• Tidak ada hasil yang ditemukan

Haluk Nurbaki Yasin Suresi Yorumu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Membagikan "Haluk Nurbaki Yasin Suresi Yorumu"

Copied!
54
0
0

Teks penuh

(1)

Yâsin Sûresi Yorumu 

Kâinatın  Fahr‐i  ebedîsi,  canlarımızın  sultanı  yüce  Peygamberimiz  Yâsin  Sûresi  için  ʺKurʹânʹın  kalbidirʺ buyurmuştur.Yâsin Sûresi Efendimizin şanının kâinata ilânıdır. Bu yüzden kâinatta her  şeyimizin gönül hikmetine bağlıdır. Oʹndan can ve mecal bulur.Yüce Rabimizin ve Oʹnun sevgilisi  Efendimizin rızası hepimizin üzerine olsun.    Âyet 1: Yâsin.  Âyet 2: Hikmetli Kurʹan hakkı için,  Âyet 3: Şüphesiz son gönderilenlerdensin,   Âyet 4: Sırati mustakimdesin   Âyet 5: Tenziliyle o aziz rahîmin.  Âyet 6: Ataları inzar edilmemiş, gaflette olan bir kavmi inzar edesin.  Âyet 7: Bunların çoğu üzerine o söz hak olmuştur, inanmazlar.  Âyet 8: Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar lâleler geçirdik. Burunları (kafaları) yukarı kalkıktır.  Âyet 9: Önlerinden ve arkalarından bir set çektik. Onları salıverdik artık (Baksalar da görmezler.)  Âyet 10: İnzâr etsen de, etmesen de onlar için musavidir, (çünkü) inanmazlar.  Âyet 11: Sen ancak, zikre uyanı, Rahmanʹa gayben haşyet duyanı inzar et. İşte onu, hem bir mağfıretle  ve ecr‐i kerimle müjdele.  Âyet 12: Biz, biziz, ölüleri diriltiriz.  Ve takdim ettiklerinizi, bıraktıklarınızı kaydederiz.  Ve herşeyi bir imam‐ı mübinde ihsâ ettik (Hesap kayıtlarını tespit ettik). 

Sûrenin  bu  12  âyeti,  Kurʹanʹın  en  önemli  âyet  gurubudur.  Bu  anlamda,  her  müʹminin  harf  harf bilmesi gereken ilâhî bir bildiridir. Bu küçük kitabımı okuyan okuyucu kardeşlerimden  rica ediyorum; Yâsinʹi ezbere bilmiyorlarsa bu on iki âyeti ezberlesinler ve sık sık okusunlar.  Şimdi âyetleri tek tek inceleyelim:   Ayet 1: ʺYâsin ʺ  Efendimiz bir hadisinde: ʺBenim Kurʹanʹda 7 ismim var:  Ahmed, Muhammed, Tâhâ, Yâsin, Abdullah, Müddessir, Müzemmilʺ buyurmuşlardır. 

Yâsin,  Efendimizin  Sidre‐i  Müntehaʹdan  ötedeki  ismidir.  Sidreʹnin  bu  yanı  da  Muhammed  Mustafa (S.A.V.) dır. 

(2)

mânâ  âlemine  intikâl  ettiğinde,  onun  oradaki  pasaportunda  Yâsinʹin  Ümmeti  yazılmış  olmalıdır. 

Sûre‐i  Tekâsürʹün  Yorumuʹnda  açıklayacağım  Berzah  (intikal  âlemi)  âlemiʹnde  de  Yâsin  sırrının  kalbimizde  yazılı  olması,  yegâne  yakıttır.  Eğer  gönlümüzde  bu  sır  yoksa,  Berzahʹda  bocalar dururuz. 

Bu nedenlerle âyet şöyle yorumlanır: 

Kurʹan Hakkı için sen, beşeriyeti kurtarmak için göreviyle Sidreʹnin ötesinden gelen Yâsinʹsin  Enfüsî mânada: 

Ey  gönül,  Yâsin  sırrını  hatırla  ve  bunu  içine  nakşet.  Günün  birinde  mânâ  açılınca  senin  lisan anahtarın Yâsinʹdir  Sidre‐i Müntehâ ötesinden gelen Sırr‐ı Muhammedi, Sidreʹde (Yani varlıkların sistematiği) tüm  varlıklara ışık olmuştur.  Ayet 2: ʺHakîm olan Kurʹan hakkı içinʺ  Hakîmʹin üç mânası vardır; Kurʹan için üçü birden geçerlidir.  a) Hikmetli,  b) Kudretli, her şeye hâkim,  c) Bozulması imkânsız bir sağlamlık (Muhkem). 

Bu  âyet‐i  kerîmenin  başındaki  vav  (ve)  kasem  işaretidir.  Daha  önceki  kitaplarımda  da  açıkladığım  gibi:  Arap  Edebiyatında  kasem,  bir  hitap  tarzıdır.  Bilimsel  konu  konuşulurken  daima  ilmî  bir  örnek  verilerek  kasem  edilir.  Bu  tarz  karşılığın,  Türkçemizdeki  yeminle  bir  ilgisi  yoktur. Ancak Arapçada ʺŞu gerçeğe yemin olsun, şu gerçek hakkı içinʺ anlamına kasem tarzı  vardır. Burada önemli olan Kurʹan üzerine kasemdir. Hem de ʺHakim olan Kurʹanʹa kasem olsun  kiʺ  cümlesindeki  inceliktir.  Bir  edebî  tarz  zorunluluğu  olarak  Kuranʹda  pek  çok  bilimsel  delil  kasemleri vardır. Kurʹan üzerine kasem, yalnız efendimizden bahsedilerek yapılmıştır. 

Önsözde  de  değindiğim  gibi  Yâsin  Sûresi,  efendimizin  sırrını  evrenlere  îlan  hikmeti  taşıdığından, Allah, emirlerine :ʺHakîm olan Kurʹanʹa kasemʺle başlamaktadır.  Bu âyet, sûrenin üç önemli sırrı taşıdığını da dolaylı olarak ilan etmektedir:  1‐Hikmet  2‐Kudret ve Hakimiyyet   3‐ Muhkem, yani kesinlik,  Bu nedenle Yâsin âyetleri, tartışılamayacak ilmî yasalar getirir. Bunları sırası geldikçe göreceğiz.  Sûre 85, âyet 22ʹde bildirdiği gibi Kurʹan Levh‐i Mahfuzʹdur. Oʹnun kompitür sisteminin Arapçaya 

(3)

çevirisidir. 

Âyet 3: ʺŞüphesiz sen gönderilenlerdensin (Peygamberlerdensin) ʺ 

Âyetin  ʺmürselinʺ  kelimesiyle  ʺgönderilenlerdensinʺ  şeklindeki  hitabı,  Peygamberlik  kavramını  getirmekle beraber, enfüsî anlamda daha geniş kapsamlıdır. Bu mânâlar şöyle özetlenebilir: 

1‐Sen, hakîm olan Kurʹanʹın sırrını insanlara, evrenlere anlatmak için gönderildin. 

2‐Senin  peygamberlik  sırrın,  Kurʹanʹın  reddedilemez  mûcizelerinde  âşikârdır.  Çünkü  ʺhakîm  Kurʹanʺ  kavramında,  hikmetli  Kurʹan  sırrı  da  vardır  ki;  hikmetli,  fizik  yasalarla  donatılmış  anlamına da gelmektedir.  3‐ Allah, Kurʹanʹı; Levh‐i Mahfuzʹu efendimize inzâl etmekle, Oʹnun indindeki sevgisini tüm evrene  ilân etmektedir.  4‐ ʺMürselînʺ kelimesinin enfüsî mânâsı; ʺgönüllere Allah sevgisini iletecek sensinʺ demekdir.  Âyet 4‐5: ʺTenziliyle o aziz rahimin sırat‐ı müstakimdesin.  Bu âyetler, efendimizi tarif eden çok önemli âyetlerdir. Toparlayıcı bir çeviri ile: 

O aziz ve rahîm olan Allahʹın inzâli, seni Sırat‐ı Müstakime sahib kılmıştır. Daha  önce  kelimeler  üzerinde bir bilgi tazelemesi yapalım: 

Aziz ve Rahîm, Cenab‐ı Hakkʹın çok önemli iki esmâsıdır. 

İnzal,  inmek  demektir.  Ancak  bu  iki  kelime,  âyetlerin  inzâli  anlamına  gelir  ki;  Allahʹın  bir  sırrı,  levh‐i  mahfuzdan  alarak  Kalb‐i  Muhammediye  (A.S)  intikal  ettirmesi  demektir.  Cebrâilʹin  rolü  burada  verilen  âyetin  lafzını  aynen  efendimize  intikal  ettirmektir.  Ancak  burada  çok  önemli  bir  noktayı  bilmek  gerekir.  Efendimize  bir  âyet  inzal  olur  olmaz  hemen  ezberler  ve  onun  açıklamasını lütfederdi. İşte inzalde bu önemli hikmet vardır; ilâhi hikmetin Kalb‐i Muhammediye  nakşı söz konusudur. 

Âyet‐i  Kerîmede  inzal  sırrının,  Allahʹın  Azîz  ve  Rahîm  esmalariyle  intikalinin  zikrinde  fevkalade önemli hikmetler vardır. 

Aziz  esması,  yüce  sevgi  hikmetini  taşımaktadır.  Ancak  ilâhi saltanatın doyumsuz güzelliğine ait  bu yüce sevgide, bağlılığın da en büyüğü mevcuttur. 

Rahim  sıfatının  hikmetlerine  gelelim:  Cenab‐ı  Hakkʹın  sonsuz  kudret,  sevgi  ve  merhamet  sıfatlarını temsil eden Rahman sıfatının tüm evrene dönük olmasına karşılık, 

Rahim  sıfatı  yanlızca  inançlara  yönelmiştir.  Rahim  sıfatında  kudret,  sevgi  ve  merhamet  vardır.  Ancak  Rahman  sıfatı  gibi  tüm  evrene  tecelli  etmez;  yalnız  inananlara  inançları  nispetinde  tecelli  eder. 

Azizürrahim birlikte zikredilince mânâ daha netleşir. 

Tüm  güzellikleri  sırr‐ı  ilâhi  cemal  hikmetindendir.  O  sevgiliyi  iman  şevkiyle  seven,  Oʹnun  saltanatına  büyük  bir  hürmetle  sığınana,  Allahʹın  sonsuz  sevgi  ve  merhametinin  tecellisi  zuhur 

(4)

eder. 

İşte efendimizin sırrı bu noktadan seyredilerek anlaşır. Madem  ki  Allah  güzelliğini  sonsuz  bir  iman yakınlığı ile sezmek efendimize hâs bir sanattır; o halde Allah, efendimizin gönlüne aziz ve  rahîm sırrıyla kendi hikmetini inzal ve tecelli ettirecektir. Bu tecelliden Sırat‐ı Müstakim hikmeti  doğar. 

Sırat‐ı Müstakim, kelime  anlamıyla  doğru  yol  olarak  tanına  gelmiştir.  Halbuki  Arapçada  doğru  yol Tarîk‐i Müstakimʹdir. 

O halde neden hem Fatihaʹda hem bu âyette Sırat‐ı Müstakim tanımı vardır? 

