Yâsin Sûresi Yorumu
Kâinatın Fahr‐i ebedîsi, canlarımızın sultanı yüce Peygamberimiz Yâsin Sûresi için ʺKurʹânʹın kalbidirʺ buyurmuştur.Yâsin Sûresi Efendimizin şanının kâinata ilânıdır. Bu yüzden kâinatta her şeyimizin gönül hikmetine bağlıdır. Oʹndan can ve mecal bulur.Yüce Rabimizin ve Oʹnun sevgilisi Efendimizin rızası hepimizin üzerine olsun. Âyet 1: Yâsin. Âyet 2: Hikmetli Kurʹan hakkı için, Âyet 3: Şüphesiz son gönderilenlerdensin, Âyet 4: Sırati mustakimdesin Âyet 5: Tenziliyle o aziz rahîmin. Âyet 6: Ataları inzar edilmemiş, gaflette olan bir kavmi inzar edesin. Âyet 7: Bunların çoğu üzerine o söz hak olmuştur, inanmazlar. Âyet 8: Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar lâleler geçirdik. Burunları (kafaları) yukarı kalkıktır. Âyet 9: Önlerinden ve arkalarından bir set çektik. Onları salıverdik artık (Baksalar da görmezler.) Âyet 10: İnzâr etsen de, etmesen de onlar için musavidir, (çünkü) inanmazlar. Âyet 11: Sen ancak, zikre uyanı, Rahmanʹa gayben haşyet duyanı inzar et. İşte onu, hem bir mağfıretle ve ecr‐i kerimle müjdele. Âyet 12: Biz, biziz, ölüleri diriltiriz. Ve takdim ettiklerinizi, bıraktıklarınızı kaydederiz. Ve herşeyi bir imam‐ı mübinde ihsâ ettik (Hesap kayıtlarını tespit ettik).
Sûrenin bu 12 âyeti, Kurʹanʹın en önemli âyet gurubudur. Bu anlamda, her müʹminin harf harf bilmesi gereken ilâhî bir bildiridir. Bu küçük kitabımı okuyan okuyucu kardeşlerimden rica ediyorum; Yâsinʹi ezbere bilmiyorlarsa bu on iki âyeti ezberlesinler ve sık sık okusunlar. Şimdi âyetleri tek tek inceleyelim: Ayet 1: ʺYâsin ʺ Efendimiz bir hadisinde: ʺBenim Kurʹanʹda 7 ismim var: Ahmed, Muhammed, Tâhâ, Yâsin, Abdullah, Müddessir, Müzemmilʺ buyurmuşlardır.
Yâsin, Efendimizin Sidre‐i Müntehaʹdan ötedeki ismidir. Sidreʹnin bu yanı da Muhammed Mustafa (S.A.V.) dır.
mânâ âlemine intikâl ettiğinde, onun oradaki pasaportunda Yâsinʹin Ümmeti yazılmış olmalıdır.
Sûre‐i Tekâsürʹün Yorumuʹnda açıklayacağım Berzah (intikal âlemi) âlemiʹnde de Yâsin sırrının kalbimizde yazılı olması, yegâne yakıttır. Eğer gönlümüzde bu sır yoksa, Berzahʹda bocalar dururuz.
Bu nedenlerle âyet şöyle yorumlanır:
Kurʹan Hakkı için sen, beşeriyeti kurtarmak için göreviyle Sidreʹnin ötesinden gelen Yâsinʹsin Enfüsî mânada:
Ey gönül, Yâsin sırrını hatırla ve bunu içine nakşet. Günün birinde mânâ açılınca senin lisan anahtarın Yâsinʹdir Sidre‐i Müntehâ ötesinden gelen Sırr‐ı Muhammedi, Sidreʹde (Yani varlıkların sistematiği) tüm varlıklara ışık olmuştur. Ayet 2: ʺHakîm olan Kurʹan hakkı içinʺ Hakîmʹin üç mânası vardır; Kurʹan için üçü birden geçerlidir. a) Hikmetli, b) Kudretli, her şeye hâkim, c) Bozulması imkânsız bir sağlamlık (Muhkem).
Bu âyet‐i kerîmenin başındaki vav (ve) kasem işaretidir. Daha önceki kitaplarımda da açıkladığım gibi: Arap Edebiyatında kasem, bir hitap tarzıdır. Bilimsel konu konuşulurken daima ilmî bir örnek verilerek kasem edilir. Bu tarz karşılığın, Türkçemizdeki yeminle bir ilgisi yoktur. Ancak Arapçada ʺŞu gerçeğe yemin olsun, şu gerçek hakkı içinʺ anlamına kasem tarzı vardır. Burada önemli olan Kurʹan üzerine kasemdir. Hem de ʺHakim olan Kurʹanʹa kasem olsun kiʺ cümlesindeki inceliktir. Bir edebî tarz zorunluluğu olarak Kuranʹda pek çok bilimsel delil kasemleri vardır. Kurʹan üzerine kasem, yalnız efendimizden bahsedilerek yapılmıştır.
Önsözde de değindiğim gibi Yâsin Sûresi, efendimizin sırrını evrenlere îlan hikmeti taşıdığından, Allah, emirlerine :ʺHakîm olan Kurʹanʹa kasemʺle başlamaktadır. Bu âyet, sûrenin üç önemli sırrı taşıdığını da dolaylı olarak ilan etmektedir: 1‐Hikmet 2‐Kudret ve Hakimiyyet 3‐ Muhkem, yani kesinlik, Bu nedenle Yâsin âyetleri, tartışılamayacak ilmî yasalar getirir. Bunları sırası geldikçe göreceğiz. Sûre 85, âyet 22ʹde bildirdiği gibi Kurʹan Levh‐i Mahfuzʹdur. Oʹnun kompitür sisteminin Arapçaya
çevirisidir.
Âyet 3: ʺŞüphesiz sen gönderilenlerdensin (Peygamberlerdensin) ʺ
Âyetin ʺmürselinʺ kelimesiyle ʺgönderilenlerdensinʺ şeklindeki hitabı, Peygamberlik kavramını getirmekle beraber, enfüsî anlamda daha geniş kapsamlıdır. Bu mânâlar şöyle özetlenebilir:
1‐Sen, hakîm olan Kurʹanʹın sırrını insanlara, evrenlere anlatmak için gönderildin.
2‐Senin peygamberlik sırrın, Kurʹanʹın reddedilemez mûcizelerinde âşikârdır. Çünkü ʺhakîm Kurʹanʺ kavramında, hikmetli Kurʹan sırrı da vardır ki; hikmetli, fizik yasalarla donatılmış anlamına da gelmektedir. 3‐ Allah, Kurʹanʹı; Levh‐i Mahfuzʹu efendimize inzâl etmekle, Oʹnun indindeki sevgisini tüm evrene ilân etmektedir. 4‐ ʺMürselînʺ kelimesinin enfüsî mânâsı; ʺgönüllere Allah sevgisini iletecek sensinʺ demekdir. Âyet 4‐5: ʺTenziliyle o aziz rahimin sırat‐ı müstakimdesin. Bu âyetler, efendimizi tarif eden çok önemli âyetlerdir. Toparlayıcı bir çeviri ile:
O aziz ve rahîm olan Allahʹın inzâli, seni Sırat‐ı Müstakime sahib kılmıştır. Daha önce kelimeler üzerinde bir bilgi tazelemesi yapalım:
Aziz ve Rahîm, Cenab‐ı Hakkʹın çok önemli iki esmâsıdır.
İnzal, inmek demektir. Ancak bu iki kelime, âyetlerin inzâli anlamına gelir ki; Allahʹın bir sırrı, levh‐i mahfuzdan alarak Kalb‐i Muhammediye (A.S) intikal ettirmesi demektir. Cebrâilʹin rolü burada verilen âyetin lafzını aynen efendimize intikal ettirmektir. Ancak burada çok önemli bir noktayı bilmek gerekir. Efendimize bir âyet inzal olur olmaz hemen ezberler ve onun açıklamasını lütfederdi. İşte inzalde bu önemli hikmet vardır; ilâhi hikmetin Kalb‐i Muhammediye nakşı söz konusudur.
Âyet‐i Kerîmede inzal sırrının, Allahʹın Azîz ve Rahîm esmalariyle intikalinin zikrinde fevkalade önemli hikmetler vardır.
Aziz esması, yüce sevgi hikmetini taşımaktadır. Ancak ilâhi saltanatın doyumsuz güzelliğine ait bu yüce sevgide, bağlılığın da en büyüğü mevcuttur.
Rahim sıfatının hikmetlerine gelelim: Cenab‐ı Hakkʹın sonsuz kudret, sevgi ve merhamet sıfatlarını temsil eden Rahman sıfatının tüm evrene dönük olmasına karşılık,
Rahim sıfatı yanlızca inançlara yönelmiştir. Rahim sıfatında kudret, sevgi ve merhamet vardır. Ancak Rahman sıfatı gibi tüm evrene tecelli etmez; yalnız inananlara inançları nispetinde tecelli eder.
Azizürrahim birlikte zikredilince mânâ daha netleşir.
Tüm güzellikleri sırr‐ı ilâhi cemal hikmetindendir. O sevgiliyi iman şevkiyle seven, Oʹnun saltanatına büyük bir hürmetle sığınana, Allahʹın sonsuz sevgi ve merhametinin tecellisi zuhur
eder.
İşte efendimizin sırrı bu noktadan seyredilerek anlaşır. Madem ki Allah güzelliğini sonsuz bir iman yakınlığı ile sezmek efendimize hâs bir sanattır; o halde Allah, efendimizin gönlüne aziz ve rahîm sırrıyla kendi hikmetini inzal ve tecelli ettirecektir. Bu tecelliden Sırat‐ı Müstakim hikmeti doğar.
Sırat‐ı Müstakim, kelime anlamıyla doğru yol olarak tanına gelmiştir. Halbuki Arapçada doğru yol Tarîk‐i Müstakimʹdir.
