirler ve bu duygu durumlarıyla baş edebilmek ve üstesinden gelebilmek için bireysel ya da kolektif olarak eylemler, yürüyüşler, gösteriler ya da protestolar gerçekleştirebilirler.

(25)

Engellenme ve Saldırganlık Kuramı

Engellenme saldırganlık hipotezi, ilk kez Yale Üniversitesi araştırmacılarından Dollard ve ark tarafından 1939 yılında ortaya atılmıştır (Dollar’dan aktaran Ulusoy, 2008 ). Engellenmeyi bir şeyin gerçekleştirilmesine mani olunması, önüne geçilmesi, hedefe ulaşılamaması şeklinde tanımlayabiliriz. Engellenme hissi ise bireyde engellenme sonucu ortaya çıkan durumdur. Kurama göre; deneyimlenen bu engellenme hissi kişiyi saldırgan kılmaktadır. Diğer bir deyişle, saldırganlık engellenmenin bir sonucudur. Kuram, amaca yönelik hedefin gerçekleştirilememesi sonucunda kişideki saldırganlık dürtüsünün harekete geçtiğini varsayar. Örneğin, çocukların ebeveynlerinden bir oyuncak almalarını istediğinde ebeveynler tarafından engellenen, reddedilen çocuğun ağlaması ve daha çok ısrar olması, kendini yıpratması buna örmek gösterilebilir. Aralarındaki sebep sonuç ilişkisinden yola çıkarak da engellenmenin artmasıyla saldırganlığın da buna paralel olarak artacağı söylenebilir. Freud’un saldırganlık içgüdüsü temel alınarak kuram şekillendirilmeye

çalışılmıştır(20 Aralık 2016 tarihinde

http://www.akademik.adu.edu.tr/bolum/fef/psikoloji/webfolders/topics/6SALDIRGANLIKrev Sunu.pdf adresinden elde edildi). Freud’a göre, saldırganlık, organizmayı koruyan kişinin hayatının devamlılığını sağlayan bir rol oynamaktadır. Bu anlamda da birey engellediğinde, zor bir duruma düştüğünde ya da öfkelendiğinde yaşam içgüdüsü veya dürtülerden dolayı saldırganlığı dışa vurması olağandır. Ayrıca İnsanın istediği bir şeye ulaşma arzusu ve bu yöndeki hedefleri aslında kişiye bir motivasyon kaynağı olur. Dolayısıyla da bireyler hedeflerine ulaştığı zaman bir haz duygusu yaşarlar. Freud’un görüşüne göre de hedefe ulaşamama, amaca yönelememe kişideki haz duygusunu ketleyeceğinden kişideki saldırganlık dürtüsünü açığa çıkartmaktadır.

(26)

sürekli sanatçının üzerine gidip cümleleri ile onu sıkıştırdığını varsayalım. Normalde böyle bir durumda sanatçı sunucuya sözlü veya fiziki saldırgan bir davranışta bulunabilecekken canlı yayında olması, kendisinin büyük bir kitle tarafından izlendiğini bildiği için o an ve o durumdan kaynaklı saldırgan tutumunu, davranışını bastırabilir. Ayrıca, eğer engellenme kötü bir niyetin sonucu olarak algılanmaz, kaza sonucu haklı bir neden olarak algılanırsa insanları çok fazla saldırgan bir davranış göstermeye itmez. Keyfi olarak yapılmayan engellenmeler, keyfi olanlardan yani kasıtlı olarak yapılan engellemelerden daha az saldırgan davranışlar doğurur. Örneğin, engellenmeyi gerçekleştiren bireyin, engellenen bireye karşı ‘affedersiniz’ demesi de engellenmenin saldırganlığa dönüşmesini azaltıcı bir etkendir. Aynı şekilde geçmişte belli bir duruma tepkimiz olarak gerçekleşen saldırgan davranışımız, benzer bir durumla karşılaştığımızda önceki deneyimimizi çağrıştırdığından bizi saldırganlığa itebilir. Yani, geçmiş yaşantılar da etkilidir diyebiliriz. Örneğin, istediği bir nesneye yönelmek istenen çocuğun engellenmesi ile çocuk engellenen bireyin elini ısırabilir. Daha sonraları aynı çocuğun zorla banyoya sokulmak istenmesi karşısında çocuk benzer bir tepki gösterebilir. Hedefe yakınlığımız da engellenmeni saldırganlığa dönüşüp dönüşmeyeceğini belirler. Hedefe ne kadar yakınsak, engellenmeye karşı tepkimiz o kadar yüksek olacaktır. Örneğin bir otobüs kuyruğunda önlerdeyseniz ve önünüze biri geçmeye çalışırsa, kuyruğun en arkalarında yer alan bireylere oranla saldırgan davranışlar göstermeniz daha olasıdır. Çünkü hedefe ne kadar yakınsak kaybedeceğimiz doyum da o kadar yüksek olacaktır.