Sırat,  bir  takım  noktaların  birleşmesinden  doğan  hattır.  Doğru  bir  çizgidir.  Ancak  bu  doğruluk  geometrik bir çizgi demek değildir. Her olayda en doğrunun tesbit edildiği noktaları birleştirerek  elde ettiğimiz bir doğrudur. 

Azizürrahim  sırrından  gönlü  inzal  ile  dolmuş  efendimizin  Ahlâkı,  sırat‐ı  müstakimdir.  Kurʹanʹdan  önce  Sırat‐ı  Müstakim  kavramı  yoktu.  Tarîk‐i  Mustakim  tanımı  vardı.  Bu  tanım  ise  herkesin yolunu doğru sanması yanılgısını getiriyordu. 

Sırat‐ı  Müstakim,  Allah  tarafından,  Oʹnun  Azîz  ve  Rahîm sırrıyla çizilen bir yoldur. Bir başka  tabirle Allah caddesidir; Allahʹa giden yoldur. 

İşte Allah, sevgili habibini bize tanıtırken: 

ʺBen Oʹna aziz ve rahim sıfatımla Kurʹanʹı inzal ettim, Oʹnun yolu sırat‐ı müstakimdir. Bana ancak o  caddeden gelinirʺ buyuruyor. 

Bu âyetlerin enfüsî manalarına gelince: 

a) Sevgili habibim, senin kalbine Azîz ve Rahîm sırrımı indirdim.  Bütün  âlemler  senin  yolundan  bana mecâl bulabilir. 

Sen  âlemlere  rahmetsin  (Rahîm  sırrı).  Seni,  ʺLevlâke  levlâk,  lemmâ  halaktüʹl‐eflâkʺ  (Sen  olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) Hadis‐i kutsi emriyle aziz kıldım.  b) Senin sırrını azîz sırrrımla Yâsinʹde, Rahîm sırrımla Fatihaʹda tüm âlemlere ilân ettim.  c) Senin inzar görevin, benim güzelliğimi gönüllere aksettirmektir.  Evrenler ve hikmetler ancak böyle bilinebilir.  Âyet 6: Bu âyeti, Kurʹan metninden aynen çevirmek istersek:  ʺİnzar edesin diye, o kavim ki babalarına inzar olmadı, gaflettedirler. ʺ  Bu âyet ilk bakışta belli bir kavme inzar, yani hak dini getirmesi, şeklinde anlaşılabilir. Halbuki  7ʹinci  âyetten  anlaşılabileceği şekilde bütün insanları kapsamaktadır. Âyetin  bu  tarz  verilmesinin  çeşitli incelikleri vardır. Şöyle ki: 

(5)

anda toplum gaflet içindedir. 

b)  Özellikle  İslâmiyet,  her  devirde  dâima  genç  kuşaklara  hitap  edecektir.  Çünkü  bu  âyet,  ʺBabaları inzar olmamışʺ tanımıyla gençleri hedef almaktadır. 

c)  Enfüsî  mânâda  inzar,  ancak  efendimizin  sanʹatıdır.  Çünkü  gönlüne  azizürrahim  sırrıyla  Muhammed  zevki  düşmeyen  her  şey  gaflettedir.  Diğer  peygamberler  dahi  bu  sırrı  mânâdan  verirse îman tahakkuk eder, aksi takdirde nesiller boyu gaflet mukadderdir. 

Edebî anlamda da, enfüste de inzar, gönle gerçeğin zerkedilmesi (enjeksiyonu) demektir.  Ayet 7: ʺÇoğunluk gerçeği duyduğu halde îman etmezlerʺ 

Lekad  kelimesindeki  lâm,  aynı  zamanda  şiddetli  vurgulamadır.  Bu  yüzden  tefsirler,  âyetin  başında parantez içinde ʺcelâlim hakkı içinʺ diye yorum yapmışlardır. 

Bu iki âyet, çok ince bir nüansı getirmektedir, şöyle ki: 

Bir  insanın  gerçekleri  duyması,  hatta  bilmesi  başka  şeydir;  inzarʹı  başka  şeydir.  İnzar,  bir  gerçeğin  kalbe  intikal  ettirilmesi  sırrıdır.  Efendimize  has  ilâhî  bir  sanʹattır.  Nitekim  kalplerini  günahlarla doldurarak inzara imkan vermeyenler küfr‐ü inadide saplanır kalır. 

Nitekim Ebû‐Cehilʹin, Ebû‐Süfyânʹın genel kültürleri çok üst düzeydeydi. Fakat ilk çağda ikiside  inzâr  olmadı.  Ebû‐Cehil  küfr  içinde  defolup  gitti,  Ebû‐Süfyan  sonradan  inzar  oldu.  Hatta  sûre‐i  Müddessirʹde bizzat Kurʹanʹın emrettiği âyet manasına göre VELİD BİN MUGIYRE zekâ itibariyle,  kültürü  itibariyle  tekdendi,  fakat  inzar  sırrına  ulaşamadan  geberdi.  Bu  kelime  âyette  geçtiği  için ancak kullandık. 

8,  9,  10ʹuncu  âyetler,  işte  gerçeği  duyduğu  halde  iman  etmeyenleri;  inzar  olunma  kabiliyeti  olmayanları açıklayacaktır. 

Ayet 8: ʺBiz onların boyunlarına lâleler geçirdik. ʺ 

Lâle,  boyna  geçen  demir  halkadır.  Elbette  âyetteki  lâleden  kasıt,  manevî  bir  halkadır.  Ancak  âyet,  manevî  halkanın  madde  görünümünde  de  farkedileceğini  haber  veriyor.  Bu  çemberler,  boyunlarına  kadar  oturmuşdur.  Bunun  için burunları, kafaları havadadır. Menzilinden saptığı için  karşılarındaki gerçekten gafildirler.  Âyette geçen ʺAğlâlenʺ boyuna geçen kelepçedir. Bu halka:  a) Günahlarından doğan boyun kelepçesidir.  b) Gururları onları boğacak gibi boyunlarından sarmıştır.  c) Gurur ve g,ünahları onların boynunu öylece sıkmıştır ki, gözleri görmez olmuştur.  Boyunda bulunan bir sempatik gangilion sıkıldıkça refleksle göz bebekleri küçültür. 

Bu  âyet,  burnu  yukarda,  kafası  yukarda  olmayı  şeklen  bile  yasaklamıştır.  Ayrıca  böyle  başı  havada  mağrurlara  karşı  bizi  uyarmakta,  onların  boynunda  günah  ve  gurur  kelepçesi 

(6)

olduğunu bildirmektedir. 

Aman inanan kardeşlerim, yürümenize, duruşunuza çok ciddi olarak dikkat edin. Bu tasma yavaş  yavaş  teşekkül  eder;  aman  buna  meydan  vermeyin,  günahlarınızı  alt  seviyede  tutun,  gururun  semtine uğramayın. 

Âyet 9: ʺHem önlerinden, hem arkalarından bir set çektik, onları salıverdik; artık görmezler. ʺ 

Bu  âyet,  8ʹinci  âyetin  sonucunu  yorumlamaktadır:  Böylesine  gururuna  esir  olup  boynuna  lânet  halkası  geçirdiklerimizin  etrafına  öyle  manevi  enerji  perdesi  geçiririz  ki,  hiç  bir  şeyi  görüp  farkedemezler. Hani uzay filmlerinde bu tarz elektronik gösterileri sık sık görmüşsünüzdür. 

Boyun kelepçesinin ve mağrurun etrafındaki manevi perdenin hikmetlerini şöyle açıklayabiliriz:  a)  Böyleleri  kendinden  başkasına  zarar  veremez  şekilde  tecrid  edilmiştir.  Onların  göstermelik  azametine bakıp da ciddiye almayın. 

Bu âyeti, kâfir bir düşmanı olan inananlar sık sık okursa, onların her türlü şerrinden uzak kalır.  Yine bu âyet, nûr‐u Muhammedîʹnin düşmanlarına karşı ı icra olunan ilâhi bir sigortadır. 

b) Âyet, enfüsî mânada nefsin şerrinin akıbetini anlatıyor. 

Eğer  Allah  mağrur  nefsin  önüne  ve  arkasına  bir  manevi  perde  çekmeseydi,  o  sonsuz  nüfuz,  kabiliyetle  gönlü  hemen  istilâ  eder;  imanları  mahvederdi.  Allah  bu  âyetle  inananlara,  gönüllerindeki efendimizin sırrını yaşatmaları şartıyla garanti veriyor. 

Bu  on  iki  âyet  efendimizin  şanını  evrene  açtığından:  Ey  habibim,  sana  karşı  gelen  tüm  mağrurları, zahirî azametli halleriyle birlikde tecrit (ayrı ve uzak tutma) ve tenkil (Öteleme) ettim,  buyuruyor. 

c) Yine enfüsî mânada: 

Önlerine hırs, tamah ve hissetten bir set, arkalarına zulmet‐i  beşeriyetten (Beşer  karanlığı)  bir set  çektik.  Kendilerini kendi günahlarıyla tecrit ettik. Artık gerçeği göremezler. Senin  açık  gönüllere  coşan sırrın, onların mühürlü kalplerine yansımaz. 

Âyet 10: Şimdi tekrar yeni bir açıklama geliyor: 

ʺOnlar için inzar etsen de bir, etmesen de aynıdır. Onlar iman etmezler. ʺ 

Demek  ki  boynuna  gurur  kelepçesi  geçirilenler  için,  evrenin  her  yanını  aydınlatan  İnzar‐i  Muhammedî  (S.A.S.)  bir  hayat  getirmiyor.  Çünkü  onları  Allah  tecrit  ve  tenkil  etmiştir,  onların  gerçeği görme ihtimalleri hiç yoktur. 

Gönül  kapısı  kapalı  olanları  Allah,  Yâsinde,  boyunlarına  gurur  kelepçesi  geçmiş  olarak  tarif  etmekte, onları uyarmak için efendimizin yorulmamasını bildirmektedir. 

Şüphesiz  böylelerinin  durumu  her  devirde  aynıdır.  Tıp  bilimine  göre  gurur,  aşağılık  kompleksinden kurtulmak için şuur altının (Nefsin) icad ettiği vahim bir yanlışlıktır. Mükemmel  olan  insanda  gururun  zerresi  yoktur.  Halbuki  çok  özürlü  olanlar,  akılsız  gururlarının  esiridirler. 

(7)

(Boyun kelepçesi), onun için onlara gerçekleri bilimsel olarak anlatmak mümkün değildir. 

Âyetin  enfüsî  manasına  gelince:  ʺHabibim,  onlar  elestte  de  belî  (evet)  demeyen  sapık,  nefslerdir.  Onlar iman etmezler, boşuna yorulma, onlara inzar (uyarı) fayda vermez. 