O halde neden hem Fatihaʹda hem bu âyette Sırat‐ı Müstakim tanımı vardır?
Sırat, bir takım noktaların birleşmesinden doğan hattır. Doğru bir çizgidir. Ancak bu doğruluk geometrik bir çizgi demek değildir. Her olayda en doğrunun tesbit edildiği noktaları birleştirerek elde ettiğimiz bir doğrudur.
Azizürrahim sırrından gönlü inzal ile dolmuş efendimizin Ahlâkı, sırat‐ı müstakimdir. Kurʹanʹdan önce Sırat‐ı Müstakim kavramı yoktu. Tarîk‐i Mustakim tanımı vardı. Bu tanım ise herkesin yolunu doğru sanması yanılgısını getiriyordu.
Sırat‐ı Müstakim, Allah tarafından, Oʹnun Azîz ve Rahîm sırrıyla çizilen bir yoldur. Bir başka tabirle Allah caddesidir; Allahʹa giden yoldur.
İşte Allah, sevgili habibini bize tanıtırken:
ʺBen Oʹna aziz ve rahim sıfatımla Kurʹanʹı inzal ettim, Oʹnun yolu sırat‐ı müstakimdir. Bana ancak o caddeden gelinirʺ buyuruyor.
Bu âyetlerin enfüsî manalarına gelince:
a) Sevgili habibim, senin kalbine Azîz ve Rahîm sırrımı indirdim. Bütün âlemler senin yolundan bana mecâl bulabilir.
Sen âlemlere rahmetsin (Rahîm sırrı). Seni, ʺLevlâke levlâk, lemmâ halaktüʹl‐eflâkʺ (Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) Hadis‐i kutsi emriyle aziz kıldım. b) Senin sırrını azîz sırrrımla Yâsinʹde, Rahîm sırrımla Fatihaʹda tüm âlemlere ilân ettim. c) Senin inzar görevin, benim güzelliğimi gönüllere aksettirmektir. Evrenler ve hikmetler ancak böyle bilinebilir. Âyet 6: Bu âyeti, Kurʹan metninden aynen çevirmek istersek: ʺİnzar edesin diye, o kavim ki babalarına inzar olmadı, gaflettedirler. ʺ Bu âyet ilk bakışta belli bir kavme inzar, yani hak dini getirmesi, şeklinde anlaşılabilir. Halbuki 7ʹinci âyetten anlaşılabileceği şekilde bütün insanları kapsamaktadır. Âyetin bu tarz verilmesinin çeşitli incelikleri vardır. Şöyle ki:
anda toplum gaflet içindedir.
b) Özellikle İslâmiyet, her devirde dâima genç kuşaklara hitap edecektir. Çünkü bu âyet, ʺBabaları inzar olmamışʺ tanımıyla gençleri hedef almaktadır.
c) Enfüsî mânâda inzar, ancak efendimizin sanʹatıdır. Çünkü gönlüne azizürrahim sırrıyla Muhammed zevki düşmeyen her şey gaflettedir. Diğer peygamberler dahi bu sırrı mânâdan verirse îman tahakkuk eder, aksi takdirde nesiller boyu gaflet mukadderdir.
Edebî anlamda da, enfüste de inzar, gönle gerçeğin zerkedilmesi (enjeksiyonu) demektir. Ayet 7: ʺÇoğunluk gerçeği duyduğu halde îman etmezlerʺ
Lekad kelimesindeki lâm, aynı zamanda şiddetli vurgulamadır. Bu yüzden tefsirler, âyetin başında parantez içinde ʺcelâlim hakkı içinʺ diye yorum yapmışlardır.
Bu iki âyet, çok ince bir nüansı getirmektedir, şöyle ki:
Bir insanın gerçekleri duyması, hatta bilmesi başka şeydir; inzarʹı başka şeydir. İnzar, bir gerçeğin kalbe intikal ettirilmesi sırrıdır. Efendimize has ilâhî bir sanʹattır. Nitekim kalplerini günahlarla doldurarak inzara imkan vermeyenler küfr‐ü inadide saplanır kalır.
Nitekim Ebû‐Cehilʹin, Ebû‐Süfyânʹın genel kültürleri çok üst düzeydeydi. Fakat ilk çağda ikiside inzâr olmadı. Ebû‐Cehil küfr içinde defolup gitti, Ebû‐Süfyan sonradan inzar oldu. Hatta sûre‐i Müddessirʹde bizzat Kurʹanʹın emrettiği âyet manasına göre VELİD BİN MUGIYRE zekâ itibariyle, kültürü itibariyle tekdendi, fakat inzar sırrına ulaşamadan geberdi. Bu kelime âyette geçtiği için ancak kullandık.
8, 9, 10ʹuncu âyetler, işte gerçeği duyduğu halde iman etmeyenleri; inzar olunma kabiliyeti olmayanları açıklayacaktır.
Ayet 8: ʺBiz onların boyunlarına lâleler geçirdik. ʺ
Lâle, boyna geçen demir halkadır. Elbette âyetteki lâleden kasıt, manevî bir halkadır. Ancak âyet, manevî halkanın madde görünümünde de farkedileceğini haber veriyor. Bu çemberler, boyunlarına kadar oturmuşdur. Bunun için burunları, kafaları havadadır. Menzilinden saptığı için karşılarındaki gerçekten gafildirler. Âyette geçen ʺAğlâlenʺ boyuna geçen kelepçedir. Bu halka: a) Günahlarından doğan boyun kelepçesidir. b) Gururları onları boğacak gibi boyunlarından sarmıştır. c) Gurur ve g,ünahları onların boynunu öylece sıkmıştır ki, gözleri görmez olmuştur. Boyunda bulunan bir sempatik gangilion sıkıldıkça refleksle göz bebekleri küçültür.
Bu âyet, burnu yukarda, kafası yukarda olmayı şeklen bile yasaklamıştır. Ayrıca böyle başı havada mağrurlara karşı bizi uyarmakta, onların boynunda günah ve gurur kelepçesi
olduğunu bildirmektedir.
Aman inanan kardeşlerim, yürümenize, duruşunuza çok ciddi olarak dikkat edin. Bu tasma yavaş yavaş teşekkül eder; aman buna meydan vermeyin, günahlarınızı alt seviyede tutun, gururun semtine uğramayın.
Âyet 9: ʺHem önlerinden, hem arkalarından bir set çektik, onları salıverdik; artık görmezler. ʺ
Bu âyet, 8ʹinci âyetin sonucunu yorumlamaktadır: Böylesine gururuna esir olup boynuna lânet halkası geçirdiklerimizin etrafına öyle manevi enerji perdesi geçiririz ki, hiç bir şeyi görüp farkedemezler. Hani uzay filmlerinde bu tarz elektronik gösterileri sık sık görmüşsünüzdür.
Boyun kelepçesinin ve mağrurun etrafındaki manevi perdenin hikmetlerini şöyle açıklayabiliriz: a) Böyleleri kendinden başkasına zarar veremez şekilde tecrid edilmiştir. Onların göstermelik azametine bakıp da ciddiye almayın.
Bu âyeti, kâfir bir düşmanı olan inananlar sık sık okursa, onların her türlü şerrinden uzak kalır. Yine bu âyet, nûr‐u Muhammedîʹnin düşmanlarına karşı ı icra olunan ilâhi bir sigortadır.
b) Âyet, enfüsî mânada nefsin şerrinin akıbetini anlatıyor.
Eğer Allah mağrur nefsin önüne ve arkasına bir manevi perde çekmeseydi, o sonsuz nüfuz, kabiliyetle gönlü hemen istilâ eder; imanları mahvederdi. Allah bu âyetle inananlara, gönüllerindeki efendimizin sırrını yaşatmaları şartıyla garanti veriyor.
Bu on iki âyet efendimizin şanını evrene açtığından: Ey habibim, sana karşı gelen tüm mağrurları, zahirî azametli halleriyle birlikde tecrit (ayrı ve uzak tutma) ve tenkil (Öteleme) ettim, buyuruyor.
c) Yine enfüsî mânada:
Önlerine hırs, tamah ve hissetten bir set, arkalarına zulmet‐i beşeriyetten (Beşer karanlığı) bir set çektik. Kendilerini kendi günahlarıyla tecrit ettik. Artık gerçeği göremezler. Senin açık gönüllere coşan sırrın, onların mühürlü kalplerine yansımaz.
Âyet 10: Şimdi tekrar yeni bir açıklama geliyor:
ʺOnlar için inzar etsen de bir, etmesen de aynıdır. Onlar iman etmezler. ʺ
Demek ki boynuna gurur kelepçesi geçirilenler için, evrenin her yanını aydınlatan İnzar‐i Muhammedî (S.A.S.) bir hayat getirmiyor. Çünkü onları Allah tecrit ve tenkil etmiştir, onların gerçeği görme ihtimalleri hiç yoktur.
Gönül kapısı kapalı olanları Allah, Yâsinde, boyunlarına gurur kelepçesi geçmiş olarak tarif etmekte, onları uyarmak için efendimizin yorulmamasını bildirmektedir.
Şüphesiz böylelerinin durumu her devirde aynıdır. Tıp bilimine göre gurur, aşağılık kompleksinden kurtulmak için şuur altının (Nefsin) icad ettiği vahim bir yanlışlıktır. Mükemmel olan insanda gururun zerresi yoktur. Halbuki çok özürlü olanlar, akılsız gururlarının esiridirler.
(Boyun kelepçesi), onun için onlara gerçekleri bilimsel olarak anlatmak mümkün değildir.
Âyetin enfüsî manasına gelince: ʺHabibim, onlar elestte de belî (evet) demeyen sapık, nefslerdir. Onlar iman etmezler, boşuna yorulma, onlara inzar (uyarı) fayda vermez.