Kuram yukarıda söz edilen 2 keskin görüşünden dolayı şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Evet, engellenmeler bireyde saldırganlık durumuna yol açabileceği gibi her engellenme durumunun da saldırganlığa dönüşmediği açıktır. Bu sebeple de Miller tarafından kuramda bir takım değişikliklere gidilerek, engellenmenin sadece saldırganlık durumuna yol açmayacağı, farklı davranışlara da neden olabileceği söylenmiştir (Kılıç, 2010). Kuramda yapılan bir diğer değişiklik ise; Berkowitz tarafından yapılmıştır. Berkowitz 1962 yılında kuramı tekrardan şekillendirmiştir ve birtakım eklemeler yapmıştır. Böylece kuram daha da yumuşatılmıştır. Berkowitz, engellenme hissinin kişide olumsuz bir duygu uyandırdığını ileri sürmüş ve bu duyguyu da ‘öfke’ olarak tanımlamıştır (Ulusoy, 2008). İşte, bu öfke duygusunun saldırganlık davranışına yol açtığını savunmuştur. Yani, burada saldırgan davranışın yordayıcısı, öfke duygusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

(27)

birleştiği zaman kolektif eylemlere dönüşmektedir. Zaten kolektif eylemlerin bir amacı da, yapılan haksızlıkları protesto etmek ve buna bir son verilmesini sağlamaktır. Böylece de kişiler istençlerine ulaşıp, öfkelerini dindirebilirler. Örneğin; yakın zamana kadar ülkemizde üniversitelerdeki başörtüsü yasağı sonucu genç kızlar, üniversitelerden içeriye alınmamışlar ve bir takım haklardan mahrum bırakılmışlardı. Bu açıdan baktığımızda, evet, bir engellenme vardı fakat genç kızların bu durumu özgürlüklerine ve eğitim haklarına yapılan bir haksızlık olarak algılaması ve değerlendirmesi sonucunda uyanan olumsuz duyguların tetiklemesiyle birçok kolektif eyleme katılmışlardır. Bu bağlamda kolektif eylemleri değerlendirecek olursak, bu eylemler salt engellenme sonucu ortaya çıkmazlar. Berkowitz’in engellenme ve saldırganlık arasında duygusal bir tepkinin varlığına dikkat çekmesi, kolektif eylemlerin sadece bir engellemeden doğmayıp, yaşanan gerekçesiz engellenmelere bağlı olarak ortaya çıkan öfke duygusuyla ele alınması gerekliliğini gözler önüne sermiştir.

Kaynak Hareketliliği Kuramı

1960’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletlerin de toplumsal olay sayılarındaki artış, sosyologları toplumsal olay teorilerini yeniden gözden geçirmesine neden olmuş ve bu dönemdeki sosyal bilimciler aynı zamanda toplumsal olayların katılımcısı oldukları için bu olgunun yani toplumsal olayların, eylemlerin sivil toplum üzerinde olumlu bir etki bıraktıklarını görmüşlerdir. Bu kolektif hareketler topluma yararlı, sosyal yaşama yararlı bir faaliyet olarak görüldüğü için kaynakların hareketliliği teorisinin temelinin de aslında sosyal ihtiyaçlar gereği ortaya çıktığı fikrine dayandığını söyleyebiliriz. Bu anlamda da bu kadar sosyal ihtiyaçlara ve toplumsal hareketlere vurgu yaparken Kaynak Hareketliliğin sosyoloji kökenli bir kuram olduğunu söyleyebiliriz.