Şimdi Allah, inzar sırrının hikmetini, Efendimizi gönlüne sindirecek olanların vasfını bildiriyor:  Âyet 11: ʺAncak onları inzar et ki; 

a) Zikre uyanlar, 

b) Rahmana gayben haşyet duyanlar. ʺ 

Demek  ki,  efendimizin  inzarına  muhatab  olmak,  lâyık  olmak  için  bu  iki  temel  şart  gerekiyor.  Acaba bu şartların sırrı neden?  A) Zikre uyanlar: Genel anlamda Kurʹanʹın feyzini izleyen, ona uyanlar. Zira Kurʹanʹın bir yönü  de zikrullah olmasıdır.  Zikr, anma anlamına kullanılır. Ancak Allahʹı anış zikridir. Zikir üç tarzda olur:  1‐ Lisanen anış; meselâ Allahʹın hay ya da rahmân esmasını belli bir sayıda tekrar etmek.  2‐ Gönülden her an ilâhi hikmeti seyretmek, sezmek. 

3‐  Fiilen  zikretmek,  Kurʹanʹa  uymak;  âyet‐i  kerimede  ʺzikredenlerʺ  denmeyip  de  ʺzikre  uyanlarʺ  diye emrolduğuna göre, kasıt fiilen zikirdir. Kurʹanʹın emrettiği şekilde ibadet etmek, haramdan  sakınmak, merhametli olmak, sabretmek, hep bu âyetin kastettiği uygulamalı zikirlerdir. 

Kurʹanʹı izlemek ve ona uymak zikir olduğuna göre, zikrin, önemli bir tanımı da: 

Ahlâk‐ı  Muhammedîʹye  (S.A.S)  uymaktır.  Zira  biz  ne  kadar  can‐ı  yürekten  istesek  de  Kurʹanʹı  uygulamayı beceremeyiz. Ancak Ahlâk‐ı Muhammedîʹye uyarak Kurʹanʹı fiilen zikretmiş oluruz.  B) İnzara layık  olmanın ikinci  maddesi; Rahmanʹa  gayben  haşyet  duymaktır.  Bu  âyetin  birinci  cümlesi;  yani  zikre  uyanlar  emri,  ahlâkı  ve  ameli,  Rahmanʹa  gayben  haşyet  duyma  tanımı  da  imanı tarif etmektedir. 

Kurʹanʹın bir çok âyetinde: 

ʺÂmenû  ve  amilüssâlihatiʺ  yani  inananlar  ve  güzel  davranışta,  harakette  bulunanlar,  tabiri  geçer.  Çoğu bilim adamı  bu  tanımın  ayrıntılarını  tartışır  durur.  Halbuki  Yâsinʹin bu 11ʹinci âyeti, işte  inananları ve güzel davranış ve harakette bulunanları net bir şekilde tarif etmektedir: 

ʺGüzel amelde bulunanlarʺ işte izahını yaptığımız ʺzikre uyanlardır.ʺ 

Şimdi  imanın  öz  bir  tanımını  bu  âyetteki  kalıba  uygun  olarak  açıklayacağız.  Böylece  imanın  temel ilkesinin yine Yâsinʹden öğreneceğiz. 

Nedir Rahmanʹa gayben haşyet duymak? Bazı müfessirler bu tanımı şöyle açıklamışlardır:  Ahirete, görmüş gibi inanmak. 

(8)

Rahmanʹa gönülde haşyet duymak. Ancak konu daha kapsamlıdır.  Rahmanʹa gayben haşyet duymak, umumi bir iman tanımıdır. Sûre‐i Bakaraʹnın üçüncü âyetinde  iman edenler için ʺgayba iman edenlerʺ tanımı kullanılır.  Kelime‐i şehadette ʺŞahidim ki Allahʹdan başka ilâh yoktur,  Şahidim ki Muhammed Oʹnun kulu ve elçisidir.ʺ kalıbı fevkalâde ilginçdir. Biz Allahʹın varlığına  ve Efendimizin peygamberliğine, görmüş gibi inandığımızı bildiriyoruz. 

Halbuki  iman,  gayba  imandır  Gayb  demek,  gerçek  olduğu  halde  geçici  olarak  göremediğiıniz  hikmettir.  Bir  şeyi  gaybettik  demek,  yüzde  yüz  var  olan  bir  şeyden  bir  süre  uzaklaşmak  demektir. 

İman,  kalbe  yönelik  olduğu  için  gayb,  kalp  için  açıktır.  Biz  kalben  iman  ederken  Allahʹın  varlığını göremeyiz, ama onu yaşıyor gibi hissederiz. Bu iman, aklın gaybe imanıdır. 

İşte  âyet  bu  bölümünde  imanın  önce  gayb  sırrını  öğretiyor.  Ancak  fevkelâde  büyük  bir  incelik  göstererek ʺAllahʹa gayben imanʺ demiyor, ʺRahmanʹa gayben haşyet duyanʺ  diyor.  Zira  kalbin  Allahʹın  gayb  sırrını  sezmesi  için  Rahman esmasının tecellisi şartdır. Ve Allahʹı kalben seziş bir  haşyet duygusu şeklindedir. 

Rahman  esması,  Allahʹın  zat  sıfatına  en  yakın  sırrıdır;  kudret,  merhamet,  sevgi  gücünün  tümüdür. 

Şu  halde  Allahʹın  tüm  evrenlere;  cazibeden  atomdaki  interaksiona  kadar  hayat  veren  sırrı,  Rahman  sırrıdır.  Bu  sır,  kirlenmemiş  temiz  bir  kalbe  düşünce,  onda  gayb  imanı  ve  haşyet  meydana getirir. 

Bu kısa açıklamamızda yalnız haşyet kelimesinin yorumu eksik kaldı. Haşyet uymak, mürıhasıran  kalbe ait bir duygudur ve yalnız Allahʹa karşı duyulur. Rahman sıfatına haşyet duymak demek,  hem  Oʹnun  sevgi  ve  merhametinin  cazibesine  katılmak,  hem  de  yine  Rahman  sıfatının  bir hassası olan kudrete karşı ürperti duymaktır. 

Allahʹa hasyet duymakla Oʹnun hem cemaline sevda, hem  celâline  karşı  ürperme  ve  ittikıa  (emre uyma) duygusu vardır.  İşte Yâsinʹin bu müthiş âyeti, insanın gerçeğini pek net şekilde ta özünden böylece açıklamıştır.  Bu yasa karşısında hiç kimse iman için uydurma tanımlar yapamaz.  Kavranması oldukça zor bu tanımı, daha yüzeyden kısa çerçevede sunmak gerekirse:  1‐ İman, gaybadır (gözümüzden bir süre kaybolan mutlak gerçeğedir.)  2‐ İman, kalbde duyulan bir haşyet duygusudur; onda sevgiyle karışık bir ürperme hazzı vardır.  3‐  İman,  Rahman  esmasının  gönülde  yarattığı  zorunlu  bir  ateştir.  Kalbi  temiz  olan,  evrenlerin  yücesi Efendimizin inzarı demek olan bu ceryanla hemen hayat bulur; iman eder. 

(9)

Gururla sakattır; hayat bulmaz. 

Âyetin  son  bölümüne  gelince;  ʺOnlara  hem  mağfiret  ve  hem  bir ecr‐i  kerim müjdele.ʺ Demek  ki  Efendimizin  inzar  sırrı,  tebliğ  ve  uyarı  hikmeti,  yanlız  gönülleredir.  Ve  gönüllere  sonsuz  bir  mağfiret, ebedî bir ikram müjdesidir. 

Bir çokları ilâhi tebliği ve inzarı korkutmak olarak yorumlamaya kalkışmıştır. Halbuki âyetin bu  cümlesi  yanlış  yorumları  yasaklar.  Allah,  Efendimize  ʺSen  yanlız  gönlü  açık olanları inzar et ve  onlara Allahʹın şefkat, merhamet ve afv demek olan mağfiretini müjdele, bir de onlara sonu gelmez  ilâhi ikramları müjdeleʺ emri ile, inzarın bir müjde olduğunu bildirmektedir.  Muhterem okuyucularım, tekrar ifade ediyorum: İslâmiyet, efendimizin bir müjde çağrısıdır; ilâhi  ikramları, sonsuz mağfireti gönüllere müjdelenen bir çağrıdır. Onu başka türlü anlayanlara veyl.  Âyet 12: Bu âyet insanların sonsuzluktaki hayatın temel yasasını açıklıyor ve Allah âyette: ʺinnâ  nahnuʺ diye başlıyor. Bu kalıbı Elmalı merhum ʺbiz bizizʺ diye çevirmiş. Gerçekten anlamı:  Allahʹın kudretini ilan ederken kullandığı azametli bir tanım ʺbiz bizizʺ ve hemen ardından,  ʺÖlüleri diriltiriz. ʺ  Sizce imkansız olan her şey benim kudretim karşısında derhal meydana gelir.  Dikkat ederseniz Allah ben ölüleri diriltirim demiyor. Kudretini tam ilan ediyor.  ʺBiz biziz, ölüleri diriltiriz. ʺ  Âyetin başlangıcındaki çok önemli bu tarz girişi yazık ki çevirenlerin bir kısmı görmezden gelerek  ʺBiz ölüleri diriltirizʺ diye kaydetmişlerdir. Elbette büyük yanlış.  Âyetin ikinci cümlesi: 

ʺTakdim  ettiklerinizi  ve  eserlerinizi  kaydederizʺ  emridir.  Açıkça  anlaşılacağı  şekilde;  hayatta  iken  her  halinizi,  ortaya  koyduğunuz  maddî,  manevî  tüm  eserleri  (Hayır,  Hasenat,  Kitap,  vs.)  kaydederiz buyuruyor. 

Âyetin son cümlesinin tanımı ise oldukça güçtür: 

ʺVe  her  şeyi  bir  imam‐ı  mübînde  ihsâ  ettik.  ʺ  Dikkat  ederseniz  bu  cümleyi  aynen  koruyarak  yorumlamaya  çalışıyoruz.  Şimdiye  kadarki  tefsirlerde  imam‐ı  mübîne  sağlam  bir  açıklık  getirilememiştir. Kurʹanʹda geçen Kitab‐ı Mübîn; apaçık, ayan beyan kitap demektir. Ancak  İmam‐ı  Mübînʹi  de  aynı  anlamda  kabul  etmek  oldukça  zordur.  Zira  öyle  olsa  imam‐ı  mübîn  yerine âyette kitab‐ı mübîn yazılırdı. İmam‐ı Mübîn; levh‐i mahfuz, ya da kitab‐ı mübîn tanımına  yakın bir tanımdır, ancak farklıdır. 

İmam‐ı mübîn tanımının anahtarı ʺihsâʺ kelimesindedir. 

İhsâ; bir şeyi inceden inceye hesaplayarak kaydetmek demektir. 

(10)

merkezidir.  Çağımızda  böyle  ilâhi  bir  kompitür  merkezinin  ne  denli  hassas  bir  sistem  olduğunu  pek açık bir şekilde (mübîn) anlıyoruz 

Eski  tefsirlerde,  imam‐ı  mübînʹle  ihsâ  (hesaplama,  hesap  kaydı)  arasında  ilgi  kurmak  mümkün olmadığı için tereddütler hâsıl olmuştur. 