Şimdi Allah, inzar sırrının hikmetini, Efendimizi gönlüne sindirecek olanların vasfını bildiriyor: Âyet 11: ʺAncak onları inzar et ki;
a) Zikre uyanlar,
b) Rahmana gayben haşyet duyanlar. ʺ
Demek ki, efendimizin inzarına muhatab olmak, lâyık olmak için bu iki temel şart gerekiyor. Acaba bu şartların sırrı neden? A) Zikre uyanlar: Genel anlamda Kurʹanʹın feyzini izleyen, ona uyanlar. Zira Kurʹanʹın bir yönü de zikrullah olmasıdır. Zikr, anma anlamına kullanılır. Ancak Allahʹı anış zikridir. Zikir üç tarzda olur: 1‐ Lisanen anış; meselâ Allahʹın hay ya da rahmân esmasını belli bir sayıda tekrar etmek. 2‐ Gönülden her an ilâhi hikmeti seyretmek, sezmek.
3‐ Fiilen zikretmek, Kurʹanʹa uymak; âyet‐i kerimede ʺzikredenlerʺ denmeyip de ʺzikre uyanlarʺ diye emrolduğuna göre, kasıt fiilen zikirdir. Kurʹanʹın emrettiği şekilde ibadet etmek, haramdan sakınmak, merhametli olmak, sabretmek, hep bu âyetin kastettiği uygulamalı zikirlerdir.
Kurʹanʹı izlemek ve ona uymak zikir olduğuna göre, zikrin, önemli bir tanımı da:
Ahlâk‐ı Muhammedîʹye (S.A.S) uymaktır. Zira biz ne kadar can‐ı yürekten istesek de Kurʹanʹı uygulamayı beceremeyiz. Ancak Ahlâk‐ı Muhammedîʹye uyarak Kurʹanʹı fiilen zikretmiş oluruz. B) İnzara layık olmanın ikinci maddesi; Rahmanʹa gayben haşyet duymaktır. Bu âyetin birinci cümlesi; yani zikre uyanlar emri, ahlâkı ve ameli, Rahmanʹa gayben haşyet duyma tanımı da imanı tarif etmektedir.
Kurʹanʹın bir çok âyetinde:
ʺÂmenû ve amilüssâlihatiʺ yani inananlar ve güzel davranışta, harakette bulunanlar, tabiri geçer. Çoğu bilim adamı bu tanımın ayrıntılarını tartışır durur. Halbuki Yâsinʹin bu 11ʹinci âyeti, işte inananları ve güzel davranış ve harakette bulunanları net bir şekilde tarif etmektedir:
ʺGüzel amelde bulunanlarʺ işte izahını yaptığımız ʺzikre uyanlardır.ʺ
Şimdi imanın öz bir tanımını bu âyetteki kalıba uygun olarak açıklayacağız. Böylece imanın temel ilkesinin yine Yâsinʹden öğreneceğiz.
Nedir Rahmanʹa gayben haşyet duymak? Bazı müfessirler bu tanımı şöyle açıklamışlardır: Ahirete, görmüş gibi inanmak.
Rahmanʹa gönülde haşyet duymak. Ancak konu daha kapsamlıdır. Rahmanʹa gayben haşyet duymak, umumi bir iman tanımıdır. Sûre‐i Bakaraʹnın üçüncü âyetinde iman edenler için ʺgayba iman edenlerʺ tanımı kullanılır. Kelime‐i şehadette ʺŞahidim ki Allahʹdan başka ilâh yoktur, Şahidim ki Muhammed Oʹnun kulu ve elçisidir.ʺ kalıbı fevkalâde ilginçdir. Biz Allahʹın varlığına ve Efendimizin peygamberliğine, görmüş gibi inandığımızı bildiriyoruz.
Halbuki iman, gayba imandır Gayb demek, gerçek olduğu halde geçici olarak göremediğiıniz hikmettir. Bir şeyi gaybettik demek, yüzde yüz var olan bir şeyden bir süre uzaklaşmak demektir.
İman, kalbe yönelik olduğu için gayb, kalp için açıktır. Biz kalben iman ederken Allahʹın varlığını göremeyiz, ama onu yaşıyor gibi hissederiz. Bu iman, aklın gaybe imanıdır.
İşte âyet bu bölümünde imanın önce gayb sırrını öğretiyor. Ancak fevkelâde büyük bir incelik göstererek ʺAllahʹa gayben imanʺ demiyor, ʺRahmanʹa gayben haşyet duyanʺ diyor. Zira kalbin Allahʹın gayb sırrını sezmesi için Rahman esmasının tecellisi şartdır. Ve Allahʹı kalben seziş bir haşyet duygusu şeklindedir.
Rahman esması, Allahʹın zat sıfatına en yakın sırrıdır; kudret, merhamet, sevgi gücünün tümüdür.
Şu halde Allahʹın tüm evrenlere; cazibeden atomdaki interaksiona kadar hayat veren sırrı, Rahman sırrıdır. Bu sır, kirlenmemiş temiz bir kalbe düşünce, onda gayb imanı ve haşyet meydana getirir.
Bu kısa açıklamamızda yalnız haşyet kelimesinin yorumu eksik kaldı. Haşyet uymak, mürıhasıran kalbe ait bir duygudur ve yalnız Allahʹa karşı duyulur. Rahman sıfatına haşyet duymak demek, hem Oʹnun sevgi ve merhametinin cazibesine katılmak, hem de yine Rahman sıfatının bir hassası olan kudrete karşı ürperti duymaktır.
Allahʹa hasyet duymakla Oʹnun hem cemaline sevda, hem celâline karşı ürperme ve ittikıa (emre uyma) duygusu vardır. İşte Yâsinʹin bu müthiş âyeti, insanın gerçeğini pek net şekilde ta özünden böylece açıklamıştır. Bu yasa karşısında hiç kimse iman için uydurma tanımlar yapamaz. Kavranması oldukça zor bu tanımı, daha yüzeyden kısa çerçevede sunmak gerekirse: 1‐ İman, gaybadır (gözümüzden bir süre kaybolan mutlak gerçeğedir.) 2‐ İman, kalbde duyulan bir haşyet duygusudur; onda sevgiyle karışık bir ürperme hazzı vardır. 3‐ İman, Rahman esmasının gönülde yarattığı zorunlu bir ateştir. Kalbi temiz olan, evrenlerin yücesi Efendimizin inzarı demek olan bu ceryanla hemen hayat bulur; iman eder.
Gururla sakattır; hayat bulmaz.
Âyetin son bölümüne gelince; ʺOnlara hem mağfiret ve hem bir ecr‐i kerim müjdele.ʺ Demek ki Efendimizin inzar sırrı, tebliğ ve uyarı hikmeti, yanlız gönülleredir. Ve gönüllere sonsuz bir mağfiret, ebedî bir ikram müjdesidir.
Bir çokları ilâhi tebliği ve inzarı korkutmak olarak yorumlamaya kalkışmıştır. Halbuki âyetin bu cümlesi yanlış yorumları yasaklar. Allah, Efendimize ʺSen yanlız gönlü açık olanları inzar et ve onlara Allahʹın şefkat, merhamet ve afv demek olan mağfiretini müjdele, bir de onlara sonu gelmez ilâhi ikramları müjdeleʺ emri ile, inzarın bir müjde olduğunu bildirmektedir. Muhterem okuyucularım, tekrar ifade ediyorum: İslâmiyet, efendimizin bir müjde çağrısıdır; ilâhi ikramları, sonsuz mağfireti gönüllere müjdelenen bir çağrıdır. Onu başka türlü anlayanlara veyl. Âyet 12: Bu âyet insanların sonsuzluktaki hayatın temel yasasını açıklıyor ve Allah âyette: ʺinnâ nahnuʺ diye başlıyor. Bu kalıbı Elmalı merhum ʺbiz bizizʺ diye çevirmiş. Gerçekten anlamı: Allahʹın kudretini ilan ederken kullandığı azametli bir tanım ʺbiz bizizʺ ve hemen ardından, ʺÖlüleri diriltiriz. ʺ Sizce imkansız olan her şey benim kudretim karşısında derhal meydana gelir. Dikkat ederseniz Allah ben ölüleri diriltirim demiyor. Kudretini tam ilan ediyor. ʺBiz biziz, ölüleri diriltiriz. ʺ Âyetin başlangıcındaki çok önemli bu tarz girişi yazık ki çevirenlerin bir kısmı görmezden gelerek ʺBiz ölüleri diriltirizʺ diye kaydetmişlerdir. Elbette büyük yanlış. Âyetin ikinci cümlesi:
ʺTakdim ettiklerinizi ve eserlerinizi kaydederizʺ emridir. Açıkça anlaşılacağı şekilde; hayatta iken her halinizi, ortaya koyduğunuz maddî, manevî tüm eserleri (Hayır, Hasenat, Kitap, vs.) kaydederiz buyuruyor.
Âyetin son cümlesinin tanımı ise oldukça güçtür:
ʺVe her şeyi bir imam‐ı mübînde ihsâ ettik. ʺ Dikkat ederseniz bu cümleyi aynen koruyarak yorumlamaya çalışıyoruz. Şimdiye kadarki tefsirlerde imam‐ı mübîne sağlam bir açıklık getirilememiştir. Kurʹanʹda geçen Kitab‐ı Mübîn; apaçık, ayan beyan kitap demektir. Ancak İmam‐ı Mübînʹi de aynı anlamda kabul etmek oldukça zordur. Zira öyle olsa imam‐ı mübîn yerine âyette kitab‐ı mübîn yazılırdı. İmam‐ı Mübîn; levh‐i mahfuz, ya da kitab‐ı mübîn tanımına yakın bir tanımdır, ancak farklıdır.
İmam‐ı mübîn tanımının anahtarı ʺihsâʺ kelimesindedir.