(28)

hareketlere katılan kişiler, hem kendileri hem savundukları gruplar ve hem de topluma kazandıracakları avantajları ve yararları sonuçları düşünerek fedakarlık gerektiren davranışlarda ve eylemde bulunurlar ( Edwards & McCharty, 2004).

Tüm bu anlatılanlar doğrultusunda, bu kuram açısından bireyin katılacağı bir toplumsal harekete için düşündüğü, bir hesaplama yaptığı ve bireyin doğal olarakta rasyonel bir düşünme aşamasından geçtiği görülür. Yani sosyal bir harekete katılmak psikolojik ya da kişilik özelliklerinden çok; insanların katılımın yarar ve zarar hesapladıkları ve akla uygun yani kendi kafalarına yatan (hesaplarına göre) aslında akılcı bir karar verme süreçlerinin sonucunda oluşur. Ayrıca kurama göre bir toplumsal hareketin katılımcılarının belirli düzeyde siyasal ve ekonomik kaynağa sahip olmaları gerekir. Çünkü bu o hareketin başarısını ve hatta hareketin sesinin büyüklüğünü de ulaşılabilirliğini de artırır. Mesela, İzmir Alsancak’ta kolektif bir hareket olması için CHP den belli izinlerin alınması gerekir eğer yasal yollarla bir hareketlilik olacaksa ve bunun için en azından tek bir siyasi parti açısından da olsa siyasal bir kaynak size, grubunuza ve savunduğunuz şeye büyük fayda sağlar ve başarı olasılığını artırır.

Kaynak hareketliliği kuramının genel olarak kabul gören varsayımlarını şöyle ifade edebiliriz ( Cohen, 1999:114);

1. Toplumsal hareketler, kolektif davranışların çatışmacı perspektifle açıklanması olarak anlaşılmalıdır.

2. Kurumsal ya da kurumsal olmayan kolektif davranış arasında temel bir farklılık yoktur.

3. Çıkar çatışmaları ve grupların rasyonel biçimde savunulması söz konusudur.

4. Amaçlar ve şikayetler güç ilişkilerinin daimi ürünleridir, hareketlerin oluşumunu açıklayamazlar.

5. Hareketin oluşumu kaynaklara ve fırsatlara bağlıdır.

6. Hareket başarıya, grubun siyasal aktör olarak tanınması ya da artan maddi yarar ile ulaşır.

7. Kaynak hareketliliği büyük ölçekli, özel amaçlı, bürokratik ve resmi örgütlenmeleri de kapsar.

Kurama göre toplumsal hareketlerin gereksinim duyduğu kaynaklar şöyle ifade edilebilir (Edwards ve McCarthy);

1. Materyal (para ve fiziki sermaye)

2. Moral (dayanışma ve hedeflere destek olma)

3. Sosyal örgütsel (örgütlenme stratejileri, sosyal ağlar) 4. İnsan (gönüllüler, personel ve liderler)

(29)

Aslında bu varsayımlar ve gereksinim duyulan kaynaklar bize toplumsal hareketlerin nelere dayandırıldığı ve bunların olması için nelere ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Bütün bunları düşündüğümüzde bundan önceki yaklaşımların daha çok kolektif eylemlerin nedenlerine ya da onları etkileyen faktörlere dikkat çektiğini ancak kaynak hareketliliğin harekette kullanılan araçlara ve kaynaklara ve bireyleri toplumsal olaylara katılmaya teşvik eden sebeplere odaklandığını görüyoruz ki zaten en başta bu kuramın sosyal ihtiyaç gerekliliği ve toplumsal hareketlerin toplum, sivil insanlar üzerinde olumlu bir etki bıraktığını söylemiştik. Dolayısıyla bu kuramın böyle şeylere odaklanması çok normal.