İmam‐ı  mübîn;  levh‐i  mahfuzʹun  özellikle  kompitür  matematik  kayıt  merkezidir.  Burada  mübîn;  apaçıkdan  kasd,  bilimsel  açıklık,  bilimsel  netliktir.  Nitekim  kompitürün  en  önemli  özelliği de netlik, apaçık doğruluktur 

Bu âyetin enfüsî mânasına gelince: 

Biz biziz: Gönlünüzde gayben haşyet duyduğunuz Rahman biziz. Ölü kalpleri diriltiriz. Gönülden  verdiklerinizi  ve  gönlünüz  eseri  olan  vicdan  güzelliğini  evrenin  kompitür  merkezine  apaçık  kaydediyoruz. 

Kalb‐i  Sanûberîʹden  (gönlün  sonsuz  evrenlere  açılma  noktası)  intikal  eden  mâna  sırrıyla  bunları  apaçık seyredebilirsiniz. 

Şimdi Yâsin Sûresiʹnin bir yeni bölümüne geçiyoruz. 13‐29ʹuncu âyetlerin bize verdiği toplu mesaj:  Bir  kavmin  kendini  uyaranlara  karşı  zalimce  davranmasını  dile  getirmektedir.  Bu  arada  inanan  bir kimsenin kahramanca sözleri ve sonunda şehit olması anlatılmaktadır. 

Olayın, Hristiyan havarileriyle Romalıların arasında geçtiğini kabul eden din tarihçileri vardır.  Ancak  kahramanca  şehid  olan  şahsın  Habib‐i  Neccar  olduğu  ve  olayın  Antakyaʹda  geçtiği  konusunda  müfessirler  ısrarlı  kaynaklar  göstermektedir.  Havarilerle  Romalılar  arasındaki  mücadele, Hristiyan din tarihçileri, belki başka isimle Habib‐i Neccar olabilecek azizler zikrederken  olaydan sonra meydana  gelen  büyük  patlamanın  Pompei  şehrindeki  vezüv  yanardağı olması  da gözden kaçacak bir hadise değildir. (Hristiyan din tarihleri). 

Bizim kanaatimiz odur ki; Habib‐i Neccar büyük ihtimalle burada geçen kahraman müʹmindir ve  Antakyaʹda  yatmaktadır.  Ancak  Pompei  Venüz  yanardağı  da  bu  olaylarla  ilgili  olabilir.  Habib‐i  Neccarʹı linç eden Romalı askerler  bilahere  Pompeiʹde  Vezüv  yanardağıʹnın  patlamasıyla  yok olmuş olabilir. (M.S. 75. yıl). 

En  güzeli  âyetleri  genel  bir  olay  sistematiği  içinde  öğretmektir.  Çünkü  buna  benzer  olaylar  tarih  içinde çeşitli örnekleriyle vardır:  Âyet 13: Onlara o şehir yaranını misal getir. Hani oraya Resûller gelmişti.  Âyet 14: Biz oraya ikiyi göndermiştik tekzib ettiler. Biz de üçüncü ile izzet verdik. Dediler ki: Biz  size gönderilmiş Resûlleriz.  Âyet 15: (Onlar) siz dediler, bizim gibi beşersiniz. Rahman birşey indirmedi, yalan söylüyorsunuz.  Âyet 16: Dediler ki: Rabbimiz bilir, biz ,gönderilen ResûlIeriz.  Âyet 17: Bizim üzerimize apaçık tebliğden başkası değil (Görevimiz ancak tebliğ). 

(11)

acıklı bir azab dokunur. 

Âyet  19:  Dediler  (Resûller):  Uğursuzluk  kendinizde,  size  nasihat  edilirse  mi  (uğursuzluk  geliyor)?  Siz müsrif bir kavimsiniz. 

Âyet  20:  0  şehrin  en  uçlarından  mert  biri  (Recül)  koşarak  geldi  dedi  ki:  Ey  kavmim  uyun  o  gönderilenlere.  Âyet Z 1: Uyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiştir.  Âyet 22: Ben, beni yaradana niçin kulluk etmeyeyim, hep döndürülüp Oʹna götürüleceksiniz.  Âyet 23: Ben Oʹndan başka mâbud edinir miyim? Eğer O Rahman bana bir kader irade buyurursa,  onların şefaati bana faide vermez ve beni kurtaramazlar.  Âyet 24: Şüphesiz ben o zaman bir Delâl içindeyim.   Âyet 25: İşte ben Rabbinize imân ettim, benden duyun.  Âyet 26: Haydi gir cennete denildi. Ne olurdu kavmim bir bilseydi,  Âyet 27: Rabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını (bir bilselerdi).  Âyet 28: Ondan sonra kavminin üstüne bir ordu indirmedik, indirici de değildik.  Âyet 29: O, bir tek sayha oldu, derhal sönüverdi.   Şimdi âyetlerin tek tek yorumuna geçiyorum: 

13‐29ʹuncu  âyetler  grubunda,  dikkat  ederseniz  ilk  bölümde  zikredilen  gerçeklerin  İslamʹdan  önce  geçen  bir  olayda  tezahürünü,  açıklamasını  görüyoruz.  Burada  Kurʹan  üslûbu,  sanki  bir metni anlattıktan sonra bir band koyarak onun uygulamasını bir filimden seyrettiriyor. 

Ayet 13: ʺOnlara o şehir yaranının misalini getirʺ Kurʹanʹın bazı yerlerinde görülen çok hikmetli bir  kavram, bu âyette apaçıktır. 13ʹden 29ʹa kadar olan âyetler, Kurʹanʹdan 700 yıl önce geçen bir  öyküdür. Allahʹın öyküyü takdir şekli iki tarz kavram getiriyor: 

a) Ya efendimiz bu öyküyü 700 yıl önce olurken seyretmişti. 

b)  Ya  da  her  âyet  inzal  olurken,  bugünkü  tanımla,  banddan  seyretti.  Aksi  takdirde  edebî  kaidelere  karşı  pek  titiz  olan  yüce  kitabımızda  hitab  bir  tarz,  şimdiki  zaman  kalıbı  içinde  olamazdı. 

ʺ(Hani oraya) Resûller gelmişti ya?ʺ 

Bu kavram içinde 13‐29ʹuncu âyetlerin öyküsü dile getiriliyor. 

Burada  şehir  yârânı,  daha  çok  büyük  şehirlerden  bahsederken  kullanılan  bir  deyimdir.  Bu  nedenle de öykünün Roma devrine ait olması ağırlık kazanıyor. 

Ancak  bazı  tefsirlerde  bu  örneğin  genel  kapsamlı  olduğu  ileri  sürülmektedir.  Hatta  asr‐ı  Saadetʹe  bile misal olan yanı vardır. Bu görüş de haklı bir yargıdır. Bu öykünün yorumunu yapmadan önce 

(12)

tarih açısından fevkelâde önemli olan fakat klasik tarihlerde gerekli değer verilmeyen önemli bir  konuyu özetlemek istiyorum: 

Hristiyan Roma ilgileri: 

Roma,  Hristiyanlığa  tıpkı  Kureyş  kâfirleri  gibi  zâlimce  karşı  çıktı.  Bir  yandan  putperest  oluşları,  bir  yandan  esir  ve  fakiri  ezme  esasına  dayalı  sosyal  sistemleri,  onların  şiddetle  manevî dinlerine karşı çıkmalarının temel nedenidir. 

Ancak Romalılar, Hristiyanlığın Avrupaʹya İtalyaʹya sirayetini isteyenlerdi. Zaten, Hristiyanlık  ilk  köprübaşını  Ortadoğuʹda  atmış  ve  yavaş  yavaş  yayılmayı  amaçlamıştı.  Bu  durum  Filistinʹdeki  Yahudi  zenginleri  için  çok  tehlikeli  bir  meseleydi.  Yahudiler,  Romaʹyı  tahrik  ederek,  Roma  Hristiyan  mücadelesini  Ortadoğuʹya  naklettiler.  Yüzbinlerce  Hristiyanın  acımasızca katline yol açtılar. Romalılar zalim ve güçlüydü. Fakat tarihin bütün yanıltmasınâ  rağmen bilgisizdiler, böylece taktiği de Yahudilerden öğrendiler. 

İşte  şehrin  ileri  gelenleri,  Romaʹnın  Yahudilerden  taktik  alan  burjuvası  idi.  Bunu  Resûllere  itiraz  tarzından daha iyi anlayacağız. 

Ayet  14:  ʺBiz  oraya  ikiyi  göndermiştikʺ  Bu  ifade  13.âyete  kıyasan  Resûlleri  kasdetmektedir.  Resûl  uyarıcı  anlamdadır.  Bazı  tefsirlere  göre  bu  zat  havariyundan  Yuhanna  ve  Paulusʹdur.  Sonradan  gönderilen  Resûl  ise  âyette  ʺÜçüncü  ile  izzet  verdik;  kuvvet  verdikʺ  hitabını  almaktadır. Bu zat da Şemins isimli havaridir. 

Bu  üç  havarinin  gerek  Ortadoğuʹda,  gerek  başka  yerlerdeki  büyük  şehir  halklarını  uyardıkları  bilinmektedir. 

Bundan  sonraki  âyetlerde  bildirilen  tartışmalar  Roma  ileri  gelenleriyle  bu  Havariler  arasında  geçmiştir. 

Âyet 15: Bu âyette Theizmʹin ilk ilkesini görüyoruz. Çağımızda  theizm  çok  yaygındır.  Onun  için  bundan sonraki âyetlerle birlikte bu âyeti çok iyi bilmek gerekir. 

Theizm: Belli ölçülerde bir Allah kavramına inanıp, dinlere tümden karşı çıkma kavramıdır.  Kendilerini  uyaran  Havarilere  karşı  Roma  ileri  gelenlerinin  ilk  itiraz  maddesi,  ʺRahman  bir  emir  göndermedi,  siz  de  bizim  gibi  insanlarsınızʺ  sloganıdır.  Âyette  de  geçtiği  gibi  tüm  theistler  uyarıcıları yalancılıkla itham ederler. 

Theistlere  göre  Allah,  evrenleri  yaratıp  fizik  ve  biyolojik  yasalarla  başbaşa  bırakmıştır.  Bu  nedenle  günah,  ya  da  Allahʹın  koyduğu  bir  yasa  yoktur;  herkes  dümenini  döndürür,  güçlünün  sömürmesi muhakkaktır. Eski Yunan ve Roma, hep bu çılgın inancın temsilcisi olmuştur. 

Bazı  şaşkınların  dünya  medeniyetinin  ilk  temsilcileri  sandıkları  bu  iki  toplum,  gerçekte  inanç  dünyasının yüz karasıdır. 

Burada  inançsızların  Allahʹdan  bahsederken  ʺRahmanʺ  sıfatını  kullanmaları,  âyetin  en  mânidar  hikmetlerinden biridir. 

(13)

Allahʹdan Rahman diye bahsetmeleri, üç önemli ip ucu veriyor:  a) Romalı putperestler, Rahmanʹı tanımaz; bu onlara Yahudilerin akıl vermesidir.  b) Rahman sıfatı, evrene genel olarak denge ve güç veren sıfattır. İnkarcılar demek istiyor ki  ʺO Rahmanʹdır; evreni bir nizama bağlamıştır, Peygamber göndermez.ʺ  c) Rahmanʹın bir özelliği de merhamet olduğuna göre; hesap sormaz.  Dikkat ederseniz çağımız theistleri de bu görüşleri aynen ifade ederler. Theistlerin Peygamberlere  inanmamakta direnmelerinin de üç nedeni vardır:  1. Kıskançlık.  2. Hesap verme korkusu.   3. Gurur.  Bu yorumu, inkarcıların ʺOnlar da bizim gibi beşerʺ demelerinden çıkarıyoruz. Şimdi dine karşı  çıkanların bir başka yönünü öğreneceğiz. 