İhsâ; bir şeyi inceden inceye hesaplayarak kaydetmek demektir.
merkezidir. Çağımızda böyle ilâhi bir kompitür merkezinin ne denli hassas bir sistem olduğunu pek açık bir şekilde (mübîn) anlıyoruz
Eski tefsirlerde, imam‐ı mübînʹle ihsâ (hesaplama, hesap kaydı) arasında ilgi kurmak mümkün olmadığı için tereddütler hâsıl olmuştur.
İmam‐ı mübîn; levh‐i mahfuzʹun özellikle kompitür matematik kayıt merkezidir. Burada mübîn; apaçıkdan kasd, bilimsel açıklık, bilimsel netliktir. Nitekim kompitürün en önemli özelliği de netlik, apaçık doğruluktur
Bu âyetin enfüsî mânasına gelince:
Biz biziz: Gönlünüzde gayben haşyet duyduğunuz Rahman biziz. Ölü kalpleri diriltiriz. Gönülden verdiklerinizi ve gönlünüz eseri olan vicdan güzelliğini evrenin kompitür merkezine apaçık kaydediyoruz.
Kalb‐i Sanûberîʹden (gönlün sonsuz evrenlere açılma noktası) intikal eden mâna sırrıyla bunları apaçık seyredebilirsiniz.
Şimdi Yâsin Sûresiʹnin bir yeni bölümüne geçiyoruz. 13‐29ʹuncu âyetlerin bize verdiği toplu mesaj: Bir kavmin kendini uyaranlara karşı zalimce davranmasını dile getirmektedir. Bu arada inanan bir kimsenin kahramanca sözleri ve sonunda şehit olması anlatılmaktadır.
Olayın, Hristiyan havarileriyle Romalıların arasında geçtiğini kabul eden din tarihçileri vardır. Ancak kahramanca şehid olan şahsın Habib‐i Neccar olduğu ve olayın Antakyaʹda geçtiği konusunda müfessirler ısrarlı kaynaklar göstermektedir. Havarilerle Romalılar arasındaki mücadele, Hristiyan din tarihçileri, belki başka isimle Habib‐i Neccar olabilecek azizler zikrederken olaydan sonra meydana gelen büyük patlamanın Pompei şehrindeki vezüv yanardağı olması da gözden kaçacak bir hadise değildir. (Hristiyan din tarihleri).
Bizim kanaatimiz odur ki; Habib‐i Neccar büyük ihtimalle burada geçen kahraman müʹmindir ve Antakyaʹda yatmaktadır. Ancak Pompei Venüz yanardağı da bu olaylarla ilgili olabilir. Habib‐i Neccarʹı linç eden Romalı askerler bilahere Pompeiʹde Vezüv yanardağıʹnın patlamasıyla yok olmuş olabilir. (M.S. 75. yıl).
En güzeli âyetleri genel bir olay sistematiği içinde öğretmektir. Çünkü buna benzer olaylar tarih içinde çeşitli örnekleriyle vardır: Âyet 13: Onlara o şehir yaranını misal getir. Hani oraya Resûller gelmişti. Âyet 14: Biz oraya ikiyi göndermiştik tekzib ettiler. Biz de üçüncü ile izzet verdik. Dediler ki: Biz size gönderilmiş Resûlleriz. Âyet 15: (Onlar) siz dediler, bizim gibi beşersiniz. Rahman birşey indirmedi, yalan söylüyorsunuz. Âyet 16: Dediler ki: Rabbimiz bilir, biz ,gönderilen ResûlIeriz. Âyet 17: Bizim üzerimize apaçık tebliğden başkası değil (Görevimiz ancak tebliğ).
acıklı bir azab dokunur.
Âyet 19: Dediler (Resûller): Uğursuzluk kendinizde, size nasihat edilirse mi (uğursuzluk geliyor)? Siz müsrif bir kavimsiniz.
Âyet 20: 0 şehrin en uçlarından mert biri (Recül) koşarak geldi dedi ki: Ey kavmim uyun o gönderilenlere. Âyet Z 1: Uyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiştir. Âyet 22: Ben, beni yaradana niçin kulluk etmeyeyim, hep döndürülüp Oʹna götürüleceksiniz. Âyet 23: Ben Oʹndan başka mâbud edinir miyim? Eğer O Rahman bana bir kader irade buyurursa, onların şefaati bana faide vermez ve beni kurtaramazlar. Âyet 24: Şüphesiz ben o zaman bir Delâl içindeyim. Âyet 25: İşte ben Rabbinize imân ettim, benden duyun. Âyet 26: Haydi gir cennete denildi. Ne olurdu kavmim bir bilseydi, Âyet 27: Rabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını (bir bilselerdi). Âyet 28: Ondan sonra kavminin üstüne bir ordu indirmedik, indirici de değildik. Âyet 29: O, bir tek sayha oldu, derhal sönüverdi. Şimdi âyetlerin tek tek yorumuna geçiyorum:
13‐29ʹuncu âyetler grubunda, dikkat ederseniz ilk bölümde zikredilen gerçeklerin İslamʹdan önce geçen bir olayda tezahürünü, açıklamasını görüyoruz. Burada Kurʹan üslûbu, sanki bir metni anlattıktan sonra bir band koyarak onun uygulamasını bir filimden seyrettiriyor.
Ayet 13: ʺOnlara o şehir yaranının misalini getirʺ Kurʹanʹın bazı yerlerinde görülen çok hikmetli bir kavram, bu âyette apaçıktır. 13ʹden 29ʹa kadar olan âyetler, Kurʹanʹdan 700 yıl önce geçen bir öyküdür. Allahʹın öyküyü takdir şekli iki tarz kavram getiriyor:
a) Ya efendimiz bu öyküyü 700 yıl önce olurken seyretmişti.
b) Ya da her âyet inzal olurken, bugünkü tanımla, banddan seyretti. Aksi takdirde edebî kaidelere karşı pek titiz olan yüce kitabımızda hitab bir tarz, şimdiki zaman kalıbı içinde olamazdı.
ʺ(Hani oraya) Resûller gelmişti ya?ʺ
Bu kavram içinde 13‐29ʹuncu âyetlerin öyküsü dile getiriliyor.
Burada şehir yârânı, daha çok büyük şehirlerden bahsederken kullanılan bir deyimdir. Bu nedenle de öykünün Roma devrine ait olması ağırlık kazanıyor.
Ancak bazı tefsirlerde bu örneğin genel kapsamlı olduğu ileri sürülmektedir. Hatta asr‐ı Saadetʹe bile misal olan yanı vardır. Bu görüş de haklı bir yargıdır. Bu öykünün yorumunu yapmadan önce
tarih açısından fevkelâde önemli olan fakat klasik tarihlerde gerekli değer verilmeyen önemli bir konuyu özetlemek istiyorum:
Hristiyan Roma ilgileri:
Roma, Hristiyanlığa tıpkı Kureyş kâfirleri gibi zâlimce karşı çıktı. Bir yandan putperest oluşları, bir yandan esir ve fakiri ezme esasına dayalı sosyal sistemleri, onların şiddetle manevî dinlerine karşı çıkmalarının temel nedenidir.
Ancak Romalılar, Hristiyanlığın Avrupaʹya İtalyaʹya sirayetini isteyenlerdi. Zaten, Hristiyanlık ilk köprübaşını Ortadoğuʹda atmış ve yavaş yavaş yayılmayı amaçlamıştı. Bu durum Filistinʹdeki Yahudi zenginleri için çok tehlikeli bir meseleydi. Yahudiler, Romaʹyı tahrik ederek, Roma Hristiyan mücadelesini Ortadoğuʹya naklettiler. Yüzbinlerce Hristiyanın acımasızca katline yol açtılar. Romalılar zalim ve güçlüydü. Fakat tarihin bütün yanıltmasınâ rağmen bilgisizdiler, böylece taktiği de Yahudilerden öğrendiler.
İşte şehrin ileri gelenleri, Romaʹnın Yahudilerden taktik alan burjuvası idi. Bunu Resûllere itiraz tarzından daha iyi anlayacağız.
Ayet 14: ʺBiz oraya ikiyi göndermiştikʺ Bu ifade 13.âyete kıyasan Resûlleri kasdetmektedir. Resûl uyarıcı anlamdadır. Bazı tefsirlere göre bu zat havariyundan Yuhanna ve Paulusʹdur. Sonradan gönderilen Resûl ise âyette ʺÜçüncü ile izzet verdik; kuvvet verdikʺ hitabını almaktadır. Bu zat da Şemins isimli havaridir.
Bu üç havarinin gerek Ortadoğuʹda, gerek başka yerlerdeki büyük şehir halklarını uyardıkları bilinmektedir.
Bundan sonraki âyetlerde bildirilen tartışmalar Roma ileri gelenleriyle bu Havariler arasında geçmiştir.
Âyet 15: Bu âyette Theizmʹin ilk ilkesini görüyoruz. Çağımızda theizm çok yaygındır. Onun için bundan sonraki âyetlerle birlikte bu âyeti çok iyi bilmek gerekir.
Theizm: Belli ölçülerde bir Allah kavramına inanıp, dinlere tümden karşı çıkma kavramıdır. Kendilerini uyaran Havarilere karşı Roma ileri gelenlerinin ilk itiraz maddesi, ʺRahman bir emir göndermedi, siz de bizim gibi insanlarsınızʺ sloganıdır. Âyette de geçtiği gibi tüm theistler uyarıcıları yalancılıkla itham ederler.
Theistlere göre Allah, evrenleri yaratıp fizik ve biyolojik yasalarla başbaşa bırakmıştır. Bu nedenle günah, ya da Allahʹın koyduğu bir yasa yoktur; herkes dümenini döndürür, güçlünün sömürmesi muhakkaktır. Eski Yunan ve Roma, hep bu çılgın inancın temsilcisi olmuştur.
Bazı şaşkınların dünya medeniyetinin ilk temsilcileri sandıkları bu iki toplum, gerçekte inanç dünyasının yüz karasıdır.