Toplumsal eylem ve faaliyetler birçok şekilde olabiliyor. Bunlar herhangi bir geçmiş ya da güncel sorunlara ya da politikaya karşı protestolar veya broşür veya bildiri dağıtma gibi eylemleri de içeriyor. Bunların yanında toplantıları organize etme, protestoculara destek verme, maddi ve moral destek sağlama ve yetkililere dertlerini iletme faaliyetlerini gerçekleştirirler (Edwards & Mccarthy, 2004). Özellikle günümüz açısından bunları değerlendirecek olursak toplumsal olayların ortaya çıkması için gerekli kaynakların sosyal ağlar vasıtası ile çıkması çok olağan ve beklendik bir durum aslında (Marx ve Wood, 1975; McCarthy ve Zald, 1977; Oberschall, 1973). Bunların yanında arkadaş çevresi ve mezhepsel bağlantılarda kişilerin hem bir harekete katılmasını hem katılmak veya hareketin oluşumunda gerekli olan kaynaklara bir artı sağlar, bu anlamda bir kolaylık olur. Mesela kişinin bağlı olduğu bir tarikat varsa sadece o tarikatın olduğu bir eylemse kişi buna katılır ve bunun oluşması için kişi kendisi de bir kaynak sağlayabilir. Kaynaklar sağlanamadığında hareketin etkinliliği azalmakta ve hem meydan okuyan hareketler hem muhalif hareketler başarısızlığa uğrayabilmektedir (Jenkins & Perrow, 1977).

Özellikle siyasal ve ekonomik kaynaklar olmak üzere kaynakların bir sosyal hareketin oluşmasında ve bu kaynakların hareketin sonucunda bir etkiye sahip olduğunu yani hareketin başarılı olacağını söylemiştik ve buna karşın, eğer kaynaklar sağlanamazsa bırakın o sosyal hareketin başarılı olmasını o hareketin yapılabilmesi, oluşması bile çok zor olabilir. Mesela hükümetin desteklediği ve hatta maddi bir destek sağladığı, kaynak olduğu bir eylemin başarısızlığa uğraması daha azdır ama böyle bir desteğinin olmaması ya da çok daha az oy almış bir partinin destek verdiği hareketin sonucu daha etkisiz olabilir.

Aslında özellikle tek bir yerden gerekli kaynak ve destek sağlanamıyorsa, ortak beklentilere sahip bireyler, bu beklentilerine ayrıca daha az riskle ulaşmalarını sağlayacak organizasyonlar kurarlar ve bu organizasyonlar sayesinde gerekli kaynakları temin ederek toplumsal olaylar organize edebilirler (Oberschall, 1973; Zald ve McCarthy, 1979).

(30)

Bu kuram psikoloji alanında Fishbein ve Ajzen(1974) tarafından öne sürülmüş ve sosyal hareketlere uyarlanabilmiştir. Çünkü kişi yaptığı veya yapacağı her eylemde veya faaliyette bir beklenti içindedir ve bunu yaparken değerleri göz önüne alıp sonucuna dair hesaplamalar yapabilir.

Kişi kolektif eylemde yapacağı her davranışın olasılıkların çıktılarını değerlendirir ve böylece çıktı olasılıklardan davranışa ilişkin tutumlar oluşturuyor. Ama bunu yaparken dışsal faktörleri göz ardı etmiyor. Yani kişinin yaptığı şey ya da katıldığı hareket başka insanlara ya da varsa kendi grubuna ya da toplumlara uyup uymayacağını da değerlendiriyor.