Ayet  16‐17:  ʺResûller:  Rabbimiz  bilir  biz  gönderilen  uyarıcılarız.  Bizim  görevimiz  (üzerimize  düşen) apaçık tebliğden başka değil dediler. 

Burada önemli 2 hikmet var. Bunlardan ilki, inkarcıların 

hep  Rahman  sıfatıyla  karşı  çıkmalarına  karşılık,  Resûller,  Rab  (terbiye  edici)  sıfatıyla  söze  başlıyorlar.  Bu  demektir  ki:  Allah  evrenleri  yaratmış,  yasalarını  takdir  etmiştir.  Ancak  özellikle  insan,  Rab  sıfatıyla  Ahlâk  eğitimine  muhtaçdır.  işte  biz  bu  iki  hikmetle  size  uyarıcı  olarak  gönderildik. 

Nasıl dikiş dikmek, matematik öğrenmek için bir hocaya, bir ustaya ihtiyaç varsa, biz de size  ahlâkı öğretmek için Rabbımız tarafından gönderildik. 

ikinci  hikmete  gelince:  Din  tebliği  apaçıktır;  gizli  kapaklı  yanı  yoktur,  nettir  ve  âhlakın  yegâne  mektebidir. Tartışılamayacak kadar açık bu gerçek karşısında niçin inat ediyorsunuz? 

Buraya kadar olan 5 âyetin enfüsî mânalarını özetlemek istiyorum: 

Söz  konusu  şehir;  vücud  (iklimidir),  birinci  ve  ikinci  resûller;  akılla  ruhdur.  Üçüncü  Resûl;  gönüldür. Bunlara karşı direnen Roma zenginleri, nefsi temsil eder. 

Son  âyet,  herkesin  içinde  nefsin  gizli  reaksiyonlarıdır.  Ruh,  akıl  ve  gönlün  bütün  açık  delillerine  rağmen  nefs,  gururuna  kapılarak  Peygamber  kavramına  karşı  çıkar.  Çevreyi  gözleyerek mantık salatası yapıp kendini avutur, kandırır. 

Şimdi theistler (dine karşı çıkanlar) başka bir zırva ile ortaya çıkacaklar. 

Âyet: 18: ʺİnançsızlar, Resûllere uğursuzluk isnad etiler ve  de:  ʹUyarmada  ısrar  ederseniz  sizi  taşlar,  akla gelmedik azab icad ederizʹ dediler. ʺ 

(14)

ʺDin afyondurʺ  diye yola çıktı ve bunu dahiyane icadı sandı. Halbuki böylesine ilkel görüşü ve görüşün tatbikini  14 asır önce Yâsinʹin 18ʹinci âyeti sırrı içinde görüyoruz.  Üstelik bu sloganı, o zaman Romaʹnın zenginleri fakirleri sömürmek, aldatmak için atıyordu.  Nedir theistlerin dine uğursuzluk isnadı?  1. Sıradan uğursuzluk ithamları; kıtlık, zelzele vs...  2. Dünya hevesi azalttığı gerekçesiyle dini gelişmeye karşı görme.  3. Dini inançları kuvvetli olan kimsenin dünya hayatından uzak kalacağını sanma.  4. Toplumların dini inançla reaksionlarını kaybedeceği, uyuşacağını iddia etme. 

Elbette  dini  tüm  gerekçeleriyle  bilenler  için  bu  isnatlar  gülünçtür.  Ancak  çağımızda  moda  haline gelen bazı sloganları cevaplamak istiyorum. 

a) Din afyon değildir; aksine halk kitlelerini bilinçlendirerek sömürüye karşı bir direnç oluşturur.  Tarihte bunun örnekleri pek çoktur: 

1. Roma sömürü düzenini Hristiyanlık yıkmıştır. 

2. Bizans, İran, Arap sömürü düzenini İslâmiyet yıkmıştır. 

3.  Çağımızda  inançsız  olan  toplumlar  dev  ülkeler  tarafından  sömürülmekte,  ve  de  gıkʹı  bile  çıkamamaktadır.  Aksine,  Polonya  ve  Afganistan  gibi  dindar  ülkeler  sömürülmeye karşı çıkan  nadir ülkelerdir. 

b)  Din  toplumu  geri  bırakmaz.  Amerikan  toplumu  en  dindar  toplumlardan  biridir.  Güney  Amerika ise, özellikle 

dini ilgilerini kaybetmiş kesimlerde, en geri kalmış toplumları temsil etmektedir. 

Özellikle  silah  zoruyla  sömürülen  Ortadoğu  ülkelerini  gösterip  gösterip  ʺİslâmiyet  geri  kalmıştırʺ  demek,  coğrafyadan,  tarihten  haberi  olmamaktır.  Akdeniz  kuşağı  ile  Orta  Amerika  kuşağındaki  iklim  etkili  yapı  birliğini  fark  etmeyenler,  dine  dil  uzatırken  bugünkü  Amazon  çevresiyle  Fatih  devrini  kıyaslasınlar.  Türk‐İslam  Sentezi  olmasa  Anadoluʹda  uygarlık  zirveye  ulaşır mıydı? 

Osmanlı, din anlayışını safsataya kaydırıp kendi özünü yitirdiği zaman yıkılmıştır. 

c) Dindar insanın dünya yaşantısından eksik kalacağı bir nokta yoktur. Eğe alkolizme esir olma,  gayr‐i  meşrû  kazanç,  dünya  hayatının  vazgeçilmez  parçası  ise  yazıklar  olsun  o  biçim  hayatı  seçenlere. 

Şimdi âyet, Rasûller ağzından gerekli cevabı verecekti r. 

Ancak  âyetin  ikinci  kısmı  da  çok  önemli;  bu  yantış  hükümle  yola  çıkan  inkarcılar,  her  devirde  uyaranlara  akıl  almadık  zulüm  yapmaktadır.  Çağımızda  nice  ülkelerin  Birleşmiş  Milletler 

(15)

Anayasasına  rağmen  hâlâ  inanç  hürriyetine  sahip  olmadığını  görüyoruz  ve  bu  ülkeler  ʺdin  afyondurʺ  sloganı  ile  uyutulmuş,  dev  rejimlerin  zalim  uygulamasıdır.  Sanki,  18ʹinci  âyet  canlı  olarak yaşamaktadır. 

Ayet  19:  Resullergerçeği  üzerlerine  vurdu:  ʺUğursuzluk  içinizde.  Size  nasihat  edilince  mi  uğursuzluk ortaya çıkıyorʹʺ 

Siz müsrif bir kavimsiniz!ʺ 

Bundan  önceki âyette  arzettiğim  gerçekler,  dine  karşı  çıkanların gülünç halini dile getiriyordu.  Bu âyette, iki önemli hikmetle dine karşı çıkanların yanılgıları anlatılıyor: 

A)  Sizin  yapınız  ne  ise  osunuz,  uğursuzluk  diye  bir  kavram  yoktur.  Bir  takım  olumsuzluklarla  karşılaşıyorsanız  bunun  nedeni  bizzat  sizsiniz.  Nefslerdeki  yanlışlardır.  Bazı  örnekler verirsek: 

1.  Siz  çevrenizdeki  zavallıları  sömürürseniz,  bunu  âdet  haline  getirirseniz;  elbette  günün  birinde  sizi  de  sömürürler.  Ahlâksızlığı  meşrulaştırırsanız;  günün  birinde  siz  de  şerrin  oyuncağı  olursunuz. 

2.  Din,  sizi  inanç  gücüyle  ruhen  sağlıklı  kılar.  Ondan  uzaklaşırsanız;  stresler  içinde  kıvranırsınız.  3. Dinden uzak kaldıkça, Rahman sıfatının hikmeti, sizden merhamet ceryanını uzaklaştırır ve işte  uğursuzluk dediğiniz şey o zaman ortaya çıkmış olur.  Daha önce arzettiğimiz gibi Yâsin Sûresi Efendimizin hikmetlerini evrene açıklar.  13‐29. âyetlerin örnek olarak verdiği misal, enfüst manada tüm toplumlara hitap ederek Kurʹanʹa karşı  çıkanları dile getirir.  Yâsinʹin bütün âyetleri, tek tek Efendimize ait bir hikmeti açıklamaktadır. Aslında ʺŞehre gelen  iki  Resulʹden  murad,  genelde  Hz.  İsa  ve  Hz.  Mûsâʹdır.  Onların  izzetli  bir  üçüncü  ile  takviyeleri  Efendimizin peygambertiğini kast etmektedir. 

Âyet bu açıdan yorumlanınca; Efendimizin haraket sırrı ile dile getirmektedir. Dolayısıyla ʺOʹnun  tebliği,  değil  uğursuzluk,  tam  tersine  bereket  sırrı  içinde  size  ancak  saadet  verir.  Ahlak‐ı  Muhammedîʹye karşı gelenler zaten bir uğursuzluğun şerrine kendi kendilerini mahkûm ederlerʺ  anlamı âyetin en önemli hikmetidir. 

Bütün  insanlar  ve  milletler,  inançsız  günlerini,  inançtan  sonraki  günleriyle  kıyaslarlarsa  gerçeği  vicdan ve insaf ile tesbit ederler. Bu âyetin ikinci hikmetine gelince: 

B)  Çünkü  siz  müsrif  bir  kavimsiniz.  İsraf,  bir  nimetin  değerlendirilemeyip  boşa  harcanmasıdır.  Şöyle ki: 

a) Sağlığınız bir nimettir. Onu abdest alarak, ibadet ederek , kötü şeylerden (alkol, domuz eti v.s.)  alıkoyarak; yani israf etmeyerek değerlendirebilirsiniz. 

(16)

uğursuzluğunu; gerçekleri size anlatan dinde mi göreceksiniz? 

c) Burada önemli bir hitap da dini afyon sayanlaradır. Onlar tüm millî gelirlerini silah üreterek  israf eder, sonra çıkmaza girerler ve suçu toplumun din kavramına yüklemeye çalışırlar. 

d) Ahlâk‐ı Muhammedî, nefsin çirkin ve çılgın arzularına israfı yasak ederek; millî geliri azamiye  çıkarır.  Özellikle  günümüzde  ekonomik  çıkmazın,  dolayısıyla  toplumdaki  uğursuz  felaketlerin  en mühim nedeni israfdır. 

Bizim,  toplumumuzdaki  israfı  kaldırarak;  bolluğa,  refaha  erişeceğimiz  aşikar  değil  midir?  Herkesin  herkesi  tenkit  ederek  doktriner  felaketlerden  medet  umduğu  günümüzde,  âyetin  bu  mucize dolu hikmetini nasıl göz ardı edebiliriz.  Şimdi geliyoruz isratia sehâ arasındaki farka:  Sehâ: Başkalarına kendine verilen nimetleri vermektir.  Makbuldür, hatta infak şeklinde farz bir ibâdettir.  İsraf:Yalnız nefsine, onun arzularına uyarak ilâhi nimeti telef etmektir. Ve haramdır. Bir müslüman  bu ince nüansı hiç unutmamalıdır.  Bu âyetin özellikle belirttiği: 

Uğursuzluk,  işlerin  çıkmaza  girmesi  olayların  temelinde  israfın  yattığı  unutulmamalıdır.  Hele  toplumdaki yaygın israf, bir felaketin habercisidir. Bu âyetin sırrı her çağda toplumları felakete  karşı uyarmasındadır. Yâsinʹin dirilere okunan çok yüce bir hikmetidir. 