Burada inançsızların Allahʹdan bahsederken ʺRahmanʺ sıfatını kullanmaları, âyetin en mânidar hikmetlerinden biridir.
Allahʹdan Rahman diye bahsetmeleri, üç önemli ip ucu veriyor: a) Romalı putperestler, Rahmanʹı tanımaz; bu onlara Yahudilerin akıl vermesidir. b) Rahman sıfatı, evrene genel olarak denge ve güç veren sıfattır. İnkarcılar demek istiyor ki ʺO Rahmanʹdır; evreni bir nizama bağlamıştır, Peygamber göndermez.ʺ c) Rahmanʹın bir özelliği de merhamet olduğuna göre; hesap sormaz. Dikkat ederseniz çağımız theistleri de bu görüşleri aynen ifade ederler. Theistlerin Peygamberlere inanmamakta direnmelerinin de üç nedeni vardır: 1. Kıskançlık. 2. Hesap verme korkusu. 3. Gurur. Bu yorumu, inkarcıların ʺOnlar da bizim gibi beşerʺ demelerinden çıkarıyoruz. Şimdi dine karşı çıkanların bir başka yönünü öğreneceğiz.
Ayet 16‐17: ʺResûller: Rabbimiz bilir biz gönderilen uyarıcılarız. Bizim görevimiz (üzerimize düşen) apaçık tebliğden başka değil dediler.
Burada önemli 2 hikmet var. Bunlardan ilki, inkarcıların
hep Rahman sıfatıyla karşı çıkmalarına karşılık, Resûller, Rab (terbiye edici) sıfatıyla söze başlıyorlar. Bu demektir ki: Allah evrenleri yaratmış, yasalarını takdir etmiştir. Ancak özellikle insan, Rab sıfatıyla Ahlâk eğitimine muhtaçdır. işte biz bu iki hikmetle size uyarıcı olarak gönderildik.
Nasıl dikiş dikmek, matematik öğrenmek için bir hocaya, bir ustaya ihtiyaç varsa, biz de size ahlâkı öğretmek için Rabbımız tarafından gönderildik.
ikinci hikmete gelince: Din tebliği apaçıktır; gizli kapaklı yanı yoktur, nettir ve âhlakın yegâne mektebidir. Tartışılamayacak kadar açık bu gerçek karşısında niçin inat ediyorsunuz?
Buraya kadar olan 5 âyetin enfüsî mânalarını özetlemek istiyorum:
Söz konusu şehir; vücud (iklimidir), birinci ve ikinci resûller; akılla ruhdur. Üçüncü Resûl; gönüldür. Bunlara karşı direnen Roma zenginleri, nefsi temsil eder.
Son âyet, herkesin içinde nefsin gizli reaksiyonlarıdır. Ruh, akıl ve gönlün bütün açık delillerine rağmen nefs, gururuna kapılarak Peygamber kavramına karşı çıkar. Çevreyi gözleyerek mantık salatası yapıp kendini avutur, kandırır.
Şimdi theistler (dine karşı çıkanlar) başka bir zırva ile ortaya çıkacaklar.
Âyet: 18: ʺİnançsızlar, Resûllere uğursuzluk isnad etiler ve de: ʹUyarmada ısrar ederseniz sizi taşlar, akla gelmedik azab icad ederizʹ dediler. ʺ
ʺDin afyondurʺ diye yola çıktı ve bunu dahiyane icadı sandı. Halbuki böylesine ilkel görüşü ve görüşün tatbikini 14 asır önce Yâsinʹin 18ʹinci âyeti sırrı içinde görüyoruz. Üstelik bu sloganı, o zaman Romaʹnın zenginleri fakirleri sömürmek, aldatmak için atıyordu. Nedir theistlerin dine uğursuzluk isnadı? 1. Sıradan uğursuzluk ithamları; kıtlık, zelzele vs... 2. Dünya hevesi azalttığı gerekçesiyle dini gelişmeye karşı görme. 3. Dini inançları kuvvetli olan kimsenin dünya hayatından uzak kalacağını sanma. 4. Toplumların dini inançla reaksionlarını kaybedeceği, uyuşacağını iddia etme.
Elbette dini tüm gerekçeleriyle bilenler için bu isnatlar gülünçtür. Ancak çağımızda moda haline gelen bazı sloganları cevaplamak istiyorum.
a) Din afyon değildir; aksine halk kitlelerini bilinçlendirerek sömürüye karşı bir direnç oluşturur. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur:
1. Roma sömürü düzenini Hristiyanlık yıkmıştır.
2. Bizans, İran, Arap sömürü düzenini İslâmiyet yıkmıştır.
3. Çağımızda inançsız olan toplumlar dev ülkeler tarafından sömürülmekte, ve de gıkʹı bile çıkamamaktadır. Aksine, Polonya ve Afganistan gibi dindar ülkeler sömürülmeye karşı çıkan nadir ülkelerdir.
b) Din toplumu geri bırakmaz. Amerikan toplumu en dindar toplumlardan biridir. Güney Amerika ise, özellikle
dini ilgilerini kaybetmiş kesimlerde, en geri kalmış toplumları temsil etmektedir.
Özellikle silah zoruyla sömürülen Ortadoğu ülkelerini gösterip gösterip ʺİslâmiyet geri kalmıştırʺ demek, coğrafyadan, tarihten haberi olmamaktır. Akdeniz kuşağı ile Orta Amerika kuşağındaki iklim etkili yapı birliğini fark etmeyenler, dine dil uzatırken bugünkü Amazon çevresiyle Fatih devrini kıyaslasınlar. Türk‐İslam Sentezi olmasa Anadoluʹda uygarlık zirveye ulaşır mıydı?
Osmanlı, din anlayışını safsataya kaydırıp kendi özünü yitirdiği zaman yıkılmıştır.
c) Dindar insanın dünya yaşantısından eksik kalacağı bir nokta yoktur. Eğe alkolizme esir olma, gayr‐i meşrû kazanç, dünya hayatının vazgeçilmez parçası ise yazıklar olsun o biçim hayatı seçenlere.
Şimdi âyet, Rasûller ağzından gerekli cevabı verecekti r.
Ancak âyetin ikinci kısmı da çok önemli; bu yantış hükümle yola çıkan inkarcılar, her devirde uyaranlara akıl almadık zulüm yapmaktadır. Çağımızda nice ülkelerin Birleşmiş Milletler
Anayasasına rağmen hâlâ inanç hürriyetine sahip olmadığını görüyoruz ve bu ülkeler ʺdin afyondurʺ sloganı ile uyutulmuş, dev rejimlerin zalim uygulamasıdır. Sanki, 18ʹinci âyet canlı olarak yaşamaktadır.
Ayet 19: Resullergerçeği üzerlerine vurdu: ʺUğursuzluk içinizde. Size nasihat edilince mi uğursuzluk ortaya çıkıyorʹʺ
Siz müsrif bir kavimsiniz!ʺ
Bundan önceki âyette arzettiğim gerçekler, dine karşı çıkanların gülünç halini dile getiriyordu. Bu âyette, iki önemli hikmetle dine karşı çıkanların yanılgıları anlatılıyor:
A) Sizin yapınız ne ise osunuz, uğursuzluk diye bir kavram yoktur. Bir takım olumsuzluklarla karşılaşıyorsanız bunun nedeni bizzat sizsiniz. Nefslerdeki yanlışlardır. Bazı örnekler verirsek:
1. Siz çevrenizdeki zavallıları sömürürseniz, bunu âdet haline getirirseniz; elbette günün birinde sizi de sömürürler. Ahlâksızlığı meşrulaştırırsanız; günün birinde siz de şerrin oyuncağı olursunuz.
2. Din, sizi inanç gücüyle ruhen sağlıklı kılar. Ondan uzaklaşırsanız; stresler içinde kıvranırsınız. 3. Dinden uzak kaldıkça, Rahman sıfatının hikmeti, sizden merhamet ceryanını uzaklaştırır ve işte uğursuzluk dediğiniz şey o zaman ortaya çıkmış olur. Daha önce arzettiğimiz gibi Yâsin Sûresi Efendimizin hikmetlerini evrene açıklar. 13‐29. âyetlerin örnek olarak verdiği misal, enfüst manada tüm toplumlara hitap ederek Kurʹanʹa karşı çıkanları dile getirir. Yâsinʹin bütün âyetleri, tek tek Efendimize ait bir hikmeti açıklamaktadır. Aslında ʺŞehre gelen iki Resulʹden murad, genelde Hz. İsa ve Hz. Mûsâʹdır. Onların izzetli bir üçüncü ile takviyeleri Efendimizin peygambertiğini kast etmektedir.
Âyet bu açıdan yorumlanınca; Efendimizin haraket sırrı ile dile getirmektedir. Dolayısıyla ʺOʹnun tebliği, değil uğursuzluk, tam tersine bereket sırrı içinde size ancak saadet verir. Ahlak‐ı Muhammedîʹye karşı gelenler zaten bir uğursuzluğun şerrine kendi kendilerini mahkûm ederlerʺ anlamı âyetin en önemli hikmetidir.
Bütün insanlar ve milletler, inançsız günlerini, inançtan sonraki günleriyle kıyaslarlarsa gerçeği vicdan ve insaf ile tesbit ederler. Bu âyetin ikinci hikmetine gelince:
B) Çünkü siz müsrif bir kavimsiniz. İsraf, bir nimetin değerlendirilemeyip boşa harcanmasıdır. Şöyle ki:
a) Sağlığınız bir nimettir. Onu abdest alarak, ibadet ederek , kötü şeylerden (alkol, domuz eti v.s.) alıkoyarak; yani israf etmeyerek değerlendirebilirsiniz.
uğursuzluğunu; gerçekleri size anlatan dinde mi göreceksiniz?
c) Burada önemli bir hitap da dini afyon sayanlaradır. Onlar tüm millî gelirlerini silah üreterek israf eder, sonra çıkmaza girerler ve suçu toplumun din kavramına yüklemeye çalışırlar.
d) Ahlâk‐ı Muhammedî, nefsin çirkin ve çılgın arzularına israfı yasak ederek; millî geliri azamiye çıkarır. Özellikle günümüzde ekonomik çıkmazın, dolayısıyla toplumdaki uğursuz felaketlerin en mühim nedeni israfdır.