Kendi davranışına ilişkin içsel tutumu ile dışsal olan toplumsal ipuçlarını, normlarını kişi kendi içinde tartarak ve etkileştirerek davranışsal niyet meydana geliyor ve uygun zaman ve yer olduğu zamanda davranışsal niyet davranışı doğuruyor. Yani kişi hem kendisini hem toplumu, çevreyi düşünerek eyleme katılamayı ya da orada bir davranış sergilemek gibi bir niyeti bir isteği oluyor ve bütün bu koşullar uygun olduğunda da kişi bu isteğini, niyetini davranışa döküyor.

Her kolektif eylem içerisinde fayda ve gider hesapları içeriyor. Kişi bunları yani kolektif eylemleri gerçekleştirirken de birtakım beklentileri ve eylemlerine ilişkin değerler içerir. Kişi bir eyleme katılıyor ve bir eylemde bulunuyor ama bunları yaparken yaptığı eylem sonucunda karşılığını alabilecek mi ya da beklentilerine değip değmeyeceğine dair beklenti ve değerleri içeriyor. Bu değerler ve beklentiler de başta politik, sosyolojik ve ekonomik olmak üzere sorunun ne olduğu, eylemin sebebinin ve beklentinin de ne olduğuna göre değişiklik gösterebilir. Örneğin; siyahiler zamanında çok çektikleri ve hala da ayrımcılığa maruz kaldıkları için politik ve sosyolojik açıdan bir beklenti içinde olup ırkçılıkla ve ırkçılık hakları ilgili bir eyleme katılıp protesto edebilirler. Ya da aynı şekilde çocuk istismarına dikkat çekmek ve bunların azalması yönündeki beklentilerine ilişkin yine sosyolojik eylemler yapılıyor. Özellikle ülkemizde sıkça konusu olan ve bu yönde eylemler yapılan kadın hakları ve kadın şiddeti ve çocuk gelinlerin bitmesi veya azalması veya bunlara yönelik ceza yaptırımlarına yönelik beklentilere sahip olanlar da eylemler gerçekleştiriyorlar. Özellikle ülkemizde kürtajın kaldırılması yönelik hükümetin söylediklerinden ve yaptıklarında sonra da ülkemizde ciddi eylemler meydana geldi ve bunun bir tercih meselesi olduğu ve bu konuda özgür karar verme beklentisine sahip olanlar özellikle tabi ki kadınlar yine bu yönde eylemler gerçekleştirdiler.

(31)

de çok yakın zamanda yapılan izban grevini de buna dahil edebiliriz. Çünkü izban da görevli kişiler maaşlarının yetmediği, az olduğu ve emeklerinin karşılığını alamadıklarına karşılık bir protesto bir eylem yaparak bir haftaya yakın işlerini yapmadılar ve sonunda belediye maaşlarına zam yaparak işçilerle anlaştı ve işçilerin ekonomik beklentileri de karşılanmış oldu.