Ayet 20: ʺŞehrin dış mahallelerinden koşarak bir ER geldi. ʺ 

Recül,  er,  mert  kişi  demektir.  Roma  olayında  bu  şahıs  Habib‐i  Neccarʹdı.  Vücud  iklimi  açısından bu şahıs, vicdandır. 

Ayrıca  âyet,  bu  devirde,  beklenmedik  bir  zamanda,  haksızlıklara,  zulme  karşı  gerçeği  savunanların var olacağını işaret etmektedir. 

Âyette Habib‐i Neccarʹın geliş tarzı üç özellikle dile gelmektedir:  a) Bu şahıs Recülʹdür; yani saygın ve mert bir kişidir.  

b) Aniden ortaya çıkmıştır (koşarak gelmesi). 

c)  Beklenmedik  bir  anda  ortaya  çıkmıştır  (Halk,  Resûlleri  taşlamak  üzeredir,  bu  şahıs  kenar  mahallelerden koşarak gelmektedir.) 

Âyet 21: Habib‐i Neccarʹın kavmine söylediği onları ikaz eden söz:  ʺUyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiş kimselerdir. ʺ 

Demek  ki  Allah  yoluna  davet  eden  kimselerin  en  önemli  vasfı,  menfaat  beklememelerdir.  Bu  âyet genel bir ikazdır: 

(17)

a) Theistlerin inanca çağıranlara hakaret ve zulümle cevap vermeleri tam bir manyaklıktır. Zira  bu  uyarıcılar  bir  menfaat  taleb  etmemektedirler.  İnkarcılara  göre  her  haraket  maddî  menfaate  dayanırdı. Peki Allah inancına davet edenlerde böyle çıkar hevesi olmadığına göre, size neden  yalan söylesinler? Neden insanları doğruya çekmek için didinsinler, çabalasınlar? 

b)  Toplumda  dinden,  ahlâktan  söz  açanların  mutlaka  maddi  çıkardan  uzak  olmaları  şarttır.  Aksi takdirde hidâyet üzre değildirler. Görünüşleri, sözleri ne kadar cazip de olsa olay sahtedir.  ʺOnlar hidâyettedirlerʺe gelince: 

İmanʹa  ait  kalp  inceliği,  gerçekleri  söyler.  Yani  hemen  fark  eder  onların  kendinden  söylemediğini, hidâyet‐i ilâhi sayesinde insanları uyardığını sezer. 

Hidâyet: Cenab‐ı Hakkʹın Hâdi sıfatının tecellisiyle gerçeğe erme demektir. Hidâyet gelince, en  karanlık  toplumda  yaşansa  da  hemen  seyredilir.  Habib‐i  Neccar  zarif  bir  şekilde  kendinde  de  hidâyet ışığı yandığını açıklamış oluyor. 

Âyet,  kendini  hidâyette  sanan  gafillere  de  başlangıçta  hiç  bir  çıkar  duygusu  olmama  zorunluğunu perçinliyor. 

Ayrıca bu âyet, Habib‐i Neccar ağzından Havarilerle Romalıları tarif ediyor: 

ʺEy Romalılar siz her şeyi çıkar uğruna yaparsınız, onlar ivazsız, garazsız sizi irşada çabalıyor.  Siz dalâldasınız, onlar hidâyettedir.ʺ 

Ayet 22: ʺBen, beni yaratana niçin kulluk etmeyeyim. Siz de döndürülüp Oʹna götürüleceksiniz.ʺ  Bu  ifade  ki  insanlık  düstürudur.  Akıl,  yaradana  kulluk  etmeyi  bildirir.  Gönülse,  hep  Oʹna  döndürülüp götürüleceğimizi sezer. İnsan bu iki nimeti; akıl ve gönlü kendi evhamına kaptırarak  heder etmezse daima bir Habib‐i Neccarʹdır. 

Âyet 23: Habib‐i Neccar, şimdi tekrar aklın şahitliğine müracaat ediyor: 

ʺEy  inanmayanlar,  inanır  gördüğünüz  Rahman  size  bir  kader  vermişse  (zor  bir  kader)  sizin  güvendiğiniz  dünyalık  hiç  bir  güç  fayda  vermez.  Dünyada  zahirde  var  sandığınız  para,  mevki,  sağlık hiçbir kaderi çevirmeye muktedir değildir.ʺ 

Âyet  24:  O  halde,  bu  gerçekleri  bile  bile  Râhmanʹın  dinine  hala  uymakta  direnir  tereddüt  gösterirsem ben bir dalâl içindeyim, demektir. 

23, 24ʹüncü âyetleri bir kez daha birlikte incelersek pek çok hikmetlçri tespit ederiz. 

Şu  hayat  badiresinde  binbir  müşkül  ve  keder  vardır.  Bunlardan  sıyrılmak  için  Rabbimden  başka, Oʹnun rahman sirrindan başka ne güvence olabilir. Örneklendirirsek: 

a)  Çevreden  gelen  mikrop,  işin,  kimyasal  maddelerin  zehirinden  bizi  koruyan  akıl  almaz  bir  biyoloji  sistemine  sahibiz.  Buradaki  bir  aksaklıkta  beni  Rahmanʹdan  başka  hangi  güç  normal  hayata kavuşturabilir. 

(18)

Rahmanʹdan başka hangi güç kurtarabilir? 

c) Bedensel hayatımızda binlerce kompitüre bağlı biyolojik dengemizi, Rahmanʹdan başka hangi  güç dengede tutabilir? 

Ey insanlar! Zahiri mânâda var saydığınız para, teknik imkanlar tümüyle, Rahmanʹın kaderinde  selâmet varsa vasıta olur. Aksi takdirde hiçbir şey sizi çıkmazlardan kurtaramaz. 

Bütün  bu  gerçeklere  rağmen  hâlâ  inanmıyor,  Rahmanʹın  emirlerine  uymuyorsanız  cidden  dalâldasınız. 

Dalâl: Yanılgıda kalmak, dürbüne tersinden bakmaktır. Fatihaʹnın son âyetinde bildirilen Dâllin  sınıfı aklı, kısır ve cılız mantık penceresine mahkûm edip gerçekleri görememe demektir.  Dalâlʹin  zıddı  hidâyete  erişmektir.  Her  ikisinde  de  sermaye  akıldır.  Ancak  onu  nefsinin  oyuncağı  eden,  delâlde  kalır;  hayvanları  birbirine  benzetip  evrim  masalına  saplanır  kalır.  Aklı  gönül  emrine  veren,  Sûre‐i  Yûsufʹda  anlatıldığı  gibi,  gelecek  kıtlıkları  önceden  sezip  zengin  olur; bu bir hidâyettir. 

Sağlık  konusunda  şirk,  çağımızda  olağan  hale  gelmiştir.  Onun  için  bu  noktada  ufak  bir  aydınlatma  yapmak  istiyorum.  Çünkü  bu  âyetin  sırrı  içinde  theistler  kendilerini  tıb  aracılığı  ile  ölümden kurtardıklarını sanırlar. 

Önceden ifade edeyim ki, Tıb günümüzde çok gelişmiş, bir çok biyolojik sırları öğrenmiştir. Bu  gelişme,  Allahʹın  ilâhi  sanʹatını  insanlara  göstermek  için  ilme  lütfettiği  bir  tecellidir.  Mikroplu  hastalar olmasa, mikropların genetik şifrelerindeki muhteşem matematikten mahrum kalırdık.  Tıb  her  dalıyla  Cenab‐ı  Hakkʹın  Rahman  ve  Şâfi  sıfatlarının  tecellisine  sahnedir.  Hastayı  ameliyat eden cerrah, ateşi ilaçla düşüren doktor, hasta ile irtibata geçtiği andan itibaren farkında  olsun olmasın ilâhi kader kompitür devresine bağlanır ve yaptığı her işlem hastanın kader bandı  istikametindedir.  Eğer  hasta  kurtulacaksa,  en  acemi  doktor  en  akla  gelmez  tedbirleri  alarak  o  kaderin sebebi olur. Yok hasta ölecekse, usta doktor akla gelmedik hatalar yapar ve hastanın ölüm  kaderine vesile olur. 

Bu anahtar prensibi bildikten sonra, her inananın hekime başvurması ilâhi kadere karşı bir saygı,  hatta zorunluluktur. Şimdi tekrar Dalâl konusuna dönüyorum. Günlük hayatımızda  dalâlʹi;  yani  yanlış düşünceyi 4 noktada belli ederiz: 

a)  Evrendeki  her  olayın  mutlak  surette  ilâhi  tasarrufta  (güç  ve  yönetim)  olduğunu  idrak  edememe: Dalâl ‐ I 

b)  Allah  gücü  dışında  bir  takım  çarelerin,  kuvvetlerin  mevcut  olabileceğini,  bazı  faaliyetlerin  bunlarla yapılabileceğini zan etme: Dalâl‐II 

c) Vasıtayı görüp, onun Rahmanʹın kader kompitürüne bağlı olduğunu sezmeme: Dalâl‐III 

d)  Kendi  iradesinin  de  ilâhi  kompitüre  bağlı  olduğunu  fark  etmeyerek  iradesiyle  bir  şeyle  yapabileceğini zan etme: Dalâl‐IV. 

(19)

Ayet 25: ʺBen Rabbinize (Resûllere hitaben) iman ettim. (Ey Roma halkı) işte benden duyun. ʺ 

Habib‐i  Neccar  bu  ilânı  yaptığı  zaman,  Allahʹın  Resûlleri  Romalılar  tarafından  yakalanmış  işkenceye başlanmıştı. Bu kahraman kişi, buna rağmen imanını ilândan çekinmedi. 

Bu  âyet,  Romaʹnın  çılgın  vahşetine  karşı  imanının  izharını  (açıklanmasını)  farz  kılmıştır.  Romalılara karşı pek çok Hristiyan bu tarz kahramanca mücadele vermiştir. 

Aşağıdaki âyetlerden anlayacağımız vech ile bu kahraman kişi Romalılar tarafından zalimce linç  edilmiştir. 

Akla gelir ki, o kudurmuş kütleye karşı Habib‐i Neccar imanını açıkladı da ne oldu?.. Çok şey  oldu.  Eğer  böyle  kahramanlar  sussa  idi  Roma  yıkılmaz  Hristiyanlık  sönerdi.  Toplumun  bir  köşesinde  gerçeği  bilen  susar  oturursa  Romaʹnın  zulmü  ancak  kamçılanır,  sınırsız  azgınlıklara ulaşır. 