Bizim, toplumumuzdaki israfı kaldırarak; bolluğa, refaha erişeceğimiz aşikar değil midir? Herkesin herkesi tenkit ederek doktriner felaketlerden medet umduğu günümüzde, âyetin bu mucize dolu hikmetini nasıl göz ardı edebiliriz. Şimdi geliyoruz isratia sehâ arasındaki farka: Sehâ: Başkalarına kendine verilen nimetleri vermektir. Makbuldür, hatta infak şeklinde farz bir ibâdettir. İsraf:Yalnız nefsine, onun arzularına uyarak ilâhi nimeti telef etmektir. Ve haramdır. Bir müslüman bu ince nüansı hiç unutmamalıdır. Bu âyetin özellikle belirttiği:
Uğursuzluk, işlerin çıkmaza girmesi olayların temelinde israfın yattığı unutulmamalıdır. Hele toplumdaki yaygın israf, bir felaketin habercisidir. Bu âyetin sırrı her çağda toplumları felakete karşı uyarmasındadır. Yâsinʹin dirilere okunan çok yüce bir hikmetidir.
Ayet 20: ʺŞehrin dış mahallelerinden koşarak bir ER geldi. ʺ
Recül, er, mert kişi demektir. Roma olayında bu şahıs Habib‐i Neccarʹdı. Vücud iklimi açısından bu şahıs, vicdandır.
Ayrıca âyet, bu devirde, beklenmedik bir zamanda, haksızlıklara, zulme karşı gerçeği savunanların var olacağını işaret etmektedir.
Âyette Habib‐i Neccarʹın geliş tarzı üç özellikle dile gelmektedir: a) Bu şahıs Recülʹdür; yani saygın ve mert bir kişidir.
b) Aniden ortaya çıkmıştır (koşarak gelmesi).
c) Beklenmedik bir anda ortaya çıkmıştır (Halk, Resûlleri taşlamak üzeredir, bu şahıs kenar mahallelerden koşarak gelmektedir.)
Âyet 21: Habib‐i Neccarʹın kavmine söylediği onları ikaz eden söz: ʺUyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiş kimselerdir. ʺ
Demek ki Allah yoluna davet eden kimselerin en önemli vasfı, menfaat beklememelerdir. Bu âyet genel bir ikazdır:
a) Theistlerin inanca çağıranlara hakaret ve zulümle cevap vermeleri tam bir manyaklıktır. Zira bu uyarıcılar bir menfaat taleb etmemektedirler. İnkarcılara göre her haraket maddî menfaate dayanırdı. Peki Allah inancına davet edenlerde böyle çıkar hevesi olmadığına göre, size neden yalan söylesinler? Neden insanları doğruya çekmek için didinsinler, çabalasınlar?
b) Toplumda dinden, ahlâktan söz açanların mutlaka maddi çıkardan uzak olmaları şarttır. Aksi takdirde hidâyet üzre değildirler. Görünüşleri, sözleri ne kadar cazip de olsa olay sahtedir. ʺOnlar hidâyettedirlerʺe gelince:
İmanʹa ait kalp inceliği, gerçekleri söyler. Yani hemen fark eder onların kendinden söylemediğini, hidâyet‐i ilâhi sayesinde insanları uyardığını sezer.
Hidâyet: Cenab‐ı Hakkʹın Hâdi sıfatının tecellisiyle gerçeğe erme demektir. Hidâyet gelince, en karanlık toplumda yaşansa da hemen seyredilir. Habib‐i Neccar zarif bir şekilde kendinde de hidâyet ışığı yandığını açıklamış oluyor.
Âyet, kendini hidâyette sanan gafillere de başlangıçta hiç bir çıkar duygusu olmama zorunluğunu perçinliyor.
Ayrıca bu âyet, Habib‐i Neccar ağzından Havarilerle Romalıları tarif ediyor:
ʺEy Romalılar siz her şeyi çıkar uğruna yaparsınız, onlar ivazsız, garazsız sizi irşada çabalıyor. Siz dalâldasınız, onlar hidâyettedir.ʺ
Ayet 22: ʺBen, beni yaratana niçin kulluk etmeyeyim. Siz de döndürülüp Oʹna götürüleceksiniz.ʺ Bu ifade ki insanlık düstürudur. Akıl, yaradana kulluk etmeyi bildirir. Gönülse, hep Oʹna döndürülüp götürüleceğimizi sezer. İnsan bu iki nimeti; akıl ve gönlü kendi evhamına kaptırarak heder etmezse daima bir Habib‐i Neccarʹdır.
Âyet 23: Habib‐i Neccar, şimdi tekrar aklın şahitliğine müracaat ediyor:
ʺEy inanmayanlar, inanır gördüğünüz Rahman size bir kader vermişse (zor bir kader) sizin güvendiğiniz dünyalık hiç bir güç fayda vermez. Dünyada zahirde var sandığınız para, mevki, sağlık hiçbir kaderi çevirmeye muktedir değildir.ʺ
Âyet 24: O halde, bu gerçekleri bile bile Râhmanʹın dinine hala uymakta direnir tereddüt gösterirsem ben bir dalâl içindeyim, demektir.
23, 24ʹüncü âyetleri bir kez daha birlikte incelersek pek çok hikmetlçri tespit ederiz.
Şu hayat badiresinde binbir müşkül ve keder vardır. Bunlardan sıyrılmak için Rabbimden başka, Oʹnun rahman sirrindan başka ne güvence olabilir. Örneklendirirsek:
a) Çevreden gelen mikrop, işin, kimyasal maddelerin zehirinden bizi koruyan akıl almaz bir biyoloji sistemine sahibiz. Buradaki bir aksaklıkta beni Rahmanʹdan başka hangi güç normal hayata kavuşturabilir.
Rahmanʹdan başka hangi güç kurtarabilir?
c) Bedensel hayatımızda binlerce kompitüre bağlı biyolojik dengemizi, Rahmanʹdan başka hangi güç dengede tutabilir?
Ey insanlar! Zahiri mânâda var saydığınız para, teknik imkanlar tümüyle, Rahmanʹın kaderinde selâmet varsa vasıta olur. Aksi takdirde hiçbir şey sizi çıkmazlardan kurtaramaz.
Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ inanmıyor, Rahmanʹın emirlerine uymuyorsanız cidden dalâldasınız.
Dalâl: Yanılgıda kalmak, dürbüne tersinden bakmaktır. Fatihaʹnın son âyetinde bildirilen Dâllin sınıfı aklı, kısır ve cılız mantık penceresine mahkûm edip gerçekleri görememe demektir. Dalâlʹin zıddı hidâyete erişmektir. Her ikisinde de sermaye akıldır. Ancak onu nefsinin oyuncağı eden, delâlde kalır; hayvanları birbirine benzetip evrim masalına saplanır kalır. Aklı gönül emrine veren, Sûre‐i Yûsufʹda anlatıldığı gibi, gelecek kıtlıkları önceden sezip zengin olur; bu bir hidâyettir.
Sağlık konusunda şirk, çağımızda olağan hale gelmiştir. Onun için bu noktada ufak bir aydınlatma yapmak istiyorum. Çünkü bu âyetin sırrı içinde theistler kendilerini tıb aracılığı ile ölümden kurtardıklarını sanırlar.
Önceden ifade edeyim ki, Tıb günümüzde çok gelişmiş, bir çok biyolojik sırları öğrenmiştir. Bu gelişme, Allahʹın ilâhi sanʹatını insanlara göstermek için ilme lütfettiği bir tecellidir. Mikroplu hastalar olmasa, mikropların genetik şifrelerindeki muhteşem matematikten mahrum kalırdık. Tıb her dalıyla Cenab‐ı Hakkʹın Rahman ve Şâfi sıfatlarının tecellisine sahnedir. Hastayı ameliyat eden cerrah, ateşi ilaçla düşüren doktor, hasta ile irtibata geçtiği andan itibaren farkında olsun olmasın ilâhi kader kompitür devresine bağlanır ve yaptığı her işlem hastanın kader bandı istikametindedir. Eğer hasta kurtulacaksa, en acemi doktor en akla gelmez tedbirleri alarak o kaderin sebebi olur. Yok hasta ölecekse, usta doktor akla gelmedik hatalar yapar ve hastanın ölüm kaderine vesile olur.
Bu anahtar prensibi bildikten sonra, her inananın hekime başvurması ilâhi kadere karşı bir saygı, hatta zorunluluktur. Şimdi tekrar Dalâl konusuna dönüyorum. Günlük hayatımızda dalâlʹi; yani yanlış düşünceyi 4 noktada belli ederiz:
a) Evrendeki her olayın mutlak surette ilâhi tasarrufta (güç ve yönetim) olduğunu idrak edememe: Dalâl ‐ I
b) Allah gücü dışında bir takım çarelerin, kuvvetlerin mevcut olabileceğini, bazı faaliyetlerin bunlarla yapılabileceğini zan etme: Dalâl‐II
c) Vasıtayı görüp, onun Rahmanʹın kader kompitürüne bağlı olduğunu sezmeme: Dalâl‐III
d) Kendi iradesinin de ilâhi kompitüre bağlı olduğunu fark etmeyerek iradesiyle bir şeyle yapabileceğini zan etme: Dalâl‐IV.
Ayet 25: ʺBen Rabbinize (Resûllere hitaben) iman ettim. (Ey Roma halkı) işte benden duyun. ʺ
Habib‐i Neccar bu ilânı yaptığı zaman, Allahʹın Resûlleri Romalılar tarafından yakalanmış işkenceye başlanmıştı. Bu kahraman kişi, buna rağmen imanını ilândan çekinmedi.