Sosyal Kimlik Kuramı

Sosyal kimlik kuramı Tajfel ve Turner tarafından 1979 yılında ortaya atılan bir teoridir. Nasıl ortaya çıktığı konusuyla ilgili olarak, Tajfel’in 2. Dünya savaşı sıralarında Alman kamplarına esir düşmesi ve bu kamplarda şahit olduğu grup çatışmaları etkili olmuştur. Yani her kuramın aslında kişilerin yaşamlarından yola çıkılarak oluşturulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sosyal kimlik kuramı; grup davranışı, gruplar arası ilişkiler, grup çatışması, grup üyeliği gibi konuları kapsar ve açıklamaya çalışır (Hogg ve Vaughan, 2014). Peki, sosyal kimlikler nasıl ortaya çıkmaktadır? Hayatta pek çok sosyal kategoriler vardır (ulus, mezhep kulüpler..) ve bu kategoriler bizi bir grubun üyesi olmaya zorlamaktadır. Ama buna sadece zorlama demek yanlış olacaktır. Belli bir gruba üye olmayı da bizzat kendimiz arzu edebiliriz. Örneğin, belli bir futbol takımının taraftarı olmak, meslek, mezhep, din, lise mezunu olmak, üniversite öğrencisi olmak, anne olmak vb. gibi. Fakat kimi zamanda gerçekten zorunlu olarak belli bir grubun üyesi olabiliyoruz. Örneğin; cinsiyet, ırk gibi kategoriler geçirgen değildir ve değişmezler. İşte görüldüğü gibi hayatta ister zorunlu ister istendik birçok sosyal kategoriler ve buna bağlı olarak da sosyal kimlikler mevcuttur. Bu sosyal kategoriler bizi belli bir grubun üyesi haline getirmektedirler. Bir grubun üyesi olduğumuzda aslında o gruba ait oluyoruz ve o grubu temsil etmeye başlıyoruz. Yani gruptaki yansımamız bizim sosyal kimliğimiz oluyor. Kısacası sosyal kimlik, bir grubun üyesi olmamızdan kaynaklı kişinin kazanmış olduğu bir kimliktir. Bir gruba ait olduğumuzda kendimizi o grubun değerlerine göre tanımlar ve değerlendiririz. Sadece tanımlamakla da kalmaz gruba uygun hareket etmeye başlarız. Örneğin ‘Müslüman’ sosyal kategorisinin bir üyesi olmak, kendimizi sadece Müslüman olarak tanıtmamıza ve başkaları tarafından Müslüman olarak tanınmamıza yol açmaz, aynı zamanda Müslüman gibi düşünür ve Müslüman gibi hareket ederiz. Yani üyesi olduğumuz ve temsil ettiğimiz grup, bizim algı, tutum, inanç, duygu ve en önemlisi de davranışlarımızı etkilemektedir.

(32)

Festinger buna sosyal karşılaştırma adını vermiştir. Peki, biz neden bu karşılaştırmaya ihtiyaç duyarız? Bunu şöyle açıklayabiliriz. Kendimizi belli bir gruba ait hissettiğimizde grup kimliğimiz kişisel kimliğimizin önüne geçer. Grubun kimliği, etkililiği, çıkarları ve hedefleri kişisel tercih ve kimliğimizden daha ön plana çıkar. Bu durum, öncelikle kendi grubumuzu, buna bağlı olarak da kendimizi pozitif olarak algılama sürecini doğurur. Grup üyeleri kendilerini iyi hissetmek, gruplar arasında iyi bir konuma sahip olduklarını ortaya koymak isterler. Gruplarının kendilerine pozitif bir sosyal kimlik oluşturmalarını isterler çünkü bu onların özsaygılarını korumaları için gereklidir. Buradan da hareketle insanlar, sosyal kimliklerinin statülerini ve prestijlerini yükseltmek, öz benliklerini korumak kısacası olumlu sosyal kimlik edinmek amacıyla sosyal karşılaştırma yaparlar. Bunu yaparken de kendi gruplarını diğer gruplardan olumlu yönde kayırma eğilimine sahiptirler. Buradan hareketle sosyal kimliklerin gruplar arası davranışta başat bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Buna kanıt olarak, Tajfel ve meslektaşlarının ortaya attıkları en küçük grup paradigması (Tajfel’den aktaran Hogg ve Vaughan, 2014) örnek verilebilir. Bunun için, 1971 yılında Britanya’da birbirini tanımayan bir grup erkek çocuk üzerinde araştırma yapılmıştır. Katılımcılara bu deneyin bir çeşit karar verme mekanizması ile ilgili olduğuna söylenerek 2 gruba dağıtıldılar. Dağıtımlarının da iki farklı ressamın tabloları arasında yaptıkları tercih sonucunda belirlendiğini söylediler. Aslında çocuklar hiçbir kurala göre değil direkt rastlantısal olarak gruplara ayrıldılar. Çocuklar sadece hangi grup içerisinde yer aldıklarını biliyorlardı. Daha sonra çocuklara belli bir miktar parayı diğer katılımcılara dağıtmaları istendi. Dağıtımların da kendilerine ya da diğerlerine hiçbir kazanç sağlamayacağı belirtildi. Sonuçlar şaşırtıcıydı. Çocuklar adil davranmaya çalışsalar da kendi gruplarını kayırdıkları ortaya çıktı. Oysaki hiçbir duygusal bağları, ortak bir geçmişleri ya da olası bir gelecekleri olmamasına ve hatta iki grubunda diğer üyelerinin kim olduğunu bilmemelerine rağmen kayırma davranışında bulunmuşlardı. Görüldüğü gibi, aslında sadece kişinin zihninde bir gruba üye olduğu (ressam tabloları tercihlerine göre) ön bilgisine dayalı olarak oluşturulan gruplar çocukların davranışlarını etkilemiştir. Yani buradan genel bir sonuca ulaşabiliriz: insanlar sosyal karşılaştırmayı gerçekleştirirken, üyesi oldukları grupları kayırarak kendi gruplarını üstün görme diğer grubu ya da grupları da aşağıda görme, küçümseme yönünde bir eğilim sergilerler.