Bu tarz kahramanlık mânâda daha önemli bir sır yaratır. Allahʹın Kahhar tecellisi, zâlimin sırtına  çöküverir. Yâsinʹin bütün âyetlerinde olduğu gibi bu âyet de inananlara büyük bir manevî hikmet  getirmekte, imanın her türlü zorluğuna rağmen inkârın kaçınılmaz olduğunu emretmektedir.  Nitekim  Habib‐i  Neccarʹın  bu  jesti,  Romaʹyı  için  için  kemirip  yok  etmiştir.  Böylece  kâinatın  en  yücesi  sevgili  Peygamberimiz  gelmeden  önce,  çok  önemli  bir  zulüm  kaynağı  olan  Roma  engeli  ortadan kalkmıştır. 

Âyet 26: ʺHaydi gir cennetime denince: Ne olurdu kavmim bilseydi, dedi. ʺ 

Bu âyette mânânın büyük sırrı gizlidir. Habib‐i Neccar iman  eder  etmez  mânâ  perdesi  açıldı  ve linç olmadan cennete intikal etti. Bu yüzden linç olayını hissetmedi. 

Hatta  cennetten  seyretti  ve  ʺNe  olurdu  kavmim  bilseydiʺ  dedi.  Bu  âyetten  anlıyoruz  ki,  şehidler  kıyameti beklemeden otomatik olarak cennete intikal eder. 

Eğer  nefs,  gönlün  emrine  girmişse,  ölüm  anında  o  da  otomatik  olarak  cennete  intikal  eder.  Ancak  nefsin  gönle  râm  olması  sanıldığı  gibi  kolay  değildir.  Bunun  bir  miyarı  vardır  ki,  bir  kimse Fahr‐i kâinat efendimizi kendinden, evlatlarından sevgilisinden ve tüm dünya ilgilerinden  fazla seviyorsa, onun nefsi gönlün emrindedir. 

Habib‐i  Neccar  cennete  intikal  edince,  gerçeği  tümüyle  görünce  bir  kez  daha  önemli  bir  yasayı  açıklıyor:  ʺİnkâr  cahilliktir.  Zira  ʺkavmim  bir  bilseydiʺ  demek,  bir  anlamda  bilmiyor;  cahiller  demektir. 

Enfüsi  mânâda  bu  âyetteki  bir  hikmet:  Habib‐i  Neccarʹın  gönlüne  yansıyan  imanında  efendimizi bulmasıdır. Çünkü ümmetini düşünmek ancak Muhammedî bir ceryana nasiptir.  Âyet 27: ʺRabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını. ʺ 

Bazılarına öyle gelebilir ki, niçin mağfiret? İşte bu âyetin inceliği buradadır. 

(20)

mükafatlandırmak Allahʹa has bir ikram ve mağfirettir.  İşte bu yüzden Habib‐i Neccar, ʺah kavmim bir bilseydiʺ; sırf iman etmekle nice cennet nimetlerine  kavuşacaklarını ve geçmiş günahlarının tümden af olacağını bir bilselerdi diyor.  Bu yiğit adam, ʺcennet benim hakkımdıʺ demiyor ʺBen vazifemi yaptım, fakat Allah lütûf ve kerem  sahibi beni mükafatlandırdıʺ diyor.  Ayet 28: ʺO zâlim kavme gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik. ʺ  Varlığı aşikâr olan Allah, kulların aptalca beklediği bir gösteri elbette yapmaz. Yani gökten ordu  indirmez. Çoğu kez inkarcılar, inananlara:  ʺHadi Allah beni cezalandırsın görelimʺ der. Sanki bir ordu bekler gibi kendini adam yerine kor.  İşte Allah onlar için ʺGökten ordu indirecek değilizʺ buyuruyor. 

Allahʹın  zulme  kaşı  indirdiği  darbe  öyle  çetindir  ki  şiddetinden  farkına  varacak  vakit  bulamazlar. 

Bu  âyet  uzay  masalcılarına  karşı  da  önemli  kesin  tavır  koyuyor.  Ne  şimdi  ne  de  ilerde  uzaydan arza bir saldırı olamaz. 

Ayet 29: ʺBir tek sayha oldu derhal sönüverdiler. ʺ 

Saycha: Şiddetli patlama, şiddetli sarsıntı demektir. Tarihin seyri içinde böyle yok edici bir sarsıntı  Pompei şehrinde Vezüvʹün ilk patlamasıdır. M.S 75ʹinci yılda meydana gelen bu dev patlamada  bütün  Roma  asilleri  lâvların  altında  can  verdi.  Pompei,  Romalıların  sayfiye  şehri  idi.  Roma  ileri  gelenleri  orada  şâşâlı  ve  sefih  bir  hayat  sürerlerdi.  Bu  yanardağ  patlamasından  yanlızca  Hristiyan  esirler  kurtuldu.  âyetin  bu  yanardağ  patlamasını  kasdetmesini  elbette  mümkündür.  Hatta  Hz.  İsaʹya  idam  kararı  veren  Kudüsʹdeki  Roma  jürisinin  hayatta  kalanlarının  bu  Pompei  olayında lâvlarda yanarak öldüğü bilinmektedir. 

Sayhanın,  dev  bir  imparatorluk  olan  Romaʹnın  aniden  çökmesi  anlamına  geldiğini  iddia  eden  tefsirler vardı. 

Enfüsî mânâda sayha ölüm anıdır. Bedenin ruhtan ve nefsten ayrılmasını temsil etmektedir.  Küçük kıyamet de denilen ölüm anında her inkarcı böyle şiddetli bir patlama ile sönüverecektir.  Mânâ  âleminde  sayha  ve  sönüverme  tanımları,  Rahman  ceryanının  kesilmesi  olarak  tanımlanır. 

Nefs, kendi varlık evhamı içinde yaşarken âniden Rahman ceryanı kesilince şiddetli bir patlama  hissedecek ve kendinde hiç bir gücün kalmadığını farkedecek, sönüverecektir. 

Dünya evhamının ne aldatıcı olduğunu herkes işte o zaman farkedecektir.  Bu âyetten itibaren Yâsinʹin üçüncü sayfasına bir kaç satır altına girmiş oluyoruz. 

(21)

âyetlerin yorumuna geçiyoruz. 

Âyet 30: Ey kulların üzerine ne hasret ki, kendilerine gelen resullerle istihza ediyorlardı. 

Âyet  31:  Baksalar  (ya)  kendilerinden  önce  nice  karnlar  (kavmler)  helâk  etmişiz,  onların  hiç  dönmediklerini farketmiyorlar mı? (veya: onlara hiç dönmüyorlar) 

Âyet 32: Hepsi de karşımıza ihzaren getirilmişlerdir. 

Âyet 33: Ve ölü toprağı canlandırmamız bir âyettir ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar.  Âyet 34: Ve ondan cennetler, hurmalıklar, üzüm bağları içlerinden kaynaklar alattık. 

Âyet 35: Mahsulden ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye; hâlâ şükretmiyecekler mi? 

Âyet  36:  O  sübhan  (herşeyden  münezzeh)  ki;  Arzın  bitirdiklerinden,  kendilerinden,  daha  nice  bilmediklerinden bütün çiftleri yaratandır.  Âyet 37: Gece de bir âyettir, ondan gündüzü soyarız bir de bakarlar ki karanlığa girmişler.  Âyet 38: Güneş de kendilerine has bir istikrarda ceryan eder. İşte o Azizil Alîmin takdiridir.  Âyet 39: Ay da (Aya da), menzil menzil ona miktar verdik, nihâyet dönmüş eski urcun gibi olmuştur.  Âyet 40: Ne güneş kendine aya çatması, ne de gecenin gündüz geçmesi olur. Her şey kendi felekinde tesbih  eder. 

Bu  on  âyetin  çevirisinde  kelimelerin  karşılığında  çok  itina  gösterdik.  Hatta  ilk  bakıştaki  net  manayı  kaybetmeyi  tercih  ettik.  Çünkü  bu  âyetler  çok  önemli  bilimsel  tarifler  getirmektedir.  Zâhiri  mânâ  hevesiyle  kelime  bağlantılarındaki  en  ufak  hata  bilimsel  kavramı  bozabilir.  Bu  zorunluluğu âyetleri tek tek yorumlarken açıklayacağım. 

Âyet  30:  Bu  âyet,  küfürle  can  verenlerin  hüsran  ve  ayrılık  acısını  açıklıyor.  İnançla,  özellikle  Allahʹa çağıranlara karşı istihza edenler bu acı hasreti duyacaklar. Bu hasret: 

a) Ezelde verdikleri sözden caymış olmasının hasreti. 

b) Hakkʹın erişilmez güzelliğini son anda fark edip ona kavuşamamasının hasreti  c) Habib‐i Neccarʹa verilen ikramları görüp, ona erişememenin hasreti. 

d)  Elestʹde  hepimizi  yok  olmaktan  kurtaran  efendimize  hizmet  etmeye  ahd  etmişken,  Oʹna  hizmet edememenin azablı hasreti. 

e) Gönülden ilâhi ilhaka erişememek ve vicdan çocuğu doğuramamanın hasreti. 

Âyet 31: ʺ(Nereden bilseydik demesinler) Kendilerinden evvel de nice insanlar aynı hata içinde dine karşı  gelmişlerdi, bir izleri kaldı mı? Hepsi helâk oldu. ʺ 

Hiç birinin dönmeyişi şu hikmetleri bildirir: 

a)  İnsanlar  aslında  ebedîdirler.  Müʹmin  ölmez;  en  azından  ve  dış  mânâda  dualarla  yaşar,  menkîbeleri  hayırla  yâd olur. Sırları gönülden gönüle gezer durur. Halbuki hiç bir  inkârcı  anılır 

(22)

mı, izleri, eserleri kalır mı? 

b) Nefse hitab eden âyet, hani kendinde varlık vehmediyordun, ruh gidince izin bile kalmadı. 

c)  Bir  yeni  hayata  fırsat  yok.  Reankarnasyon  gibi  sapık  hayallere  dalma.  Âyetin  ʺonların  hiç  biri  dönmedilerʺ hükmü 32ʹinci âyette açıklanıyor. 

Âyet 32: ʺHepsi Allah huzuruna ihzaren getirildiler (tutuklular gibi)ʺ  ʺAllahʹdandı Oʹna döndüʺ âyetinin iki tarz uygulaması vardır. 

Müʹmin,  ilâhi  âleme  intikal  eder,  kâfir  ise  ihzâren  getirilir.  Çünkü  onun  Allah  güzelliğine  cazibesi  yoktu; şimdi hesap vermek üzere huzura getirilmiştir. 

Ölümle  beraber  kesretin  vahdete  dönüş  olayı  tecelli  eder.  Müʹmin  sevgi  sırrı  ile  ilâhi  âlemin  takdir  ettiği  mekâna  intikal  eder.  Münkir  ise,  dayanılmaz  bir  hasretin  acısı  içinde  kıvranır.  Kesretten  kopmuş,  vahdete  intikal  edememiştir.  Allah  huzurunda  şimdi  azap  dolu  anların  temsilcisidir. Âyet bu sonucu özellikle ʺihzaren getirmişlerdir.ʺ emriyle açıklıyor. Dikkat ederseniz  ʺihzaren getirileceklerdirʺ demiyor, ʺihzaren getirmişlerdirʺ buyuruyor. 