Bu âyet, Romaʹnın çılgın vahşetine karşı imanının izharını (açıklanmasını) farz kılmıştır. Romalılara karşı pek çok Hristiyan bu tarz kahramanca mücadele vermiştir.
Aşağıdaki âyetlerden anlayacağımız vech ile bu kahraman kişi Romalılar tarafından zalimce linç edilmiştir.
Akla gelir ki, o kudurmuş kütleye karşı Habib‐i Neccar imanını açıkladı da ne oldu?.. Çok şey oldu. Eğer böyle kahramanlar sussa idi Roma yıkılmaz Hristiyanlık sönerdi. Toplumun bir köşesinde gerçeği bilen susar oturursa Romaʹnın zulmü ancak kamçılanır, sınırsız azgınlıklara ulaşır.
Bu tarz kahramanlık mânâda daha önemli bir sır yaratır. Allahʹın Kahhar tecellisi, zâlimin sırtına çöküverir. Yâsinʹin bütün âyetlerinde olduğu gibi bu âyet de inananlara büyük bir manevî hikmet getirmekte, imanın her türlü zorluğuna rağmen inkârın kaçınılmaz olduğunu emretmektedir. Nitekim Habib‐i Neccarʹın bu jesti, Romaʹyı için için kemirip yok etmiştir. Böylece kâinatın en yücesi sevgili Peygamberimiz gelmeden önce, çok önemli bir zulüm kaynağı olan Roma engeli ortadan kalkmıştır.
Âyet 26: ʺHaydi gir cennetime denince: Ne olurdu kavmim bilseydi, dedi. ʺ
Bu âyette mânânın büyük sırrı gizlidir. Habib‐i Neccar iman eder etmez mânâ perdesi açıldı ve linç olmadan cennete intikal etti. Bu yüzden linç olayını hissetmedi.
Hatta cennetten seyretti ve ʺNe olurdu kavmim bilseydiʺ dedi. Bu âyetten anlıyoruz ki, şehidler kıyameti beklemeden otomatik olarak cennete intikal eder.
Eğer nefs, gönlün emrine girmişse, ölüm anında o da otomatik olarak cennete intikal eder. Ancak nefsin gönle râm olması sanıldığı gibi kolay değildir. Bunun bir miyarı vardır ki, bir kimse Fahr‐i kâinat efendimizi kendinden, evlatlarından sevgilisinden ve tüm dünya ilgilerinden fazla seviyorsa, onun nefsi gönlün emrindedir.
Habib‐i Neccar cennete intikal edince, gerçeği tümüyle görünce bir kez daha önemli bir yasayı açıklıyor: ʺİnkâr cahilliktir. Zira ʺkavmim bir bilseydiʺ demek, bir anlamda bilmiyor; cahiller demektir.
Enfüsi mânâda bu âyetteki bir hikmet: Habib‐i Neccarʹın gönlüne yansıyan imanında efendimizi bulmasıdır. Çünkü ümmetini düşünmek ancak Muhammedî bir ceryana nasiptir. Âyet 27: ʺRabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını. ʺ
Bazılarına öyle gelebilir ki, niçin mağfiret? İşte bu âyetin inceliği buradadır.
mükafatlandırmak Allahʹa has bir ikram ve mağfirettir. İşte bu yüzden Habib‐i Neccar, ʺah kavmim bir bilseydiʺ; sırf iman etmekle nice cennet nimetlerine kavuşacaklarını ve geçmiş günahlarının tümden af olacağını bir bilselerdi diyor. Bu yiğit adam, ʺcennet benim hakkımdıʺ demiyor ʺBen vazifemi yaptım, fakat Allah lütûf ve kerem sahibi beni mükafatlandırdıʺ diyor. Ayet 28: ʺO zâlim kavme gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik. ʺ Varlığı aşikâr olan Allah, kulların aptalca beklediği bir gösteri elbette yapmaz. Yani gökten ordu indirmez. Çoğu kez inkarcılar, inananlara: ʺHadi Allah beni cezalandırsın görelimʺ der. Sanki bir ordu bekler gibi kendini adam yerine kor. İşte Allah onlar için ʺGökten ordu indirecek değilizʺ buyuruyor.
Allahʹın zulme kaşı indirdiği darbe öyle çetindir ki şiddetinden farkına varacak vakit bulamazlar.
Bu âyet uzay masalcılarına karşı da önemli kesin tavır koyuyor. Ne şimdi ne de ilerde uzaydan arza bir saldırı olamaz.
Ayet 29: ʺBir tek sayha oldu derhal sönüverdiler. ʺ
Saycha: Şiddetli patlama, şiddetli sarsıntı demektir. Tarihin seyri içinde böyle yok edici bir sarsıntı Pompei şehrinde Vezüvʹün ilk patlamasıdır. M.S 75ʹinci yılda meydana gelen bu dev patlamada bütün Roma asilleri lâvların altında can verdi. Pompei, Romalıların sayfiye şehri idi. Roma ileri gelenleri orada şâşâlı ve sefih bir hayat sürerlerdi. Bu yanardağ patlamasından yanlızca Hristiyan esirler kurtuldu. âyetin bu yanardağ patlamasını kasdetmesini elbette mümkündür. Hatta Hz. İsaʹya idam kararı veren Kudüsʹdeki Roma jürisinin hayatta kalanlarının bu Pompei olayında lâvlarda yanarak öldüğü bilinmektedir.
Sayhanın, dev bir imparatorluk olan Romaʹnın aniden çökmesi anlamına geldiğini iddia eden tefsirler vardı.
Enfüsî mânâda sayha ölüm anıdır. Bedenin ruhtan ve nefsten ayrılmasını temsil etmektedir. Küçük kıyamet de denilen ölüm anında her inkarcı böyle şiddetli bir patlama ile sönüverecektir. Mânâ âleminde sayha ve sönüverme tanımları, Rahman ceryanının kesilmesi olarak tanımlanır.
Nefs, kendi varlık evhamı içinde yaşarken âniden Rahman ceryanı kesilince şiddetli bir patlama hissedecek ve kendinde hiç bir gücün kalmadığını farkedecek, sönüverecektir.
Dünya evhamının ne aldatıcı olduğunu herkes işte o zaman farkedecektir. Bu âyetten itibaren Yâsinʹin üçüncü sayfasına bir kaç satır altına girmiş oluyoruz.
âyetlerin yorumuna geçiyoruz.
Âyet 30: Ey kulların üzerine ne hasret ki, kendilerine gelen resullerle istihza ediyorlardı.
Âyet 31: Baksalar (ya) kendilerinden önce nice karnlar (kavmler) helâk etmişiz, onların hiç dönmediklerini farketmiyorlar mı? (veya: onlara hiç dönmüyorlar)
Âyet 32: Hepsi de karşımıza ihzaren getirilmişlerdir.
Âyet 33: Ve ölü toprağı canlandırmamız bir âyettir ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar. Âyet 34: Ve ondan cennetler, hurmalıklar, üzüm bağları içlerinden kaynaklar alattık.
Âyet 35: Mahsulden ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye; hâlâ şükretmiyecekler mi?
Âyet 36: O sübhan (herşeyden münezzeh) ki; Arzın bitirdiklerinden, kendilerinden, daha nice bilmediklerinden bütün çiftleri yaratandır. Âyet 37: Gece de bir âyettir, ondan gündüzü soyarız bir de bakarlar ki karanlığa girmişler. Âyet 38: Güneş de kendilerine has bir istikrarda ceryan eder. İşte o Azizil Alîmin takdiridir. Âyet 39: Ay da (Aya da), menzil menzil ona miktar verdik, nihâyet dönmüş eski urcun gibi olmuştur. Âyet 40: Ne güneş kendine aya çatması, ne de gecenin gündüz geçmesi olur. Her şey kendi felekinde tesbih eder.
Bu on âyetin çevirisinde kelimelerin karşılığında çok itina gösterdik. Hatta ilk bakıştaki net manayı kaybetmeyi tercih ettik. Çünkü bu âyetler çok önemli bilimsel tarifler getirmektedir. Zâhiri mânâ hevesiyle kelime bağlantılarındaki en ufak hata bilimsel kavramı bozabilir. Bu zorunluluğu âyetleri tek tek yorumlarken açıklayacağım.
Âyet 30: Bu âyet, küfürle can verenlerin hüsran ve ayrılık acısını açıklıyor. İnançla, özellikle Allahʹa çağıranlara karşı istihza edenler bu acı hasreti duyacaklar. Bu hasret:
a) Ezelde verdikleri sözden caymış olmasının hasreti.
b) Hakkʹın erişilmez güzelliğini son anda fark edip ona kavuşamamasının hasreti c) Habib‐i Neccarʹa verilen ikramları görüp, ona erişememenin hasreti.
d) Elestʹde hepimizi yok olmaktan kurtaran efendimize hizmet etmeye ahd etmişken, Oʹna hizmet edememenin azablı hasreti.
e) Gönülden ilâhi ilhaka erişememek ve vicdan çocuğu doğuramamanın hasreti.
Âyet 31: ʺ(Nereden bilseydik demesinler) Kendilerinden evvel de nice insanlar aynı hata içinde dine karşı gelmişlerdi, bir izleri kaldı mı? Hepsi helâk oldu. ʺ
Hiç birinin dönmeyişi şu hikmetleri bildirir:
a) İnsanlar aslında ebedîdirler. Müʹmin ölmez; en azından ve dış mânâda dualarla yaşar, menkîbeleri hayırla yâd olur. Sırları gönülden gönüle gezer durur. Halbuki hiç bir inkârcı anılır
mı, izleri, eserleri kalır mı?
b) Nefse hitab eden âyet, hani kendinde varlık vehmediyordun, ruh gidince izin bile kalmadı.
c) Bir yeni hayata fırsat yok. Reankarnasyon gibi sapık hayallere dalma. Âyetin ʺonların hiç biri dönmedilerʺ hükmü 32ʹinci âyette açıklanıyor.