(33)

çoğunluğu Katolikken İngiltere kralı gelip Protestanlığı kabul etmiş ve mezhep savaşları başlamış vb. Gördüğümüz gibi grupların birbirine karşı hep bir üstün gelme, önde olma yönünde bir eğilimi var. Eğer bir hiyerarşik yapıdan bahsediyorsak bir rekabetten de söz ediyoruzdur ve eğer bir rekabet söz konusuysa bunun bir kaybedeni ve bir kazananı da muhakkak olacaktır. Bu durumda karşımıza avantajlı ve dezavantajlı gruplar çıkar. Sosyal karşılaştırma sonucunda bireyler, ait oldukları grubun konumunun diğer gruplara kıyasla daha düşük olduğunu deneyimlerse dezavantajlı gruba dâhil olurlar ve bu durum onların olumsuz bir sosyal kimliğe sahip olmalarına sebebiyet verir. Dezavantajlı grupların toplum içinde çok fazla değer görmemeleri ve bu sebeple de olumsuz sosyal kimliğin bir eksiklik bir doyumsuzluk yaratacağı fikrinden hareketle, dezavantajlı gruba mensup kişiler bu durumu ortadan kaldırıp olumlu bir sosyal kimlik oluşturmak amacıyla harekete geçerler. Gruplarının saygınlığını arttırmak için çaba harcarlar. Veya ikinci bir yol olarak, olumsuz olarak atfedilen gruptan ayrılmayı tercih edebilirler. Ne yazık ki bu yol, her grup üyeliği için geçerli değildir. Gruplar arası geçişe ve grubu terk etmeye geçit vermeyen durumlar mevcuttur. Örneğin, bir Türkün, ne kadar çabalarsa çabalasın İngilizliğe geçiş yapması imkânsızdır. Fiziksel görünümü ve aksanı onu ele verecektir. Geçişin mümkün olmadığı bu gibi durumlarda, kişiler farklı stratejiler benimseyebilirler. Kendilerinden daha aşağı da algıladıkları gruplarla kendi gruplarını kıyaslayıp bu işten karlı çıkabilirler ya da gruplarına yönelik olumsuz atıfları pozitif yüklemelerle ortadan kaldırmayı deneyebilirler veya da kolektif eylemlere katılırlar. Bu bağlamda kolektif eylem; düşük statülü grupların, üyelerinin kendi gruplarını değersizleştiren sosyal ortamlarda kendilerini ve gruplarını pozitif anlamda değerli kılmak için başvurdukları bir yöntem olarak değerlendirilebilir (Kaya ve Mamatoğlu). Bu sebeple, dezavantajlı gruplar avantajlı gruplara oranla var olan olumsuz kimliklerini değiştirmek için daha fazla kolektif eylemlere katılırlar. Buna örnek olarak; LGBTİ gruplarının heteroseksüellerden farklı olarak toplum içinde daha çok olumsuzluğa maruz kaldığını düşündüğümüzde bu kişilerin kolektif eylemlere katılıp haklarını arama, kendi statülerini yükseltme amaçlarıyla kolektif eylemlere katılma oranları çok daha fazla olacaktır.