Bu  üç  âyet  (30,  31,  32),  semâvi  dinlerden  sapmalardan  doğmuş  bazı  tutarsız  dinlerin,  ruh  ve  ebedî âlem konusundaki yanlışlıklarını da kesin sırlarla düzeltiyor. 

Ölümle beraber bir başka âleme intikal zorunludur. Bu intikalde ya Habib‐i Neccar gibi sonsuz  vuslat  (kavuşma  zevki)  vardır,  ya  da  hasret  azabı  yüklü  çetin  bir  intikal  fazı vardır. Cenab‐ı  Hakkʹın huzuruna ihzaren gelme, bu çetin intikal şeklini belirtmektedir. 

Sûre‐i Tekâsürʹün yorumu bahsinde bu intikal kademelerini daha ayrıntılı anlatacağım.  Şimdi harika bir bilimsel açıklama geliyor. 

Âyet 33: ʺÖlü toprağı canlandırmamız bir âyettir. Ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar. ʺ 

Âyet;  bilimsel  delil,  mûcize  anlamındadır.  Kurʹanʹda  bir  olay için ʺâyettirʺ hükmü getirilmişse  müthiş, değişmez bir bilimsel gerçek ifade ediliyor demektir. 

Çeşitli  âyetlerde  arzın  soğumuş  halinden  sonraki  biyolojik  manzarayı  izleriz.  Ancak  bu  âyet  çok  net bir şekilde arzın kabuğunun ölü bir devir geçirdiğini belirtmektedir. 

Hacc Sûresi, 5. Âyette :ʺ...ve terelʹarza hâmidet..ʺ yani ʺarz ateşli, kızgın idiʺ hükmü mevcuttur. Arz  kabuğunun  soğuduktan  sonra  canlılara  annelik  hizmeti  gerçekten  akıl  almaz  ilâhi  bir  sanattır,  mûcizedir. Bu yüzden toprağın canlanması, bir âyettir. 

Çünkü Allah toprağa hay (canlılık) sırrı verdikten sonra Ademʹi de topraktan yaratmıştır.  Arzın dirilmesi birkaç açıdan dile alınmalıdır: 

Toprakta DNA dediğimiz molekün teşekkülü; yani temel canlı madde olan Riboz + Fosfor + Nuklid  Bazʹdan kurulu kimyasal oluşun tarifidir. Bu maddededeki özellik, cansız tabiatda artı (+) değerli  olan  Karbon  ve  Azotun  bu  molekülde  eksi  (‐)  değerli  oluşudur.  Bu  değişme,  normal  fizik,  kimya  şartlarında  meydana  gelemez.  Bir  defa  da  meydana  geldikten  sonra  hayat  zincirleme  olarak 

(23)

sürer durur. 

Allah  âyette:  ʺToprağı  canlandırmamız  bir  âyettirʺ  buyurduğuna  göre,  bu  moleküllere  değişmeyi  özel  olarak  emretmiştir  ve  toprak  böyle  canlanmıştır.  Bu  canlılık,  ânında  toprakta  sonsuz  sayıda  azot  işleyen  bakteri  ordusunu  meydana  getirmiştir.  Bu  bakteriler  bir  kısmı  sentez,  bir  kısmı analiz yoluyla havanın Azotunu toprağa can olarak intikal ettirmiştir. 

Çeşitli  canlılar  öyle  evrimlerle  filan  ortaya  çıkmış  değildir. Tam aksine DNA moleküllerine  hangi  matematik  program  bağlanmışsa  o  tarz  bir  canlı  meydana  gelmiştir.  (Bu  konuda  daha  meraklılar  için  üç  dilden  ʺingilizce,  Arapça,  Türkçeʺ  yayınladığımız  ʺKurʹan  Âyetleri  ve  İlmî  Gerçeklerʺ kitabımızı okumalarını salık veririz.) 

Âyetin  ikinci  bölümü,  toprak  can  bulduktan;  yani  DNA  molekülleri  teşekkül  ettikten  sonra,  onların genetik şifreler haline getirilmelerini açıklıyor. Şöyle ki: ʺOndan habbeler çıkardık.ʺ Habbe;  tek tohum demektir. Belli canlı türü için örnek bir tek tohuma habbe denir. Yani tek tek tohum  örnekleri  genetik  şifreler  demektir.  Demek  ki  Allah  toprağa  DNA  hususiyetini  verdikten  sonra  şifreleri programladığını ve canlıları topluca böyle sergilediğini emrediyor.  Arkasından da: ʺBu olay bir âyettir; bilimsel bir gerçektir; mûcizedir.ʺ buyuruyor. Bir yandan da  âyet, canlıdan canlıya intikal eden bir hay şifresidir.  Yaratılışın böyle olması kaçınılmaz bir bilimsel gerçekir.  Evrimcilerin sözleri doğru olsa, her türlü canlıdan bir yönde gelişme olur, canlıların sayısı biri  geçmezdi. 

Halbuki  canlıların  çeşidi  milyonların  çok  üstündedir.  Zira  Allah,  iradesindeki  her  şekli  genetik  kartlara  programlamış  ve  yalnız  böcek  sınıfından  milyonlarca  tür  yaratmıştır.  Akla  gelen  bütün  geometrik renk desenlerini, genetik şifrelere matematik programlar halinde işlemek ancak Allah  sanatıdır.  Nitekim 34ʹüncü âyet bu gerçeği dile getiriyor.  Âyet 34: ʺVe canlanan toprağa, cennetler, hurmalıklar, bağlar, akar sular verdikʺ  Bunları özetlersek:  a) Birbirinden şaheser çiçekler.  b) Rengarenk, biçim biçim ağaçlar, yapraklar.  c) Birbirinden esrarlı kimyasal maddeler içerisinde envai çeşit lezzette meyveler.  d) Ve envai çeşit kokular.  e) Size hayat veren oksijeni yapan yapraklar. (Son sayfada bu gerçek açıklanacak). 

Bu  kavramları  ʺCennetlerʺ  kelimesinden  çıkarıyoruz.  Zira  cennet,  muhteşem  güzellikte  bahçe  anlamında  kullanılmıştır.  Ayrıca  cenneti  ebedîlik  sırrının  simgesi  gibi  oksijen  yaparak  hayata  enerji veren yapraklar. 

(24)

Âyette üzüm ve hurmanın ayrıca zikredilmesi çok ince hay sırrını beyan eder. Her bir meyve de  insan  hayatının  esrarı  olan  kemik  iliğini  tanzim  eden  unsurlar  vardır.  Yoğunlaştırılan  iki  değerli demirle DNA yapısını kolaylaştıran tüm kimyasal maddeler, bu iki meyvede vardır.  Tasavvufta  Hurma  sabırı,  Üzüm  şecaâti  (kahramanlığı)  temsil  eder.  Dikkat  ederseniz  âyet  üç  cümle  içinde  canlılık  hikmetlerini  özetleyivermiştir.  Hem  de  1400  yıl  önce  hiç  biyoloji  bilmeyen  topluma farkettirmeden. 

ʺVe Kaynaklar yarattık. ʺ 

Bugün  ilim,  hâlâ  kaynak  suyundaki  sindirim  sağlayan  sodyum  bikarbonatın  suya  karışma  sırrını çözememiştir. 

Âyette  kaynakların  zikredilmesi  hayat  için  suyun  toprakta  korunup  akıtılmasının  ne  denli  bir  hikmet  olduğunu  anlatmak  içindir.  0  beyinleri  ilâhi  kaynaktan  mahrum  inkârcıların  sandığı  gibi  rastlantı  bir  dünya  olsa  idi  toprağa  yağmurla  geçen  suyun  zerresini  ancak  mahşerde  görürdük. Ya da toprak altında erittiği tuzlar nedeniyle yanına yaklaşılmazdı. Toprağa geçen  su  akıl  almaz  maharetle  terkibine  sodyum  bikarbonat  ekleyerek  sindirimi  sağlayacak,  sonra da o densizler çıkıp ilâhî kudrete kafa tutacak. 

Yazıklar olsun o ateistlere ki, suyun şükrünü bile bilmezler.  Ayrıca suyun hayat öyküsüyle ilgisi de bu âyetle vurgulanıyor.ʺʹ 

Âyet 35: Bu âyet, mahsulden, ondan yapılan nimetlerden şükrü emrediyor. 

Âyette  bir  gramer  inceliği  vardır.  Üstte  ʺlamelifʺ  vardır  ki,  durulmaz,  o  zaman  ʺmaʺ  nefʹ  edatı  olur.  0  mahsullerden  hazırladıklarımız  dahi  sizin  kesbiniz  değil;  Allahʹın  nimet  lûtfundan,  demektir. 

Nitekim  buğdaydan  ekmeğin  hazırlanma  öyküsünde,  değirmenin suyu ya da elektriği, menşei  itibariyle  yaratılışa  verilen  bu  nimettir.  Su  ya  da  enerji  sağlayacak  mazot  yine  nîmet‐i  ilâhîdir.  Ekmeği mayalandıran mikrop da ilâhi nimettir.  Hz. Geylânî şükrü şöyle özetler:  Şükür:   a) lisan ile,   b) kalple,   c) organlar ile olur.  Her nimete karşı şükür, lisandan başlar, gönle intikal eder, oradan da organlara geçer.  Gözler her bakışta şükür zevki alır, kulaklar her işitmede şükür zevki alır. 

Şükrü  olmayan  gâfil,  ilimden  mahrumdur.  Ekmeği  yerken,  unu  öğüten  mazotun  yer  altına  asırlar  öncesi  nasıl  depo  edildiğini  bilmez.  Mayayı  oluşturan  mikrobun,  nişastayı  işleyerek 

Referensi

Dokumen terkait

Soal Bahasa Inggris Kelas VII Choose the correct answer a,b,c, or d 1.. Nice to meet you,

Dalam melaksanakan wewenang sebagaimana dimaksud dalam Pasal 13 huruf b Komisi Yudisial mempunyai tugas melakukan pengawasan terhadap perilaku hakim dalam rangka menegakkan

Nice Maylani Asril, S.Psi., M.Psi., Ph.D., selaku dosen pembimbing 1 yang telah sabar membimbing dan mengarahkan penulis dalam menghasilkan penelitian yang berkualitas dan

k adet eleman içeren bir y fonksiyonuna Hızlı fourier dönüşümü komutu uygulandığında ancak k/2 kadar harmonik ve bunların genlikleri hakkında bilgi sahibi

Sofwan berkata: Bahwasannya para guru mereka berkata, apabila dibacakan Yasin di sisi orang mati maka diringankan (pencabutan nyawa) darinya berkat bacaan Yasin

Skripsi berjudul Penerapan Teori Belajar Bruner dengan Metode Penemuan Terbimbing untuk Meningkatkan Hasil Belajar di Kelas VIII-B SMP Al-Fatah Surabaya ini

Praktik keseharian yang terjadi dalam sistem pendaftaran merek Indonesia, klasifikasi barang dan jasa yang digunakan adalah Nice Classification edisi kesepuluh yang

Calendrier scolaire 2023-2024 Zone A : Besançon, Bordeaux, Clermont-Ferrand, Dijon, Grenoble, Limoges, Lyon, Poitiers Zone B : Aix-Marseille, Amiens, Lille, Nancy-Metz, Nantes, Nice,