Âyet 32: ʺHepsi Allah huzuruna ihzaren getirildiler (tutuklular gibi)ʺ ʺAllahʹdandı Oʹna döndüʺ âyetinin iki tarz uygulaması vardır.
Müʹmin, ilâhi âleme intikal eder, kâfir ise ihzâren getirilir. Çünkü onun Allah güzelliğine cazibesi yoktu; şimdi hesap vermek üzere huzura getirilmiştir.
Ölümle beraber kesretin vahdete dönüş olayı tecelli eder. Müʹmin sevgi sırrı ile ilâhi âlemin takdir ettiği mekâna intikal eder. Münkir ise, dayanılmaz bir hasretin acısı içinde kıvranır. Kesretten kopmuş, vahdete intikal edememiştir. Allah huzurunda şimdi azap dolu anların temsilcisidir. Âyet bu sonucu özellikle ʺihzaren getirmişlerdir.ʺ emriyle açıklıyor. Dikkat ederseniz ʺihzaren getirileceklerdirʺ demiyor, ʺihzaren getirmişlerdirʺ buyuruyor.
Bu üç âyet (30, 31, 32), semâvi dinlerden sapmalardan doğmuş bazı tutarsız dinlerin, ruh ve ebedî âlem konusundaki yanlışlıklarını da kesin sırlarla düzeltiyor.
Ölümle beraber bir başka âleme intikal zorunludur. Bu intikalde ya Habib‐i Neccar gibi sonsuz vuslat (kavuşma zevki) vardır, ya da hasret azabı yüklü çetin bir intikal fazı vardır. Cenab‐ı Hakkʹın huzuruna ihzaren gelme, bu çetin intikal şeklini belirtmektedir.
Sûre‐i Tekâsürʹün yorumu bahsinde bu intikal kademelerini daha ayrıntılı anlatacağım. Şimdi harika bir bilimsel açıklama geliyor.
Âyet 33: ʺÖlü toprağı canlandırmamız bir âyettir. Ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar. ʺ
Âyet; bilimsel delil, mûcize anlamındadır. Kurʹanʹda bir olay için ʺâyettirʺ hükmü getirilmişse müthiş, değişmez bir bilimsel gerçek ifade ediliyor demektir.
Çeşitli âyetlerde arzın soğumuş halinden sonraki biyolojik manzarayı izleriz. Ancak bu âyet çok net bir şekilde arzın kabuğunun ölü bir devir geçirdiğini belirtmektedir.
Hacc Sûresi, 5. Âyette :ʺ...ve terelʹarza hâmidet..ʺ yani ʺarz ateşli, kızgın idiʺ hükmü mevcuttur. Arz kabuğunun soğuduktan sonra canlılara annelik hizmeti gerçekten akıl almaz ilâhi bir sanattır, mûcizedir. Bu yüzden toprağın canlanması, bir âyettir.
Çünkü Allah toprağa hay (canlılık) sırrı verdikten sonra Ademʹi de topraktan yaratmıştır. Arzın dirilmesi birkaç açıdan dile alınmalıdır:
Toprakta DNA dediğimiz molekün teşekkülü; yani temel canlı madde olan Riboz + Fosfor + Nuklid Bazʹdan kurulu kimyasal oluşun tarifidir. Bu maddededeki özellik, cansız tabiatda artı (+) değerli olan Karbon ve Azotun bu molekülde eksi (‐) değerli oluşudur. Bu değişme, normal fizik, kimya şartlarında meydana gelemez. Bir defa da meydana geldikten sonra hayat zincirleme olarak
sürer durur.
Allah âyette: ʺToprağı canlandırmamız bir âyettirʺ buyurduğuna göre, bu moleküllere değişmeyi özel olarak emretmiştir ve toprak böyle canlanmıştır. Bu canlılık, ânında toprakta sonsuz sayıda azot işleyen bakteri ordusunu meydana getirmiştir. Bu bakteriler bir kısmı sentez, bir kısmı analiz yoluyla havanın Azotunu toprağa can olarak intikal ettirmiştir.
Çeşitli canlılar öyle evrimlerle filan ortaya çıkmış değildir. Tam aksine DNA moleküllerine hangi matematik program bağlanmışsa o tarz bir canlı meydana gelmiştir. (Bu konuda daha meraklılar için üç dilden ʺingilizce, Arapça, Türkçeʺ yayınladığımız ʺKurʹan Âyetleri ve İlmî Gerçeklerʺ kitabımızı okumalarını salık veririz.)
Âyetin ikinci bölümü, toprak can bulduktan; yani DNA molekülleri teşekkül ettikten sonra, onların genetik şifreler haline getirilmelerini açıklıyor. Şöyle ki: ʺOndan habbeler çıkardık.ʺ Habbe; tek tohum demektir. Belli canlı türü için örnek bir tek tohuma habbe denir. Yani tek tek tohum örnekleri genetik şifreler demektir. Demek ki Allah toprağa DNA hususiyetini verdikten sonra şifreleri programladığını ve canlıları topluca böyle sergilediğini emrediyor. Arkasından da: ʺBu olay bir âyettir; bilimsel bir gerçektir; mûcizedir.ʺ buyuruyor. Bir yandan da âyet, canlıdan canlıya intikal eden bir hay şifresidir. Yaratılışın böyle olması kaçınılmaz bir bilimsel gerçekir. Evrimcilerin sözleri doğru olsa, her türlü canlıdan bir yönde gelişme olur, canlıların sayısı biri geçmezdi.
Halbuki canlıların çeşidi milyonların çok üstündedir. Zira Allah, iradesindeki her şekli genetik kartlara programlamış ve yalnız böcek sınıfından milyonlarca tür yaratmıştır. Akla gelen bütün geometrik renk desenlerini, genetik şifrelere matematik programlar halinde işlemek ancak Allah sanatıdır. Nitekim 34ʹüncü âyet bu gerçeği dile getiriyor. Âyet 34: ʺVe canlanan toprağa, cennetler, hurmalıklar, bağlar, akar sular verdikʺ Bunları özetlersek: a) Birbirinden şaheser çiçekler. b) Rengarenk, biçim biçim ağaçlar, yapraklar. c) Birbirinden esrarlı kimyasal maddeler içerisinde envai çeşit lezzette meyveler. d) Ve envai çeşit kokular. e) Size hayat veren oksijeni yapan yapraklar. (Son sayfada bu gerçek açıklanacak).
Bu kavramları ʺCennetlerʺ kelimesinden çıkarıyoruz. Zira cennet, muhteşem güzellikte bahçe anlamında kullanılmıştır. Ayrıca cenneti ebedîlik sırrının simgesi gibi oksijen yaparak hayata enerji veren yapraklar.
Âyette üzüm ve hurmanın ayrıca zikredilmesi çok ince hay sırrını beyan eder. Her bir meyve de insan hayatının esrarı olan kemik iliğini tanzim eden unsurlar vardır. Yoğunlaştırılan iki değerli demirle DNA yapısını kolaylaştıran tüm kimyasal maddeler, bu iki meyvede vardır. Tasavvufta Hurma sabırı, Üzüm şecaâti (kahramanlığı) temsil eder. Dikkat ederseniz âyet üç cümle içinde canlılık hikmetlerini özetleyivermiştir. Hem de 1400 yıl önce hiç biyoloji bilmeyen topluma farkettirmeden.
ʺVe Kaynaklar yarattık. ʺ
Bugün ilim, hâlâ kaynak suyundaki sindirim sağlayan sodyum bikarbonatın suya karışma sırrını çözememiştir.
Âyette kaynakların zikredilmesi hayat için suyun toprakta korunup akıtılmasının ne denli bir hikmet olduğunu anlatmak içindir. 0 beyinleri ilâhi kaynaktan mahrum inkârcıların sandığı gibi rastlantı bir dünya olsa idi toprağa yağmurla geçen suyun zerresini ancak mahşerde görürdük. Ya da toprak altında erittiği tuzlar nedeniyle yanına yaklaşılmazdı. Toprağa geçen su akıl almaz maharetle terkibine sodyum bikarbonat ekleyerek sindirimi sağlayacak, sonra da o densizler çıkıp ilâhî kudrete kafa tutacak.
Yazıklar olsun o ateistlere ki, suyun şükrünü bile bilmezler. Ayrıca suyun hayat öyküsüyle ilgisi de bu âyetle vurgulanıyor.ʺʹ
Âyet 35: Bu âyet, mahsulden, ondan yapılan nimetlerden şükrü emrediyor.
Âyette bir gramer inceliği vardır. Üstte ʺlamelifʺ vardır ki, durulmaz, o zaman ʺmaʺ nefʹ edatı olur. 0 mahsullerden hazırladıklarımız dahi sizin kesbiniz değil; Allahʹın nimet lûtfundan, demektir.
Nitekim buğdaydan ekmeğin hazırlanma öyküsünde, değirmenin suyu ya da elektriği, menşei itibariyle yaratılışa verilen bu nimettir. Su ya da enerji sağlayacak mazot yine nîmet‐i ilâhîdir. Ekmeği mayalandıran mikrop da ilâhi nimettir. Hz. Geylânî şükrü şöyle özetler: Şükür: a) lisan ile, b) kalple, c) organlar ile olur. Her nimete karşı şükür, lisandan başlar, gönle intikal eder, oradan da organlara geçer. Gözler her bakışta şükür zevki alır, kulaklar her işitmede şükür zevki alır.
Şükrü olmayan gâfil, ilimden mahrumdur. Ekmeği yerken, unu öğüten mazotun yer altına asırlar öncesi nasıl depo edildiğini bilmez. Mayayı oluşturan mikrobun, nişastayı işleyerek