Buradan hareketle sosyal kimlik kuramı ve göreceli yoksunlu kuramının örtüştüğü bazı noktaların olduğunu söyleyebiliriz. Her iki kuramda da sosyal bir karşılaştırma yapılır ve bu karşılaştırma sonucunda dezavantajlı oluşlarının hakça olmadıklarını fark etmeleri onların kolektif eylemlere katılmalarında itici bir güç haline gelir. Aynı şekilde her iki kuramda haksızlığı veya eşitsizliği kendi kişisel kimlikleri üzerinden değil, üyesi olduğu grupların yani sosyal kimlikleri üzerinden algıladıklarını söyleyebiliriz.

(34)

Önceleri bahsedildiği üzere kolektif eylemi anlamak üzere sosyal kimlik bazında bazı kuramlardan faydalanılmıştır. Bu kuramların ise bazıları kolektif eylemi daha iyi anlayabilmek adına ayrıntılandırılarak üç tane model oluşturulmuştur.

(35)

önceki zamanlarda bile fark edilmiş olduğundan bahsedilebilir. Tekrar Gezi Eylemi örneğine dönecek olursak, protestocu kimliğini ve barışçıl eylemci kimliğini taşıyan bu iki küçük grup uygulanan orantısız güç karşısında birleşerek Çapulcu diye adlandırılan grubun kimliğini taşımaya başlamışlardır. (Uluğ ve Acar, 2014). Bu da seslerini daha iyi duyurabilmelerini sağlamış ve bu şekilde toplum üzerinde yankı uyandırmış ve hatta olaya dahil bile olmayan kişiler bu gücü fark edip onların eylemlerine katılmak istemişlerdir. Bu olayda eyleme aktif olarak katılanlar kadar pasif olarak katılan birçok insan da olmuştur. Bu eyleme katılma şekilleri sosyal medya hesaplarında isminin başına grubun kimliği haline gelmiş Çapulcu gibi ifadeler eklemek, tweetler atmaktan başlayıp tomalar önünde tazyikli sulara karşı durmaya kadar genişlemiş olsa da tek bir sloganları olmuştur. ‘ Hepimiz birer çapulcuyuz!’

(36)

Referensi

Dokumen terkait

Pada kotak dialog yang baru muncul ini, tekan tombol “Change filename” yang terdapat di sebelah kanan frame “Output BLN file” untuk menentukan nama output file dalam format

Akan tetapi sejak tahun 1940 hingga tahun 1942, kerusuhan yang disebabkan oleh kelompok pergerakan sering terjadi di Sumatera Timur dan ditambah lagi dengan serangan dari Jepang

Metabolit sekunder tumbuhan merupakan metabolit yang dihasilkan dari proses metabolisme sekunder (Croteau et al. Pada tumbuhan peran metabolit sekunder belum sepenuhnya

Mekanisme yang dapat menjelaskan keadaan ini adalah usia menarche yang lebih cepat dan usia menopause yang lebih lambat akan membuat perempuan terpapar jauh lebih lama

Sebagaimana yang telah diuraikan di Bab 1 bahwa Sistem Akuntansi Keuangan Daerah (SAKD) adalah serangkaian prosedur yang saling berhubungan yang disusun sesuai

Surakarta Jawa Tengah ) yang telah melayani dalam Ibadah Hari Minggu, 15 Januari 2017 pada PK. 18.00 WITA di GPIB Jemaat “Bukit Sion” Balikpapan. Tuhan Yesus

Signifikasi penelitian secara praktis adalah dengan komunikasi yang baik yaitu komuniaksi eksternal yang terjadi di Pusat Informasi dan Komunikasi Pondok Pesantren La Tansa

BATANG JAWA TENGAH 51252 RT: 04 RW: 08 Desa/Kel: Sawahjoho Kec: Warungasem.. JLN.NAKULA,KALONGANRT 02 RW 08, KECAMATAN UNGARAN